24 Ocak 2008 Perşembe

Sessizliğe Karşı Bir Kitap...



Tavır Dergisi'nden;






Cumhuriyet muhabirlerinden Alper Turgut, F Tipi hapishanelerde yaşananları, tecridin kaldırılması için başlatılan ölüm orucu direnişinde yaşamını yitirenleri “Sessizliğe Karşı” isimli kitabında anlatıyor. Ölüm oruçları ile ilgili çarpıcı gerçekleri gözler önüne seren “Sessizliğe Karşı”, Alper Turgut’un ilk kitabı.




Gazeteciliğin soğukkanlılık gerektirdiği su götürmez bir gerçek olsa da acı gerçeklere sadece bir habermiş gibi bakanlar, bizi bu mesleğin etiğini sorgulamaya itmiştir çoğu kez. “Alper Turgut nasıl bir gazetecidir?” sorusuna ilişkin hafızamızı yoklarken birden kitabın başında kimi ilginç cümlelerle karşılaşıyoruz. Kitabının girişinde kaleme aldığı, depremde yaşadıklarına ilişkin kısa bir anısı dikkatimizi çekiyor. “Ölümün, acının, kanın, gözyaşının, şiddetin tarifini bilirdim. Notlarımı alır, fotoğraf çeker ve haberimi yazardım. Dramlara yoldaşlık edip, yansıtmak... Evet, işimdi bu benim. Ama tam bu noktada durmak lazım... Gazeteciden önce insanım ben. Karşımdaki adam tepeden tırnağa azap içinde... Hangi üzüntüsünden alıkoyayım, hangi derdine merhem olayım? Ne anlatayım, ne şekilde avutayım? Anılarına ulaşmasına nasıl yardım edeyim? Kahretsin...”




2004 yılında çalıştığı gazeteye gönderilen bir mektupta şunlar yazılıydı: “Altı nüfusa bakmakla yükümlü bir babayım. Bir buçuk yıldır her anı işkence olan bir tecrit altında tutuluyorum. İnsan sesine, sohbetine hasret... Yalnızlık boğuyor. Sanki bir kuyudayım. Size yazıyorum. Ama elinize geçer mi bilemiyorum. Yine de sesimi, sesimizi bir yerlere ulaştırmak için yazıyorum... Ve yaşadıklarımızı bir gün okurlarınızla paylaşırsanız, umuduyla...” Tecrit işkencesine dayanamayarak 2004 yılında hücresinde intihar eden Salih Sevinel’in bu mektubuydu Alper Turgut’a bu kitabı yazmaya karar verdirten. Onun deyimiyle de, tecrit konusunda kitap yazmak zorlu bir görevin yerine getirilmesiydi. Yaşananlar vardı. Çok açıktı ve gerçekti. 122 kere gerçekti yaşanalar. Siz gerçekleri yazmak isterseniz eğer, gözlerinizi bu gerçeklere açar ve kalemi elinize alırsınız. Gerisi gelir zaten. “Öyküleri vardır istinasız tüm insanların. Yıkıcı, yakıcı, en acıtanından olsa dahi... Amiyane tabirle anadan doğma çıkıp gelir karşına, sarsıcı hikâyeler. Ama alın yazası değildir bu. Mukadderat hiç değil. Kör talih, kem talih... Kader. Hadi canım. Birileri ölüme giderken, çürür gider tüm değerler. Eninde sonunda dönüp, dolaşır acılar katarı ve bir gün çarpar suratlara son sürat. Yalın ve gerçek...”




“Türkiye’nin cezaevleri cehennemi yaşıyordu. Sansür duvarını yıkabilmek için çırpınan acılı ailelere karşı bu bir vicdan borcuydu. Hemen kolları sıvadım. Belge, bilgi toplama, ilgili röportajlar, tanıklıklar ve insan öyküleri... Toparlama işi iki yılımı aldı.” 7 yıllık bir direniş sürecini bir kurgu içinde aktarıyor bizlere. O kitabını yazmaya başladığı günlerde ölüm haberleri gazetelerde ya bir cümle ile yer alıyordu ya da hiç yer almıyordu... Ölümler, rutin hayatın rutin birer parçası olmuş, sayılarla ifade edile gelmişti. Alper Turgut, bu kitabıyla yedi yılın öyküsünü geleceğe taşıyor. Yedi yıl boyunca yaşananları hatırlatıp, tüm insanların hafızasını taze tutuyor.




“122 insanı aramızdan alan 600’ü aşkın sakata yol açan tecrit karşıtı eylem tamı tamına 2285 güne yayıldı. Bu milyonlarca cana mal olan İkinci Dünya Savaşı’ndan daha uzun bir süreye denk geliyor. Direniş başlarken doğanlar bugün ilkokul öğrencisi... Düşünün! Gazeteci Hrant Dink’in katil zanlısı Ogün Samats açlık grevinin ilk günlerinde henüz 10 yaşında masum bir çocuktu. Örneğin The New York Times, açlığın birinci yıldönümünde ‘modern tarihin en uzun eylemi’ notunu düşmüştü. Evet. Tarihte benzeri bir direniş yok. Ne eski çağlarda ne de asri zamanlarda...” Ölüm Orucu direnişini bitirmek bahanesi ile “hayata dönüş” adı verilen ve 30 kişinin yaşamını yitirmesine sebep olan 19 Aralık Operasyonu, ölüm orucunu dışarıda sürdürenlere kapılarını açan Armutlu, Alper Turgut’un tanıklığını yaşamış. İnsanların gözleri önünde gün gün eriyen direnişçiler, onların acılı ve bir o kadar suskun toplumu harekete geçirme çabası içinde olan aileleri kitabın içindeki gerçek kahramanlar. Kitabını bitirdiğinde ölüm orucu eylemi hala devam ediyordur. Yazılan satırlar matbaa yolunda iken ise ölüm orucu eylemi büyük kazanımlarla sona erdirilir. Son anda kitabına zafere ilişkin birkaç not düşen Turgut, “Ona bundan böyle uğurlu kitap diyeceğim” diyerek direnişin kazanımlarının sevincini yaşadığını bizlere de hissettirir.




Kitabının son sözü yerine “hapishaneler tarihçesi” koyan Alper Turgut, fazla ayrıntıya girmeden dünyada ve Türkiye’de bulunan hapishaneleri anlatır. Bu bölüm de binlerce belge incelenerek hazırlanmıştır. Alper Turgut’un kitabı okuyacak olanlara önerisine katılmamak mümkün değil. Ama onun da dediği gibi sorunun kavranılması için öncelikle kitabın sonunda yer alan hapishaneler tarihçesini okumak gerekir. Ant Kitap tarafından yayımlanan Sessizliğe Karşı, 448 sayfadan oluşuyor. Kitabın sonunda kaynakçada isimleri geçen kitaplara baktığımızda Alper Turgut’un bu kitabı yazarken ne kadar derin bir araştırma yaptığını da görebiliyoruz. “Sessizliğe Karşı”, direnenleri, direnenlerin ağzından anlatır bizlere adeta. Tarihe düşülen notlar önemlidir, yaşananları anımsatır. Ne kadar içinde olsanız ve yaşasanız da arada bir tazelemeniz gerekir hafızanızı. Geleceğin hatırı içindir bu tazeleyiş.

22 Ocak 2008 Salı

İŞTE ARANAN ADAM...


Almanya'ya verilen listede isminin geçtiği savlanan Teslim Töre , Türkiye'de...


Kişisel haklarım çiğnendi


İçişleri Bakanı tarafından Almanya'ya verilen arananlar listesinde ismi olduğu öne sürülen Teslim Töre ''Benim şeriatçılarla karşıdevrimcilerin olduğu listede ne işim olur?'' dedi. Listede ismi yer almayan Teslim Töre kişisel haklarının çiğnendiğini söyledi. 11 Eylül 2001 günü tahliye edildiğini vurgulayan Töre, ''Ben terörist değilim, Marksistim. Bu nedenle yüzlerce sayfalık savunma yazdım'' dedi.


ALPER TURGUT

İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen 'in Almanya'ya verdiği 155 kişilik arananlar listesinde adı geçtiği savlanan Teslim Töre , Türkiye'de. İçişleri Bakanlığı, Töre'nin aranmadığını belirtirken Teslim Töre, ''Benimle ilgili haberin yanlış olduğu anlaşıldı. Kişisel haklarım çiğnenmiştir. Gerekli yasal işlemleri başlatacağız'' dedi.


62 yıllık yaşamının 39 yılı mücadeleyle geçen, 9 yıl hapis yatan eski TKEP Genel Sekreteri Teslim Töre, bir döneme damgasını vuran önemli isimlerden...


11 Eylül 2001 günü tahliye edildiğini vurgulayan Teslim Töre, saklanmadığını ve İstanbul Yenibosna'da ailesiyle oturduğunu ifade ediyor. İstanbul 1 No'lu DGM'de 6 Aralık'ta görülen duruşmaya tutuksuz olarak katıldığını anlatan Töre, ''Ben terörist değilim, Marksistim. Bu nedenle yüzlerce sayfalık savunma yazdım. Bunları insanlara anlatmak istedim. Kaldığım evde kullandığım telefon dinleniyor ve takip ediliyorum. Kurucularından olduğum ÖDP içerisinde mücadelemi sürdürüyorum'' dedi.


İçişleri Bakanı Yücelen, geçen günlerde Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun' la birlikte Almanya'ya resmi ziyarette bulunmuş ve meslektaşı Otto Schily 'ye iade istemiyle bir liste vermişti. Aranan ve ''terörist'' oldukları ileri sürülen 155 kişilik liste konusunda haber yapan bazı Türk gazeteleri, bu kişilerin arasında yer almamasına rağmen Teslim Töre'yi de gösterdiler. Gazetelerde çıkan haber nedeniyle zor duruma düştüğünü vurgulayan Töre, ''Benim şeriatçılarla karşıdevrimcilerin olduğu listede ne işim olur? Çıktığımdan beri hiçbir gazeteyle görüşmedim ve fotoğraf çektirm edim, ancak gazetelerde 1.5 ay önceki halimi gösteren fotoğraflar var'' diye konuşuyor.


''Hayata Dönüş'' operasyonu sırasında 12 kişinin yaşamını yitirdiği Bayrampaşa Cezaevi'nde bulunduğunu söyleyen Töre, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: ''C-11 koğuşunda 16 kişiydik. Aramızda ölüm orucu ve açlık grevi yapan kimse yoktu. Balyozla duvarları kırdılar ve ateş ettiler. Ardından da bomba yağmuru başladı. Yan koğuşun yanması üzerine duman altında kaldık. Öleceğimizi sanıp birbirimizle helalleşmeye başladık. Cehennem ortamında saatlerce kaldıktan sonra bizi dışarı çıkardılar. Ancak koğuşta beslediğimiz kediler baskın sırasında öldü.''


Töre: Tecrit uygulanıyor

Operasyonun ardından Edirne F Tipi Cezaevi'ne ''baskı altında'' nakledildiklerini belirten Teslim Töre şunları söyledi: ''F tipinde tecrit uygulanıyor. Orada görevli personel bile bunalıma giriyor. Kameralar sürekli izliyor ve infaz koruma memurlarının tutuklularla konuşması yasak. Görüş günleri ve aramalar ise kâbusa dönüşüyor. Ben üç kişilik hücrede oğlum Şükrü Töre ve arkadaşımız Nurettin Ece ile kaldım. Diğer tutuklu ve hükümlülerle haberleşme olanağımız yoktu. Sadece ıslanan gazete kâğıtlarını bir araya getirip naylonla üstünü sardıktan sonra ilkel bir top oluşturuyorduk. Sonra mesajlarımızı iliştirdiğimiz toplarla 9 metrelik duvarları aşıyorduk.''


Mücadeleye 1963 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) İlçe Başkanı olarak başladığını vurgulayan Töre, 1971 yılında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) saflarına katılarak yeraltına çekildiğini belirtiyor. Töre, ''12 Mart'ın ardından Filistin'e geçtim. Türkiye Komünist Emek Partisi Genel Sekreterliği görevine getirildim. 22 yıl süren kaçaklıktan sonra 1993'te İstanbul'da yakalandım. TKEP, ben gözaltına alındığım yıl feshedildi. İlk kez 1997 yılında tahliye edildim. Ancak eski davalar nedeniyle salıverilmedim. Hakkımdaki 8 basın davası ise ertelendi'' diye konuştu.


''Aydınlık 1978 yılında benim Suriye'deki Bulgaristan Elçiliği'ne Türkiye'yle ilgili askeri haritaları verdiğimi ve bunun karşılığı silah aldığımı yazdı'' diye konuşan Töre, bu nedenle 1981 yılında hakkında soruşturma açıldığını belirtti. Töre, hakkında verilen gıyabi tutuklama kararının 1993 yılında vicahiye çevrildiğini anlatarak ''Avukatlarım aracılığıyla başvuruda bulunduk, mahkemede aklandım'' dedi. Töre, İtalya'da 85 sayfalık ifade veren Mehmet Ali Ağca ile ilgili olarak ise şunları söyledi: ''Ağca, Oral Çelik ve Abuzer Uğurlu 'nun da aralarında bulunduğu bir suç grubunun olduğunu ve emirleri benden aldığını iddia etti. Uğur Mumcu , 'Papa-Mafya-Ağca' isimli kitabında gerçeği açıkladı. Mumcu, Ağca'nın sağcı, benim solcu olduğumu ve Ağca'nın Ortadoğu'ya hiç gitmediğini yazdı.''


'Seçimi kazandım, barajı aşamadım'

Birleşik Sosyalist Parti'nin (BSP) kurucu üyeliği görevinde bulunan Töre, Gaziantep'te BSP ve HADEP'in oluşturduğu ''Emek, Barış, Özgürlük Grubu'' adına seçime katıldığını anımsatarak ''Seçimi kazandım. Ancak parti barajı aşamadı'' dedi. Legal mücadeleye geçme fikrini 1987-1988 yıllarında parti içinde gündeme getirdiğini belirten Töre, bu kayıtların emniyette bulunduğunu, ancak ''lehte olduğu için'' mahkemeye verilmediğini öne sürdü.


Cumhuriyet Gazetesi'nin 22 Aralık 2001 tarihli sayısının manşeti...

21 Ocak 2008 Pazartesi

Deprem riskine karşı Geoduvar…


ALPER TURGUT

Geosentetik duvar, çevreye duyarlı, doğal yapıya uygun yeni, estetik, uzun ömürlü ve oldukça kullanışlı bir sistem… Artık görüntüsü kaba ve maliyeti daha yüksek olan beton duvar yerine geosentetik tekstil malzemesi ve doğadaki uygun sıkışabilir malzeme kullanılıyor. Ve dahası bu malzeme, ısıdan ve nemden etkilenmiyor. Uygulamada ise hiç demir kullanılmadığından korozyon riski de ortadan kalkıyor ve yapı 120 yıl sapasağlam kalabiliyor. Bakım gerektirmeyen Geoduvar, deprem sırasında gücü yapıya eşit olarak dağıttığı için dünyada da depremde en güvenilir sistem olarak biliniyor.

ABD ve Kore’nin kullanım ve ithal konusunda öncülüğünü üstlendiği geotekstil (zemin için yapılmış tekstil), yakın zamanda Türkiye’de de üretilmeye başlandı. Türkiye böylelikle gelecekte, Hollanda, ABD ve Yunanistan’dan bu malzemeyi ithal etmek zorunda kalmayacak. Erozyona karşı da etkin bir çözüm olan geosentetik, suyun akış hızını kesmesinin yanı sıra tohum hazneleri sayesinde tohumun akmasını önleyerek kolay yeşillenmeyi sağlıyor. Sistem, nehir yatağı korumaları, dalgakıran, menfez gibi yapıların yanı sıra bahçe istinatları gibi bireysel kullanım alanlarında da uygulanabiliyor. Geosentetik donatılı istinat yapıları, İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde yeni yeni kullanılıyor. (Geosentetik malzemesi, özel polimerden yapılmış bir ürün… Geo, coğrafya ve zemin anlamına geliyor. Zeminde kullanılan tekstile de geotekstil deniliyor)

Türkiye Geosentetikler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Togan Alper, geosentetik duvarın Türkiye’de ilk kez 1999 yılındaki büyük Marmara Depremi öncesinde denendiğini belirterek, “Altunizade’de karayollarının bir işiydi bu… Datalar toplandı ve gayet iyi bir sonuç ortaya çıktı. Zaten ilk kez 1960’lı yıllarda deprem bölgesi olan ABD’nin Kaliforniya eyaletinde kullanıldı bu sistem. Los Angeles ve San Francisco’dan sonra Japonya’nın Kobe kentinde de sağlamlığı bir kez daha belgelendi. Bilim adamları, Geoduvar’ın güvenilirliği konusunda ortak bir noktada buluştular. Böylelik deprem ve erozyona karşı gücünü kanıtlayan bu sistem tüm dünyaya yayılmış oldu.” diye konuşuyor.

Özel sektörde, karayollarında ve çok özel otoyollarında, iyi bir performans sergilediği için tercih edilen geoduvarın, geleceğin yapı modeli olduğunu vurgulayan Alper şunları söylüyor:

“Örneğin Karadeniz otoyolundaki Ordu geçişinde, 27 metre yükseklikteki bir istinat yapısını, Baltalimanı’ndan ikinci köprüye çıkan yolda 23 metrelik istinat duvarını inşa ettik.
Bu yükseklikteki toprağı sadece tekstil tutuyor. Yani beton, demir gibi klasik yöntemlerde kullanılan malzeme bu sistemde yerini doğayla dost malzemelere bırakıyor.
Asfalt konusunda da geotekstil, biçilmiş bir kaftan… Alt yapının zayıflığı nedeniyle, yollarda delikler oluşur, asfalt çatlamaya başlar. Geosentetik malzemeyi, toprak dolgusunun altına koyarak mükemmel bir zemin yaratıyorsunuz. Hem asfalt maliyetinden kurtuluyorsunuz hem her sene yapılan yol çalışmaları nedeniyle trafik aksamıyor. Trafikte harcanan benzin parası da sahibinin cebinde kalmış oluyor. Ancak şu unutulmamalı. Bu genel mühendislerin bilmediği yeni bir uzmanlık konusu… Çok güvenli olan bu sistem basit çalışıyor ancak uzman mühendis ve müteahhitlerin işin başında durması gerekiyor.”


Cumhuriyet Hafta Sonu

SEKARAY; GELECEĞİN YOLCULUK PROJESİ…


Havadan Giden Taksi

ALPER TURGUT

Türkiye’nin taşımacılık ve teknoloji dünyasında çığır açacak olan “havadan giden taksi; Sekaray” projesi, hayata geçirildi. Bilim adamları, geleceğin teknolojisini bugünden müjdeleyen Türk Havadan Ulaşım Sistemi’nin (Sekaray), hem Türkiye’de hem de dünyada toplu ulaşıma uygunluğu nedeniyle bir ilki oluşturduğunu söylüyorlar. Düşünün, Sekaray projesi, herkesin kâbusu trafik keşmekeşine havadan çözüm getiriyor. Bilimkurgu filmlerindeki gibi, havaya kurulan raylarda hareket eden sürücüsüz kabinler… Estetik, şık ve çevreci… Ve en önemlisi, hızlı ve güvenli ulaşım, konforlu ve rahat yolculuk vaadi… Üstelik ekonomik maliyetinin düşük oluşu, Sekaray’ı daha da cazip kılıyor.

Monoray, ABD, Japonya, Singapur, İspanya, Fransa, Avusturya, Malezya ve Avustralya gibi birçok dünya ülkesinde genellikle turistik alanlarda ulaşımı ve seyri sağlayan bir sistem… Bir hat üzerinde binlerce yolcu taşıyabilen monoray, henüz metro ağı kurulmayan kentler için tartışmasız en uygun çıkar yolu… Avusturyalı bilim adamı Tuvienna Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Alexandre Lechner, fikir babalığını yaptığı sistemi, Türk meslektaşlarıyla paylaştı ve böylelikle monorayın daha gelişmiş modeli olan Sekaray doğdu. Sekaray’ın dünyadaki monoray sistemlerinden en büyük farkı, geniş bir alana yayılabilecek proje ve teknoloji sistemiyle toplu ulaşımda bir ilk olacak olması. Türkiye’nin tüm dünyaya ihraç etmeyi planladığı sistemin demo projesi, geçen ay Kocaeli’nde tam 1,1. milyon metrekarelik alana kurulan Teknoloji Parkı’nda (Sekapark) uygulamaya sokuldu. Adını parktan alan ve ilk etapta 10 milyon avro bütçe ayrılan Sekaray, TÜBİTAK Daire Başkanlığı, Tabosan A.Ş. ve Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin ortak ürünü… Uygulama süresi 24 ay olarak belirlenen projenin ilerideki hedefi ise deprem bölgeleri arasında yer alan ve Türk sanayisinin kalbi olan Kocaeli iline toplu ulaşım imkânı sağlamak.

TÜBİTAK Ar-ge Desteği tarafından geliştirilen ve uygulaması Tabosan A.Ş. tarafından gerçekleştirilecek olan projenin patenti de Türkiye’ye ait. Diğer taraftan söz konusu tüm araçların (ray, vagon vs.) her bir parçası, Türkiye'de üretilecek. Sistemi hayatta tutacak en önemli unsur olan mühendislere yeni iş olanağı da cabası… Sekaray, metronun yarı maliyetine, havaray sistemine göre ise 3–4 kat daha ucuz… Sekaray’ın en güvenli toplu taşıma sistemi olduğunu iddia eden ve projenin, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin kabul ettiği CE standartlarına uygun olarak geliştirildiğini vurgulayan yetkililer, “Makinist, vatman veya şoför olamadan hareket edebilen tam otomatik Sekaray kabinleri, geleceğin teknolojisiyle donatıldı. Çelik direk üzerinde 70 kilometre hıza kadar çıkabilen kabinler, yatay bir asansör gibi çalışacak. Ayrıca sistemin kabin trafiği yaşanmayacak şekilde tasarlanma özelliği var. Sekaray, yolcularına 24 saat kesintisiz hizmet verecek. Sekaray, sadece Kocaeli için değil Türkiye’de toplu ulaşım, çevre kirliliği, trafik sorunu yaşayan tüm orta nüfuslu şehirler için de bir çözüm getireceğine inanıyoruz.” diye konuşuyorlar.

İlk etapta Sekaray hattında saatte 4 bin yolcunun taşınabilmesi hedefleniyor. Sekaray Demo Projesi daha kısa sürede ulaşım olanağı, isteğe bağlı acele taşıma ve sadece istenildiği takdirde istasyona uğrama gibi birçok yeniliği de kapsıyor. Taksi gibi kullanılacak olan 5 koltuklu 9 kişi (ayakta yolcu alabiliyor) kapasiteli araçlar, otomatik olarak hareket ediyor. Yolcular, bir düğmeye basarak, aracın durmasını ve kalkmasını sağlıyor. Her durakta durma zorunluluğunu da bu sayede ortadan kaldırılıyor. Araçlar hareket ederken, iki araç arasındaki mesafe de otomatik ayarlanıyor. Kabinler, yapıları sayesinde şehrin dar bölgelerine de girebiliyor ve elektrikle çalışan sistem, çevre kirliliğine yol açmıyor.
Cumhuriyet Hafta Sonu

Şifa veren eller, yeşil sahaların tozunu atıyor…





ALPER TURGUT

Doktorlar neşteri, bisturiyi, stetoskobu bir kenara bırakıp yüzlerini spora döndüler, yeşil sahalarda ter dökmek için… Artık şifa veren ellerinden başka ayaklarını da kullanıyorlar tüm hünerlerini sergileyecekleri bir topun peşi sıra… İşte doktor, diş hekimi ve tıp fakültesi öğrencilerinden oluşan ASM DENTTÜRK futbol takımı, 27. Dünya Tıp Olimpiyatları’nda (World Medical and Healt Games), üçüncü olup bronz madalyaya uzandı. Şimdiki hedefleri ise hem şampiyon olmak hem de bir sonraki tıp olimpiyatını Antalya’ya getirmek.



Geçtiğimiz Temmuz ayında İtalya’nın Floransa kentinde gerçekleştirilen olimpiyata 47 ülkeden 4 bin sağlık çalışanı katıldı. 27 branşta mücadele eden sporcular, sporun amatör ruhuna sarılarak kazanmaya çalıştılar. Tıp olimpiyatının en çok ilgi çeken dallarından biri de hiç kuşkusuz futboldu. Anadolu Sağlık Merkezi’nin sponsorluğundaki ASM DENTTÜRK ekibi, haftada üç gün antrenman yaparak hazırlıklarını tamamlamış, turnuvaya katılan birbirinden güçlü 38 futbol takımına rakip olmuştu. ASM DENTTÜRK’ün 18 kişilik kadrosunda, 4 doktor, 5 diş hekimi, 3 masör, bir biyokimya uzmanı, bir hastane yöneticisi ve 4 tıp fakültesi öğrencisi yer alıyordu.



Türkiye’yi temsil eden Sağlık Çalışanları Gençlik ve Spor Kulübü’ne bağlı ASM DENTTÜRK futbol takımı, ilk maçında İtalyan hekimlerle yenişemedi. Maç 2-2 berabere bitti. Sonrasında İspanya ve İtalya-Napoli takımını farklı skorlarla geçen ASM DENTTÜRK, bir üst tura çıktı. Oyunlara damgasını vuran Türk hekimler, grup maçlarında hiç gol yemeyip 12 gol atma başarısı gösterdi ve Kuzey İtalya takımıyla eşleşti. Normal süresi 1-1 berabere sona eren maç penaltılara kalırken, ASM DENTTÜRK, kaleyi koruyan fizik tedavi uzmanı Özgür Güngör’ün harika kurtarışlarıyla çeyrek finale adını yazdırmayı başardı. Çeyrek finalde Cezayirli doktorları 2-0’la eleyen Türk hekimler, yarı finalde geçen yılın şampiyonu Hollanda’ya mağlup oldu. İlk kez futbol ana kategorisine katılan ASM DENTTÜRK, üçüncülük dördüncülük maçına çıkıp Slovenya’yı 4-1 gibi net bir skorla yendi ve bronz madalyaya ulaştı. Biyokimyacı Canan Can ise futbol branşının en değerli oyuncusu seçildi.



Takımın kaptanlığını ve antrenörlüğünü üstlenen 34 yaşındaki diş hekimi Şahin Filik, “Kısıtlı olanaklarla hatta imkânsızlıklarla çıktığımız yolda çok çalıştık. Disiplin, sempati ve centilmenliğimizle ses getirdik, ülkemizin tanıtımını yaptık. Türkiye olarak biz de varız dedik. Binlerce sağlık çalışanının katıldığı bu etkinliğin Türkiye’de düzenlenmesi için çalışmalara başladık. Hatta Antalya Belek’in ismini yazdırdık.” diye konuşuyor.
İlk kez Fransa’nın Cannes kentinde 2000 yılında yapılan 21. Dünya Tıp Olimpiyatı’na katıldığını söyleyen Filik, şunları söylüyor:

“Futbol, profesyonel anlamda üniversite mezunlarını çeken bir spor değil. Ben Beşiktaş PAF takımındaydım. Sergen Yalçın ile birlikte oynuyorduk. Hem okumak hem de futbol oynamak oldukça zordu. İdman saatleriyle ders saatleri birbiriyle çakışıyordu. İki seçenek vardı önümde ya doktor alacaktım ya da futbolcu. Ben hekim olmayı seçtim. Sonra aradan yıllar geçti ve içinde futbol oynama aşkı olan diğer sağlık çalışanlarıyla bir araya gelip yeşil sahalara döndük. İlk takımımız veteranlardan oluşuyordu. Ekip arkadaşlarımdan çoğu 40 yaşın üstündeydi. Zamanla takım gençleşti. Anadoluhisarı’ndaki futbol sahasında sistemli bir şekilde yılmadan, pes etmeden çalıştık. Yeni bir ekip oluşturduk. Yurtdışındaki rakiplerimiz güçlüydü. Bazıları hükümet desteği alıyordu, bazıları milli takımlarıyla birlikte çalışıyordu. Bazılarının ise hukukçu ve sağlıkçıların oluşturduğu takımların katıldığı ligleri vardı. Sonuçta Almanya’daki oyunlarda 5. olduk, İspanya’da ise 4. Spor adına verdiğimiz emekler boşa gitmedi. Çabalarımız sonuç doğurdu.”

Tıp Bayramı’nda büyük bir turnuva gerçekleştirmek için kollarını sıvadıklarını vurgulayan Filik,
“Sağlık sektörünü sporla tanıştırmak ve sosyal paylaşımı sağlamak istiyoruz. Ayakkabıdan eşofmana, formadan kaleci eldivenine tüm ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılıyoruz. Bunun dışında uçak parası, otel ve benzeri masraflar oluyor.
Anadolu Sağlık Merkezi maddi destek sağladı ancak bu yeterli değil. Aramızda öğrenci arkadaşlar var. Onların masraflarını da biz üstlendik.. Bir olimpiyata katılmak için en aşağı 40 bin ytl harcamak gerekiyor. Biz elimizi taşın altına koyduk. Devletin de amatör spora el atması lazım. Anadolu’nun en ücra hastanelerinde çalışan meslektaşlarımızın bu etkinliklerden haberdar olması ve bizi desteklemeleri en büyük amacımız.” diyor.




Cumhuriyet Gazetesi Spor Eki

20 Ocak 2008 Pazar

Kariyer de yaparım stres de...




ALPER TURGUT


Günümüz toplumunu saran en önemli rahatsızlıklarından birinin adıdır stres. Hayatın her alanında karşımıza çıkan ve kelime anlamı gerginlik olan bu durum kendini: sürekli vücut ağrıları (baş ve kas ağrıları çoğunluktadır), uyku bozuklukları, iştah azalması, yorgunluk, halsizlik, aşırı sinirlilik gibi belirtilerle gösterir... Özellikle büyük kentlerde var olan kozmopolit yapı ve beraberinde gelen kaotik yaşam tarzı, gündelik hayatın olumsuz yansımalarıyla birleşince, fiziksel hastalıklar ve psikolojik rahatsızlıkların kapımızı çalması kaçınılmazdır... İş stresi ise bireyde sarsıntıya yol açan bu gerginliğin en önemli ve en zorlu halini gözler önüne serer. İş stresi; genel olarak, iş ortamının çalışandan beklentileri ve çalışana sundukları ile çalışanın yetenek, kaynak ve gereksinimleri uyuşmadığı zaman belirir. İş stresi, kişinin "iyilik" halinin bozulmasına, hatta iş kazalarına bile yol açabilir. Ve ne yazık ki, depresyon, çöküntü ve tükenmişlik çok fazla rastlanılan bir olgu olarak karşımıza çıkar. Aslında işyerinde yaşanan tam anlamıyla travmadır. Kariyer beklentisi insanı yiyip, bitirir. Ve Rekabet... İş dünyasının tuzu, biberi... Ancak unutulmamalı... Her şeyin fazlası zarardır. Uzmanlar, "Rekabet, stres düzeyini fazla artırır ise performans düşmeye ve kurumsal olumsuzluklar yaşanmaya başlanır. Bu durumdan hem çalışanlar ve aileleri hem de kurumlar zarar görebilir. Rekabetin aşırısı bireyi motive etmek, performansını artırmak yerine işinden soğutabilir, kurum ortamını bozabilir ve performans düşüklüğüne neden olabilir" diyor.



Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Yöney, iş hayatında yaşanan stresten dolayı oluşan anlık kriz ve gerginliklerin, çözümü için iletişimin şeffaf olmasını öneriyor. Yöney, bir kurumun imajında çalışanların stresi nedeniyle oluşacak gerginlik ve krizlerin çok önemli hasarlara yol açabileceğinden, kurumların hassas davranması ve çalışanlarıyla ortak çözüm yollarına gitmesinin altın bir kural olduğunu ifade ediyor. Zaten günümüzde birçok kurumda, psikolog ve danışmanlar da görev yapıyor. Ancak çalışanların genellikle kurum içindeki danışmanlara tam olarak güvenemedikleri de bilinen bir gerçek... Artık, tüm dünya özellikle verimlilik ve iş huzurunun yaşama geçirilmesi konusunda, 'dışarıdan destek sistemi' nin önemini kavramış görünüyor. Hem çalışan hem de yönetenlerin, 'dışarıdan destek sistemi' sayesinde, başarılı sonuçlar alabiliyor. İş stresiyle mücadele konusunda uzman olan Yöney, "Avrupa ülkelerinde dışarıdan hizmet veren çalışan destek platformları ile bu sorun oldukça yüksek oranda aşılmıştır. Bu sistem sayesinde kişi dışarıdan gerek anlık gerek sürekli olarak destek alabilmektedir. Sadece stres değil daha verimli nasıl olabilecekleri konusunda dahi olumlu sonuçlara ulaşılmasına destek olan bir sistemdir" diye konuşuyor.



UZMAN DESTEĞİ



Çalışan Destek Hizmetleri'nin, dünyada 1960'lı yıllarda başladığını, 70'lerden itibaren uluslararası etik kurallarını belirleyen mesleki örgütlerinin kurulduğunu ifade eden Yöney, dışarıdan destek sisteminin Türkiye'de yeni yeni uygulanmaya başlandığının altını çiziyor: "Çalışanlardaki stres kurumsal nitelikli ise, o zaman kurum yöneticilerinin bu konuyu ele almaları gerekir. Strese maruz kalan birey de olsa, bu konuda kurum bazında da çalışmalar yapılmalıdır. Aksi takdirde bireyin kendi için gösterdiği çabalar, geliştirdiği sorun çözme teknikleri işlerlik kazanamaz. İş ortamındaki stresin azalmasıyla artacak olan birey performansı, kurumun başarısını yükseklere taşıyacaktır. Bu amaçla yöneticiler; çalışanlarını destekleyen, merkeziyetçi politikadan uzak, bireylere karar alma yetkisi tanıyan, iletişimin rahatça sağlandığı organizasyonel bir temel oluşturulmalıdır. Yapılan net kariyer planları belirlenen stratejiler de yöneticilerin çalışanlara yapacağı bir danışmanlık desteğidir."



Avita Çalışan Destek Programı'nın, telefonda 24 saat sunduğu destek hizmetiyle çalışan kişilere danışmanlık yaptığını vurgulayan Dr. Selçuk Tiftik ise şunları söylüyor: "Konusunda deneyimli psikologlar, doktorlar, hemşireler, avukatlar ve diğer danışmanların oluşturduğu uzmanlarımız, geniş hizmet sağlayıcı ağımız, bilgi işlem altyapımız, gelişmiş çağrı merkezimiz ile 7 gün 24 saat strese karşı mücadele ediyoruz".



FAKTÖRLER



Ağır iş yükü, mola aralarının çok uzun olması, uzun çalışma saatleri ve vardiyalı çalışma, çalışanın becerilerini ortaya koyamaması, çalışanın kontrol duygusunun az olması, çalışanların karar verme sürecine katılmaması, organizasyonda zayıf iletişim ve insanlar arasında yakınlık duygusunun olmaması, kurum içi iletişimin yetersiz olması, kafa karıştırıcı ve belirsiz iş beklentileri, aşırı sorumluluk verme, fazla görev yükleme, iş güvensizliği, büyüme-ilerleme-gelişme fırsatlarının eksikliği, çalışanları hazırlıksız yakalayan ani değişimler, yönetsel destek azlığı, iş arkadaşlarının desteklememesi, zaman baskısı, kariyer gelişim olanaklarının kısıtlı olması, iş rollerinin net olmaması, gereğinde başvurulabilecek bir merciin bulunmaması, ücret eşitsizlikleri, istikrarsız çalışma, sık bölüm değiştirme, görev ve rol belirsizliği, terfi konusundaki fırsat azlığı, merkeziyetçilik, aşırı derecede resmiyet, işçi ­ işveren, personel ­ yönetici çatışması...




Cumhuriyet Hafta Sonu / 2007

Yıl 2008 ve cezaevlerinde hala gazeteciler var!




Dünyanın en zor mesleklerinden biridir gazetecilik. Gazeteciliğin asli görevinin eleştirmek olduğunu unutmayanlar ve özellikle de “iliştirilmemişler” için… Dünyanın birçok ülkesinde sansürün, yakılmanın, toplatmanın, engellemenin, susturulmanın ve karartılmanın tehdidi altında çalışır gazete, dergi, radyo ve televizyonlar. Bu iş, çoğu zaman toplum ve gazetecilerin kaderleri de örtüşür. Ne zaman halka yönelik baskılar koyulaşır, gazetecilere de dört duvar arasına girmek düşer. Çünkü bazen ifade özgürlüğünü kullanmak, yönetenlerin şimşeklerini üzerine çekmeye eşdeğerdir. Yeni düşünce suçu ve suçlularının doğduğu bu noktada artık kâğıt, kalem, kayıt cihazı, fotoğraf makinesi de birer suç ortağıdır. Gazeteciler işte bu “hassas” konulara değindikçe davalar açılır, demir parmaklıkların ardı görünür…


(Tutuklu gazetecilerin duruşmasına katılmak isteyenler, Beşiktaş'ta polis tarafından dövülmüştü...)

Şu an cezaevlerinde 22 basın mensubu tutuluyor. Bunlardan birçoğu 7 ay önce yaşanan operasyonların ardından hapishanelere dolduruldu. Neyle suçlandıklarını ve neden tutuklandıklarını bilmeden özgürlükleri ellerinden alındı. Kısaca alternatif medya düşünü sürdüren sosyalist kalemler, bir şekilde susturulmaya çalışıldı. Ezilenlerin olmadığı bir dünyanın özlemini kâğıda dökmekti belki de tek suçları… Gazete bürolarından, sokaktan, meydanlardan, kültür merkezlerinden, evlerden ve her şeyden önemlisi yanı başımızdan teker teker ve gruplar halinde alındılar.

Artık bu ayıba ortak olmayalım. İlk duruşmalarında meslektaşlarımızı yalnız bırakmayalım. Kim ne derse desin, bu ülkenin muhalifleri için silkelenmek ve ellerini taşın altına koymak zamanı çoktan gelmiştir. Unutmayalım. Belli başlı isimler ve ünlü yazarlar nedeniyle bir tek 301’e odaklanmak, TMY’nin getirdiği baskılara davetiye çıkarmaktır. TMY yeni kurbanlar bulmasın ve sosyalist basın önündeki engeller kaldırılsın diyen ortak bir sese omuz verelim. Bu nedenle, 13 Nisan 2007 günü dayanışmayı hayata geçirmek üzere bir araya gelelim ve hep birlikte adliyenin yolunu tutalım.

ALPER TURGUT

Bu yazı Atılım Gazetesi'nde yayımlandı...

Dünyanın en güzel dili çiçekler...





ALPER TURGUT



Çiçekler... Koku, renk ve şekilleriyle, hayatın güzel yüzünü resmediyorlar. Evlerimiz, işyerlerimiz ve bahçelerimizi süsleyen, bizleri sıkıcı şehir hayatından çıkarıp doğaya özlemi körükleyen nadide bitkiler... İlk buluşmada, yıldönümlerinde, özel günlerde, hasta yatağında, cenaze töreninde aklınıza gelebilecek her yerdeler... İnanılmaz ancak tam 800 anlam taşıyor çiçekler... Rengine, burcuna, fiyatına göre talep değişiyor. Ama değişmeyen bir tek şey var; o da çiçek alınan insanın gözle görülebilecek mutluluğu...



Bugünlerde herkesin tüketilmeye hazır çılgın oyuncağı olan Facebook sitesinde reklamını gördüm. www.ciceksiparisi.com adlı siteydi bu... Sanal alemde sahte çiçekler gönderilirken sanatçılar tarafından hazırlanan gerçek çiçeklerin internet aracılığıyla dağıtıldığını öğrenmiş oldum. Çiçek firmasının kurucusu Endüstri Mühendisi Emre Aydın 'a sordum: "Hala en çok hediye edilen çiçek kırmızı gül mü?" diye... "Evet" dedi.. "Kırmızı gül tüm zamanların ilgi odağı... Çünkü anlamı aşk..."



ÇİÇEKLER İSTANBUL'DAN...



- İnternet üzerinden çiçek sipariş etmek fikri nereden doğdu?



İnternet çağımızın gerekliliği... İşlerinden kafasını kaldıramayan, zamana karşı yarışan insanlar, sevdiklerine özel olduklarını hissettirmek için yerlerinden bile kalkmadan sayfamıza girip, çiçeklerini seçip yolluyorlar. Çok pratik... Şirketimizi 2000 yılında kurduk. Giderek büyüdü ve bu yıl istediğimiz noktaya doğru gelmeye başladı. Artık Türkiye geneline hatta dünyanın her hangi bir yerine çiçek yollayacak durumdayız.



- Çiçek hediye edilenlerin kadınlar olduğu malum. Peki en iyi çiçek müşterileri kimler?



Genelde okumuş, 28-38 yaş arası erkekler çiçek sipariş ediyor. Bunun dışında mesela bir günde 160 çiçek satılmışsa bunun 110 tanesi İstanbul'dan sipariş edilmiştir. İstanbullu erkeklerin çiçek hediye eden centilmenler olduğu sonucu çıkabilir.



- Günümüzde rağbet görmeyen çiçekler de var mı?



Başta karanfil. Eskiden çok satılan karanfil son dönemlerde alınmaz oldu. Fiyatı pahalı olan çiçeklerin de daha az satıldığı bilinen bir gerçek...



- Çiçek mezatları her gün yapılıyor mu?



Çiçek mezatları haftanın üç günü yapılıyor. Pazartesi. çarşamba ve cuma günleri... Üretici sabahın erken saatinde çiçeğini getiriyor almak isteyenler de açık arttırmaya katılıyor. Yürüyen bantın üzerindeki çiçeklere sahip olmak için elinizdeki düğmeye basıyorsunuz. Düğmeden en son elini çeken ekranda görünen fiyattan çiçekleri alıyor. Elinizde kalan çiçeklerin solması, kuruması riski var. Çöpe atılmamaları için ihtiyaca ve talebe göre hareket etmekte yarar var.



Emre Aydın, tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen 'in kendileri için beyaz ağırlıklı çiçeklerden tasarladığı aranjmanların rağbet gördüğünü söylüyor. Bundan sonra da sırasıyla birçok sanatçı çiçek tasarlamayı sürdürecek. Silahın değil çiçeğin hüküm sürdüğü bir dünyaya özlem adına...




Çiçeklerle tartışabilirsiniz



Hayatın renklerini canlı tutan çiçeklerin dili, ilk kez 1600'lü yıllarda İstanbul'da oluşturulmaya başlandı. Eşiyle birlikte İstanbul'da yaşayan İngiliz Lady Mary Wortley Montagu , 1716 yılında çiçeklerin anlamlarını toparlayarak bunun dünyaya yayılmasını sağladı. Montagu, "parmaklarınızı oynatmadan, çiçeklerle tartışabilir, azarlayabilir, dostluk, aşk, nezaket mektupları ve hatta haber bile gönderebilirsiniz" diyordu. Çiçeklerin taşıdıkları anlamlara ilişkin Fransa'ya da sıçrayan merak, kısa sürede 800 çiçeğin anlamının belirlenmesine ve tüm dünyada ortak bir çiçek dili oluşmasına yol açtı. İşte bazı çiçeklerin anlamları:




Beyaz Gül: Masumluk
Kırmızı Gül: Aşk
Pembe Gül: Gönlüm sende
Sarı Gül: Sıcak sevgi
Beyaz Karanfil: Temizlik, saflık
Kırmızı Karanfil: Sevgi
Pembe Karanfil: İçtenlik
Sarı Karanfil: Hüzün
Anemon: Gençlik
Beyaz Glayör: Dostluk
Kırmızı Glayör: İstek
Pembe Glayör: Zerafet
Sarı Glayör: Kıskançlık
Mor Glayör: İnanç
Orkide: Mağrur, gururlu
Sterliçya: Sıcak sevgi
Ağlayan Gelin: İsyan
Nilüfer: Gelecek yenileme
Beyaz Lale: Saflık, temizlik
Kırmızı Lale: Seni seviyorum
Pembe Lale: Anlayış
Sarı Lale: Gerginlik
Margarit: Bolluk, sıhhat
Menekşe: Alçak gönüllü
İris: Hatıra, zerafet
Kamelya: Mağrur
Lilyum: Güven
Gerbera: İyimser
Frezya: Suçsuzluk
Beyaz Krizantem: Sadakat
Kırmızı Krizantem: Sessiz istek
Sarı Krizantem: Karşılıksız sevgi
Mor Krizantem: Burukluk
Mersedes Gülü: Melankoli
Altın Kadeh: Umut
Fulya: Unutma

RENKLERE GÖRE ÇİÇEKLER:

Pembe: Şevkat
Beyaz: Saflık, Temizlik
Mavi: Yumuşak Başlılık
Yeşil: Ümit ve İstikbal
Mor: Dul
Altın Sarısı: Sevinç, Bolluk
Kırmızı: Aşk
Siyah: Üzüntü

BURÇLARA GÖRE ÇİÇEKLER:

Koç: Lale, papatya
Boğa: Kırmızı gül, pembe karanfil
İkizler: Gardenya, yasemin, sümbül
Yengeç: Nilüfer, beyaz gül, zambak
Aslan: Kırmızı gül, sarı krizantem, orkide
Başak: Açelya, sarı menekşe
Terazi: Pembe krizantem, pembe gül
Akrep: Kırmızı karanfil, hanımeli
Yay: Leylak, mor menekşe
Oğlak: Siyah gül, kadife çiçeği, kamelya
Kova: Zennen, menekşe, kartopu,
Balık: İnci çiçeği, zambak


Cumhuriyet Hafta Sonu / 1 Aralık 2007

Bir Cerrahın Anatomisi...



ALPER TURGUT

Türkiye’nin en ünlü ve en iyi beyin cerrahlarından biri olan 65 yaşındaki Prof. Dr. Cengiz Kuday, profesyonel bir futbolcu gibi 24 saat göreve hazır. Ağzına içki, sigara koymayan ve saat 22.00’de uykuya dalan Kuday, gece yarısı ameliyata çağrılmaktan son derece mutlu oluyor. “En iyi, iyinin düşmanıdır” ve “Hastalık yoktur hasta vardır” diyen Cengiz Kuday, cerrahların sosyal, bilgili ve entelektüel olması gerektiğinin altını çiziyor. O, büyük bir inatla sırlarını saklayan beyinde, yaşamın tüm anlamını buluyor. Var oluşun büyüsüne en çok yaklaşılan yer olan ameliyathanesini ise “mabet” olarak kabul ediyor.

Küresel ısınma dolayısıyla artan sıcaklık beyin kanamalarına yol açabilir mi?

—Evet. Herkes bunu merak ediyor ancak beyin kanamasının sıcak havayla ilgisi yok. Hatta soğuk havalarda beyin kanaması örnekleri daha da artıyor. Örneğin Finlandiya ve Norveç’te beyin kanaması vakalarının oranı oldukça yüksek… Bazı ırklarda mesela Japonya’da beyin kanaması riski daha yüksek… Bunun dışında sıcak havaların, genel sağlık yapısını bozduğu bilimsel bir gerçek…

Türkiye, cerrahi alanında önde gelen batılı ülkelerin seviyesini yakalayabildi mi?

— Tıp, ABD ile ilerler. Ülkemiz bu konuda doğruyu bularak Avrupa’yı değil ABD’yi örnek almış. Bu nedenle gelişmeler paralel ilerliyor. Amerika’da güncel ne varsa Türkiye’de de uygulanıyor. Üniversitelerimiz de hemen hemen eşdeğerdedir. Türkiye’nin cerrahisi ileri seviyededir. Diğer dalları bilemem ama plastik cerrahi de buna dâhildir. ABD’de cerrah olmak zordur. Çocuklarına, ailesine ve etrafındakilere bakılır. Hayvanlara nasıl davranmış, sapkınlığı var mı hepsi araştırılır. Hastanelerimizde ciddi yardımcı personel eksikliği olduğunu eklemeliyim. Devlet yeterli personel ve ekipman vermiyor. Hasta sayısı arttıkça kalite düşer. Hasta elekten geçirilmeli. Örneğin MR çektirmek Londra’da hayli zordur. Batılıların katı bir sağlık sistemi var. Önce küçük kliniklere götürülüyor hastalar durum acilse ancak o zaman büyük hastanelere sevk sağlanıyor.

Dünya’da ve ülkemizde beyin cerrahisi nasıl gelişti?

— İlginçtir ancak savaşlar beyin cerrahisindeki gelişmeyi sağlamıştır. Örneğin trafik kazasında sivil ölümleri fazladır. Savaşta ise cephe gerisindeki sahra hastaneleri, sıhhiyeciler devamlı ve sürekli çalışır. Ani müdahale konusunda sivil hayattan daha tecrübeli ve hızlıdırlar. Birinci dünya savaşında yüzde 80 olan ölüm oranı, ikinci dünya savaşında yüzde 50’ye geriledi. Ambulans helikopterler ile yaralıların sevki daha da hızlandırıldığı için Kore ve Vietnam savaşlarında bu oran azaldı. Şimdiki savaşlarda farklı farklı buluşlar hayata geçiriliyor. Lazer öldürücü bir silahtır ancak yaşatmak için ameliyatlarda kullanıyoruz. Harp sanayisinde kullanılan goro tex ve stend şimdi tıp biliminin hizmetinde… Örneğin fiber optik ile her yere girebiliyoruz. Mikroskobu bir zamanlar sadece kuyumcuların kullandığı söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Eski Mısır’da firavun zamanında “kötü ruhların tohumu” olduğu gerekçesiyle mumyalama işleminden önce beyni çıkartıyorlardı. Bu işlemi burundan yapıyorlardı. Burundan müdahale böylelikle keşfedildi. Kullandıkları aletler ise, bugün bizim kullandığımız aletlere çok benziyor. Geçmişte yaralı gladyatörlerin tedavisi için Bergama ve Kaş’ta hastaneler açılmış. Bu hastanelerde damarlara bakılmış. Doğu uygarlıklarının eskiden tıp alanında batıdan fersah fersah ileride olduğu apaçık ortada…

İnsanoğlu beynin sınırlarını keşfetmeyi sürdürüyor. Beynimizi tam olarak ne zaman keşfedeceğiz?

—Beyinde 500 milyar hücre var ve bu hücrelerin her biri birbirine 30 bin kabloyla bağlı… Şuur nerede? Hala araştırılıyor. Koca Amerika kıtası kadar bilgisayar yapsanız dahi 5 yaşındaki bir çocuğun düşünce hızına erişemez. Beyin hala sırlarını saklıyor. Konuşma, yazma, resim, müzik merkezleri beynin sol tarafındadır. Mesela bir hasta piyanist… Ve beynin müzik merkezinde iyi huylu bir tümör var. Tümörü alırsam hasta bir daha piyano çalamaz. Beyin cerrahisinin felsefi ve ahlaki tarafları da var. Yaşam sadece soluk almaktan ibaret değildir. Önemli olan hastanın hayatta kalabilmesi değil hayatın içinde var olabilmesidir. Bu durum yaşam kalitesi olarak adlandırılır ve beyin ameliyatlarında en ön sırada değerlendirilir. Büyük ozan Nazım Hikmet, “Yaşamı ciddiye alacaksın” der bir şiirinde… Başkalarının yaşamını ciddiye almak bizim için kendi hayatlarımızı ciddiye almakla eşdeğerdir.

Ötenazi?

— Beyin ve yaşam benim için kutsaldır. Bilimde şans vardır. Ve ben büyük bir gücün varlığına inanıyorum. Ameliyatlarda bunu hissediyorum. Ben ötenaziye karşıyım. Ancak bilim dünyası bu konuda bölünmüş durumda… Dünyada bunu savunan hekimler de var. Onların bir kısmı “Hiçbir müdahalede bulunmayalım, ölmek isteyen hastanın isteği böylelikle yerine gelir” diyorlar. Bir de her şeyin nakli olur, beynin olmaz. Çünkü o zaman sen, sen olmazsın. Bizi biz yapan beyindir.

Tarih merakı nereden geliyor?

— Amcam İttihatçı… Birinci dünya savaşına katılmış… Yıllar önce Park Otel’de arkadaşlarıyla toplanırlardı ve ben de onların tarih ile ilgili konuşmalarını zevkle dinlerdim. Glasgow’da İskoçların sahil kenarındaki dev granit bir kayayı, Çanakkale’de yaşamlarını yitiren hemşerileri için anıta çevirdiklerini gördüm. İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Tıp Fakültesi’nin Çanakkale’de şehit olan gönüllü öğrenci askerler nedeniyle bir dönem mezun verememesi, İstanbulspor’un yası simgeleyen sarı-siyah renkleri, beni anıt dikmeye ve gençlerin Çanakkale’yi hissedebilmeleri ve onun anlamını kavrayabilmeleri için organizasyon yapmaya itti.

Son olarak Kuday, ülkemizde sağlık haberlerinin çala kalem yazılmasından, bilimsel yetkinlikten yoksun oluşundan, uzun yıllardır kullanılan tekniklerin yeniymiş ve mucize yaratacakmış havasıyla sunulmasından şikâyetçi… Ünlü Time dergisinin örneğin bir sayısının tamamını “beyin” üzerine ayırdığını üstelik her türlü yeni gelişmenin bilimin ışığında kaleme alındığını vurgulayarak, “Türkiye’de yeni bir teknik olarak lanse edilen uygulamalar, 5, 10, 20 yıldır kullanılıyor. Hastalar ve onların yakınları, büyük bir ümit ile bize koşuyor. Sonrası hayal kırıklığı… Basının daha dikkatli olması lazım” diyor.

CENGİZ KUDAY PORTRE

Millliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila, şarkıcılar Ebru Gündeş ve Levent Yüksel’in de aralarında bulunduğu pek çok kişi, Cengiz Kuday’ın yaptığı ameliyatların ardından hayata tutundu. Cengiz Kuday, 1942 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu Bilecik’in Söğüt ilçesinde doğdu. O, 3 yaşındayken hava pilot olan babası şehit oldu. İlkokul, ortaokul ve liseyi İzmir’de bitirdi. Yükseköğrenimini İstanbul Tıp Fakültesi'nde tamamladı. 1967 yılında Ankara Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirurji Bölümü'nde asistan olarak göreve başladı. Cengiz Kuday, 1972’de uzman oldu ve İstanbul Gümüşsuyu Askeri Hastanesi'nde askerlik yaptı. 1974’te İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroşirurji Kliniği'ne atandı. 1978 yılı Nisan ayında Doçent oldu. Aynı yıl İngiltere Glasgow Üniversitesi Nöroşirurji Bölümü'ne kafa travmalarında uzmanlaşmak için başvurdu. Glasgow Üniversitesi'nin verdiği araştırma bursu ile 1980 yılına kadar İskoçya’da çalıştı. Daha sonra Türkiye’ye döndü ve 1982 yılında klinik direktörü seçildi. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Nörolojik Bilimler Enstitüsü'nü, İ.Ü. Nöroşirurji Kliniği'ni, Nöroloji Kliniği'ni, Cerrahpaşa Nöroşirurji, Nöroanestezi, Nöroloji ve Farmakoloji Bölümünü meslektaşları ile birlikte kurdu ve Nörolojik Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü'ne atandı. Cerrahpaşa Cerrahi Tıp Bilimler Bölüm Başkan Yardımcılığı'nı uzun yıllar sürdürdü. Kuday, “Asrın Cerrahı” sıfatını çoktan kazanan Gazi Yaşargil’in öğrencisi… Yurtdışı ve yurtiçi Nörolojik ve Nöroşirurji topluluklarının pek çoğuna üye olan Prof. Dr. Cengiz Kuday, Metropolitan Florence Nightingale Hastanesi Beyin Cerrahisi Bölüm Başkanı olarak ameliyatlarına devam ediyor. Evli ve iki erkek çocuk babası Kuday’ın eşi Prof. Dr. Tülay Kuday da Kadıköy Kızıltoprak’ta yeni açılan Florence Nightingale Hastanesi’nin Fizik Tedavi Bölümü’nde çalışıyor.


Cumhuriyet Hafta Sonu Eki Editörü Ayşe Yıldırım’ın köşesinden;

Beyin, bedenlerimizin tartışılmaz patronu… Cevize benzeyen 1,3 kilogram ağırlındaki bu organ, aslında dünyadaki en karmaşık şey… 500 milyar hücre (nöron) ve bu hücrelerin her birini diğerine bağlayan 30 bin kablo... Dev bir bilgisayar ağı gibi... Ama bir bilgisayardan çok daha karmaşık ve hala sırlarla dolu bir ağ...
Prof. Dr. Cengiz Kuday, bugün Amerika kıtası kadar bir bilgisayar yapılsa bile bunun 5 yaşındaki bir çocuğun düşünce hızına erişilemeyeceğini söylüyor.
Dünya modern beyin cerrahisinin dönüm noktasını yapılandıran asrın cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in öğrencisi olan Kuday, hocasının insan beynini yerküreye benzettiğini anlatıyor:
"Bu yalın benzetişin içinde gizlenen anlam öylesine derin ve çok boyutludur ki. Geometrik doğrunun bulunmadığı bu küresel yapıya parmak uçlarımızla dokunabilecek kadar yakın olduğumuzda bile var oluşun ulaşılmazlığını hissederiz."
İnsan vücudunun en korunaklı yerindeki beyni "kapalı kutudaki bir mücevher" olarak tanımlıyor Kuday. Gizemli, paha biçilmez, dokunulmaz bir mücevher... Bir beyin cerrahı olarak ona dokunan Kuday, bir beyin ameliyatının zorluğunu anlatırken ilginç bir örnek veriyor.
Daha çok İngilizlerin bir işi gözünde büyütmemek için kullandıkları bir söz vardır: "Bu bir beyin ameliyatı değil". Kuday bunu anımsattıktan sonra devam ediyor:
"Elbette pek çok zor iş vardır. Hem yaşamın özünde hem de profesyonel anlamda. Ancak her zor şey için nihayetinde bir beyin ameliyatı olmadığı söylenirken acaba gerçek bir beyin ameliyatı ne ile kıyaslanabilir ve güçlüğü nasıl tanımlanabilir. Öyle sanırım ki bu yanıt "bu bir beyin ameliyatıdır" olur."

Kuday ile beyni yani yaşamı Alper Turgut konuştu...

İyi hafta sonları...

Fotoğraf: Vedat Arık


Cumhuriyet Hafta Sonu / 2007

18 Ocak 2008 Cuma

Müziğin Üç Cadısı…




ALPER TURGUT


“Dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu.”… Napolyon’un bu meşhur sözünün altına hangimiz imzasını atmaz ki… Üç imparatorluğa başkentlik yapan tarihi yedi tepeli kentin kendine has bir kokusu, büyüleyen bir cazibesi ve sanata dair bir yatkınlığı var. Başay Okay, Elif Özel, Şeniz Erdinç ve arkadaşlarının kurduğu Grup Artistanbul, adını, şehri İstanbul’a karşı hissedilen muazzam aşktan aldı. (Zaten ‘İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar’ dememişler miydi?) Şimdi hep birlikte İstanbul’un en ünlü caddesi olan İstiklal’de gezelim. Köşe başlarından yükselen caz, Latin, klasik, pop ve rock müzik, hiç istisnasız kulaklarımıza çalınacak ve yol boyunca bize büyük bir keyifle eşlik edecektir. İşte Başay, Elif ve Şeniz’in repertuarları da öylesine zengin ve doyurucu… Müzikal altyapıları sapasağlam ve kaliteden asla ödün vermiyorlar. Onlar, bencillik ve bireyciliğin baş tacı edildiği günümüzde 10 yıldır birlikte şarkı söylüyorlar. Sıkı dostluklarını ve dinmeyen neşelerini sahneye taşımayı unutmadan…

Grup Artistanbul ise 2005’te kuruldu. Hemen söyleyelim, vokal-sopranolar Elif Özel ve Şeniz Erdinç, vokal-alto Başay Okay, “müziğin üç cadısı” olmayı peşinen kabul ediyorlar. Vokal-tenor Berk Özbek, vokal-trombon Dünya Kızılçay, vokal-saksafon Cenk Sökmen, viyola Eda Berker, klavyeler Okan Barut, elektrogitar Kerem Türkaydın, basgitar Altay Dönmez ve davul Mehmet Yüzgeç’in de katılımıyla grup gerçek kimliğini buluyor ve hep birlikte sahnelerin tozunu atıyorlar.

Onlara 2007’yi nasıl geçirdiklerini ve bu yıldan neler beklediklerini soruyorum. Yanıtları hazır; “Geçtiğimiz yıl popülerliğe adım attığımız bir dönem geçirdik. Ancak sanat tarafının yüksek olduğunu da ekleyelim. Bu nedenle ‘popüler’ kelimesini severek üstümüze alıyoruz. Bizim cephemizden bakarsak, olumlu değişikliklerin yaşandığını söyleyebiliriz. Ve halen insanların bizi tanıma dönemindeyiz. Yanlış anlaşılmak istemeyiz. Biz kaliteyi popülaritede bulmuyoruz, bu çok büyük bir yanılgıyı beraberinde getirir, biliyoruz. Kalite her şeyden önemlidir. Bu bizim sihirli sözcüğümüz. Grupça nitelikli müzik ile alkışa muktedir sahne şovlarını esas alıyoruz. Çünkü kalite ekseninde başarı kazanacağımıza bir kez inandık. Klişe bir ifade belki ama 2008’in bizim yılımız olacağını düşünüyoruz. Ne yaptığımızı bilerek yola çıktık ve iyi ve güzelden ödün vermeyeceğimizi bile bile hedeflerimizi büyük tuttuk. Sanatsal tavrımızı ta en başından belirlemiştik. Delidolu, fıkır fıkır, kaynayan ve kaynaştıran eğlence… Türkiye standartlarında en iyisi… Kısacası operada şarkı söylemediğimizin farkındayız ve bunun tadını çıkarıyoruz.”

Türkiye’de halkın operayla arası nasıl? Cevabı kısmen biliyor ve tahmin ediyorum ama yine de soruyorum;
“New York’ta 1883 yılında kurulan Metropolitan Operası, 300 dolarlık biletlerine karşın tıklım tıklım dolu. Bizim operamız ise 15 YTL’ye sinek avlamayı sürdürüyor. Öncelikle kurum kendini geliştirmiyor ve hemen her operacı at gözlüğüyle bakmayı sürdürüyor. İki arya söylemekle işlerini yaptıklarını sanıyorlar. Birçoğu sadece aldığı maaşa bakıyor. Bir nevi bankamatik memuru… Anlayacağınız tencerede aynı iğrenç yağı kavurup duruyoruz. Batılı ülkelerin büyük kentlerinde çok sayıda opera var. İstanbul gibi dev bir kentte ise bir tek AKM... Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda birkaç yıldır opera yapılmıyor. Şimdi bir de Süreyya sineması, tekrar özüne dönerek opera binası oldu. Süreyya biraz küçük, orada ancak bazı müzikaller ve operetler sahnelenebilir. Şehir, devlet, özel… Tiyatroların sayısı hiç olmazsa belki bir gün tatmin edici bir noktaya çekilebilir. Opera için ise umutlu değiliz.”

- AKM’nin yıkılması gündeme gelmişti? Bu durumda AKP, operayı tamamen ortadan kaldırmayı mı amaçlıyor, ne dersiniz?

Elif bu konuda zaten dertliymiş… “Ben operada kadrosuz 5 yıl çalıştım. İşimi çok seviyordum. Belli aralıklarla iki defa kadro sınavına girdim. Oysa kadroya girmek, kayırmaların (birinin kızı, birinin öğrencisi) yaşandığı eşit olmayan şartlar altında bir mucize gibiydi. O, performans için yıllarca çaba sarf ettik. Sonuçta, ezildik ve üzüldük. Her yıl 3 solo, 10 koro kadrosu için sınav açılıyor. Son sınava 300’den fazla insan başvurdu. Bunun dışında, her yıl İstanbul, Ankara, İzmir çok sayıda mezun veriyor.”

Başay ve Şeniz de sırasıyla söze karışıyor; “Artık politika sanatla iç içe… AKP’nin iktidar olmasının ardından AKM’ye müfettişler gelmeye başladı. AKM’de görevli bin kusur insan nedense birilerinin gözüne batıyor. Yanlış anlaşılmasın ancak TRT’de bendir, darbuka çalan kadrolu bir müzisyenin durumu bizlerden çok daha iyi… Kültür bakanlığı kendi operasına kadro açmıyor. Süreyya Opera Binası için kadro açılsa, dekorcusundan solistine 300–500 kişi iş sahibi olabilirdi. Birçok arkadaşımız geçinemiyor, parasızlıktan evlenemiyor… Bu nedenle Grup Artistanbul’u kadro alamayan operacılara yeni bir iş kapısı olarak görüyoruz.”

Sizleri izlemeye ve dinlemeye daha çok kimler geliyor?

“Öncelikle çok sesli ve renkli eğlence arayanlar. Yani hemen herkes… Sahnede gökkuşağının renklerini yansıtalım istiyoruz ve gelenlere dört dörtlük şovlar sunuyoruz. Puzzle’ın parçalarıyız biz. Birlik olunca güçleniyor, çoğalıyor ve beğeniliyoruz. Ayrıca tarihimizi ve müziğimizi de anlatıyoruz. Gecenin konseptine uygun giyinerek, aksesuarlar kullanarak yapıyoruz bunları… Yabancı konukları, Kalamış’tan Üsküdar’a dolaştırıyoruz, eski İstanbul’u, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarını ve Osmanlıyı tanıtıyoruz. Mesela NATO toplantısında ve dünyaca ünlü kalp cerrahlarının katıldığı etkinlikte çok özel anlar yaşadık. Hiç ummayacağımız simalarla karşılaşıyoruz. İnsanlar gelip bize teşekkür ediyor. Doyasıya eğleniyorlar, stres atıyorlar. Şunu da söylemekte yarar var. Müziğimiz gençlerden ziyade daha olgunlara hitap ediyor. İzleyici kitlemiz, 25 yaş ve üstü…”

- Sizin tarzınızın herhangi bir adı var mı?

“Tarzımız dünya müziği. Biz evrensel müziği icra ediyoruz. Carmen’i rock tarzı söylüyoruz, Gece Kraliçesi’nin aryasını dinlerken dans edebiliyorsunuz. Aryalar, napolitenler… Caz, Latin, pop… Dans. Koreografi... Nostalji ve günümüz. Bohemian Rhapsody, Yesterday ve Think belki en bilinenleri… Sonra Frank Sinatra, Beatles, Nat King Cole… Ardından Broadway esintileri… İnsanlar eğer eğlenmek istiyorlarsa bizleri hiç düşünmeden her türlü etkinliklerine çağırabilirler.”

- Ya albüm?

“Kendi şarkılarımızı yapalım ve albümümüz çıksın gibi bir derdimiz bulunmuyor. Türkiye’de enteresan bir bakış açısı var. İnsanların birçoğu isme önem veriyor. Çünkü onu duymuşlar, onu bilmişler. Aslında onlara yedirilmeye çalışılan çikolatanın adı var ama tadı yok ve içinde hep bir şeyler eksik… İsim eşittir çok para. Bu tüketim toplumuna sunulan kötü bir ambalaj…”

- Fotoğraf çekiminde eğleniyordunuz, peki sahnede de eğleniyor musunuz?

“Hem de nasıl… Arkadaşlarla müzik yapmak çok güzel… Müzik, ruhumuzu ve tüm benliğimizi sarmış durumda… Keyif alıyoruz ve bu izleyenlere de sirayet ediyor. Yaratıcılığımız, enerjimiz ve performansımız paylaştıkça artıyor. Sahnede kalabalık olmak, ekiple var olmak ve farklı ses tonlarından bir bütünlük yakalamak… Adı üstünde bu bir müzikal eğlence ve biz zevk alıyoruz. Sanat için sanat ve insan için sanat. İkisinin kolajı aynı zamanda bizim kurulma gayemiz.”

Başay, özlemle andığımız, aradığımız oyunculuk anıtı Yaman Okay’ın yeğeni… Hukuk fakültesini bitirmek yerine müziği ve oyunculuğu tercih eden Başay Okay’ın yeteneklerinin sınırı yok gibi… Tangoda ustalık, güzel ses ve iyi oyunculuk… Başay, Artistanbul dışında Can Bora Genç ile birlikte Şaraband Grubu’na da ses veriyor. İkiliyi izlemek isteyenler, Cuma ve Cumartesi akşamları Beyoğlu’ndaki Şarabi’ye uğrayıp kulaklarındaki pası silebilirler.

Elif, haksızlığa uğradığını düşünerek istifa etmeden önce İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin solisti idi. 18 yaşında sahneye adımını atan Eli Özel, Batı Yakası Hikâyesi’nin de aralarında bulunduğu 15 opera ve müzikalin başrolünde seyircilerin karşısına çıktı. Halen “Doktorlar” dizisinde oynayan Elif, vizyondaki “Kabadayı” filminde de rol aldı.

Şeniz de başarılı bir operacı ve iyi bir eğitmen ancak kadro sıkıntısı onun düşlerini engelliyor. ‘Sahnede olmak’ onun en büyük hayali… Tiyatro oyunculuğu ve seslendirme, Şeniz Erdinç’in parmağındaki diğer yüzükler arasında… Üniversitede akademik kariyer yapmak ve geleceğin müzisyenlerine hocalık etmek... Şeniz’in kısa vadeli planı bu…

Çiçek dürbünü (kaleydoskop) ile baktığınız yer güzellikler içindedir. Grup Artistanbul üyeleri de, hayatı öyle bakmayı deniyorlar. Eğlence, müzik, şov adını artık siz koyun, onlar sahnedeyken zaten göreceğiniz yegâne şey, işte bu güzellik… Eğer bakmayı biliyorsanız.
Fotoğraf: Uğur DEMİR
Cumhuriyet Hafta Sonu / 19 Ocak 2008

Kayıplar gündemden düşmüyor

1925'ten bugüne dek 815 kişinin gözaltında kaybedildiği öne sürüldü





**80'li yıllardan 90'lara kadar 13 kişinin ismi kayıplara karıştı. 90'lı yıllara gelindiğinde kayıp sayısı hızla yükseldi.




ALPER TURGUT



6. Dünya Kayıplar Haftası sona ererken gözaltında kayıp iddiaları 2000'li yıllarda da Türkiye gündemindeki yerini koruyor. İlk kayıp olayının yaşandığı 1925 yılından 2002'ye dek tam 815 kişinin ''gözaltında kaybedildiği'' öne sürülürken 90'lı yıllarda hızla artan kayıp iddiaları, Cumartesi Anneleri'nin 4 yıl süren eyleminin ardından düşüşe geçti.



Kayıp yakınlarının eylemi, Gazi Mahallesi'nde yaşanan olayların ardından kaybolan ve aylar sonra Kimsesizler Mezarlığı'nda cesedi bulunan Hasan Ocak için 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü Galatasaray Lisesi önünde başlatıldı. Kısa sürede ''Cumartesi Anneleri'' adını alan kayıp yakınlarının eyleminin 170. haftasında polis müdahalesi başladı. 15 Ağustos 1998 günü başlayan müdahale tam 7 ay sürdü ve eylem 200. haftasında sonlandırıldı. Gözaltında kayıp iddiaları Cumartesi Anneleri'nin eylemi sonrasında da sürdü. 2000'li yıllarda 12 kişinin kaybedildiği iddia edildi. İnsan hakları örgütlerinin verilerine göre ilk kayıp olayı Salih Bozışık 'ın 1925 yılında gözaltına alınması ve ardından kendisinden haber alınamamasıyla yaşandı. Uzun yıllar sonra kayıp iddiaları 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yeniden kamuoyunun gündemine geldi. 80'li yıllardan 90'lara kadar 13 kişinin ismi ''kayıplara'' karıştı. 1990'lı yıllara gelindiğinde kayıp sayısının hızla yükseldiği dikkat çekti.



Kayıp haberlerinin çoğu ise OHAL bölgesinden geldi. 1991'de 4, 1992'de 8, 1993'te 36, 1994'te 224 (328), 1995'te 121 (220), 1996'da 68 (194), 1997'de 66, 1998'de 29, 1999'da 36, 2000'de 7, 2001'de 4 ve 2002'de ise bir kişi kayıp listesine eklendi.Geçen yıl Silopi'de kaybolan HADEP yöneticileri Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz ile 2002'nin Mart ayında gözaltında kaybolduğu iddia edilen Coşkun Doğan 'dan ise hâlâ haber alınamıyor.



İHD İstanbul Şubesi ve kayıp yakınları da önceki akşam ''Dünya Kayıplarla Mücadele Haftası' ' nedeniyle gözaltında kaybolan yakınları için yaktıkları mumlarla oturma eylemi yaptılar.



Fotoğraf: Plaza Del Mayo Anneleri


Cumhuriyet Gazetesi / 2002

17 Ocak 2008 Perşembe

Cezaevi kapısında sallanan beşik...




ALPER TURGUT




Yer Bayrampaşa Cezaevi'nin önü... 1996 yılının sıcak mı sıcak bir temmuz gecesinde, 12 can alan ölüm orucu eyleminin sonuçlanmasını ve arabulucuların dışarı çıkmasını bekliyoruz. Devamını ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde çıkan izlenimlerimden okuyalım:

Bir beşik sallandı cezaevleri kapısında 10 saat boyunca ölümle yaşam arasında gidip, gelen. Bu 10 saatlik gergin süre boyunca bir ölüme yakalandı, bir yaşama. Ölümle yaşam hiç bu kadar yakın olmamıştı. Bayrampaşa Cezaevi’nin soğuk duvarlarının kenarlarındaki lambalardan süzülen ışık, üzüntü ve merak içerisindeki annelerin, babaların, kardeşlerin, halaların, teyzelerin yüzünde ölümün acısını ortaya çıkarıyor. Kaldırımlarda ölümün kaskatı acısı içerisinde sessizce bekliyorlar. Gazetecilerin gürültülü telaşını izliyorlar. Gözleri kapıda...




Yedikleri dayaklar, coplar, yaşadıkları tüm acılar... Onların hiçbirini şimdi düşünmüyorlar. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın sert açıklamasından sonra ‘operasyon’ beklentisi içerisindeki kederli ailelerin düşündükleri tek ama tek şey kasvetli cezaevlerinin duvarları arkasında, sabahtan bu yana süren görüşmeler... Ne oluyor acaba? Yeni bir ölüm duymadan anlaşma olacak mı? Hemen önlerinde kask, kalkan ve coplarıyla polisin ördüğü etten duvarın arasından Bayrampaşa Cezaevi’nin demir kapısının ağır ağır açılıp kapanışlarına gözlerini kenetlemişler. Sürekli olarak polis otolarının sirenleri çalıyor, protokol araçları giriyor çıkıyor, ambulanslar kapıda hazır bekliyor. Eşber Yağmurdereli’nin yüreklere su serpen olumlu sinyalinden sonra içeriye giren yazarlar ve politikacılardan bir teki bile dışarı çıkmıyor. Dakikalar, saatler geçiyor. Uzadıkça uzuyor saniyeler...




Saatler 23.00’e yaklaşırken İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, CHP İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş ve anlaşmanın mimarı Eşber Yağmurdereli cezaevi kapısında görülüyorlar. Gazeteciler haber telaşı, aileler yaşam umudu içinde çevrelerinde düğüm oluyor. Haberler yaşam umudunu yeşertiyor. Sevinmek ve sevinmemek... Hem çok mutluydu aileler, sonunda anlaşma sağlanmıştı ya... Hem de çok üzgündüler. Çünkü bedeli çok ağır olmuştu. 69 günlük direnişin sonunda hücreleri tek tek eriyip gidenlerden 12’si yitip gitmiş, geri kalanların vücudunda ise geri dönülmez izler bırakmıştı. Çocuklarının yaşatılması için sokaklardaki haykırışlarında yedikleri cop ve tekmelerin acısı bu ağır bedelin yanında hiç kalırdı. Anlaşma sağlandığı haberi ailelerin sessizliğini bozuyor. Kameralara, teyplere içlerini döküyorlar.




Ölüm orucu direnişçisi Birol Abatay’ın babası Şehzat Abatay, buruk bir sevinç içinde olduklarını belirterek, ‘Çocuklarımızı ve bizi perişan ettiler. 12 yavrumuzu kaybettik. Aileler, hastanede çocuklarının ölmeyeceğini nereden bilsin? Kendi oğlumdan ölenleri asla ayırmam. Çünkü onlar da bizim evladımız. Benim ve bizim için artık hiçbir şey fark etmez. Talepler kabul edildi, fakat uygulama aşamasında pürüzler çıkarsa ne olacak. Çocuklarımız tekrar ölüme yatacak’ diye endişesini dile getiriyor.




Açlık grevindeki Mehmet Can Targay’ın polis baskısından korktuğunu söyleyerek isim vermek istemeyen halası, ‘Şu an dünyanın en mutlu insanıyım. Sevinçten ağlamak istiyorum. En son Cuma günü görüşebilmiştik. Mehmet’im kan kusuyordu. Halkımıza, askerlerimize ve polisimize geçmiş olsun diliyorum. Onlar da ana kuzusu. Allah’a şükrediyorum. Ölmek fakirlere mahsus bir şey midir? Zenginler, oturmuş, gülerek seyrederken biz birbirimizi öldürüyoruz. Bu dünyada hep iyiler mi ölür’ diye konuşuyor.




Açlık grevindeki Mehmet Can Targay ve Murat Targay’ın amcaoğlu Mümtaz Targay ve yakını Hüseyin Polat, insanların bedel ödeyerek bazı haklara kavuştuğunu söyleyip devam ediyor: ‘Keşke bu olaylar hiç olmasaydı, keşke canlar ölmeseydi. Çocuklarımız hastanede mi, revirde mi, bilemiyoruz. Adalet Bakanı Kazan, geç kalmıştır. Çözüme yönelik adım atmak için Kadir gecesini beklemesi lazımdı. Belki de geri dönülemeyecek bir noktada anlaşmaya gitmek, çıkarlarına denk geldi. Tutukluların insanca yaşam için ölüm oruçlarına girmesi ve haklı talepleri vardı.



Bu basit ve insani taleplerin kabul edilmesi için 2 ay 10 gün beklenmesinin amacı neydi’ Bayrampaşa Cezaevi'nde açlık grevi yapan Serdar Yılmaz'ın babası Sedat Yılmaz, yürek acısıyla Adalet Bakanı Şevket Kazan'ı dinsizlikle suçlayıp sitem ediyor:


‘Dini olan bir insan bunları yapmaz. Çocuklarımıza 69 gün resmen işkence yaptılar. Oğlumuzun sağlık durumu çok kötüydü, ailecek biz de öldük. Asıl Şevket Kazan'ın tedaviye ihtiyacı var. Onun öbür tarafta da işi çok zor. Şevket Kazan bunca ölümden sonra alsın da kına yaksın.’




Bazı tutuklu ve hükümlü yakınları, Mehmet Ağar ve Şevket Kazan’ın da evlat acısını duymasını isteyerek, beddualar ediyor: ‘İçimiz kan ağlıyor. Dünyanın en büyük acısı evlat acısını yaşadık. Allah'tan isteğimiz Ağar’ın ve Kazan’ın çocuklarının da bizim oğullarımızın, kızlarımızın durumuna düşmesidir. O zaman evlat acısı neymiş anlasınlar. Hepimiz fakir insanlarız. Paramızı zorla denkleştirip memleketimizden kalkıp geliyoruz. Evlatlarımızın yüzlerini görmek için geldiğimiz cezaevlerinde cesetleriyle karşılaşıyoruz. Bu nasıl Müslümanlıktır bu nasıl din kardeşliğidir.”




Cumhuriyet Gazetesi / 1996

16 Ocak 2008 Çarşamba

Grup Yorum'dan 'Bir Masal Gecesi'



Açıkhava'da tiyatro, şiir ve müzik bir arada

ALPER TURGUT

Muhalif müziğin sesi ''Grup Yorum'' , Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nu, bir ilke imza atarak tiyatro, şiir ve koreografiyle süslediği ''Bir Masal Gecesi'' yle salladı.
Troyalılar'dan Akhalılar'a, Spartalılar'dan Persler'e Romalılar'dan Osmanlı'ya Anadolu'nun tarihçesinin anlatıldığı ''Bir Masal Gecesi'' nde tiyatro oyuncuları ve koreograflar ''Cihanın umudu ve ilk gerillası'' Spartacus ile Şeyh Bedrettin ve Kuvayı Milliye destanlarını sahneledi.

SU HAYATTIR...

Vedat Sakman , Truva Savaşı'yla ilgili bestelediği ''Issız Kaldım'' şarkısını seslendirirken Grup Yorum'a şef Levent Çoker yönetimindeki orkestra eşlik etti. Sanatçı Bilgesu Erenus 'un, ölüm orucunda yaşamını yitiren Günay Öğrener 'in, ''Su hayattır. O yüzden toprağa değil suya gömülmek isterdim. Akdeniz'de doğdum, Ege'de çalıştım. Saçlarım Karadeniz'e atılsın. Böylelikle Anadolu'yu dolaşmış olurum'' vasiyetini şiirleştirmesi duygu dolu anların yaşanmasına neden oldu. Erenus'un, tiyatro sanatçısı Deniz Şen 'e ölüm orucunu simgeleyen ''kızıl bant'' takması ise sloganlarla karşılandı.


Konserin 2. bölümünde Yorum dinleyicilerinin ''özlemle bekledikleri'' halaylar ve türkülere geçilmesiyle soğuktan tir tir titreyen binlerce kişi Açıkhava'yı bir anda miting alanına çevirdi.

KALBİ FİLİSTİNLİ...

F tipi cezaevlerinde tutulan arkadaşları İhsan Cibelik, Muharrem Cengiz ve Ali Aracı 'nın serbest bırakılmasını isteyen Grup Yorum üyelerinin, ''Kahramanlar Ölmez'' , ''Reber'' (öncü) ve ''Özlem'' gibi beğenilen şarkıları bildik görüntülere sahne oldu. Sloganlar ve zılgıtlar eşliğinde çekilen halaylarla ısınan topluluk, konuk sanatçı Hilmi Yarayıcı 'nın seslendirdiği ''Cemo'' ile tek ses haline geldi.


Açıkhava'yı saran coşku, adına tugay kurulan, Filistinlilerin var olma mücadelesinin simge isimlerinden İzzettin El Kassam ve beraberindeki 9 savaşçının 56 yıl önce Cenin'in Yabed köyünde İsrail kurşunlarıyla şehit düşmesini anlatan ''Kalbu Falestini'' (Kalbi Filistinli) şarkısı ile doruğa çıktı.


''Sıyrılıp Gelen'' den ''Yürüyüş'' e birçok albüm çıkaran kurucularının artık yer almadığı 19 yıllık müzik topluluğu Grup Yorum'un konseri, ''Haklıyız Kazanacağız'' marşıyla sona erdi.



Cumhuriyet Gazetesi / 2004

Tehlike sokaklarda geziyor


Beyoğlu'nun ara ve arka sokakları yurttaşlara kapalı. Beyoğlu'nun geceleri cinayet, yaralama, gasp, kapkaç, hırsızlık, fuhuş, uyuşturucu ve kumar olaylarıyla daha da kararıyor.


ALPER TURGUT


Eren Pak, Barış Dönmez, Önder Babat, Metin Uğur Kişmir, Tekin Konyar, Bekir Modey, Adem Adıyaman, Halit Çakır ve daha niceleri... Onlar Beyoğlu gecelerini daha da karartan suç ve suçlunun kol gezdiği ara ve arka sokaklar ile kana bulanan eğlence merkezlerinde yaşamlarını yitirdiler. Çoğu genç ölümler toplumsal değil adli vakalar olarak görülürken ''ateş düştüğü yeri yakar'' örneği yüreklerine kor düşen aileler, siyasi olduğu düşünülen Babat cinayetinin ''gemici düğümü'' gibi çözülemez hale gelmesini istemiyor...


Beyoğlu geceleri uzun süredir ''tekin'' değil... Yurttaşları endişe ve korkuya sürükleyen cinayet, yaralama, çatışma, gasp ve kapkaç olayları ile kavga ve şiddet görüntüleri ilçeyi derinden sarsıyor.


Hırsızlık, fuhuş, uyuşturucu ve kumar gibi sorunların çığ gibi büyüdüğünü ve Beyoğlu'nun imajını zedelediğini belirten esnaf ve yurttaşlar, ''Konuşuruz ancak çetelerle uğraşmamak için isim vermek istemiyoruz'' diyorlar.


Yurttaşlar, yüzlerce travesti ve hayat kadınının çalıştığı Beyoğlu gecelerinde, eğlence merkezi adı altında suç batağı haline gelen bazı pavyon ve barların kapısında duran koruma görevlilerinin de kavga çıkardığını ve terör estirdiğini vurgulayarak tepki gösteriyor.


'Polisten dahi çekinmiyorlar'

Beyoğlu'nda haraç ve otopark mafyasının cirit attığını ifade eden yurttaşlar, çete üyelerinin polis yaralamaktan bile çekinmediğini öne sürüyorlar. İstiklal Caddesi'ne çıkan ara sokaklarda rakip çete üyelerinin silahlarını çekerek sağa sola ve birbirlerinin üzerine ateş açması nedeniyle birçok suçsuz kişinin hedef olarak yaralandığını anımsatan yurttaşlar, ''Çete üyeleri sokaklara ve eğlence merkezlerine hâkim olmak istiyor. Çevik kuvvetin İstiklal Caddesi'nde, sivil polislerin ise arka sokaklarda devriye gezdiğini bildikleri halde çatışmaya girmekten, kanlı olaylar yaratmaktan korkmuyorlar'' diye konuşuyorlar.


'Eğlence işkenceye dönüşüyor'

Ortaköy, Kadıköy ve Bakırköy'ün de Beyoğlu'na dönüşmeye başladığını iddia eden yurttaşlar, çok sayıda kişinin ateşli silahlar, kesici ve delici aletlerle eğlence merkezlerine akın ettiğini söylüyor.

Özellikle çok kalabalık olan cuma ve cumartesi günlerinin suçu ve suçluyu adeta Beyoğlu'na çektiğini savlayan yurttaşlar şunları söylüyor:
''Her sokağa giremiyoruz. Tek başınaysak denemiyoruz bile... Arkamıza baka baka endişeyle yürüyoruz. Mafya özentileri, kendilerini kabadayı sananlar kavga çıkarmak için omuz atıyorlar. Sürekli çantamızı, cep telefonumuzu ve cüzdanımızı kollamaktan rahat hareket edemiyoruz. Eğlence işkenceye dönüşüyor. Beyoğlu'nu suç kenti Bronx'a dönüştürmeye çalışanlar bir an önce engellenmelidir.''

'Beyoğlu'nun genç ölümleri'

- 20 yaşındaki Eren Pak 19 Nisan 2004 günü Akasya Bar'ın çıkışında bıçaklanarak öldürüldü.
- Clup 14 adlı bara 9 Nisan 2004 günü arkadaşlarıyla birlikte eğlenmeye giden Barış Dönmez'in boğazı kesildi.
- Üniversite öğrencisi Önder Babat, İmam Adnan Sokak'ta 45 gün önce kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü.
- Tepebaşa'ndaki Kazablanka Bar'ın çalışanı Metin Uğur Kişmir, 16 Ekim 2003 günü olay çıkartan üç müşterinin kurşunlarına hedef oldu.
- Tekin Konyar adlı genç 1 Nisan 2003 tarihinde Tarlabaşı'nda sokak ortasında vuruldu.
- Bekir Modey adlı müşteri 23 Ekim 2002 gecesi Roma Müzikhol'de hesaba itiraz edince öldürüldü.
- Beyoğlu'nun arka sokaklarında iki grup arasında çıkan çatışma sonucunda Adem Adıyaman adlı genç öldü.
- Sıraselviler'de kimliği belirsiz saldırganlar Halit Çakır'ı öldürdü.
Cumhuriyet Gazetesi / 2004

Adli Tıp'tan 'mucize tedavi'



Sürekli hastalığı bulunduğuna karar verdikleri hükümlüyü 6 ayda iyileştirdiler

Adli Tıp Kurumu'nda görev yapan aynı uzmanların 6 ay arayla verdiği iki farklı rapor, ''iyileşilemeyen hastalık'' olan 'Wernicke Korsakoff Sendromu'na yakalanan Turan Talay'ın tekrar cezaevine gönderilmesine neden oldu.


ALPER TURGUT

Türkiye'deki birçok cezaevinde yaşamının 18 yılını geçiren 50 yaşındaki hükümlü Turan Talay , ''organik bir akıl hastalığı'' olarak adlandırılan ' Wernicke Korsakoff Sendromu 'na yakalandı. Adli Tıp Kurumu Başkanlığı, sürekli hastalığı bulunduğunu saptadığı Talay'ı 6 ay sonra verdiği 2. raporla iyileştirdi! ''Kendine bakamayacak'' durumdaki Talay, aynı uzmanların verdiği ikinci raporla cezaevine gönderildi.


Tunceli'nin Ovacık ilçesinde doğan ve TKP/ML davasından aralıklarla toplam 18 yıl cezaevinde kalan Turan Talay, katıldığı birçok açlık grevi nedeniyle hafızasını kaybetti. 12 Eylül sonrası gördüğü işkence sonucu bel fıtığı olan, akciğer ve karaciğerinde ise kist bulunan Talay, örgütün Erzincan sorumlusu olduğu iddiasıyla hüküm giydi.


Adli Tıp Kurumu Başkanlığı, 24 Ekim 2002 günü Talay hakkında ''Korsakoff Sendromu teşhisiyle cezasının ertelenmesi'' kararını verdi. Ancak cezaevinden çıkamayan Talay için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) devreye girdi ve alınan 6 aylık raporun dolmasına 12 gün kala serbest bırakıldı.


Adli Tıp Kurumu, tedavi için Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı'na (TOHAV) gidip gelen Talay için avukatlarının tekrar başvurması üzerine Haziran 2003'te verdiği raporda, Talay'da saptanan 'Wernicke-Korsakoff Sendromu'nun organik bir akıl hastalığı olduğunu, cezasının ertelenmesinin uygun bulunduğunu bildirdi. Şişli Etfal Hastanesi'nden yüzde 80'lik iş göremez raporu alan Talay ile ilgili olarak, kurumlar arasında ''kocama olmadığı'' ve ''ölüm orucuna katılıp katılmadığı'' belirlenemediği gerekçesiyle sorunlar çıktı.


Adli Tıp Kurumu'nun 15 Aralık 2003 günlü raporu ise Talay'ın avukatlarının tepkisini çekti. Aynı kurum ve aynı doktorlar, ''Kitap okuyup tartışabilen, kıyafeti ve tıraşı düzgün olan, keçi sakal da bırakan'' Talay hakkında 6 ay sonra ''sürekli hastalık ve kocama hali'' olmadığı gerekçesiyle yeni bir rapor verdi. Talay, hakkındaki ikinci sağlıklı raporu nedeniyle Kandıra F Tipi Cezaevi'ne gönderildi.
Cumhuriyet Gazetesi / 2004

Karışık Sentez


Eskiden siyasi ve dini görüşler eylemcilerin giyim tarzından anlaşılırdı. Günümüzde ise her şey iyice birbirine karıştı. Nevruz'u kutlamak için Kazlıçeşme'ye akan binlerce göstericinin rengârenk giysileri ilgiyle izlendi. Ancak bir tane kadın eylemci vardı ki hiçbir kalıba uymuyordu. Kot pantolonla Batı'yı yakalayan, poşu ile Doğu'ya göz kırpan eylemci kadının kıyafetini, siyasi İslamın simgesi türban ve komünistlerin sembolü orak çekiçli yelek tamamlıyordu. (ALPER TURGUT)


Cumhuriyet Gazetesi / 2004

11 Ocak 2008 Cuma

Asya; “Müzik her şeyden güzeldir…”




Hedefim Kalıcılık


ALPER TURGUT



Kalıcı olmak ve klasik şarkılara imza atmak… İşte Türk Pop Müziği’nin özgün seslerinden biri olan Asya’nın hedefleri… Onu hüzünlü, içten ve romantik şarkılarıyla tanıyoruz. Evet, Asya 5 yıl aradan sonra çıkardığı 5. albümü “Aşktır Beni Güzel Yapan” ile tekrar aramızda… Bu albüm, iki yıllık bir emeğin, uykusuz gecelerin ve alın terinin ürünü… Asya albümündeki şarkıların sözleri yazdı, müziklerini besteledi, prodüktörlüğünü üstlendi ve yorumladı. “Müzik her şeyden güzeldir” diyor Asya, kısa bir melodinin bile sizi başka dünyalara taşıyacağı ve hüznünüzü sevince dönüştüreceği inancıyla…

— “Dönmem Yolumdan” ile “Aşktır Beni Güzel Yapan” arasında tam 5 yıl var. İki albüm arasında neler yaptınız?

Müzik olmasaydı ne olurdu. Düşünmek bile istemiyorum. Çünkü müzik her şeyden güzeldir. Aşktır Beni Güzel Yapan adlı albümümdeki 10 şarkı da bana ait. Sadece iki parçanın müziklerini Gürsel Çelik yaptı. Bunun dışında albümümü kendim finanse ettim. Her şeyiyle ben ilgilendim. Albüm iki yıllık bir emeğin ürünü… Artık şarkıcılıkta tecrübe sahibiyim. Sahne ve şarkıcılık deneyimimin, okuduğum ve izlediklerimin bana katkısı var. Söz yazmadan önce bol bol şiir okuduğumu da eklemek isterim. Geriye kalan zamanlarımı ailemle geçirdim ve çok sayıda resim yaptım. Son 3 yıldır resimle uğraşıyorum. Ağırlıklı olarak yağlı boya ve pastel… Modern resim çalışıyorum. Yeni renkler öğreniyorum, hayallerimi resmediyorum. Resim bana yaşamla ilgili detayları görmeyi öğretti.








— Bu aynı zamanda bir terapi mi?

Evet bu bir terapi… Beyoğlu’nda bir atölyeye devam ediyorum. Beyoğlu’nun iki yüzü var. Bir yanda kültür ve sanat diğer yanda batakhaneler. İnsanlar, yüzlerini güzele doğru çevirmeliler… Resimlerimi biriktiriyorum ve en yakın zamanda bir sergi açmak istiyorum. Resimleri bir vakıf yararına satmayı düşünüyorum. Sırada hat çalışmak ve heykel yapmak var. Birkaç hafta içinde bana ait asyaonline.net adlı internet sitesi açılacak onunla da ilgileniyorum.







— Kızınızın da sizin gibi şarkıcı olmasını ister miydiniz?

Evlat sahibi olmak en büyük hayalimdi. Aslı şu an 11 yaşında ve 5. sınıfa gidiyor. Son 3 yıldır piyano eğitimi alıyor. Sesi şarkıcılığa pek yatkın değil. Yani gözlemlediğim kadarıyla şarkıcılık konusunda pek parlak değil. Ancak kendini müziğe adamak sadece şarkı söylemekle olmuyor. Kızımın iyi bir müzisyen olmasını isterim.



— Ailenizin olması sizin magazin malzemesi haline getirilmenizi de engelliyor sanırım?

Eşim ve beni bir yemekte görüyorlar ve çekim yapıyorlar. Ancak çekilen bu görüntüler yayınlanmıyor. Çünkü bunun magazin değeri yok. Ben arkadaşlarımla dışarıda bir kahve bile içemiyorum, yanlış anlaşılmasın diye… Sonra hem ben hem de eşim üzülür. Anne olmak bana birçok katkısı sağladı. Biliyorum ki, benim korumam gereken değerlerim var.
Türk toplumu çok muhafazakâr ve her yer İstanbul değil. Kanaatimce Anadolu daha derli toplu… Analar ve babalara çok iş düşüyor. Hayatın içinde birçok tuzak var. Değerler yitirilmesin ve gençler kötü şekilde etkilenmesin. Bana ulaşabilen dinleyicilerim, eteğimin boyuna dahi karışıyor. Uyarıları dikkate alıyorum ve bu ilgiden hayli memnunum. Magazin gazetecilerine de haksızlık etmek istemem. Birçok manken, oyuncu ve şarkıcının yılışık ve sulu hareketlerini ekranlardan görüyoruz. Ortam gerçekten çok kötü ve bu bir süre daha sürecek gibi…

— İnternet ile birlikte şarkı indirmek bedava oldu. Albüm satışlarının dibe vurması hemen hemen tüm şarkıcıların ortak derdi… Sizce nasıl çözülebilir bu sorun?

Bu işte artık para yok. Gençler diledikleri şarkıyı internetten indiriyorlar. Korsan CD’ler ise başka bir bela… Devletin bu soruna el atma vakti geldi ve geçiyor. Bir yandan da insanlara hak vermemek elde değil. Mesela bir üniversite öğrencisi istediği albümleri nasıl alacak. Günümüzde albümleri genellikle maddi durumu iyi olanlar, arşiv yapanlar, müziği ve şarkıcıyı sevenler alıyor. Şarkı söyleyerek yaşamını idame ettiren insanlara ise sahne, konser, özel geceler ve festivaller kalıyor. Barlarda sahne almak yıpratıcıdır. Ben yıllardır yapmıyorum. Özel geceler ve festivaller bir şarkıcının kurtarıcısıdır.


— Yeni nesil pop şarkıcıları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Örneğin son bir yılda ortaya çıkan şarkıcılar arasında aklımda kalan bir isim yok. Müzik sektörü, son yıllarda panayır yerine döndü. Televizyonlar, birbirine benzeyen şarkıcılar ile onların birbirine benzeyen şarkılarının akınına uğramış durumda… Popüler olma hevesiyle şarkıcılığa soyunuyorlar. Ağır bir eleştiride bulunmak istemem ancak birçoğunda canlı performans hak getire… Dijital kayıtlarla sesleri düzenleniyor sonrası ise pleybek… Yaratıcılıktan yoksunluk, yakışmamışlıkla buluşuyor. Tekdüze ve eğreti… Televizyonda izliyorum. Şarkıcı yok boğazım kötü yok sesim kısık diyerek çeşitli numaralar çeviriyor. Bir albümün çıkması için çok para harcanıyor. Sesin güzel değilse yazık değil mi? Sesi kötü şarkıcıları zaten halk da beğenmiyor. İkinci veya üçüncü kasetlerini çıkaramadan silinip gidiyorlar. Bakıyorum, birçok ülkede müthiş sesler ve çok kaliteli işler çıkaran insanlar var. Ülkemizdeki pek çok şarkıcı ve şarkıcı adayındaki en önemli eksiklik ise sanırım altyapılarının olmayışı…

— Bunca karmaşanın arasında hedefiniz nedir?

Sanatta son durak yok. Bence sanatçı olmak, çarçabuk tüketilmeyen kalıcı eserler bırakmakla eşdeğer… Şarkıcı ve oyunculara sanatçı denilmemeli, bu paye kolay verilmemeli. Yaratıcı insanlara haksızlık edilmiş olur. İşte bu nedenle hedefim kalıcılık… Şarkılarımın klasikler arasına girdiğini görmeyi arzuluyorum. Nilüfer, Ajda Pekkan, Sezen Aksu... Onlar bunu başardı. Tarkan’ı da çok beğeniyorum. Son albümünü (Metamorfoz) çıkar çıkmaz aldım. Ben romantik şarkıları kendime daha çok yakıştırıyorum. Şarkılarım beğenildiyse inanın dünyanın en mutlu insanı ben oluyorum. Ve bana kalsa ve elimden gelse şarkılarımın hepsini yavaş parça yaparım. Ama hızlı parçalara da ihtiyaç var. Albümümdeki iki parça çok hareketli… İnsanlar karabulutlarını dağıtsın ve eğlensinler diye… Bundan sonraki albümümü kafamda tasarlamaya başladım. Ve araya yıllar girsin istemiyorum. Çığlık atan bir şeyler olsun. Dileğim bu… Göksel Çelik’in aranjmanlığında, İspanyol tarzı, yüksek frekanslı 4, 5 şarkıyı albümüme koymayı düşünüyorum. Ama öncesinde remix bir albüm gelebilir.






Portre; Asya

Eskişehir’de 1965 yılında dünyaya gelen Asya (Tülay Keçialan), müziğe ilkokul yıllarında ilgi duymaya başladı. Lise yıllarında şarkıcılığa adımını atan Asya, Milliyet Gazetesi’nin Liselerarası Müzik Yarışması’nda birinci seçildi. (Türk Halk Müziği dalında) Lise bitince önce Bodrum ardından da Ankara’da Tülay Saygın sahne adıyla şarkı söyleyerek müzik hayatını sürdürdü. 1990 yılında Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'ne "Zamanda Gezinti" isimli şarkı ile katıldı. 1991 yılında Nilüfer ile tanışan ve onun vokalisti olan Tülay Keçialan (Evlenince Tülay Kaygusuz oldu), 1994 yılında Asya (bu ismin kendisine yakıştığını düşünüyor) adını aldı. Asya, bugüne dek “Asya 1994”, “Asya 1996”, “Masum” (1999), “Dönmem Yolumdan” (2002) ile “Aşktır Beni Güzel Yapan” (2007) adlarını taşıyan 5 albüm çıkarttı. En bilenen şarkılarının arasında, liste başı olmayı başarabilmiş “Vurulmuşum sana”, “Olmadı yar”, “Yoksun Sen”, “Romantik aşk”, “İsyankâr”, “Beni Aldattın” ve “Nazara Geldik” sayılabilir.
FOTOĞRAFLAR: UĞUR DEMİR
CUMHURİYET HAFTA SONU / 12 OCAK 2008

10 Ocak 2008 Perşembe

Dava dosyaları kül oldu

Ümraniye Cezaevi'ndeki 'adli emanet'te skandal

Devlet, 1999 yılında Ümraniye Cezaevi'nin içinde ''adli emanet'' açtı ve birçok örgüte ait henüz kapanmamış sıkıyönetim dava dosyaları bu depoya yerleştirildi. Elyazması notlardan sahte kimliklere, şifrelerden eylem planlarına dek çok sayıda delil nitelikli örgütsel evrak, doküman ve belge de bir yıl sonra 19 Aralık 2000 tarihindeki ''Hayata Dönüş'' operasyonu sırasında kül oldu.

ALPER TURGUT'un haberi...

Kayıp dosyalar kül oldu

Cezaevlerinin yıllardan beri kontrol edilemediğinden yakınan devlet, büyük bir çelişkiye düşerek Ümraniye Cezaevi'nin içinde ''adli emanet'' deposu açtı. Devletin ihmali nedeniyle tutuklu ve hükümlüler, 1999 yılında temyiz aşamasındaki sıkıyönetim dönemi dava dosyalarını buldular ve yaklaşık 100 bin sayfaya ya el koydular ya da yaktılar. Güvenlik güçlerinin, 1976'dan Sıkıyönetim Mahkemeleri'nin kapatıldığı tarihe dek ele geçirdiği ''delil nitelikli'' örgüt arşivleri de tutuklu ve hükümlülere geçmiş oldu.

Devletin yol açtığı skandal nedeniyle her şey 19 Aralık 2000 tarihindeki ''Hayata Dönüş'' operasyonu sırasında kül oldu. Yargıtay olaydan yıllar sonra ''kayıp evrak'' nedeniyle Devrimci Sol Ana Davası ve MLSPB davasını bozdu. Devrimci Yol, TİKB, TKP/ML dosyalarında eksiklikler bulunduğu öne sürüldü.

İstanbul Sıkıyönetim 2 No'lu Askeri Mahkemesi, 1 Kasım 1991 günü Devrimci Sol Ana Davası sanıklarına 1 idam, 33 müebbet ve toplam 2738 yıl hapis cezası verdi. Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde bunun dışında yüzlerce sanıklı MLSPB, Devrimci Yol, TİKB ve TKP/ML-TİKKO davaları da görüldü. Bu davalarda idam, müebbet ve ağır hapis cezaları çıktı. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nin kapatılması nedeniyle örgüt davalarının yüzlerce klasörden oluşan dosyaları çuvallar içinde Üsküdar Adliyesi'ne devredildi. Temyiz süreci nedeniyle hayati önemdeki tek nüshadan oluşan dava belgeleri, Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı'nca adliye binasında koruma altına alındı.

Üsküdar E Tipi Cezaevi, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay ve gazetecilerin de katıldığı bir kokteyl ile 1995'te açıldı. Cezaevi Ümraniye sınırları içerisinde bulunduğu için Ümraniye Cezaevi olarak tanındı. Ve o tarihlerde devlet, binlerce kişinin hayatını etkileyebilecek inanılmaz bir hata yaptı. Çok yer kaplayan çuvallar içerisindeki dava dosyaları 'akıl almaz bir ihmalle' Ümraniye Cezaevi'ne gönderildi. Uzun yıllardan beri cezaevlerinin ''terörist yuvası'' olmasından ve ''güvenlik zaafı'' yaşanmasından yakınan yetkililer, dosyaları koymak için en güvenli yer olarak bir cezaevini seçmişti. Sonunda Ümraniye Cezaevi'ndeki büyük bir oda ''yasak yayınlar'' ın korunması için ''adli emanet'' olarak kullanılmaya başlandı ve örgüt davaları ile ilgili her türlü belge bu depoya yerleştirildi. Dosyaların cezaevinde olduğu güvenlik güçleri ve istihbarat örgütleri tarafından da biliniyordu ve arada sırada depoya girerek örgütlerin dosyalarını inceliyorlardı.

Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde 26 Eylül 1999 günü 10 kişinin yaşamını yitirmesi nedeniyle Ümraniye Cezaevi'ndeki tutuklular, 17 infaz koruma memurunu yaklaşık 3 gün süreyle rehin aldılar. Eylemin sona ermesinin ardından gazetecileri içeri alan cezaevi yönetimi, maddi hasar oluşan A-Blok'u gezdirdiler. Bu sırada tutuklu ve hükümlüler D-Blok'taki 'adli emaneti' keşfettiler.

D-Blok'un alt katındaki 'arka mutfak' olarak da bilinen bölümün yakınındaki depoyu ele geçiren siyasi tutuklular, kendi örgütlerinin dava evraklarını görünce ''şok'' geçirdiler. Önemli gördükleri belgelere el koyan tutuklu ve hükümlüler, iddiaya göre inceleme sonucunda yüzlerce klasörü imha ettiler. Hatta o sırada çok yakında bulunan jandarmaların üzerine bazı klasörleri atarak uzaklaşmalarını istediler. Tutuklu ve hükümlüler, tasnifin ardından diğer evrak çuvallarını bırakıp odadan çıktılar. ''Yakılmaktan'' kurtulabilmiş dava dosyaları ise 1999 yılı sonu ve 2000 yılının ilk aylarında adli emanetten çıkarılarak Ankara'ya gönderildi. Devletin yol açtığı skandal bununla da bitmedi. 1976'dan, Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'nin kapatıldığı tarihe dek ele geçirilen delil nitelikli örgüt arşivleri depoda tutuluyordu. Yetkililerin büyük ihmali, arşivin eski sahiplerine geçmesine neden oldu.

Skandalın, ''Hayata Dönüş'' operasyonunu ve F tipi cezaevlerine sevk sürecini hızlandırdığı iddia edildi. Aynı tarihlerde operasyon için çalışmaların başladığı, tutuklu ve hükümlü temsilcilerinden oluşan ''Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu'' nun eylemleri yönettiği gerekçesiyle işlevsiz hale getirilmesi için Ümraniye ve Bayrampaşa cezaevlerinin boşaltılmasına karar verildiği öne sürüldü. Kasım 1999'da 54 E ve özel tip cezaevinin bazı bölümleri hücrelere dönüştürüldü. Adalet Bakanlığı, beş F tipi cezaevinin Mayıs 2000'de açılacağını açıkladı. İçişleri Bakanlığı ise uzun yıllardan beri girilemeyen Ümraniye Cezaevi'nin içinin tutuklu ve hükümlüler tarafından değiştirildiğini iddia ediyordu.

Hayata Dönüş operasyonunun Ümraniye Cezaevi'ndeki ayağı sona erdiğinde bir yılı aşkın süre tutuklularda kalan ''illegal sol örgütlerin tarihi arşivi'' de kül olmuştu. Dava dosyalarını yakmayıp sadece baktıklarını iddia eden mahkumlar, ''Hazırlık soruşturmalarını içeren evrakların devlet tarafından kaybedildiğini veya istihbarat örgütlerince el konulduğunu'' iddia ettiler.

'Davalar kördüğüm'

Yargıtay'ın temyiz incelemesinde, Devrimci Sol Ana Davası dosyalarının eksik olduğu anlaşıldı. Kayıp klasörlerin bir türlü bulunamaması üzerine Yargıtay 11. Ceza Dairesi, davayı, ''eksik evrak'' nedeniyle bozdu, kayıp klasörlerin sayım sırasında bulunduğunu öne süren yerel mahkemenin karar düzeltme talebini ise reddetti. Bu arada toplam 200 klasörü kayıp olan MLSPB davası da eksik evrak nedeniyle Yargıtay tarafından bozuldu. Devrimci Yol, TİKB ve TKP/ML davası dosyalarının da eksik olduğu iddia edildi. Halkın Hukuk Bürosu avukatları, Devrimci Sol Ana Davası'nı Üsküdar'daki ağır ceza mahkemelerinin almak istemediğini iddia ederek ''Şimdi davanın Üsküdar'da tekrar açılması ve sanıkların tek tek ifadelerinin alınması gerekiyor'' dediler. Avukatlar, açılacak duruşmada ve gidecekleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) 12 Eylül'ün sorumlularının yargılanmasını ve devletin sanıklardan özür dilemesini isteyeceklerini de belirttiler.

Cumhuriyet Gazetesi