27 Aralık 2009 Pazar

İnancımızı asla teslim etmedik




Mustafa Kamil Uzuner ve Erdal Turgut, 31 yıl önce cezaevinde tanıştılar, Devrimci Sol Ana Davası’nda 28 yıl birlikte yargılandılar. Her ikisi içinde müebbet hapis cezası isteniyordu. Uzuner, ömür boyu hapis cezası alırken, Turgut’un davası zamanaşımından dolayı düştü. Onlarla, davayı, ölüm orucunu, yaşadıkları ilginç olayları ve hatta “Bu Kalp Seni Unutur mu?” adlı diziyi konuştuk.



ALPER TURGUT

12 Eylül karanlığında açılan 28 yıllık “Devrimci Sol Ana Davası”, 39 sanığa müebbet hapis cezası verilmesiyle şimdilik sonlandı. Amcam Erdal Turgut, 30 yıllık zamanaşımı nedeniyle müebbetten kurtuldu, Mustafa Ağabey (Mustafa Kamil Uzuner) ise ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme şimdilik bitti ama onlara göre sınıf mücadelesi sürdükçe “dava” da sürecek. Evet, onların hayatı, açlık grevinde, işkencede, cezaevlerinde ve mahkemelerde geçti. Amcam 50 yaşında baba olabildi. Ama her şeye rağmen onlar, hiç büyümeyecek çocuklar gibiler, söyleşi boyunca sürekli muziplik yapıp durdular. Görsel yönetmenimiz Aynur Çolak ve ben, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkabilmek için onların kılavuzluğuna sığınmıştık. Ne yaptılar ettiler, bizi bir şekilde alana çıkardılar. Evet, onlar eylem adamları... Erdal Turgut ve Mustafa Kamil Uzuner ile acısı ve tatlısıyla 30 yıllık bir süreci değerlendirdik.



—Devrimci olmaya ve mücadelenin içinde yer almaya nasıl karar verdiniz?

Mustafa Kamil Uzuner; 1955’yılında İstanbul Fatih’te doğdum. 12 Eylül öncesinde uzun bir süre Kandilli’de yaşadım. Emekçi bir ailenin çocuğuydum, Lise ikiden terkim ve babam terziydi yanında çalışıyordum. Bölge bir işçi semtiydi, üç büyük fabrika vardı. Sonra Dev-Genç’lilerin Paşabahçe Kültür Derneği’ne gitmeye başladım. Ardından askerlik dönüşü, 1975–1976’da mücadeleyle tanıştım.

Erdal Turgut; Adana’da 1955’te dünyaya geldim. Şimdiki adıyla Yıldız Teknik Üniversitesi’nde makine mühendisliği okumak için İstanbul’a geldim. 1976’da antifaşist mücadelenin içinde yer almaya karar verdim. Devrimcilik, Mahir Çayan’lardan gelen rüzgârın da etkisiyle 1974’ten itibaren gençleri kendine çekmeye başlamıştı. Maraş olaylarının ardından gelen sıkıyönetim ile birlikte mücadele güçleşti. Ancak bizler, artık devrimci bir hareketin içerisindeydik.

—Nasıl yakalandınız?

M.K. Uzuner; Çorum olaylarının protesto etmek için 7 Ekim 1979 günü Esenler’de korsan gösteri düzenlenmiş. Sonrasında polisle çatışmaya girdiğim iddia edildi. Beni kafamdan vurup gözaltına aldılar. Yaralıydım, önce Esenler Karakolu’na götürdüler sonra hastaneye ardından da Esenler Karakolu güvenli bulunmadığı için Bakırköy Karakolu’na... En sonunda da 1. Şube’ye götürüldüm. Günlerce aslanlar gibi işkence gördüm, aslanlar gibi direndim. Tek kelime ifade alamadılar benden... Cunta’nın ardından Kabakoz’da tutukluyken beni alıp, bir ay süreyle tekrar sorguya çektiler.

E. Turgut; 12 Eylül öncesinde beş kez cezaevine girdim, biri Adana’da, diğeri de İstanbul’da olmak üzere iki kez de faşistlerin silahlı saldırısına uğradım. Adana’da babamın dolmuşunda çalışıyordum, taradılar. Biri kafamdan beş kurşun isabet etti, omzumdaki kritik bir noktada olduğu için çıkartılamadı hala durur. 16 Mart Katliamı’nın ardından tekrar vuruldum. Son yakalanışım ise halkımıza Kâğıthane deresinde ev dağıtırken oldu.



—Ne zaman ve nerede tanıştınız?

M.K.Uzuner; Daha öncede yakalanmış ve altı ay hapis yatmıştım. 1978 yılında Selimeye Cezaevi’ne girerken üst kattan biri ‘örgüt ismini söyleme, benim adımı ver’ diye bağırıyordu. Erdal ile böyle tanıştık.

E.Turgut; Örgütün ismini verince mahkemede bunu kullanıyorlardı. Ancak komiktir, sıkıyönetimin Adli Müşaviri Albay Refik Karaa, bana dedi ki; ‘Erdal, Devrimci Solcu değilim diyorsan ama örgütün cezaevi temsilcisisin’ Ben de pişkinliğe vurdum ve ‘ne yapayım, ite kaka seçtiler’ dedim. Hep beraber gülmüştük.

—Ve cunta geliyor...

M.K.Uzuner; 1991 yılına dek Sultanahmet, Alemdağ, Hasdal, Sağmalcılar ve Metris’te kaldım. 12 Eylül’den kısa bir süre önce Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde 20 Ağustos 1980 günü büyük bir operasyon yapıldı. İkişer gün arayla operasyonlar, Ankara Mamak ve Diyarbakır cezaevlerinde tekrarlandı. Cunta geliyordu ve içerideki örgütlü mücadeleyi bitirip, bizlerin teslim olmasını istiyordu. Osmanlı ordusu gibi yağmaladılar, silah kullandılar, tüm haklarımı elimizden aldılar. Bizler direndik ve 9 gün açlık grevi yaptık. Haklarımızı mücadeleyle alabildik. Mamak ve Diyarbakır’daki siyasi tutukluların hâkimiyeti ise sona erdi.

E.Turgut; 1979 yılı Temmuz ayında içeri girdim, 1986 yılının Ekim’inde çıktım. Tutukluluğum süresince Selimiye, İzmit, Toptaşı, Paşakapısı, Sultanahmet, Davutpaşa, Metris ve Sağmalcılar 2’da kaldım. Cuntayı, Sultanahmet Cezaevi’nde karşıladık. Sabaha karşı bir arkadaşımızı uyandırdık, durumu söylediğimizde, ‘beni böyle ufak tefek şeyler için uyandırmayın’ dedi. 13 Eylül’de cezaevi personeli de şaşkındı ve o gün bekleşerek geçti.14 Eylül günü ise arkadaşımız, ufak tefek şeylerin ne olduğunu, bizimle birlikte gördü. Biz tek tip elbiseyi hiç giymedik, hazır ola geçip, ‘emredersiniz komutanım’ demedik. Mamak’tan Metris’e gelen iki Mehmet vardı, gece onları kaldırıp ılık ve şekerli süt içirdik. Ertesi gün süt kutusundan iskambil kağıdı yapmışız, king oynuyoruz. Mehmetlerden biri yanıma gelip ‘yahu Erdal’ dedi, ‘dün gece rüyamda süt içiyordum’. Mamak’ta hayaller bile daralmış. Onların rüyalarında gördüklerini sandığı şeyi biz gerçek kıldık, direndik ve siyasi düşünceyi teslim etmedik.

—Sonra ölüm orucu eylemi ve çeşitli direnişler mi geldi?

M.K.Uzuner; Onlar sürekli haklarımızı gasp etmek istiyorlar, biz ise direniyorduk. 1983’te tüm siyasi tutukluları tep tik elbise giymeye zorladılar. İstanbul cezaevleri direnme kararı aldı. Gasp edilen haklarımız için 1984’te ölüm orucu eylemine girdik. Ben eylemde ikinci ekipteydim. İnsanca yaşabilmek için ölümü göze almıştık. Sinan Kukul, yanıma geldi ve eylemin bittiğini söyledi. Şok olmuştum, ölmeye ayarlamıştım kendimi... Direnişte yoldaşlarımızı yitirdik. Hüzün ve sevinç bir aradaydı. Bu bir sınıf mücadelesidir, ölenlerin yerini yenileri doldurur.

—Ana davanın görüldüğü Metris Baştabya’da neler yaşandı?

E.Turgut; Duruşma önce Cevizlibağ’daki Atatürk Öğrenci Sitesi içerisinde yer alan kapalı spor salonunda görüldü. İki duruşma yapıldı, ilk kavga da orada çıktı. Sonra Metris Baştabya’da yargılanmaya başladık. Bir tane denizci subay vardı, duruşma sırasında hep uyurdu. Salonun yarısına idam isteyen bu adam horul horul uyuyabiliyordu. Kışta kıyamette slip don ve atletle bekliyorduk. Selimiye’de bir gün insanlar bize acıyarak bakmıştı, biz de bağırarak kendimizi savunmuştuk; ‘deli değiliz biz, siyasiyiz’ diyerek... Sabah 10.00’dan akşama doğru 15.00’de dek sürüyordu duruşmalar... En büyük çileyi ailelerimiz çekti. Hem gazetecilerle, hem ailelerimle hem de avukatlarımızla görüşmelerimiz engelleniyordu. Ama Baştabya’yı eylem alanına çevirmeyi bildik. Anayasa’yı protesto, cuntayı teşhir ettik. Hiç unutmam bir duruşmada mahkeme heyetine kıçımı göstermiştim. Kıç falakası yüzünden simsiyah olmuştu kaba etlerimiz, hâkime dedim ki, ‘işkence’ görüyoruz. ‘burada işkence yapılmaz, otur yerine’ dedi. İspatlamamız gerekiyordu. Kadın tutuklulardan Hazan Aslantürk’e dedim ki, ‘kadın yoldaşlara söyle bakmasınlar’. Ailelerimizden avukatlarımızdan utanmıyorduk ama kadın yoldaşlardan utanıyorduk. Neyse gösterdim, bir baktım ki, Hazan Aslantürk, mahkeme heyeti dikkatini yöneltsin diye parmağıyla kıçıma işaret ediyor. Öyle utanmıştım ki. Sonra soruşturma açıldı, savcılık benden yapan askerin adını istedi. ‘Gariban bir askerin ismini vermem’ dedim, ‘çünkü suçlu sıkıyönetimdir’.

—Şu denek meselesi nedir?

M.K.Uzuner; 1983’te Metris Cezaevi’nden beni ve 10 arkadaşımı aldılar ve Cerrahpaşa Hastanesi’ndeki özel bir bölüme götürdüler. Sonra meşhur psikiyatri profesörü Ayhan Songar geldi. Bize ‘üniversite araştırması için buradasınız’ dedi. Amacı, CIA raporuna katkı sağlamaktı, her 10 yılda bir ülkenin gençleri niye isyancı oluyor idi bu araştırmanın sebebi... ABD’liler, sözüm onu bu rapor doğrultusunda, bu tür faaliyetleri engelleyeceklermiş. Hatta yardımcı olursak, bize karşılığında cezai ehliyetimizin olmadığına dair rapor verebileceğini söyledi. Reddettik. Aylardır banyo yapmıyorduk, arada banyo yüzü görmüş olduk. Bir saat sonra bizi alıp tekrar cezaevine götürdüler.

—Sivil mahkemenin baktığı davayla ilgili ilginç anılarınız var mı?

E.Turgut; Mustafa Kamil’in cep telefonu çaldı, hâkim uyardı ve ben de kulağına eğildim; ‘telefonun sessiz modu diye bir şey var’ dedim. Daha bir dakika geçmedi benim telefonum çalmaya başladı. Açtım Celal Abbas Leşanoğlu (müebbet aldı), duruşmaya ilk kez geliyordu, ‘üst kattayız’ dedim. Hâkim, ‘Erdal Bey, sizin hem telefonunuz çalıyor üstüne de konuşuyorsunuz’ dedi. Ben de, ‘Tebligat yapmadığınız için arkadaşlar gelemiyor, sizin yapamadığınız işi ben üstlendim’ dedim. Sonra kapı çalındı ve Celal Abbas içeri girdi. Bir başka duruşmada telefon yine ısrarla çalıyor, dışarı çıkıp daha önce gelmeyen arkadaşlara yeri tarif etmem gerek. Hâkimden çiş izni istedim, ‘Malum ya, bu yaşlarda bazı şeyler zorunluluk haline geliyor’ dedim. Tüm salon kahkaha attı. Bu kez Mustafa Kamil benim kulağıma eğildi, gülerek ‘prostat mısın?’ diye sordu. Karar açıklanırken hâkime laf attım, ‘biz bu filmi görmüştük’ diye. O da yanıt verdi; ‘şimdi yine öyle olacak’. Sonra hep beraber “Haklıyız, kazanacağız’ sloganını attık.

—‘Bu Kalp Seni Unutur mu?’ adlı diziyi izliyor musunuz?

E.Turgut; Devrimci Solcuları yanlış tanıtan bir dizi bu... Hapishane dışındaki ilişkileri rezalet... Bizim hiçbir militanın yurtdışına kaçmak gibi bir derdi olmadı. Örgütlü bir eleman, bireysel eylem yapmaz. Kan davası gütmez, sınıf mücadelesini sürdürür. Gerçeklikten uzak bir dizi... Objektif yanı ise Metris’in bir direniş odağı olduğuna dair söyledikleriydi.

M.K.Uzuner; Maraş Katliamı’nın yöneticisi olduğu iddia edilen Mümtazer Türköne ile kendilerinin solcu olduğunu söyleyen Ertuğrul Kürkçü ve Murat Belge, bir masada oturursa verdikleri mesaj, ‘devlet bizi kullandı’ olur. Yani liberallerin yıllardır iddia ettiği gerçekleşir. Bir 12 Eylül dizisi yapılacaksa, 24 Ocak Kararları, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma, yaratılması hedeflenen örgütsüz ve kültürsüz toplum da anlatılmalı. Çünkü bence bu hedeflere ulaşıldı k: İstanbul’daki itfaiyeciler ve Ankara’daki tekel işçilerinin direnişi sahipsiz kalabiliyor.

—Yine dünyaya gelseniz aynı yoldan geçmek ister miydiniz?

E.Turgut; Yine devrimci olurdum. Düzenle asla uzlaşmaz, direniş cephesinde ve örgütlü yaşayış içerisindeki yerimi alırdım.

—Bunca yıl sonra müebbet hapis cezası... Ne dersiniz?

M.K.Uzuner; Mahkeme ikisi ağırlaştırılmış 39 müebbet hapis cezası verdi ama Şaban Taşçı ve Hacı Ramazan Işık itirafçı olmuşlardı. Onların ki 15’er yıla düştü. İlyas Arduç, Mehmet Koca, Mahmut Alp, Şemdin Şimşir, Hasan Bektaş ise eylemleri sırasında yaşları küçük olduğu için cezaları azaltıldı. Yani müebbet sayısı aslında 32. Trajikomik bir şekilde Hacı Ramazan Işık adlı itirafçının üç yıl sonra verdiği ifade üzerine bu cezayı aldım. Beni asıl üzen, itirafçılar Taşçı, Işık ve artık hain dediğimiz Tuğrul Özbek ile ismimin aynı yerde geçmesidir. Bu dava sınıf mücadelesinin davasıdır, sınıf mücadelesi sürdükçe, elbette davalarımız da devam edecektir.

Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Aralık 2009

22 Aralık 2009 Salı

Yaşayanlar anlatıyor





İdil Kültür Merkezi'nin 19 Aralık programları çerçevesinden Yaşayanlar Anlatıyor başlığı altında yaptığı programda 19-22 Aralık katliamını dışarıdan takip edenler ve katliam sırasında kaldıkları hapishanelerde direnenler yaşadıklarını anlattılar.

İki bölümden oluşan programda önce katliam sırasında dışarıda olan Av. Behiç Aşçı, Gazeteci-Yazar Ayşe Düzkan ve Gazeteci-Yazar Alper Turgut sürece dair konuşmalar yaptılar.

İlk olarak konuşan Behiç Aşçı, 19-22 Aralık'ın katliam ve direniş kelimeleriyle anlatılabileceğini söyledi. Bu katliamın engellenemeyeceğini söyleyen Aşçı, katliamın IMF ve Dünya Bankası'nın talimatıyla yapıldığını ve dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in bunu; "IMF ile anlaşmak için hapishaneler sorununu çözmemiz gerekir" sözleriyle itiraf ettiğini belirtti.

Operasyona 1 yıldır çalışıldığını ve bu çalışmalar içinde yoğun bir propaganda çalışması da olduğunu söyleyen Aşçı; "Bazı örgütler ve aydınlar Genel Kurmay'ın bu planına uydu. Kendilerine duyulan güveni böyle kullandılar" dedi.

Şu an resmi tarihi devletin yazdığını söyleyen Aşçı; "Bir gün bu tarihi de biz yazacağız ve o zaman 19-22 Aralık'taki direniş ön plana çıkacak. Katliamın karşısında çok büyük bir direniş vardı. Şimdi devrimci örgütler varsa ve büyüyorsa bu direniş sayesindedir" dedi.

19-22 Aralık'ın tarihin gördüğü en büyük hapishane katliamlarından biri olduğunu söyleyen Ayşe Düzkan, "Pek çok hapishane katliamı olmuştu ama daha önce insanlar diri diri yakılmamıştı" dedi. Bu süreçte daha az insanın karşı durduğunu söyleyen Düzkan, F Tiplerinin aynı zamanda bir AB projesi olduğunu ve bazı sol da dahil büyük bir kısmın demokrasi anlayışının AB ile sınırlı olduğunu söyledi. Düzkan; "Tecrite karşı mücadelede yalnız kaldıysak bu demokrasiyi Avrupa'da arayanlarla aramızdaki farktandır" dedi.

1996'daki direnişle 2000-2007'deki direniş arasında bir kıyaslama yapan Alper Turgut, "96'da toplumsal muhalefet vardı, 2000'deki operasyonda umutlar tükenmişti. Tutsaklar mektuplarda yazıyordu. Operasyon bağıra bağıra geliyordu. Toplumsal muhalefetin olmadığı, direnişin sadece içeride yapıldığı yerde aynaya bile bakmaktan utanmamız lazım" dedi.


Programın ikinci bölümünde katliamı hapishanelerinde yaşayaş Süleyman Matur, Gülten Işık, Veysel Şahin ve Caferi Sadık Eroğlu birer konuşma yaptılar.

Direniş sırasında Bartın Hapishanesi'nde olan Süleyman Matur, katliamı beklediklerini ve tutsakların da hazırlıklı olduğunu söyledi. "Fiziki olarak bir hazırlığımız olması gibi bir durum yoktu, düşman teknik olarak güçlüydü" diyen Matur, tutsakların ideolojik olarak hazır olduklarını söyledi.

Operasyonun arkasından kendilerini çırıl çıplak soyduklarını ve kızılaydan getirdikleri başka elbiseler verdiklerini söyleyen Matur; "Daha sonra öğrendik ki çok değişik gazlar kullanmışlar. Tahlille ortaya çıkmasın diye böyle yapmışlar" dedi.

Sincan F Tipi Hapishanesi'ne de "Hoşgeldin Dayağı"yla girdiklerini söyleyen Matur, "Burası F Tipi, bizim borumuz öter" dediklerini söyledi.

F Tipi'ne ilk girdiklerinde hapishaneyi tanımadıklarını ve haberleşmelerinin olmadığını belirten Matur, zamanla komün ilişkilerini ve haberleşmeyi sağladıklarını belirtti. Ölüm orucunun ilk olarak Cengiz Soydaş'ı şehit verdiklerini söyleyen Matur; "O gün yıkılmaz dedikleri kalelerinin yıkıldığını gördük. Her yeri kırdık. Bulduğumuz ne varsa vuruyorduk. Cengiz'in şehitliğinde buruk bir sevincimizde vardı. Ölümü yenmiştik ve zaferi gördük" dedi.

Katliamı Uşak Hapishansi'nde yaşayan Gülten Işık, 19-22 Aralık katliamının provasının daha önce Ulucanlar'da yapıldığını söyledi. Ölümler olduğunda kamuoyunun duyarlılığının arttığını belirten Işık, devletin ölümler olmadan operasyonu yaptığını, bunun aynı zamanda dışarıya yönelik bir sindirme, susturma operasyonu olduğunu söyledi.

Direnişte Yasemin Cancı ve Berrin Bıçkılar'ın "Yoldaşlar sizi seviyoruz" diyerek feda eylemi yaptığını söyleyen Işık; "Uşak Hapishanesi kadınların olduğu bir hapishaneydi. Kadınların yarattığı güçlü bir cephe oldu" dedi.

Katliam sırasında Çanakkale Hapishanesi'nde olan Veysel Şahin, operesyon için geldiklerinde maltada sadece İlker Babacan'ın olduğunu, O'nun askerlerin üzerine doğru koşarken eline beline doğru götürmesini silah zanneden askerlerin geri kaçtığını söyledi. Ardından barikatlar kurarak 3 gün direndiklerini söyleyen Şahin, "teslim olun ve ölüm orucu yapanları verin" dediklerini söyledi.

Operasyona karşı Fidan Kalşen'in dışarı çıkıp; "Siz bu halkı, bu vatanı sevemezsiniz. Şimdi halkım yoldaşlarım için kendimi feda ediyorum" diyerek feda eylemi yaptığını söyleyen Şahin, "56 saat blok blok direndik" dedi.

Operasyondan sonra Edirne F Tipi Hapishanesi'ne götürüldüklerinde kendilerini karşılayan sivil askerlerin "Ahlak dışı aramayı kabul ediyor musun?" diye aşağılıkça bir soru sorduğunu söyleyen Şahin, kabul etmeyince işkenceye maruz kaldıklarını söyledi.

Son olarak katliamı Ümraniye Hapishasi'nde yaşamış olan Caferi Sadık Eroğlu yaşadıklarını anlattı. "Hesabının sorulması açısından 19 Aralık unutulmayacak bir tarih" diyen Eroğlu, bu saldırıyı beklediklerini ve tutsaklarından böylesi bir saldırıyı göğüsleyebilmek için bir yıldır hazırlandıklarını söyledi. Özgür tutsakların daha konusu geçmeden bile böyle bir saldırıya karşı ölüm orucuna gönüllü olduklarını söyleyen Eroğlu, bir yıl içinde neredeyse her şeyi tartıştıklarını söyledi.

Direnişçilerden hepsinin feda eylemine gönüllü olmasından kaynaklı en son kura çekmeye karar verdiklerini söyleyen Eroğlu; "Bazıları rivayet diyor ama bu gerçek. O ekibin komutanı Ahmet İbili herkesin isminin yazılı olduğu kağıtları torbaya attığında kendi isminin yazılı olduğunu elinde tuttu ve kendi ismini çekmiş gibi gösterdi. Daha sonra bir konuşma yapan Ahmet İbili'nin konuşmasının özü "Bir canım var, halkıma feda olsun" idi.

Ahmet İbili'nin kendini yakarak askerin üzerine doğru koşması sonucunda panikleyen askerlerin iki yandan ateş ettiğini ve bu sırada birbirlerini de vurduklarını söyleyen Eroğlu, "Bunun da demagojisini yaptılar. Daha sonra birbirlerini vurdukları ortaya çıktı" dedi.

Program izleyenlerin sorularının cevaplanmasının ardından son buldu.


Halkınsesi TV

17 Aralık 2009 Perşembe