20 Aralık 2007 Perşembe

'İnadına' sosyalist...



Yaşamını işçi sınıfına ve onların haklarına adayan 42 yıllık sendikacı Uğur Cankoçak, savaşımını internet üzerinden sürdürüyor


ALPER TURGUT

Eski TİP ve SDP üyesi, 42 yıllık sendikacı Uğur Cankoçak (70), bıkmadan, usanmadan hayatını adadığı sosyalizm mücadelesini artık internet üzerinde yayımladığı 'inadina.com' ile sürdürüyor.


'EN SERT' SENDİKALARDA...


Kayseri Pınarbaşı doğumlu Uğur Cankoçak, 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Aynı tarihlerde sendikal mücadeleye katılan Cankoçak, yaşamını işçi sınıfına ve sosyalizme adadı. Uzun yıllar Türkiye Maden-İş, Kimya-İş, Lastik-İş sendikalarında çalışan ve DİSK bölge temsilcisi olan Cankoçak, kendi deyimiyle 12 Eylül öncesinin ''en sert'' sendikaları olan İlerici Yapı-İş ve Tüm Maden-İş sendikalarında yöneticilik yaptı. Cankoçak, Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimlerinden Mehmet Ali Aybar ile birlikte Sosyalist Devrim Partisi'nin (SDP) kurucuları arasındaydı. Türkiye'deki büyük işçi hareketlerinin içinde yer aldığını belirten Cankoçak, ''Bugüne dek sayısız kere içeri girip çıktım. Çıkardığımız 'DİSK' gazetesinin yazıişleri müdürüyken 1.5 yıl içeride cezaevinde yattım. Sendikayı 1980'den sonra bırakmak zorunda kaldım. Aranıyordum. Yurtdışına gitmedim ama kaçak yaşadım. Hiçbir zaman mücadeleden vazgeçmedim. Hâlâ sosyalistim. Yeni Dünya Düzeni'ne küreselleşmeye karşı antikapitalist, antiemperyalist olmak lazım'' diye konuşuyor.


'POSTMODERNİZM BATAĞI'


Eski dava arkadaşlarının bir bölümünün işadamı olup büyük paralar kazandığını vurgulayan Cankoçak, şunları söylüyor:
''Bunun dışında kalanların büyük bir bölümü ise postmodernizm batağına saplandı. Onlar hem sınıf meselesini terk ettiler hem de sosyalist olduklarını söylüyorlar. Küreselleşme karşıtı olduklarından dem vurup AB'yi savunuyorlar. Bağımsızlığa karşı bağımlılıktan söz edenlerin hepsi Kemalizme ve ulus devlete de karşı... Öte yandan laik olduklarını öne sürüp siyasi İslamın değirmenine suyu en çok bunlar taşıyor.''


'DERGİ ÇIKARMAK İSTİYORUM'


Sınıf meselesini reddederek sosyalist olduklarını söyleyenlere karşı ''inadina.com'' un doğduğunu ifade eden Cankoçak, ''65 yaşından sonra bilgisayar kullanmayı öğrendim. Sanal âlemdeki İnadına dergisi 2 yılı aşkın süredir yaşamını sürdürüyor. 114'üncü sayıya ulaştık. Sitemiz salı günleri yenileniyor. Ziyaretçi oranımız yüksek. Bunu başta üniversiteliler olmak üzere toplumun her kesiminden gelen elektronik mektuplardan (e-mail) anlıyoruz. Şimdi amacım bunları kâğıda döküp dergi çıkarmak'' dedi.


Cumhuriyet / 28 şubat 2004
Not: Uğur Cankoçak'ı 15 Haziran 2005 günü yani büyük işçi yürüyüşünün 35. yıldönümünde kaybettik.

Polisleri zamanaşımı kurtardı...







Yargıtay, işkenceyle suçlanan üç polisle ilgili beraatı bozdu. Olayı haberleştiren muhabirimizin davası sürüyor


Muhabirimiz Alper Turgut'un "İşkenceye Beraat" başlıklı haberi nedeniyle 20 bin YTL para cezasına çarptırıldığı işkence davasında Yargıtay, polislerin cezalandırılması gerektiğine hükmetti. Dava zamanaşımına uğrarken Turgut'un dosyası hâlâ Yargıtay'da...
Haber Merkezi - İşkence yaptıkları iddia edilen üç polis memuru hakkında açılan davada, yerel mahkemenin verdiği beraat kararı, Yargıtay 8. Ceza Dairesi tarafından "İşkence suçu sabittir ve ceza verilmelidir" gerekçesiyle bozuldu. Ancak İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, müdahil avukatı İbrahim Ergün 'ün uluslar üstü hukuk ile ilgili tüm hatırlatma ve itirazlarına karşın zamanaşımına hükmetti. Gazetemiz muhabiri Alper Turgut , tam 9 yıl süren bu dava sırasında yazdığı "İşkenceye Beraat" başlıklı haberi nedeniyle 20 bin YTL para cezasına çarptırılmıştı. "Basın Yasası'nın 19. maddesine muhalefet" ettiği öne sürülen Turgut adına Yargıtay'a başvuran gazetemiz avukatları, gazeteciliğin gereğinin yapıldığını belirterek mahkûmiyet kararının bozulmasını istemişti.


"Kızıl Bayrak'' ve "Ekim Gençliği'' isimli dergilerin sahibi ve yazıişleri müdürlüğünü yapan Ahmet Turan, Müslüm Turfan ve Dinçer Erduvan , "Ekim'' örgütünün faaliyetlerine katıldıkları iddiasıyla, 11 Kasım 1998'de İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne bağlı polisler tarafından gözaltına alındılar. İlk muayenede sağlam görünen Turan, Turfan ve Erduvan'a, savcılığa sevk edildikleri gün İstanbul Adli Tabipliği'nce darp raporu verildi. Mağdur avukatlarının başvurusu üzerine, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı raporunda, bulguların gözaltı süresi içindeki darp ve cebirler sonucu olduğu, bu bulguların polise direnmeyle meydana gelmesinin mümkün olmayacağı, müştekilerin üzerindeki yaraların işkence fiilleri ile uyumlu olduğunun tespit edildiği vurgulandı.



İKİ YIL SONRA DAVA



İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, terörle mücadele şubesinde görevli polis memurları Mehmet Hallaç, Şeref Bayrakçı ve Mahmut Yıldız hakkında olaydan 2 yıl sonra işkence suçlamasıyla dava açtı. Avukatlar, müvekkillerinin işkenceye dayalı hüküm giydikleri ve mağdur oldukları gerekçesiyle AİHM'ye başvurdular. Mahkeme heyeti, 30 Eylül 2004'te "delil yetersizliğinden'' polislerin beraatına karar vermişti.



Gazetemiz İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, Yazıişleri Müdürü Mehmet Sucu ile Alper Turgut hakkında 18 Ekim 2004'te yayımlanan ve işkence suçundan yargılanan polislerle ilgili haber nedeniyle İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, sanıkların Basın Yasası'na aykırı davranarak "kesinleşmemiş mahkeme kararı hakkında görüş bildirmek" suçunu işledikleri gerekçesiyle cezalandırılmalarını istedi. Yargıç Sevim Efendiler , Selçuk ve Sucu'nun 5187 sayılı yasaya göre sorumlulukları bulunmadığı gerekçesiyle beraatlarına karar verdi. Yargıç, Turgut'un üzerine atılı suçu işlediğinin dosya kapsamından anlaşıldığını kaydederek 20 bin YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına hükmetti. Avukat Bülent Utku tarafından hazırlanan temyiz dilekçesinde mahkûmiyet hükmünün bozulması talep edildi. Alper Turgut'un dosyası hâlâ Yargıtay'da...



Cumhuriyet Gazetesi / 1 şubat 2007

"Sessizliğe karşı çıkan" gazeteci





Alper Turgut; tecride karşı içeride ve dışarıda ölüme yatan insanların öykülerini anlatıyor

İPEK YEZDANİ

Polis-adliye muhabirleri ve toplumsal olayları takip eden gazeteciler de tıpkı diğer gazeteciler gibi aslında tarihi olaylara; akışları içerisinde tanıklık ederler, ancak onların diğerlerinden farkı, bireysel veya toplumsal dramlara diğerlerinden daha yakın olmaları, insan hikâyelerini onları içselleştirecek denli yakından izlemeleridir. İşte onlardan biri; gazeteciliğe 15 yıl önce Milliyet'te başlayan ve Cumhuriyet'te devam eden yılların deneyimli polis-adliye muhabiri Alper Turgut, Türkiye'de F tipi cezaevlerindeki tecridi ve bu tecride karşı 7 yıldır süren ölüm orucu eylemlerini; "Sessizliğe Karşı" adlı ilk kitabında anlatıyor.

Dünyadaki bilinen en uzun açlık grevi eylemi olan "ölüm oruçlarını", devletin kendi cezaevlerine düzenlediği ve onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan "operasyonları" ve tecridin yıktığı hayatları; Türk basınında en yakından takip eden gazetecilerden biri olan Alper Turgut, bu kitabı beş yıl önce ölüm orucu eylemlerini izlerken yazmaya karar vermiş. Kitaba başlama hikâyesini "Tutuklu ve hükümlü ailelerinin gözyaşları, inadına suskun toplum ve gözler önünde eriyen bedenler nedeniyle ölüm orucu eylemine dair bir kitap yazmaya karar verdim" diye anlatan Turgut, onu bu kitabı yazmaya iten dürtüyü de "Tecrit konusunda kitap yazmak zorlu bir görevin yerine getirilmesi, sansür duvarını yıkabilmek için çırpınan acılı ailelere karşı bir vicdan borcuydu" diye tanımlıyor.

Gerçek olaylara dayanıyor

Turgut, gerçek olaylara ve yaşanmışlıklara dayanan "Sessizliğe Karşı"da; tecride karşı içeride ve dışarıda ölüme yatan insanların öykülerine dair çarpıcı bazı bilgileri şöyle aktarıyor:
"122 insanı aramızdan alan 600’ü aşkın sakata yol açan tecrit karşıtı eylem tamı tamına 2285 güne yayılmıştı. Bu, milyonlarca cana mal olan 2. Dünya Savaşı’ndan daha uzun bir süreye denk geliyor. Direniş başlarken doğanlar bugün ilkokul öğrencisi... Düşünün! Gazeteci Hrant Dink’in katil zanlısı Ogün Samast açlık grevinin ilk günlerinde henüz 10 yaşında masum bir çocuktu. The New York Times, açlığın birinci yıldönümünde 'modern tarihin en uzun eylemi’ notunu düşmüştü. 1984'te Aysel Zehir'le başlayan Wernicke Korsakoff Sendromu'na (WKS) yakalananların sayısının ise bugün bin kişiyi aşacağını tahmin bile edemezdim."
Turgut'un kitabında, asla var olmayan bir Latin Amerika ülkesinde yaşayan Ramon ve Dolores’in, ölmeden önce "Onların ekmeğini yiyemezdim" diyen bir çocuk annesi Sevgi Erdoğan ve eylemde iki yavrusunu yitiren Ahmet Kulaksız’ın gerçek öyküleriyle kesişen kurgusal hikâyesine de yer veriliyor.

Kitaba sondan başlayın

Turgut, kitabı sonundan, yani "cezaevi tarihçesi" bölümünden başlayarak okumamızı tavsiye ediyor. Zira "sonsöz" yerine yazığı "tarihçe"de, dünya ve Türkiye cezaevlerini anlatan binlerce belgeyi inceleyip özetlemiş. "Sonsöz"de; Türkiye'deki cezaevlerindeki çeteler, operasyonlar ve işgallerden, yani Türkiye'nin cezaevi gerçeğinden bahsederken, aynı zamanda Irak'taki "Kaynayan Kazan" olarak anılan "Ebu Garib Cezaevi"nden ve dünyadaki diğer benzeri cezaevlerinden de örnekler veriyor.

Alper Turgut'un yazımı iki yıl süren kitabı matbaaya gittikten sonra; Avukat Behiç Aşçı'nın cezaevlerindeki tecrite karşı başlattığı ölüm orucu eyleminden somut sonuçlar elde edilmesiyle birlikte 22 Ocak 2007 günü ölüm orucuna ara verildi. Turgut, kitabına "son anda" müdahale etmesine neden olan bu süreci ise şöyle anlatıyor:
"Vicdanları tekrar ayaklandıran Avukat Behiç Aşçı, hayatını ortaya koyarak 'Sessizliğe Karşı' çıktı. Onun 'İnsanlık asla kaybetmez' çığlığı yüreklerde yerini buldu. Baroların önerisi '3 Kapı 3 Kilit' ete kemiğe büründü ve artık tecridin kaldırılması için somut adımlar beklenir oldu. Ben de son anda baskıdaki kitaba müdahale edebildim. Zor da olsa uğurlu geldiğine inandığım ‘Sessizliğe Karşı’yı güncelleyebildim."

ONUN YAŞAMINI ÇALDILAR


İşkence mağduru Hüseyin Özlütaş, 23 yıl öncesinin izlerini hâlâ taşıyor, cuntacılardan hesap sorulmasını istiyor

Üzerinde yaklaşık 50 işkence metodu denenen Hüseyin Özlütaş felç oldu. Baston yardımıyla yürüyen, refakatçisi olmadan dışarı çıkamayan, konuşmakta güçlük çeken Özlütaş yaşam mücadelesinden hiç vazgeçmedi. Hüseyin Özlütaş, gözaltını ve işkenceyi anlattığı ''Felç'' ve cezaevi koşullarıyla dışardaki yaşamının bir bölümünü aktardığı ''Onca İşkenceden Sonra'' isimli iki kitap yazdı.

ALPER TURGUT

Maden Mühendisi Hüseyin Özlütaş bugün 58 yaşında ve hâlâ 23 yıl önce gördüğü ağır işkencenin izlerini taşıyor. Tarih 22 Nisan 1981... Ertesi gün ''Çocuk Bayramı'' ydı ve Özlütaş'ın oğlu da kutlamalara katılacaktı. Özlütaş ailesi, askeri darbenin yeni kurbanlar aradığından habersiz, büyük bir coşkuyla erkenden yattılar, baskına uykuda yakalandılar. Sevdiklerinin kollarından kopartılan evin babası Hüseyin Özlütaş, bir mevsim boyunca gözaltında kaldı. İşkence tezgâhlarında felç olan Özlütaş, başına gelenler karşısında asla pes etmedi. Yaşama daha bir sıkı bağlandı, bir çocuğu daha oldu, mücadelesini sürdürdü, kitaplar yazdı. Özlütaş'ın işkence mağduru olarak tek bir isteği var: Cuntacılardan hesap sorulması...

12 Eylül karanlığıyla tanıştığında bir holdingde maden mühendisi olarak çalışıyordu Hüseyin Özlütaş, evli ve bir çocuk babasıydı. Gayrettepe'deki polis merkezinde 90 gün tutuldu. Ağır işkence gördü Hüseyin Özlütaş, kaba dayak, falaka, filistinaskısı, sonra elektrik... Üzerinde yaklaşık 50 işkence metodu denendi, felç kaldı: ''Günlerce kan işedim. Ağzımdan ve kulağımdan kan geldi. Üzerime kaynar su dökülerek haşlandım. Tam üç kez öldü diye bıraktılar. Doktorlara göre işkence sonucu boyunda bir daralma olmuş. Sağ kolum ondan sonra tutmadı.''

Gayrettepe'den sonraki durak Selimiye Kışlası'sıydı. Kışlanın ''at ahırları'' nda geçen 15 günün ardından 20 ay da Sultanahmet Cezaevi'nde yattı. Sıkıyönetim Mahkemesi'nde TDKP üyesi olduğu gerekçesiyle yargılanan Özlütaş'ın suçsuz olduğuna karar verildi.

Mücadeleye devam
Cezaevinden çıktıktan sonra işkencenin yaralarını sarmak için yurtdışına gitti. Kalma izni verilmesine ve yüksek maaş önerilmesine karşın mücadele etmek için Türkiye'ye döndü. Yaşamaktan vazgeçmedi, bir çocuğu daha oldu. Kendi söylemiyle ''Gönüllü sürgünlüğüne'' evinde devam etti. Gözaltını ve işkenceyi anlattığı ''Felç'' adlı kitabından sonra cezaevi koşullarıyla dışardaki yaşamının bir bölümünü aktardığı ''Onca İşkenceden Sonra'' isimli kitabı Evrensel Basım Yayım'dan çıktı. Baston yardımıyla yüreyen, refakatçisi olmadan dışarı çıkamayan, konuşmakta güçlük çeken Özlütaş bugün 58 yaşında... ''12 Eylül toplumsal bir tahribat yaptı, kapanmaz derin yaralar açtı'' diye konuşuyor Özlütaş ve ekliyor: ''O gün doğanlar bugün 24 yaşında. Hükümetler geldi geçti.. hiç kimse hesap soramadı. Cuntanın yasaları hep geçerli oldu. Toplum ise 12 Eylül'ü hiç unutamadı. Dilerim ki halkımız Şili halkını örnek alır da cuntadan hesap sorar.''

Sosyalist devrim isteğine ve özgürlük mücadelesine hâlâ sıkı sıkıya bağlı olan işkence mağduru Hüseyin Özlütaş şunları söylüyor: ''Yaşam avanta bir şey değildir. Yaşam uğruna çaba gerekli, bedel ödemek ve bedel ödemeyi göze almak gerekli. Fransız devrimini düşünün, Paris komünarlarını düşünün.. üzerinden o kadar yıl geçtiği halde, insanlık onların yarattığı değerlerden yararlanmayı sürdürüyor.''

Köşe yazarlığı da yaptı

Hüseyin Özlütaş, 1946 yılında Tunceli'nin Mazgirt ilçesine bağlı Muhundu-Fakirler köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokul ve liseyi Şeker Fabrikası'ndan aldığı bursla Elazığ'da okudu. Yüksek öğrenimini İstanbul'da yaparak 1969 yılında maden mühendisi oldu. 1973-1978 yılları arasında TMMOB Maden Mühendisleri Odası'nın temsilciliğini üstlenen, İstanbul Şubesi'nin açılışında katkısı bulunan Özlütaş, birkaç arkadaşıyla birlikte TMMOB İstanbul Koordinasyon Kurulu'nu kurdu. Mühendis gazetesi ''Ölçü'', ilk onun döneminde çıktı. Bir dönem günlük bir gazetede köşe yazarlığı yaptı ve köşesine, Ölçü adını verdi. Özlütaş ayrıca Kartal İşçiler Derneği'ni (K.İ.D) kurarak, yaklaşık iki yıl başkanlığında bulundu.

Cumhuriyet / 15 Eylül 2004

O yaşama tutundu...

Özgür Uyanık, işkence raporlarının 'kaybolduğu' bir yargılama sonrası müebbete mahkûm edildi ama yılmadı

Yasadışı örgüt üyesi olmak suçlamasıyla gözaltına alındı. 18 gün sorgulandı, işkence gördüğüne dair rapor kayboldu ve müebbet hapse mahkûm oldu. Fakat bunların hiçbiri onu yıldırmadı: Davasını AİHM'e taşıdı, üniversiteyi üstün başarıyla bitirdi, kitap yazdı, resim yaptı, âşık oldu.

ALPER TURGUT

İfadesinin işkence altında alınması iddialarına karşın yapılan yargılamalar sonucu müebbet hapis cezasına çarptırılan siyasi hükümlü Özgür Uyanık , iç hukuk yolları kapanınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdu. Cezaevinde geçirdiği 8 yılda, üniversiteyi üstün başarı belgesiyle bitiren, kitap yazan, sanatın her dalıyla uğraşan ve nişanlanan Uyanık'ın işkence gördüğüne dair raporu kaybolmuş, gerekli muayene ise trajikomik bir şekilde geçen yıl yapılabilmişti.

Özgür Uyanık (30), 1996 yılında İstanbul'da Halkevleri üyesiyken gözaltına alındı. Dev-Yolcu olmakla suçlanan Uyanık, İstanbul, Mersin, Antalya ve Balıkesir'de tam 18 gün sorgulandı. Sorgu bitiminde sevk edildiği İstanbul DGM tarafından tutuklanan Özgür Uyanık, işkence altında ifadesinin alındığını söylemesine karşın muayene kâğıtlarının kaybolduğu anlaşıldı...

Adli kurumlar ve hastaneler arasında gerçekleştirilen birçok yazışmadan sonra Özgür Uyanık'ın gerekli muayenesi tam 7 yıl sonra 2003 yılında Pendik Devlet Hastanesi'nde yapıldı. Şikâyet dilekçesinin üzerinden yıllar geçmesinin ardından verilen raporda, rahatsızlıkların bir bölümü tespit edildi. Ancak rahatsızlıkların işkenceden kaynaklı olup olmadığının anlaşılması artık mümkün değildi.

Yerel mahkemenin verdiği müebbet cezası, ''sanıkların temyiz itirazları (işkence iddiaları) yerinde görüldüğünden'' Yargıtay tarafından bozuldu. DGM'de yapılan duruşma ise işkence soruşturmasının yanıtının beklenmesi için 23 Ağustos 2004'e bırakıldı.
İşkence soruşturmasına ''takipsizlik kararı'' verilmesi ve iç hukuk yollarının kapanması üzerine Kartal H Tipi Cezaevi'nde tutulan Uyanık'ın avukatları, ''işkence ve gözaltı süresinin aşıldığı'' gerekçesiyle AİHM'ye başvurdu.

Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nü cezaevinde ''Üstün Başarı Belgesi'' alarak bitiren Özgür Uyanık'ın, dava arkadaşı Ulaş Kipal ile birlikte yazdığı ''Türkiye Milli İktisat Tarihi (Devletçilik)'' adlı kitap ise Kaynak Yayınları'ndan çıktı. Uyanık'ın haksız yere yargılandığının er geç ortaya çıkacağını belirten Yudum Ersezer , cezaevinde tanıştığı nişanlısı için şunları söylüyor: ''Dışarıdayken öylesine uğraştığı resimde ustalaştı. Cezaevinde kişisel sergi açtı. Ayrıca arkadaşlarıyla birlikte açık görüşün yapıldığı odanın duvarını fırçalarıyla özgürleştirdiler. Ebru kursu açıldı, onu öğrendi. Cezaevinden ebrulu kartlar gönderiyor bayram ve tebrik kartları olarak... Cezaevinde olmak öldürmüyor sevgiyi, aşkı, özlemi...''

Cumhuriyet / 20 Ağustos 2004

Cezaevinde Sessiz Ölüm!

ÇHD, yeni İnfaz Yasa Tasarısı'nı 'Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğuna' başlığıyla ele aldı

Çağdaş Hukukçular Derneği'nin (ÇHD) incelemesi yeni "İnfaz Yasa Tasarısı''nın , mahkûmu insan olarak görmediğini, despotik bir çizgiyi temsil ettiğini ortaya koydu. Tasarıda 12 Eylül'ün bile başaramadığı uygulamalar bulunduğu vurgulanarak amacın ''her türlü işkencenin, zamana yayılmış sessizce öldürmenin toplumdan gizlenmesi için gerekli 'yüksek güvenliğin' sağlanması'' olduğu belirtildi.

Baro raporlarına da yer verilen çalışmada hücre, tecrit, tretman (iyileştirme) ve tek tip elbise uygulamalarının çok sayıda hükümlünün yaşamına mal olacağı kaydedildi. ÇHD ''Sessiz direnişte bulunmak'', ''Gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak'' ve ''Gereksinimden çok yayın bulundurmak'' gibi kısıtlamalar karşısında söylenebilecek söz kalmadığını vurguladı.

ALPER TURGUT

Engizisyon mantığı cezaevinde

Çağdaş Hukukçular Derneği'nce (ÇHD) çıkarılan ''Çağdaş Hukuk'' un özel sayısında, yeni "İnfaz Yasa Tasarısı'' masaya yatırılırken F tipi cezaevleri, hücre, tecrit, tretman (iyileştirme) ve tek tip elbise gibi sorunlar mercek altına alındı. Baro raporları, disiplin cezaları incelemeleri ile tutuklu ve hükümlü mektuplarına da yer verilen ''F tipinden Yeni İnfaz-İzolasyon Yasası'na, Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğu'na'' başlıklı yayında, tasarının amacının ''her türlü eziyet ve işkencenin, zamana yayılmış sessizce öldürmenin toplumdan gizlenmesi için gerekli 'yüksek güvenliğin' sağlanması'' olduğu belirtildi.

ÇHD, ''Ceza ve İnfaz Yasa Tasarısı'' nın hukuksal eleştirisinde, tasarıda hakların her an geri alınabilir bir ödül olarak gösterildiğini vurgulayarak ''Tanınmış gibi görünen kısmi haklar boyun eğdirme ve sindirme politikasının aracı olarak düzenlenmiştir'' tespitinde bulunuyor. Tasarının 64. maddesinde, tek tip elbise giyilmesinin zorunlu, reddedilmesinin disiplin suçu olarak düzenlendiği kaydedilen raporda, 12 Eylül faşizminin başaramadığı bu uygulamanın, birçok hükümlünün yaşamına mal olmadan engellenmesi istendi. Raporda, tasarının 82. maddesinde, hukuk dışı ''zorla müdahale'' imkânı arandığı ifade edilerek şu görüşlere yer verildi: ''Zorla müdahale nedeniyle insanlar yaşamını yitirmiş, yüzlerce tutuklu ve hükümlü sakat kalmıştır. Müdahaleler çok daha kapsamlı ve ağır sonuçlar doğuran yeni eylem biçimlerine (kendini yakma vb.) yol açmaktadır. Maddeden anlaşılan, Adalet Bakanlığı'nın geçen 4 yıl içerisinde ülkemiz cezaevlerinde meydana gelen acı olaylardan hiç ders çıkarmadığı ve hukuk dışı idare mantığını yenilemeye ihtiyaç duymadığıdır. Düzenleme tamamen kaldırılmalıdır.''
Tasarının 34. maddesinin girişinde düzenlenen ''Kurumlarda, odalar ve eklentilerinde, hükümlülerin üst ve eşyasında habersiz olarak her zaman arama yapılabilir'' hükmünün, kişi güvenliği ve özgürlüğünü ortadan kaldıracağı için anayasanın 19. maddesine aykırı olduğunun altı çiziliyor.

''Haberleşme ve İletişim Araçlarından Yoksun Bırakma veya Kısıtlama'' yı düzenleyen 40. maddenin, tutuklu ve hükümlüleri mektup, telgraf, televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap ve diğer iletişim araçlarından bir aydan üç aya kadar yoksun bırakmasının tecrit koşullarını ağırlaştıracağı belirtildi.

Raporda, ''disiplin cezalarında kıyas'', ''disiplin soruşturmalarında savunma hakkı' ve ''yönetim tarafından alınacak tedbirleri'' içeren maddelerin de hukuka ve anayasaya aykırı olduğu kaydedildi.

ÇHD ayrıca ''Kurumda kapıların açılması ve temasın önlenmesi'', ''Hücreye koyma'', ''Bazı etkinliklere katılmaktan alıkoyma'', ''Ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma'', ''Nakil'' ve ''İş karşılığı verilen ücretten kesme veya işten bütünüyle yoksun bırakma'' gibi maddeler ile çeşitli düzey ve yoğunlukta ''izolasyon'' uygulamasının dayatıldığını vurguluyor. Tasarının 24. maddesi ikinci bendinin trajik bir şekilde ''engizisyon'' yükümlülüklerini hatırlattığı belirtilen raporda, ''İnfaz idaresine göre hükümle birlikte bedenin 'mülkiyeti ve intifa hakkı' el değiştirmiştir'' yorumunda bulunuluyor.

Cumhuriyet / 19 Ağustos 2004

F tipinde 117. ölüm...

5 aydır hastanedeydi

ALPER TURGUT

10. ölüm orucu ekibinin son üyesi tutuklu Selami Kurnaz, eyleminin 300. gününde 5 aydır kaldığı Tekirdağ Devlet Hastanesi'nde yaşamını yitirdi. Tecrit karşıtı eylemlere katıldığı gerekçesiyle 25 Haziran 2001 günü tutuklanan Selami Kurnaz, Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne gönderildi. Hücreleri protesto etmek için 2003 yılında ölüm orucu eylemine başlayan Kurnaz, durumu ağırlaşınca 19 Mart 2004 günü Tekirdağ Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Halkın Hukuk Bürosu avukatları, hastanede Kurnaz'a zorla müdahale edildiğini öne sürerek ''Tam 5 ay zorla müdahale tehdidi altında tüm haklarından mahrum bir şekilde kimseyle görüştürülmedi. Hastanede 'rehin' tutulan müvekkilimiz önceki gün yaşamını yitirdi'' dediler.Selami Kurnaz'ın cenazesi toprağa verilmek üzere memleketi Trabzon'a gönderildi.

Cumhuriyet / 18 Ağustos 2004

Ölümler Durdurulsun...

Ailelerden F tipi cezaevine isyan

ALPER TURGUT

Tekirdağ F Tipi Cezaevi'nde ''ihmal'' sonucu yaşamını yitirdiği öne sürülen Salih Sevinel'in 20 yaşındaki oğlu Mehmet Sevinel, babasının tecrit uygulamaların 116. kurbanı olduğunu vurgulayarak ''Bugün babam öldü. Yarın başkalarının babası ölebilir'' dedi.

Tecrit nedeniyle psikolojisi bozulan Hasan Tahsin Akgün'ün (22) annesi Melek Akgün ise ''Görüş kabinine her girdiğimde oğlum yerine 5 yaşındaki bir çocukla karşılaşıyorum. Benimle değil, kendi kendine veya başka isimler ve cisimlerle konuşuyor'' derken gözleri doluyor.
Taksim'deki Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nde ''Haziran-Temmuz Cezaevleri Hak İhlalleri Raporu'' nu açıklayan TAYAD'lı aileler, Erol Zavar, Ufuk Keskin ve Tolga Balotacı'nın sağlık durumlarının iyi olmadığını, Hasan Tahsin Akgün ve Yıldız Baguç Türkoğlu'nun ise psikolojik sorunları bulunduğunu belirttiler. Raporda, İzmir Kırklar F Tipi Cezaevi'nde ölüm orucuna başlayan Mehmet İnan Işık'ın tartaklanarak tek kişilik hücreye kapatıldığı kaydedildi.

Cumhuriyet / 8 Ağustos 2004

Doktor raporuna rağmen oğlunu göremedi

F tipi cezaevi ziyaretine kalp pili engeli

Kalbinde pil olan Ali Akpınar, ölüm riski taşıdığı için X-Ray cihazından geçmeyince oğlunu göremedi. Cezaevi yetkilileri doktor raporuna karşın Akpınar'ı elle ramayı reddetti.

ALPER TURGUT

Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nde kalan Wernicke Korsakoff hastası Hüseyin Akpınar'ın babası Ali Akpınar, kalbindeki pil yüzünden X-Ray cihazından geçemeyince oğlunu göremedi. Konuyla ilgili olarak suç duyurusunda bulunan Hüseyin Akpınar, ayrıca babasının yaşadıklarını TBMM İnsan Hakları İzleme Komisyonu'na mektup yazarak bildirdi.

Bağcılar'da oturan Ali Akpınar, kalp rahatsızlığı nedeniyle 2004 yılının yaz aylarında ameliyat oldu ve kalbine pil takıldı. Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Cezaevi'ne yatan oğlu Hüseyin Akpınar'ı 31 Mart 2005 Perşembe günü görmek isteyen babanın ziyareti kalp piline takıldı. X-Ray cihazından geçmesi tehlikeli ve riskli olan Ali Akpınar, cezaevi görevlilerine doktorlar tarafından kendisine verilen ''X-Ray cihazından geçmemesi gerektiği'' yönündeki rapor ile kalbinde pil takılı olan hastaların özel kimlik kartını gösterdi. İddiaya göre, elle arama yapılmasını isteyen Ali Akpınar'a cezaevi yönetimi tarafından X-Ray cihazından geçmesi gerektiği iletildi.
''Ya geç, bir şey olmaz'' yanıtını alan baba Ali Akpınar, tüm girişimlerine karşın sonuç alamayınca oğlunu göremeden geri dönmek zorunda kaldı. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği tarafından yapılan açıklamada, ''Baba, oğlunu göremediğine mi yansın, oğlunu görebilmek için hayatını tehlikeye atması gerektiğine mi? Ne olacak peki? Oğlunu göremeyecek mi bu baba? Ya da ölmesi mi gerekiyor? Tecrit işkencedir'' denildi.

Kalp pili olan hastalar, X-Ray cihazından geçme zorunluluğunun olduğu emniyet, havaalanı, cezaevi gibi yerlerde, X-Ray cihazından geçmeyerek kendilerini elle aratıyorlar. Hatta insan sağlığını tehlikeye sokmaması için kalp pili olan hastalar geçerken bu cihazların kapatılması gerekiyor.

Cumhuriyet / 20 Nisan 2005

Adam kaçırıp işkence yaptılar

GÜNEŞLİ ÜLKÜ OCAĞI

ALPER TURGUT

Emek Gençliği üyesi iki kişi, ülkücüler tarafından zorla kaçırılarak Güneşli Ülkü Ocakları'nda alıkonuldu. Ülkücüler tarafından dövülen ve işkence gören gençler, polisin yaptığı operasyonla kurtarıldı. Ülkücüler, Trabzon ve Adapazarı'nda yaşanan linç girişimleri ile bazı üniversite ve liselere sıçrayan şiddet olayları nedeniyle suçlanmış, geçen hafta da Ülkü Ocakları Konya İl Başkanlığı'nda, bir kişinin silahla yaralanmasıyla sonuçlanan kavgayla ilgili olarak 8 kişi tutuklanmıştı.

Emek Gençliği'nin düzenleyeceği lise kurultayı için Barbaros Lisesi öğrencileriyle Barbaros Hayrettin Paşa Parkı'nda görüşen Erhan Batka (22) ve Hüseyin Kıyak'ın (27) çevresi yaklaşık 40 ülkücü tarafından çevrildi. ''Siz örgüt kuruyormuşsunuz. Başkanımız sizi bekliyor'' diyen ülkücüler tarafından iki arabaya bindirilerek Güneşli Ülkü Ocağı'na götürülen Batka ve Kıyak, demir çubuk ve sopalarla dövülerek ölümle tehdit edildiler. Emeğin Partisi (EMEP) yöneticilerinin olayı polise haber vermesi üzerine harekete geçen güvenlik güçleri, Güneşli Ülkü Ocağı'nın bulunduğu binaya baskın gerçekleştirdi. Operasyonda iki genç kurtarılırken polis, 5 ülkücüyü gözaltına aldı. Cep telefonu, kimlik ve cüzdanlarının ülkücüler tarafından gasp edildiğini söyleyen Batka ve Kıyak'ın vücutlarında birçok darp izi oluştu. Emek Gençliği İstanbul İl Yönetimi tarafından yapılan açıklamada, sorumluların cezalandırılması istenerek ''Karanlık güçlerin mafyatik örgütlenmeleri olan ülkü ocakları dağıtılmalıdır'' denildi.

Cumhuriyet / 17 Nisan 2005

Karanfillerle anıldılar...

Gazi'yi kana boğan olayların 10. yıldönümü

ALPER TURGUT

Karanlık güçlerin sahneye koyduğu kirli bir oyunun ardından Gaziosmanpaşa Gazi ve Ümraniye Mustafa Kemal mahallelerini kana boğan olayların bugün 10. yıldönümü...

10 yıl önce bugün, çoğunlukla Alevi yurttaşların yaşadığı Gazi Mahallesi'nde, acısı hâlâ tazeliğini koruyan ''katliam'' ın fitili ateşlendi. Bu mahallenin adı, simitçi Bayram Duran 'ın gözaltında ölümü dışında pek duyulmamıştı. Akşam saatleriydi, bagajında boğazı kesilmiş şoför Mesut Efe 'nin cesedinin yattığı taksi, mahallenin en işlek caddesi olan İnönü Caddesi'ne saptı. Taksinin camları ağır ağır açıldı ve otomatik silahlar ölüm kustu. Cadde üzerindeki 4 kahvehane ve bir pastaneyi tarayan saldırganlar, 68 yaşındaki Halil Kaya 'yı öldürüp olay yerinden uzaklaştı. Kaya'nın ölümünü duyan sokağa çıktı. Saatler geçmesine karşın polislerin olay yerine gelmemesi üzerine öfke büyüdü ve topluluk karakola doğru yürüyüşe geçti. Güvenlik güçlerinin kurşun yağmuru altında kalan çok sayıda kişi öldü ya da yaralandı. Olaylar kısa bir süre sonra Ümraniye'ye sıçradı. Barikatlar kuruldu, sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 4 günün ardından askerlerin, halk ve polisin arasına girmesiyle olaylar sona erdi. Bilanço korkunçtu. Olaylarda tam 23 kişi yaşamını yitirmişti. Olaylar sonunda yalnızca 20 polis memuruna açılan dava, güvenlik gerekçesiyle İstanbul'dan 1200 kilometre uzağa, Trabzon'a taşındı. Yıllar süren dava sonucunda, iki polise ceza verildi, diğerleri beraat etti.

Gazi olaylarının 10. yıldönümünde yaşamını yitirenler gözyaşlarıyla anıldı
Binlerce kişi katliamı lanetledi

ALPER TURGUT

Gaziosmanpaşa Gazi ve Ümraniye Mustafa Kemal mahallelerinde 10 yıl önce kirli bir provokasyonun ardından çıkan olaylarda yaşamlarını yitirenler, binlerce kişi tarafından ''İktidar Katilleri Koruyor'' sloganlarıyla anıldı. Gözyaşları arasında öldürülen çocuklarının fotoğrafları ve karanfillerle yürüyen aileler, ''Devlet, provokasyona karşı haklı ve doğal bir tepki geliştiren bizlere katliamla yanıt verdi. Hani biz Aleviler, cumhuriyetin temel taşı idik'' dediler. Gazi Mahallesi'ndeki her anma töreninde, göstericilere sert bir şekilde müdahale eden ve yüzlerce kişiyi gözaltına alan güvenlik güçlerinin, bu kez topluluktan uzak durarak sadece izlemekle yetindiği gözlendi.

Gazi Mahallesi'nde sabah saatlerinde geniş güvenlik önlemleri arasında toplanmaya başlayan gruplar önce Alibeyköy Mezarlığı'nda bir anma töreni düzenledi. Törenin ardından Gazi Mahallesi'ne doğru yürüyen topluluk, karanlık güçlerce taranan 4 kahvehane ve bir pastaneye karanfil bıraktı. Gazi Cemevi önünde gitgide büyüyen kitle öğlen saatlerinde binlerce kişiye ulaşırken İnönü Caddesi'nin üzerinde HÖC, ESP, Halkevleri, DHP, DEHAP, SDP, SODAP, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve dergi gruplarınca kortejler oluşturuldu. En önde olayda yaşamlarını yitirenlerin ailelerince taşınan ''Gazi Şehitleri Ölümsüzdür, Unutmayacağız, Unutturmayacağız'' yazılı pankartla dev kortej, saat 12.30'da Gazi Mezarlığı'na doğru yürüyüşe geçti. Polisin uzak durmaya özen gösterdiği yürüyüş boyunca olayda hayatlarını kaybedenlerin fotoğraflarını taşıyan topluluk saat 13.00'te mezarlığa ulaştı.

Aradan geçen onca zamana karşın acıları hiç dinmeyen aileler, gözyaşlarının sel olup aktığı ağıtlar eşliğinde evlatlarının mezarlarını karanfillerle süslediler. Grup Yorum tarafından söylenilen ''Bize Ölüm Yok'' adlı marştan sonra tekrar cemevine yürüyen topluluk olaysız dağıldı.

Cumhuriyet / 12-13 Mart 2005

İÇKENCECİ YAŞ TANIMIYOR!

İstanbul'da 2003 yılında 34, 2004 yılında ise 12 çocuk işkence gördüğü iddiasıyla İHD'ye başvurdu

**İHD İstanbul Şubesi'nin Hak İhlalleri Raporu'na göre son iki yılda 622 kişi işkence gördü. Son iki yılda işkence gördüğünü ileri süren yurttaşların 46'sı ise yaşları 14 ile 17 arasında değişen çocuklar.

ALPER TURGUT

Tüm dünyada lanetlenen ''insanlık suçu'' işkencenin, yetişkinler dışında çocuk kurbanları da var. İstanbul'da geçen yıl, yaşları 14 ile 17 arasında değişen 12 çocuk işkence gördükleri iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Mağdur çocuklar, ''korkudan altına kaçırma, yalnız kalamama ve evden dışarı çıkamama'' gibi psikolojik sorunlar yaşarken işkence yaptıkları iddiasıyla suçlanan güvenlik güçleri hakkında soruşturma açılmadı.

İHD İstanbul Şubesi'nin Hak İhlalleri Raporu'na göre, son iki yılda 622 kişi işkence gördü. İstanbul'da işkence gördüğü iddiasıyla 2004 yılında 12, 2003'te ise 34 çocuk İHD'ye başvuruda bulundu. İHD'ye aileleriyle birlikte gelen mağdur çocuklardan 17 yaşındaki lise öğrencisi G.K. , Gazi Mahallesi'nde bakkal dönüşü bir gösterinin dağıtıldığına tanık oldu. Poşetinin içinden, bakkaldan aldığı malzemeler çıkmasına karşın polis tarafından dövülen G.K., o günden bu yana psikolojik sorunlar yaşıyor. ''Şüpheli şahıs'' olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan 17 yaşındaki H.D. ise ''Askıya aldılar, hayalarımı sıktılar. Tıraş bıçağıyla kaşlarımı kazıdılar'' diye konuştu. H.D., 15 günlük iş göremez raporu aldı.

Bağcılar'da babalarına ait minibüste, ağabeyiyle birlikte çay ve kahvaltılık satan 14 yaşındaki S.B. , başına gelenleri şöyle anlatıyor:
''Polis ve zabıta memurlarının, ağabeyime dayak attıklarını görünce müdahale ettim. Cop, silah ve kalaslarla ikimizi birden dövdüler. Kolum kırıldı. Yaşım küçük olmasına karşın 24 saat gözaltında tutuldum.''

15 yaşındaki H.T.T. ve annesi Sakine T. , Fıçıcı Abdi Mahallesi'nde çıkan silahlı çatışmada yaralanan iki kişiye yardım ettiler. Yaralıları taksiye bindirerek hastaneye götüren annenin ifadesine başvurulurken kızı H.T.T., gözaltına alındı. Avukatıyla üç gün görüştürülmeyen ve Beyoğlu Çocuk Bürosu'nda elini kesen küçük kız, savcılık tarafından serbest bırakıldı.
Öğrenci Y.K. (14), polis tarafından Beyoğlu'nda gözaltına alındı. ''Ellerimi kelepçelediler ve kafama silah kabzasıyla vurdular'' diyen Y.K., savcılık tarafından serbest bırakıldı.

Cumhuriyet / 26 Ocak 2005

24 yıl sonra yeniden...

Devrimci Sol Ana Davası...


*Yargıtay tarafından bozulan 1243 sanıklı Devrimci Sol ana davası, 24 yıl aradan sonra yeniden görülecek. Davanın ilk duruşması 11 Nisan'da yapılacak.

ALPER TURGUT

Toplam 1243 sanıklı Devrimci Sol ana davası, 24 yıl aradan sonra tekrar görülecek. Yargıtay tarafından ''kayıp 100 klasör'' nedeniyle bozulan davanın duruşması, Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 11 Nisan 2005 günü başlayacak ve dört gün sürecek. Halkın Hukuk Bürosu avukatları, davada yargılananların mağdur olduğunu belirterek ''Yaşadıkları işkenceyi, baskıyı kimse telafi edemez. Asıl yargılanması gereken 'Asmayıp besleyelim mi?' diye fetva verenlerdir. Bu davada derhal beraat kararı verilerek bir parça olsun adaletsizliğin giderilmesi konusunda adım atılmalıdır'' dediler.

Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından Metris Baştabya'da 1981 yılında başlayan ana dava tam 10 yıl sürdü. Mahkeme, sanıkları bir idam, 33 müebbet ve binlerce yılı bulan hapis cezalarına çarptırdı. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi kapanınca yetkiyi devralan Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi, ana dava dosyalarını Yargıtay'a gönderdi. Yargıtay 11. Ceza Dairesi'nin incelemesi sonucunda, dava dosyalarının dörtte birinin kayıp olduğu anlaşıldı.
Ceza Dairesi, kayıp belgeler arasında iddianame ve ifadeler gibi belgeler bulunduğunu belirterek eksik 100 klasör nedeniyle davayı bozdu. Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı'nın dava dosyasının eksik olmadığı gerekçesiyle yaptığı başvuru ise Yargıtay tarafından reddedildi. Bozulan ana dava dosyası, geçen yıl tekrar Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildi.
12 Eylül darbesinin ardından tutuklanan dava sanıkları, 2 yıl süresince avukatları ve aileleriyle görüştürülmediler. İlk duruşmanın ardından tutuklular, kalem ve kâğıtla yargılandıkları dava dosyalarını istedikleri için saldırıya uğradılar. Verdikleri dilekçeler nedeniyle onlarca tutuklu, yargılandıkları maddelerden daha ağır cezalara çarptırıldılar. Dava sürerken tek tip elbise (TTE) uygulamaya konuldu. Uygulamayı kabul etmeyerek duruşmaya don ve atletle getirilen tutuklular, mahkeme heyeti tarafından ''ahlaka mugayir'' kıyafetle geldikleri gerekçesiyle salondan atıldılar. TTE uygulamasını protesto için yapılan ölüm orucu eylemindeyse 4 tutuklu yaşamını yitirdi. Davanın sanıkları yıllarca tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldılar. Sanıkların büyük kısmı beraat etti.

Cumhuriyet /5 Ocak 2005

F tipinde TV komedisi...

Sincan'daki cezaevi yönetiminin tercihi: Ya Türk filmi ya da Hıristiyanlık propagandası

Tutuklu ve hükümlü aileleri, Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nin merkezi TV yayını içinde bulunan haber ve belgesel kanallarının iptal edildiğini ileri sürdü. Yabancı kanallar arasında sadece Hıristiyanlık propagandası yapan GOD TV'nin yayınının devam ettiğini belirten aileler, "AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyundu" dediler.

ALPER TURGUT

Ankara Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'ndeki merkezi televizyon yayınında yer alan yabancı haber, bilim, kültür ve sanat kanallarının kaldırılması tutuklu ve hükümlülerin tepkisini çekti. Merkezi yayında tek yabancı kanal olarak 24 saat Hıristiyanlık propagandası yapan GOD (Tanrı) TV'nin kaldığını belirten tutuklu ve hükümlü yakınları, ''AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyunmuştur'' dedi.

Tutuklu ve hükümlü aileleri, Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nin merkezi TV yayını içinde bulunan BBC-World, DW, ARTE gibi kanalların, cezaevi yönetiminin kararı doğrultusunda iptal edildiğini iddia etti. Bu kanalların yerine Yeşilçam TV, Dizi TV gibi yerli kanalların yayımlanmaya başladığını belirten aileler, tutuklu ve hükümlülerin dış dünyaya açılan pencerelerinin kapatıldığını ve tretman (iyileştirme) adı altında apolitikleştirme ve sıradanlaştırmanın dayatıldığını öne sürdüler.

Tanrı TV serbest

Trajikomik bir şekilde merkezi yayın içinde kalan tek yabancı kanalın GOD TV (İngilizce Tanrı) olduğunu ifade eden aileler, bu kanal aracılığıyla 24 saat süreyle Hıristiyanlık propagandasının ekranlara taşındığını söylediler. AKP iktidarının laiklik ilkesini zedelediğini iddia eden aileler, ''AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyunmuştur. Avrupa Birliği'ne (AB) uyum işini bakalım daha hangi boyutlara kadar götürebilecekler'' diye konuştular.
Tutuklu ve hükümlü aileleri, her an kamerayla izlenen teknolojinin her türlü imkânından yararlanan yüksek güvenlikli cezaevinde en son olarak havalandırmalara jiletli tel çekildiğini belirterek şunları söylediler:
''İlerde bütün havalandırmaların tel örgülerle kapatılması gündeme gelecek. Amaç tutuklu ve hükümlülerin birbirleriyle olan bütün bağlarını kopartmak. Adalet Bakanlığı yetkilileri, personel açığından ve paralarının olmadığından şikâyet ediyor ancak tecrit koşullarını daha da ağırlaştıran jiletli tellere para bulabiliyor.''

Cumhuriyet / 28 Şubat 2005

Hikmet Çetinkaya'dan...

...Yeşil Ev 'de kahvemi yudumlarken, Cumhuriyet'ten Alper Turgut 'un "Sessizliğe Karşı" ( Ant Kitap ) kitabından çıkardığım notlara baktım...
Yıkıcı, acıtıcı, sarsıcı insan öyküleriyle karşımıza çıkmıştı Alper Turgut...
Tecride karşı "ölüm oruçları" nı yakından izleyen Alper, eylem evlerini, cezaevi cehennemlerini ve Avukat Behiç Aşçı 'nın öyküsünü anlatıyordu...
"3 Kapı-3 Kilit" ete kemiğe mi bürünmüştü?
Biliyorsunuz eyleme 2 Ocak 2007 'de ara verildi...
Alper Turgut şöyle diyor:
"Soru işaretleri hâlâ kafalarda..."
Alper sessizliğin sesinde soluklananları bir öykü diliyle yansıtmış...

11 Aralık 2007 Salı

SANAL DAYAK YEME ARSIZLIĞI…





ALPER TURGUT

Taksim’de 30 yıl aradan sonra sendikaların çağrısıyla emekçinin bayramı 1 Mayıs kutlanacaktı. Sabah saatlerinde "Cumhuriyet Pazar" dergisi görsel yönetmeni Aynur Çolak ve dergi editörü Berat Günçıkan ile birlikte vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçtik. Yollar tutulmuş, polis mavisi bir renk, koca kentin hâkimi olmuştu. Sonra gruplar, Taksim’e çıkmak için toplanmaya başladı. Binlerce polis, “dağılın” uyarısı yapmadan harekete geçti. Gerisi kör bir kovalamacaydı. Şiddetin en üst seviyesi için emir almışlardı. Bu apaçıktı. Coplar, hedef gözetmeksizin inip, kalkıyor, tekme tokat yağmuru altında, insanlar sığınacak bir yer arıyordu. Biber gazı bulutu, ısırmaya ayarlı polis köpekleri, tazyikli su püskürten makine azmanı panzerler… İşte, İstanbul’da yaşanan adı konmamış “sıkıyönetim”in Beşiktaş’taki yansıması…

Etrafımdaki çemberin daraldığının farkında değildim henüz… Beşiktaş’ta kısılıp kalmıştık। O esnada meydandaki Hakan Pastanesi'nden içeri girip gözlerine kestirdiklerini yumruklaya yumrukla dışarı çıkardılar। İçlerindeki sınırsız kin, nefret ve öfke bakışlarında anlamını bulmuştu. Bu kanlı kaostan nasıl kurtulur, gazeteye nasıl döneriz diye düşünüyorduk ki, başlarında hafif kel, bariz kilolu bir emniyet amiri bulunan 40 kişilik çevik kuvvet ekibiyle karşılaştık. Önlerine gelene saldıran, dövecek adam bulamayınca ise coplarını ellerine vurarak kendilerini gaza getiren bir avuç polis… Nasıl bir paranoya bu bilmiyorum. Elimde döviz yok, slogan atmıyorum, göstericiler gibi sırt çantası taşımıyorum ve gazdan korunmak için yüzümün yarısını kapatmıyorum. Sarı basın kartımı gösterdim, gazeteci olduğumu söyledim. Sanki öfkeleri daha da büyüdü. Yüzüme iki santim mesafeden biber gazı sıktılar, dünyam karardı. Sonra hayalarıma tekme attılar, sırtıma copla vurdular. Yere düştüm. Meslektaşlarım beni korumak için bana sarıldılar. Onlar yerde tekmelemeyi sürdürdüler. Ardından hiçbir şey olmamış gibi, yeni bir kurbanın peşine düştüler. Kafalarındaki kask ve gaz maskeleri yüzünden kimse suratlarını göremedi, alınacak yaka numaraları da yoktu. Gözaltına alınmamıştım. Sadece bir gazeteciyi cezalandırmakla yetinmişlerdi. Litrelerce pet şişe su, sirke, limonsuyu… Saatler sonra kendime gelebildim. Şişli Etfal Hastanesi’ne gittiğimde akşam saatleriydi. Dayanılmaz ağrı, sızı ve yanma hissi, zorlukla sürükleyebildiğim bedenime eşlik ediyordu. Rapor aldım yanında da bir sürü ilaç… Gözaltındaki yaralılar geliyordu. İnanın, halime şükrettim. Sonra İstanbul Adliyesi’nin yolunu tuttum. Arkadaşım ve avukatım Tora Pekin ile birlikte… Bedenimdeki morluklar, kesin raporu almam için yeterliydi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekiline yaşadıklarımı anlattım. Vali Muammer Güler, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, çevik kuvvet şube müdürü ve olaya karışan polisler hakkında suç duyurusunda bulundum. Ertesi gün resmi şiddetten nasibini almış diğer meslektaşlarım da katıldığı bir protesto yürüyüşündeydim. Valiliğe yürürken yaklaşık 10 sene önce, yine bir 1 Mayıs gösterisinin akabinde yaşadıklarımız aklıma geldi. Valiliğin dağıttığı sarı yelekler yüzünden saldırıya uğramıştık ve başımıza bu belayı saranları kınamak için yine yürümüştük. En öndeydim. Sarı yelekleri gidip valiliğin demirlerine dolamıştık. Değişen hiçbir şey yok… Yine sözler verilecek yine sözler tutulmayacak. Vali Güler bizi kabul etti. Güler’e saldırganlar bulunmazsa sorumlu amirdir dedim ve ekledim; “Sizin hakkınızda da suç duyurusunda bulundum. Umarım İçişleri Bakanı yargılanmanız için gereken izni verir.”


Neyse… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, şikâyetimi işleme koymama kararı aldı ve yediğim dayağı “soyut” buldu… İstanbul’u yönetenlerin, Güler, Cerrah ve çevik kuvvet şube müdürünün 1 Mayıs’ta yaşanan terörle alakalı olmadıklarını böylelikle öğrenmiş olduk। Çünkü Yargıtay Başsavcılığı, "ciddi bulgu ve belgelere dayanan somut iddia yok" demişti. Demek 1 Mayıs’ta yaşananlar kötü bir düştü. Sanırım delirdim ve bir kâbus yüzünden gidip hayali 1 Mayıs’ta dayak yedim. Psikolojik rahatsızlıklarım var ve onların esiri oldum ve rapor aldım. Özetle; 1 Mayıs’ın ardından gazetelerde çıkan yazıları derleyip, itirazda bulunduk. Bakalım sonuç ne olacak. Bekleyip göreceğiz…


Sonuçta gazetecilik, muhabirlik desek daha doğru olur, zor iş… Örgütsüzlüğün tenhalığında, her türlü şiddet ile sürekli burun buruna… Oysaki dayanışma, kişilerin inisiyatifine bırakılmayacak denli önemli… Birçok eylem hatırlarım, meslektaşlarımı kaptırmamak için direndiğim… Daha kimse koparamadı benden hiçbirini… İstanbul’un varoşları, meydan, cadde ve sokakları bunu bilir. Toplumsal olayları takip eden tüm arkadaşlarım da buna tanıktır. Çok dayak yedim, tartaklandım, itilip kakıldım, dövüldüm. Aynı gün iki ayrı olayda coplandım. Kaç gözaltı… Hatırlamıyorum bile… “İşkenceye beraat” dedim diye 20 bin YTL para cezasına çarptırıldım. (Yargıtay’ın polislerin suçlu olduğuna kanaat getirmesine karşın dava zamanaşımına uğradı. Yani tek yargılanan ben kaldım. İşkence suç değil, yazmak suç gibi bir anlam çıkarmam umarım) Üstüne üstlük yerel mahkeme notunu düştü; “Suç işlemeye eğilimi nedeniyle cezası ertelenmemiştir” diye… Avukatlarımla Yargıtay’a başvurduk. Ve dosyam hala temyizde… 1 Aralık günü ÇGD Bursa Şubesi’nin 2006 Basın Özgürlüğü Ödülü’nü aldım. Şubeyi 17 yıl önce kuran Yılmaz Akkılıç ödülü verirken, “susmadığınız için sağ olun” dedi. Evet, susmak yok. Sırada 1 Mayıs’ta yediğim dayakla ilgili devlete açacağım maddi ve manevi tazminat davası var…


Bu yazı, Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) yayın organı BASIN da çıktı.