11 Aralık 2007 Salı

SANAL DAYAK YEME ARSIZLIĞI…





ALPER TURGUT

Taksim’de 30 yıl aradan sonra sendikaların çağrısıyla emekçinin bayramı 1 Mayıs kutlanacaktı. Sabah saatlerinde "Cumhuriyet Pazar" dergisi görsel yönetmeni Aynur Çolak ve dergi editörü Berat Günçıkan ile birlikte vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçtik. Yollar tutulmuş, polis mavisi bir renk, koca kentin hâkimi olmuştu. Sonra gruplar, Taksim’e çıkmak için toplanmaya başladı. Binlerce polis, “dağılın” uyarısı yapmadan harekete geçti. Gerisi kör bir kovalamacaydı. Şiddetin en üst seviyesi için emir almışlardı. Bu apaçıktı. Coplar, hedef gözetmeksizin inip, kalkıyor, tekme tokat yağmuru altında, insanlar sığınacak bir yer arıyordu. Biber gazı bulutu, ısırmaya ayarlı polis köpekleri, tazyikli su püskürten makine azmanı panzerler… İşte, İstanbul’da yaşanan adı konmamış “sıkıyönetim”in Beşiktaş’taki yansıması…

Etrafımdaki çemberin daraldığının farkında değildim henüz… Beşiktaş’ta kısılıp kalmıştık। O esnada meydandaki Hakan Pastanesi'nden içeri girip gözlerine kestirdiklerini yumruklaya yumrukla dışarı çıkardılar। İçlerindeki sınırsız kin, nefret ve öfke bakışlarında anlamını bulmuştu. Bu kanlı kaostan nasıl kurtulur, gazeteye nasıl döneriz diye düşünüyorduk ki, başlarında hafif kel, bariz kilolu bir emniyet amiri bulunan 40 kişilik çevik kuvvet ekibiyle karşılaştık. Önlerine gelene saldıran, dövecek adam bulamayınca ise coplarını ellerine vurarak kendilerini gaza getiren bir avuç polis… Nasıl bir paranoya bu bilmiyorum. Elimde döviz yok, slogan atmıyorum, göstericiler gibi sırt çantası taşımıyorum ve gazdan korunmak için yüzümün yarısını kapatmıyorum. Sarı basın kartımı gösterdim, gazeteci olduğumu söyledim. Sanki öfkeleri daha da büyüdü. Yüzüme iki santim mesafeden biber gazı sıktılar, dünyam karardı. Sonra hayalarıma tekme attılar, sırtıma copla vurdular. Yere düştüm. Meslektaşlarım beni korumak için bana sarıldılar. Onlar yerde tekmelemeyi sürdürdüler. Ardından hiçbir şey olmamış gibi, yeni bir kurbanın peşine düştüler. Kafalarındaki kask ve gaz maskeleri yüzünden kimse suratlarını göremedi, alınacak yaka numaraları da yoktu. Gözaltına alınmamıştım. Sadece bir gazeteciyi cezalandırmakla yetinmişlerdi. Litrelerce pet şişe su, sirke, limonsuyu… Saatler sonra kendime gelebildim. Şişli Etfal Hastanesi’ne gittiğimde akşam saatleriydi. Dayanılmaz ağrı, sızı ve yanma hissi, zorlukla sürükleyebildiğim bedenime eşlik ediyordu. Rapor aldım yanında da bir sürü ilaç… Gözaltındaki yaralılar geliyordu. İnanın, halime şükrettim. Sonra İstanbul Adliyesi’nin yolunu tuttum. Arkadaşım ve avukatım Tora Pekin ile birlikte… Bedenimdeki morluklar, kesin raporu almam için yeterliydi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekiline yaşadıklarımı anlattım. Vali Muammer Güler, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, çevik kuvvet şube müdürü ve olaya karışan polisler hakkında suç duyurusunda bulundum. Ertesi gün resmi şiddetten nasibini almış diğer meslektaşlarım da katıldığı bir protesto yürüyüşündeydim. Valiliğe yürürken yaklaşık 10 sene önce, yine bir 1 Mayıs gösterisinin akabinde yaşadıklarımız aklıma geldi. Valiliğin dağıttığı sarı yelekler yüzünden saldırıya uğramıştık ve başımıza bu belayı saranları kınamak için yine yürümüştük. En öndeydim. Sarı yelekleri gidip valiliğin demirlerine dolamıştık. Değişen hiçbir şey yok… Yine sözler verilecek yine sözler tutulmayacak. Vali Güler bizi kabul etti. Güler’e saldırganlar bulunmazsa sorumlu amirdir dedim ve ekledim; “Sizin hakkınızda da suç duyurusunda bulundum. Umarım İçişleri Bakanı yargılanmanız için gereken izni verir.”


Neyse… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, şikâyetimi işleme koymama kararı aldı ve yediğim dayağı “soyut” buldu… İstanbul’u yönetenlerin, Güler, Cerrah ve çevik kuvvet şube müdürünün 1 Mayıs’ta yaşanan terörle alakalı olmadıklarını böylelikle öğrenmiş olduk। Çünkü Yargıtay Başsavcılığı, "ciddi bulgu ve belgelere dayanan somut iddia yok" demişti. Demek 1 Mayıs’ta yaşananlar kötü bir düştü. Sanırım delirdim ve bir kâbus yüzünden gidip hayali 1 Mayıs’ta dayak yedim. Psikolojik rahatsızlıklarım var ve onların esiri oldum ve rapor aldım. Özetle; 1 Mayıs’ın ardından gazetelerde çıkan yazıları derleyip, itirazda bulunduk. Bakalım sonuç ne olacak. Bekleyip göreceğiz…


Sonuçta gazetecilik, muhabirlik desek daha doğru olur, zor iş… Örgütsüzlüğün tenhalığında, her türlü şiddet ile sürekli burun buruna… Oysaki dayanışma, kişilerin inisiyatifine bırakılmayacak denli önemli… Birçok eylem hatırlarım, meslektaşlarımı kaptırmamak için direndiğim… Daha kimse koparamadı benden hiçbirini… İstanbul’un varoşları, meydan, cadde ve sokakları bunu bilir. Toplumsal olayları takip eden tüm arkadaşlarım da buna tanıktır. Çok dayak yedim, tartaklandım, itilip kakıldım, dövüldüm. Aynı gün iki ayrı olayda coplandım. Kaç gözaltı… Hatırlamıyorum bile… “İşkenceye beraat” dedim diye 20 bin YTL para cezasına çarptırıldım. (Yargıtay’ın polislerin suçlu olduğuna kanaat getirmesine karşın dava zamanaşımına uğradı. Yani tek yargılanan ben kaldım. İşkence suç değil, yazmak suç gibi bir anlam çıkarmam umarım) Üstüne üstlük yerel mahkeme notunu düştü; “Suç işlemeye eğilimi nedeniyle cezası ertelenmemiştir” diye… Avukatlarımla Yargıtay’a başvurduk. Ve dosyam hala temyizde… 1 Aralık günü ÇGD Bursa Şubesi’nin 2006 Basın Özgürlüğü Ödülü’nü aldım. Şubeyi 17 yıl önce kuran Yılmaz Akkılıç ödülü verirken, “susmadığınız için sağ olun” dedi. Evet, susmak yok. Sırada 1 Mayıs’ta yediğim dayakla ilgili devlete açacağım maddi ve manevi tazminat davası var…


Bu yazı, Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) yayın organı BASIN da çıktı.

Hiç yorum yok: