26 Eylül 2008 Cuma

ŞEBNEM DÖNMEZ; "EN İYİ ROLÜMÜ OYNAMADIM DAHA..."





ALPER TURGUT


Şebnem Dönmez, on parmağında on marifet olan güzel, hoş ve başarılı bir kadın. Ben kibirli, ukala ve suratsız bir ünlü beklerken karşımda, dost canlısı, güleç, sempatik ve iç dünyası alabildiğince zengin bir insan buldum. Aslında onunla ilgili düşüncelerim, çoğu magazin kaynaklı önyargılar bütünüymüş. Magazine malzeme olanlara üzülmesini, sanat adına yapacaklarını anlatırken ki heyecanını, çalan telefonun ardından İdefiks’ten kitapları geldi diye çocuklar gibi sevinmesini, canından çok sevdiği babasını anlatırken yüzüne ilişen buruk tebessümü görünce sanal yalan dağıldı gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı… Şebnem Dönmez ile Bebek’teki çocuk parkında bir banka oturup dünü, bugünü ve yarınları konuştuk.





Şebnem Dönmez ve Alper Turgut
—Hayattan ne istediniz neler alabildiniz?

Ben hep ne istediğimi değil, ne istemediğimi bildim. Dile kolay 16 yaşından beri şov ve eğlence dünyasının içindeyim, aralıksız 18 yıldır çalışıyorum. 22, 23 yaşlarında kafam daha karışıktı, şimdi ise yeterli tecrübeye sahibim. Yaşım da birçok şeyi yapmaya izin veriyor, diyeceğim o ki; bugünden mutluyum.

—Almanya’da doğmuşsunuz?

Motor ustası ve araba tamircisi olan Babam Sabahattin ve ev hanımı Annem Saadet, ekmek parası için 1970’li yılların başında Almanya’ya gitmişler. Sonra kazara ben doğmuşum, önce istememişler ardından çok sevmişler. Üç kardeşiz, tek kız benim. Ağabeyim Ahmet (37 yaşında) erken evlendi, şimdi Antalya’da yaşıyor. Ben bir halayım, yeğenim Asena Müjde 15 yaşında, kocaman bir kız oldu. Erkek kardeşim Altay ise müzisyen (Grup Artistanbul’da basgitar çalıyor)… ‘Kız çocukları, babalarına yakındır’ derler ya, doğrudur. Ben resmen babama âşıktım. (Kardeşi Altay’ın da Bursa’da yaşayan annesine çok bağlı olduğunu söylüyor) Babamı 2001 yılında yitirdim, bu dünyadaki en büyük kaybım odur. O çok şahane bir adamdı, baba-kız sürekli dertleşirdik, birlikte birahaneye bile giderdik. Hayata sıkı sıkı sarılmamızı, tutunup düşmememizi isterdi, bizleri ‘bir gün öleceğim’ diyerek bugünlere hazırladı. Onun varlığını hissediyorum ve babam hala hayatımda.







—Sunuculuk mu, oyunculuk mu?

Öncelikle mükemmeliyetçiyim. Sunuculuğa yıllarımı verdim ve artık ulaşabileceğim en uç noktaya geldim. Oyunculuk ise gelişime ve ilerlemeye çok açık. Görsel, işitsel, düşünsel, bedensel bir zanaat... Görüyorum, öğreniyorum, uyguluyorum. Kendimi daha iyi olmaya motive ediyorum. En iyi rolümü oynamadım daha… Ve en iyisini ortaya koymadan, performansımı doruklara çıkartamadan göçüp gitmek fikri de var. İşte oyunculuk böylesine büyük bir deniz… Belki de bu yüzden ayrı düştüğüm her an kameranın sesini özlüyorum.




—Trafik kazasında yaşamını yitiren ‘Efsane Vali’ Recep Yazıcıoğlu’nu anlatan “Vali” adlı filmde oynuyorsunuz. Canlandırdığınız karakteri sizden dinleyelim.

Politika ile fazla ilgilenmem ancak aydınlık bir kafa olan Recep Yazıcıoğlu ilgimi çekmişti. Doğru dürüst politikacılar ve bürokratların sayısı çok az ve onlar ne yazık ki erken yok oluyorlar. Enerji kaynaklarımızı ve ülkemize dair zenginlikleri yabancılara peşkeş çekenler ise ya bulundukları konumu koruyor ya da hızla yükseliyorlar. Ben gelecek adına güzel cümleler kuran, rafting, yamaç paraşütü, su kayağı, aklınıza alternatif ne spor gelirse onunla uğraşıp gençlere örnek olan Recep Yazıcıoğlu için bu filmde rol almayı istedim. Filmde müsteşar yardımcısı ‘Ceyda Aydın’ı canlandırıyorum. Döpiyes, makyaj, ciddi bir ses tonu ve kedi gibi hep dört ayağı üstüne düşen bir kadın… Ceyda kötü bir karakter… Biri idealist diğeri statükocu iki tip bürokrat var, yani anlayacağınız başbakan bile değişir, Ceyda Aydın gibileri değişmez. Vali’nin yönetmeni ise yine Yazıcıoğlu’nu anlatan “Köprü” dizisini de çeken Çağatay Tosun… Erdal Beşikçioğlu, Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu, Özgür Çevik, Şemsi İnkaya, Hakan Boyav, Ayşegül Ünsal, Gökhan Soylu, Türkü Hazer ve Hakan Gerçek de filmin diğer oyuncuları… Vali’nin yüzde 80’i Recep Yazıcıoğlu’nun son görev yeri Denizli’de çekildi ve film Ocak ayında vizyona girecek.




—Seçme şansınız olsaydı, yurtiçi ve yurtdışında hangi yönetmenlerle çalışmak isterdiniz?

Türkiye’de Reha Erdem, Çağan Irmak ve Nuri Bilge Ceylan… Yurtdışında ise Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, Oliver Stone, Yimou Zhang, Kim Ki Duk ve Wong Kar Wai’nin çektiği filmlerde oynamak isterdim.

—Yakın tarihte bir dizi projesi var mı?

Türkmax kanalında yayınlanacak ve 10 gün sonra çekimlerine başlayacağımız “Nerede Kalmıştık” adlı dizide oynayacağım. Bu bir sitcom ve İspanyol televizyonlarında çok tutan bir yapımdan esinlenildi. Başrollerde Haluk Bilginer, Deniz Arcak, Celal Kadri Kınoğlu, Füsun Erbulak ve ben varım. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası 20 yaşındaki solcu genç komaya girer ve günümüzde uyanır (güzelim Elveda Lenin filmindeki anne geldi aklıma). Onun kafası genç, bedeni yaşlıdır ve istisnasız her şey değişmiştir. Dizide İstanbul’da yaşayan ailenin İzmir’deki uzak akrabaları Alara’yı canlandıracağım. Alara, yıllarca gününü gün eden, sosyetik bir yaşam sürmüş ve artık bundan sıkılmıştır, insanlara yakınlaşmak, değişmek, dönüşmek istemektedir. Ve ver elini İstanbul… Türkmax’i seçmem ve orada mutlu olmamdaki birinci etken (Şebnem Dönmez geçen yıl aynı kanalda Herşeyi Bilmek Gerekmiyor adlı yarışma programını sunmuştu), bu kanalda reyting kaygısının bulunmamasıdır. Çünkü diğer kanallarda diziler yarış atı muamelesi görüyor ve bu nedenle sürekli kaliteden ödün veriliyor. Ve Türkmax’de insan muamelesi görüyorsun, oyuncuya özel bir oda veriliyor, odasına üzümler, kekler, içecekler konuluyor ve her ihtiyacı karşılanıyor. Belki önemsiz görünebilir ancak oyuncular için alternatif bir kanalın varlığı çok ama çok önemli…



—Geçen sene tiyatro vardı, peki bu yıl?

Tüm dünyada büyük ilgi uyandıran İngiliz yazar Michael Frayn’ın coşkun, çılgın ve dalavereli farsı (kaba güldürü) ‘Oyunun Oyunu’nda yer aldım. Sahnede iki karakteri, Brooke ve Vicki’yi canlandırdım. Bu benim ilk profesyonel tiyatro deneyimim idi, önce ürktüm ve çekindim sonra gerçekten sahneyi çok sevdim. İlk fırsatta tekrar denemek ve oynamak isterim.

—Film, dizi ve tiyatroyu konuştuk, sıra geldi eğlenceye… Sizin sunduğunuz doğaçlama komedi programı “Laf Ebeleri” bu sezonda sürecek mi?

Laf Ebeleri’nde bizler ve ekranları başında bizi izleyenler çok eğleniyoruz. Ve bu sezon çıtayı daha da yükseltiyoruz. Çünkü programın çekimleri Yeditepe Üniversitesi’nde yapılacak ve canlı yayınlanacak. Altı oyuncunun kendi aralarında yaptığı egzersiz artık daha da komik olacak. Canlı yayında dikkat edilmesi ve küfredilmemesi gerekiyor. Ve dolayısıyla Laf Ebeleri artık daha da tehlikeli…




—Film, tiyatro, dizi, sunuculuk… Üstüne kliplerde oynuyorsunuz, ‘Live Earth İstanbul’un basın sözcülüğünü üstleniyorsunuz, bir güzellik firmasının yüzü oluyorsunuz. Ve hala insanlar diyor ki, Şebnem Dönmez niye kayıp, neden ortalarda görünmüyor?

Çünkü pek çok insan benim magazinsel işlerde görünmemi istiyor, skandallar ve benden uzak olan her şeyle… Ancak ben çalışıyorum, didiniyorum, emek veriyorum, sanat, eğlence ve kalite adına ortaya bir şeyler koymaya uğraşıyorum. Yıllar sonra yeni yeni para kazanmaya başladım, inanın evimde ve işimde mutluyum. Magazin haberlerini ben de okurum ancak özel hayata saygı duyarım, saygı duyulmasını beklerim. Bazen alıyorum elime gazeteyi, bir ünlüyle ilgili haberi okuyorum ve sonra üzülüp, sinirleniyorum. Yahu ciğerlerine dek kendini anlatmanın, sergilemenin ne anlamı var. Örneğin Denizli’de gazeteciler sordu, ‘Vali filminde seksi bir müsteşar yardımcısını mı canlandıracaksınız?’ diye… İnanılmaz… Seksi ve müsteşar yardımcısı yan yana gelemeyecek iki kelimedir. Konuyla ilgili soru sorun dersiniz sorulmaz, sizin ile söyleşi yapılır, verdiğim doğru düzgün yanıtlar, çıkmaz, kullanılmaz. İşte bu yüzden sanatta varım, magazin de yokum diyorum. Kolay kolay röportaj vermiyorum.




—Son sorum gündelik hayat ve ilişkiler üzerine… Şebnem Dönmez kendine ne kadar vakit ayırabiliyor, iç dünyasında neler olup, bitiyor?

Şimdi bu kadar işi (prova, çekim, vs…), aslında Pazartesi ve Salı gününe sığdırıyorum ve bana beş tam gün kalıyor. Evde kitap okuyorum (yüz yıllara seslenen klasikleri seviyor), film izliyorum (felsefeyle harmanlanan, yüksek estetik ve oyuncuların fiziksel performansıyla taçlanan Uzak Doğu sinemasına hayran), erken saatlerde sahilde yürüyüşe çıkıyorum ve doğayı çok seviyorum. Ve hemen hemen her kadın gibi romantik komedi filmlerinden hoşlanıyorum. Sonuç olarak spiritüel bir tipim. Tek başına kalmayı (yalnız kalmanın zorunluluktan, tek başına kalmanın ise seçimden kaynaklandığını belirtiyor) iç huzurumu bulmayı seviyorum. Evde kalıp, telefonu kapatıp dinlenmeye ve kendimizi dinlemeye hepimizin ihtiyacı var. Çünkü çok fazla hengâme, çok fazla koşuşturmaca beni ‘bir şeyler yanlış mı gidiyor’ sorusuna ve ruh haline sürükler. Ev bundan dolayı limanımdır. Tek başına olmasını becerebilen biri hem kendisiyle hem çevresiyle barışıktır. Tek başına tutunabilen biri, yaşadığı ilişkiyi de güzelleştirir ve büyütür. Nedeni şu ki; sen sırılsıklam âşık da olsan birlikteliği paylaştığın kişinin hayatını yaşayamazsın. Neyse… Bu sorunu kim çözebilmiş ki… Belki çözülmemesi gerekiyor belki de birebir kendin öğrenmen... Ve acı… Bu duygu insanı insan yapar. İçindeyken anlayamazsın, çıktıktan sonra ziyadesiyle kavrarsın. Empati kuran insana, kendisiyle yüzleşebilen insana saygı duyarım. Hatayı önce kendimde ararım ve hata yapmaktan asla çekinmem. Öte yandan derdini anlatan bir arkadaşımı, bir dostumu iyi dinlemedim mi, doğru yanıt veremedim mi ve niye şu lafı ettim ki diye düşünecek kadar da hassas bir insanım.


Cumhuriyet Hafta Sonu / 27 Eylül 2008
VALİ'NİN BASIN BÜLTENİ...
VALİ’nin Çekimleri Denizli’de Başladı…

Erdal Beşikçioğlu, Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu, Şebnem Dönmez, Şemsi İnkaya, Özgür Çevik, Ayşegül Ünsal, Gökhan Soylu ve Hakan Boyav Oynuyor…

Koliba Film, merhum Recep Yazıcıoğlu’nun yaşamından ekranlara uyarlanan ve rating rekorları kıran Köprü dizisinin ardından, “Süper Vali”nin yaşamından yola çıkarak Türkiye’de yaşanan sorunlar ve ardındaki gizli odakları Beyazperde’ye yansıtacak bir filme imza atıyor: VALİ…

Çekimleri Recep Yazıcıoğlu’nun en son görev yaptığı Denizli’de başlayan film, Ocak ayında, hem tüm Türkiye’de hem de Avrupa’da aynı anda vizyona girecek. Süper Vali’yi Erdal Beşikçioğlu’nun canlandıracağı filmde, Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu, Şemsi İnkaya, Şebnem Dönmez, Hakan Boyav, Ayşegül Ünsal, Özgür Çevik ve Gökhan Soylu rol alıyor. Yapımcılığını KOLİBA FİLM/ Ata Türkoğlu, yönetmenliğini Çağatay Tosun’un üstlendiği VALİ’nin müziklerini ise Gökhan Kırdar/LOOPUS hazırlıyor. Senaryoyu ise Çağatay Tosun ve Batur Emin Akyel kaleme aldı.

Ocak ayında gösterime girecek Vali filmine Denizli halkının büyük ilgi gösterdiğini belirten Yapımcı Ata Türkoğlu, “Başta Denizli Valisi Sn. Yavuz Erkmen olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlarıyla Denizlililer filme sahip çıktı… Merhum Recep Yazıcıoğlu’na olan sevgi ve bağlılıklarını Vali’ye gösterdikleri ilgiyle kanıtladılar… Filmin galasını da Süper Vali Yazıcıoğlu’nun en son görev yaptığı bu ilimizde yapacağız… Eğer şartlar elverirse Denizli Meydanı’na dev bir sinema perdesi koyarak halkın valisinin filmini tüm halka izlettirmeyi düşünüyoruz “ dedi.


Vali filminin çekimleri Denizli’nin ardından Uşak, Ankara ve İstanbul’da sürecek…
Vali Faruk Yazıcı’nın en son görev yeri Denizli merkezli olacak filmin ana eksenine ise yine bir dünya ve Türkiye meselesi olan “enerji” konusu oturuyor. Bilindiği gibi Yeniçağ dünyasında gizli ve açık bir biçimde sergilenen politik oyunlar-komplolar ve uluslararası ilişkilerin çıkar noktasında enerji meselesi bulunuyor. Filmde, özellikle bu konuda Türkiye’nin ve Türk insanının içine çekilmeye çalışıldığı bir komploya tanık olacağız.

Vali’de enerjiye konu olan madde ise uranyum madeni. Türkiye’nin çok zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olduğu halde enerji bakımından nasıl yoksul ve yoksun bırakılarak dışa bağımlı, kendine yetemez bir hale getirilişine, bu oyunun aktörleri ile bu oyunu bozmak isteyen vatansever karakterlerin mücadelesine tanık olacağız.

Filmde, akıllarda soru işareti bırakarak hayata veda eden devlet adamlarının şüpheli ölümleri, faili meçhul cinayetlere de gönderme yapılarak bu eksende kurulmuş bir komplo düzenine parmak basılacak.

Vali Faruk Yazıcı’nın neredeyse çocukluktan beri arkadaşı olan MTA Mühendisi Ömer Uçar ve mühendis arkadaşlarının, bölgedeki zengin uranyum madeni yatağıyla ilgili elde ettikleri bilgi üzerine başlayan şüpheli ölümler… Birbiri ardına kaybedilen pırıl pırıl, vatansever, fedakar bilim adamlarımız, mühendisler… Ve bu düzenin sürmesini isteyen sermayenin ardındaki gizli ve açık güçler… Kısacası Vali, Türkiye çıkarlarını koruyup ülke insanlarının menfaati için elini taşın altına koyanlarla, taşları yukarıdan üstümüze yağdıran çıkar grupları arasındaki çekişmenin hikayesini anlatıyor…

YAPIMCI : Ata Türkoğlu/Koliba Film
YÖNETMEN : M. Çağatay Tosun
SENARYO : M. Çağatay Tosun, Batur Emin Akyel
MÜZİK : Gökhan Kırdar/Loopus
GÖRÜNTÜ YÖN. : Ferhan Akgün
SANAT YÖN. : Buket Kalyoncu
OYNAYANLAR : Erdal Beşikçioğlu, Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu, Şemsi İnkaya, Şebnem Dönmez, Özgür Çevik, Hakan Boyav, Ayşegül Ünsal, Gökhan Soylu, Türkü Hazer, Hakan Gerçek
VİZYON TARİHİ: Ocak 2009

GALERİ KAPALI SERGİ AÇIK




ELİF BEREKETLİ


Galeriler genelde sergiler nedeniyle açık olurlar, gel gelelim İstiklal Caddesi'ndeki Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi 5 Ekim'e dek Halil Altındere'nin 'Bunun Bir Sergi Olduğundan Emin Değilim' adlı sergisi dolayısıyla kapalı.



Sanatçı, René Block editörlüğünde hazırlanan “İstiklâl Serüveni” başlıklı güncel sanat sergi dizisinde sıra kendisine gelince İstiklâl Caddesi'nden tanıyageldiğimiz Pala Şair'in balmumundan yapılma heykelini bir zırh içinde galerinin kapısının hemen önünde sergilemeyi, galeriyi de gazetelerle kaplayıp 'Bunun Bir sergi Olduğundan Emin Değilim' demeyi tercih etti. Altındere, Pala heykeliyle caddenin enerjisine katıldığını, Pala'yaysa hakkını teslim ettiğini düşünüyor. Ne var ki, sergi yalnızca Pala Şair'in heykelinden ibaret değil. Kapıya bırakılan 'Galeri 5 Ekim'e dek Halil Altındere sergisi dolayısıyla kapalıdır' notu, galerinin bu nedenle kapalı olması durumu ve serginin adından oluşan kavramsal üçlemenin de oluşturduğu bir güncel sanat yapıtı da var işin içinde. Kavramsal sanat tarihine baktığımızda boş galerilerin sergilendiği ve boşluk-doluluk kavramlarının irdelendiğini görmemiz mümkün. Ancak Altındere'ye göre bu sergide durum biraz farklı. Galerinin kapalı olmasının tek nedeni 'galerinin kapalı olmasının istenmesi' değil, aynı zamanda dışarıda devam edegelen ve göz önünde bulundurmamız gereken bir sergi de var. Kısacası, galeri serginin hem öznesi hem de nesnesi.



Figür niçin Pala Şair? Mevzu yalnızca İstiklal Caddesi'nin ruhunu yansıtmaksa bu binlerce farklı şey olabilirdi?


Bu karar hem benim sanatsal serüvenimle, hem galerinin üzerinde bulunduğu caddenin belleğiyle, hem de buradan geçen tesadüfi kişilerin sözsel veya gözsel temasıyla ilintili. Ancak, Pala Şair bu figürlerin en bilindik olanıydı diyebilirim. Kar kış, gece gündüz demeden buralardaydı. Yoldan geçenlerin % 80'i tanıyor onu, o buraya mal olmuş; heykel buraya konduktan sonra anladık. Yaşamını fotoğraf çektirerek kazanıyordu ve fotoğrafının çekilmesini öyle çok seviyordu ki, heykelinin yapılacağını duyunca dört köşe olmuştu. Aslında öyle son derece özel bir bağım yok, yalnızca hakkını teslim etmek istedim. Fakat tabii bir yandan biraz da malzemenin çağrışımıyla ilgili benim bunu seçmiş olmam. Balmumu, politikacılar, üst tabaka insanlar için kullanılan bir malzemedir, sokaktaki insanın balmumu heykeli olmaz. Malzemenin anlamını ters yüz etmek istedim bu şekilde. Altı üste çıkardım. Ama bu heykelden sonra anladık ki aslında Pala en yüksek sandığımız kişilerden de üstün İstiklal Caddesi'nde. Bir siyasetçi 2 yılda unutulur. Ne var ki, bazı kişiler vardır ki, unutulamazlar. Pala unutulmayacak ve bu kadar kişinin belleğindeyse demek ki balmumunu hak etmiş.



Bir de serginin diğer boyutu olan 'kapalı galeri', serginin adı ve de gazete kağıtlarıyla kaplı kapıya bıraktığın not gibi kavramsal bir durum var...



Evet. Bunun daha önceki işlerimle ilişkisi var, hem başlık hem işlev olarak, hem de galeriden davet alarak ama galeriye girmeden bir sergi yapma, içeride olmamam halinin kendini sanata dönüştürme açısından. Serginin başlığı sokaktan geçen birinin kafasındaki soru işareti aynı zamanda. Galeri ise kapalı çünkü sergi dışarıda; ya da kapalı, çünkü sanatçı girmek istemiyor. Bu her iki şekilde, kurum eleştirisi ya da tavır olarak algılanabilir. Bir de o girmeme öyküsünün kendisinin de yapıta dönüştüğü bir paslaşma hali var. Pala Şair'in heykeli ve bu kavramsal durum paslaşmalı olarak sergiyi oluşturuyor; iki durum da 'birbirinden dolayı' var.



İşin kavramsal boyutunu anlayan oluyor mu sence yoldan geçenler arasından? Halk için bu sergi yalnızca Pala Şair'in heykelinden ibaretse şayet, serginin her ne kadar kamusal ve kavramsal bir durumu olsa da, ileti o sergiyi gören milyonlara ulaşmadığı sürece sence kamusal sanat yapmış olur musun?



İnsanların onunla yüzleşip o anı benimsemeleri benim istediğim. O anki düşünceleri, o an önemli olan, daha fazlasına anlam yüklemiyorum çünkü. Pala Şair heykeli ayakları yere basan bir figür, anlaşılmaması mümkün değil. Kavramsal olan kısmını ise, evet yalnızca sanat ortamının elitistleri anlayabilir. Ama dışarıda 15 metrelik billboard'u olan Pala Şair. İnsanlar işte onu görür, bu not bu gazete ne burada demezler. Burası Türkiyenin en kalabalık caddesi, günde 1 milyon kişi geçiyor, br başka deyişle yaklaşık 28 milyon kişi bu sergiyi görecek. Bu tam da kamunun içindeki sanat, ama yine de bir sınır durum. Başka bir yerde olsaydı zanaat olurdu ama bir sanat galerisinde olduğu için sanat etiketi atfedilebiliyor. Zaten benim işim de sınır durumda, bu iş belediyede sergilense belki de çok ayrı bir şey olacaktı. Ama yapan kişi sanatçı olduğu için, galeride sergilendiği için adı sanat. Bu sanat olmayla olmama arasında. Gerçi, her şeyden ötesi, bilemiyorum, belki de anlıyorlardır.



Rene Block senin bu serginin Türkiye'nin toplumsal ve politik gerçekleri üzerine düşünmeye zorladığını söylüyor. Nesi toplumsal ve politik bu serginin?


Bir sergi yapmak için davet aldığınızda aldığınız kararın ta kendisi politiktir aslında. Ben bir şeyi yapmaya karar verdiğimde o kararın kendisi sanat oluyor, yapılan şey değil. Balmumunun kendisi bir ekip tarafından yapılıyor, özel bir zanaat malzemesi örneğin. Burada bunu sanat yapan şey alınan karar, sanatçının kararı verme durumu ve bu kararın nasıl bir bağlamda verildiği. O yüzden de evet toplumsal, çünkü anlatımım ve yapıtım yaşamla sanat arasındaki eşikte duruyor, ne içerideki seçkincilerin anladığı anlaşılmaz üstün bir sanat, metaforik bir çalışma, ne de tamamen kiçleşmiş, kimsenin diyaloğa girmeyeceği bir yapıt. Dolayısıyla her iki tarafın da buluşabileceği bir durum bu. Sanat mı zanaat mı, içeride mi dışarıda mı kısmında da tartışmalı bir durum sözkonusu. 'Bunun Bir Sergi Olduğundan Emin Değilim' de bu yüzden yerinde bir ibare.



Yani hiçbir tarafı sergiyi algılamak için bir tarafa çekmiyorsun ve alımlayan kitle kendisine hitap eden kısmı olduğu yerden, kendi açısından algılıyor?


Aynen öyle.



Nasıl tepkiler alıyorsun peki her iki taraftan da?


Yoldan geçenler şaşırıyorlar bu hipergerçekçi heykele. Çok tuhaf olaylarla karşılaşıyoruz tabii. 24 saat güvenlik görevlileri bekliyor başında. Kimisi arkadaşıymış, duruyor, bekliyor başında; kimisi canlı olduğunu ispat etmek için saatlerce bekliyor başında; kimisi akraba mısınız diye soruyor, tepkiler çok çeşitli. Sanat ortamını ise bilemiyorum henüz. Ben sokaktan geçen adamın fikrini daha çok merak ediyorum aslında, o daha değerli benim için.



Biz bazen güncel sanatın kitleleşmemesinde medyayı suçlu buluyoruz. Bazen o beyaz küpe- galeriye sıkışmış halimizi eleştiriyoruz, ama değişmesi için çaba harcanmıyor. Bu tür kamusal tasarılar bu yüzden önemli, hem sanatı kitleselliştirmek, hem sanatı halkın ayağına götürmeyi denemek, hem de onlardan gelen tepkileri dönüştürmek açısından.



Bir yanda senin yıllardır takındığın anarşizan, düzen karşıtı bir tavır var ve şimdi bir banka galerisinin içinde olmasa da çatısı altında bir sergi açıyorsun. Ama öyle kaçamak bir durum yaratmışsın ki, sana kimse 'Neden yaptın bunu?' diyemez, çünkü sen 'Bunun bir sergi olduğundan emin değilim , galerinin içine girmedim' dersin ve işin içinden kaçarsın sanki...


Kaçacak bir durum yok, çünkü olay zaten ortada. Ben hiçbir zaman 'Sistemin dışındayım' demedim. Böyle bir şey de olamaz zaten, sistemin tam da göbeğindeyiz. Ama şöyle bir durum var ki, sistemin içinde olup da onunla tartışabilirsin de... Teslim olmadan, kendi kurallarını kabul ettirerek bir şeyler yapabilirsin. Benim sanatsal anlayışım bu.



Sistem dışılık gibi bir iddian yok yani?


Sistem dışılık diye bir şey yok ki! Bu bir yanılsama. Bu biraz romantik bir duruş olurdu açıkçası. 'Teslim oldum' demiyorum ama. Bir keresinde şöyle bir söz duymuştum, 'Sistemin içerisindeyim, çünkü yumuşak yerini öğrenip onu alaşağı etmek istiyorum'. Bu yapılan, sistemi tanımak açısından önemli bir durum. Kurumlarla flörtünüzde kendinizi nasıl gösterdiğiniz, nasıl konumlandığınız önemli yani.



Peki sana bu yafta nasıl yapıştı?


Çünkü bir şey yaparken 'Acaba yasak mı değil mi?' diye sorgulayıp kolluk kuvvetlerinden izin almıyorum. Ben bir şey yapmak istersem yaparım, risk alırım, bedeli varsa da öderim.



Sanat çevresinden bazı kimseler, 'Yakışıyor mu böyle bir kuruma bu gazeteler, kapanan galeri hikayeleri' diyorlarmış. Aslında belki istediğin şeyi yaptın, sistemin tam da kalbinden sistemdekileri rahatsız ettin, olabilir mi?


Ben onları kaşıyorum, tokatlıyorum; böyle tepkiler olasıdır.

PALA ŞAİR



Adı Mustafa Yağcı, lâkabı Pala Şair. Tokat, Erbaa doğumlu. 18 yaşında bir gönül meselesinden dolayı İstanbul'a gelmiş. Eğitimini köy mektebinde almış, ama çevresindekilere göre farklı, ilim öğrenmeye meraklı biri. 16 yıl boyunca Ağa Camii'nin önünde durdu. Geçimini fotoğraf çektirdiği turistlerden aldığı birkaç kuruşla sağlıyordu. İkameti her daim Beyoğlu'nda olsa da düzenli kaldığı bir mekânı yoktu. Madalya ve rozetleri en değerli varlığıydı. Şiir yazar, türkü söylerdi. Atatürk’ü çok severdi; en büyük dileği milletvekili olmaktı. Hayatının kadınını bulsa pala bıyıklarını kesecekti. Bir rivayete göre kartvizitinde "Tarihlere sayfa açan üstün Türk düşünürü, dağların çocuğu, Pala Şair" yazıyordu. Beyoğlu'ndaki varlığını kültürel bir hizmet olarak görüyordu, fotoğrafçı Erhan Şermet'in bir tasarısında hayatın anlamını "kültürüne sahip çıkmak" olduğunu söylemişti. 5 Mayıs'ta kalp krizinden yaşama gözlerini yuman Pala Şair, şimdi Silivri Yakuplu Mezarlığı’nda.

"öyle bir türkiye olmalı
öyle bir türkiye olmalı ki
her gören sormalı
her soran hayran kalmalı.
öyle bir türkiye olmalı
öyle bir türkiye olmalı ki
bu hayranlık aşkına
tüm dünya selâma dalmalı."



Cumhuriyet Hafta Sonu / 27 Eylül 2008

Bir dev daha göçtü




Çeviri Servisi - Hollywood’un en başarılı ve deneyimli isimlerinden aktör Paul Newman 83 yaşında akciğer kanserine yenik düştü. 1987’de “Paranın Rengi” filmindeki rolüyle Oscar kazanan ABD’li aktörün cuma günü Connecticut’taki evinde öldüğü açıklandı. Newman, 2007’de yarım yüzyılı aşkın süre hizmet ettiği sinemaya veda ederken, kanser olduğunu açıklamamış, “eskisi kadar iyi rol yapacak kapasitede olmamasını” oyunculuğu bırakmasına neden olarak göstermişti. 1925’te Ohio’da doğan, kariyerine 1954’te çevirdiği “Silver Chalice” le başlayan, "Butch Cassidy and the Sundance Kid", “Uzun, Sıcak Yaz”, “Kızgın Damdaki Kedi” , “Rachel Rachel” adlı filmlerdeki oyunculuğunun yanı sıra birçok filmde yönetmenlik görevini de üstlenen Newman’ın Altın Küre Ödülü bulunuyordu.


Cumhuriyet Gazetesi - 28 Eylül 2008

25 Eylül 2008 Perşembe

"Cinedergi" 6, yayında…




Sanal dünyanın en kapsamlı sinema dergisi Cinedergi altıncı sayısıyla yayında! Serdar Akbıyık, Banu Bozdemir ve Fırat Sayıcı'nın hazırladığı ücretsiz sinema dergisi Cinedergi, yine dopdolu bir içerikle ile karşınızda… İşte bu ayın öne çıkan başlıkları… Çekilemeyen Atatürk filmleri … Önemli iki röportaj; Son gazileri aynı filmde buluşturan usta yönetmen Nesli Çölgeçen ve Türk sinemasının son yıllarına damga vuran oyuncusu Başak Köklükaya… Yıldızını parlatmaya devam eden Michelle Monaghan ve aksiyon sinemasının süper jönü Jason Statham mercek altında… Ekim ayında sinemaseverlerin yüzünü güldürecek üç festival; "Altın Portakal", "FilmEkimi" ve "Gezici Filmler"… Sinema kahramanları, Mesela Dedik'le aynı filmde buluşmaya devam ediyor… Korku sineması nereye gidiyor? Cevabı İstismar Sineması'nda… Eleştiri, vizyon, pek yakında, DVD'ler, albümler, kitaplar… Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi'nin yeni sayısında. www.cinedergi.com, her ayın 25'inde bir sonraki ayın içeriğiyle bir tık ötenizde!

19 Eylül 2008 Cuma

Yalnızlığı çoğaltan bir kent ve yaşama dair bir öykü...






ALPER TURGUT


Kalabalıklaştıkça kimsesizleşen ve yalnızlaştıkça doyumsuzlaşanlar… “Issız Adam”, asrî zamanlarda büyük kentlere sıkışıp kalan, bırakın soluklanma payını, bunca hengâme ortasında nefes dahi alamayan insanları anlatıyor. Ve dahası; en leziz yemekler, şefkat timsali annelerimiz, hikâye anlatıcılığına soyunan eski şarkılar, zamane gönüllerde kepaze olan aşk… Yetti mi? Hayır! Üstüne de kasavet, mizah, karamsarlık, samimiyet ve İstanbul'u ekleyebilirsiniz. “Sen dizime yattın, ben bir hikâye anlattım ve sen büyüdün.”… Genç, usta ve yetenekli yönetmen Çağan Irmak’ın çekimi hala süren ve “en mahrem filmim” dediği Issız Adam’ın setindeydik.





“Asmalı Konak”, “Çemberimde Gül Oya”, “Bana Şans Dile”, “Mustafa Hakkında Her Şey”, “Babam ve Oğlum”, “Ulak”… Yazmak ve yönetmek… Çağan Irmak’ın hasleti ve hasreti bu… O, Issız Adam’ı, yalnızlığı daha iyi ifade edebilmek adına sinemaskop çekiyor. İnsanın, geniş ekranda iyice küçülüp kaybolduğunu şöyle iyice görebilelim diye… Neyse… Biz, Kuledibi’ndeki keyif ve kahkahanın egemen olduğu ve onun tabiriyle sanat için birçok egonun çarpıştığı sete dönelim. Yalnızlığı ve kişinin kendine uyguladığı tecridi anlayabilmemiz için set, resmen hücre muadili bir eve benzetilmiş. Ekip, oyuncular, gerekli her türlü film malzemesi derken neredeyse evin içi dolup taşmış, hareket edecek alan dahi kalmamış. Dayanılmaz sıcak, bitip tükenmeyen provalar, ses çıkarmama endişesi (film sesli çekiliyor), sürekli değişen dekorlar ve işini özveriyle yapan ekip üyelerinin (görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, Çağan'ın asistanı Şahin Çetinkaya ve diğerleri) dur durak bilmeyen koşuşturmaları... Evet, film işi, gerçekten zor zanaat… Lafı fazla uzatmayayım, çünkü Çağan’ın çekim için koltuğuna oturup, "Oyun!" demeden önce çok fazla zamanı yok.





—Kent insanı, her nefes aralığı arayışında nefes darlığına düşmez mi?


En büyük suç çağımızda ve beraberinde getirdiği tatminsizlik adlı illette… Ve bu filmde yalnızlığı çoğaltan bir İstanbul, bir Beyoğlu göreceksiniz. Tüketerek, tükenerek yaşamak... Nefesini bulmak ve sonra o soluğu kaybetmek. Öykü, aslında bu dünyadaki kirlenmişliği ve hayata tutunamayanları anlatıyor. Hikâyenin başkahramanı Alper için sevmenin bile bir karşılığı var ve onun her şeyin karşılığını ödemesi gerek. İşte bakın, Alper’in annesine söylediği sevgi sözcüğü; “hesabına şu kadar para yatırdım”… Çünkü o, her şeyi maddi ve madde olarak görüyor, ödemesi, ödenmesi gereken bir bedel gibi… . Hani askerde çay içmek nimettir ya. Zorda, darda ve yoklukta kalan bunu bilir. Oysa bu adam heyecanını yitirmiş, tam manasıyla dibe vurmuş, kıymet bilmiyor sadece parayla telafi etmek istiyor. Çevremize baktığımızda, dertli, üzgün, mutsuz insanlar görmüyor muyuz? Hâkim olan büyük bir memnuniyetsizlik, ruh çöküntüsü ve bunalım. Sebebi ise -bölüşmeyi, paylaşmayı geçtim - azla yetinmeyi bilmeyip çoğunu daha çoğunu isteme potansiyelimiz. Hikâyesi yok aslında bu filmin, zira hayata dair…

—Besbelli Ada ve Alper hayli zıt karakterler. Karşıtların birliği ne kadar uzun ömürlü olabilir?

Alper, Mersin'in Tarsus ilçesinden gelen ve büyük kentte yalnızlığı seçen bir adam… O, usta bir aşçı ve kendisine ait gösterişli sayılabilecek bir restoranı var. Keyfe keder yaşayan adamın, evi ise aynı zamanda onun hapishanesi… Ada ise çok aklı başında bir kız ve o, kendi dünyasında çok mutlu… Ama aşkı bekliyor, umuyor ve istiyor. Bu aslında Beyaz Atlı Prens’e bir gönderme… Alper, Ada’dan sevmeyi, sevişmeyi, sıkı sıkı sarılmayı, dokunmayı, sokulmayı öğrenecek. Ne var ki her zaman ‘mutlu son’ olmaz.



BİR YOLU BAŞTANBAŞA GEÇMEK GİBİ




Bohem, marjinal, derbeder, avare, kopuk… Alper karakteri için artık neyi uygun görürseniz, ona karşılık geliyor. Filmde Alper’i “at sevdalısı” Cemal Hünal canlandırıyor.

—Şans kapınızı çalmış ve kısa sürede dublörlükten başrole uzanan bir yola koyulmuşsunuz…

Ulak’ta Yetkin Dikinciler’in dublörüyken Çağan Irmak’ın tanıdığı fırsatla, deli dolu at süren filmin kahramanı Ulak İbrahim’e dönüştüm. Ardından “Asi” adlı dizi ve Issız Adam geldi. Çağan’a minnettarım, çünkü oyunculuk benim çocukluk hayalimdi. Okulunu okudum hatta Los Angeles'te oyunculuk üzerine eğitim dahi aldım ancak başka işlerle uğraşmaktan düşümü gerçeğe dönüştüremiyordum.

—Alper, en çok neyden korkuyor?

Onunki bencillikten kaynaklanan bir kötülük ve saplantısı var. O mevcut gidişatı seviyor ve ona dokunulmasından korkuyor. Çünkü çok iyi bir yerde olduğunu düşünüyor. Ailesini, çevresindekileri bunun içine yerleştirmek istemiyor. İtiraf etmiyor, çabalamıyor, her şeyi kapalı tutuyor. Bunun adı Maço kompleksi, almak istiyor, vermek istemiyor. Bir noktadan sonra ise artık kendini kandıramıyor. Bunu ilk tetikleyen ise ilk defa sevişmeyi tecrübe etmesi... Aslında Alper’in yaptığı bir şey yok. Tamam, genç kadına ulaşabilmek için uğraşıyor, üsteliyor ama sonuçta ona teslim olan Ada oluyor.

—Rolünüze nasıl hazırlandınız?

Issız Adam, çok dürüst ve sade bir hikâye… Senaryosu çok güzel ve zekice yazılmış. Gerçekçi detaylarla, güzel bir zemine de oturuyor. Bu adeta bir yolu baştanbaşa geçmek gibi… Çağan, filmin öncesinde hazırlanmamamızı söyledi, ‘tekrar tekrar okumayın, sette ezberlersiniz’ dedi. Çağan bize sürekli kapılar açıyor, yeri geliyor kısıtlamalar koyuyor. O, yaratıcı, gizemli ve anlatıcı… Ve çok belli, bu rol ona ait. Bu sinema yolculuğum adına büyük bir deneyim. Benim film öncesindeki çalışmam ise daha çok karakteri anlayıp onu kabul etmem üzerine kuruluydu.


YİTİK BİR ADAMI KURTARILABİLİR Mİ?






“Çapkın”, “Köprü”, “İyi ki Varsın” adlı diziler ve “Amerikalılar Karadeniz’de 2”, “Barda” ve Ulak isimli filmlerle giderek yükselen bir ivme yakalayan genç ve güzel oyuncu Melis Birkan, Issız Adam’da Ada karakterini canlandırıyor. Yakın tarihte Taylan biraderlerle dizi çekme planı yapan Birkan, ortaokul ve lisede bale, konservatuarda ise modern dans eğitimi almış. Melis, filmden çok umutlu… Ve Çağan’la çalışmanın okuldan bile daha iyi olduğunu düşünüyor.

—Ada’nın büyük kentte yaşayan kızlardan farkı ne?

Ada'nın çocuklar için özel kostümler yaptığı ‘Küçük Kahramanlar’ adında bir mağazası var. Aslında onun sokaktaki kızlardan farkı yok. Duygusal, hayat ve ilişkiler üzerine problemleri olan genç bir kız Ada… Daha önce yaşadığı aşk acısı onu korunaklı bir yaşamı seçmeye itmiş. Dünyası kendine göre ve belli insanlara yaklaşabiliyor. Ve en nihayetinde mantık devre dışı kalıyor. Ada, Alper ile bu duvarı yıkıyor, onun ısrarlarıyla 25 yaşındaki genç bir kadının kabuğu kırılıyor.







—Sığınaktaki Ada, kendince dokunulmazlık zırhına bürünmüş, günübirlik ilişkilerin adamı Alper’deki karanlık yanı keşfedemiyor mu?

Yitik bir adamı kurtarmak, aşk, birliktelik ve yarınlar adına zafere ve başarıya ulaşmak neredeyse imkânsıza yakın… Ada, deniyor, mücadele ediyor, çabalıyor, çırpınıyor, yaralanıyor ancak sevmeyi bilmeyen Alper’i karanlıktan çıkarmayı beceremiyor. Çünkü Alper, değişmek istemiyor ki… O, bağlanmaktan ölesiye ürküyor ve karşılığında Ada’nın da iyimserliği tükeniyor. Hatta Alper, umursamazlığını, lakayt yaşamını bir süre sonra özleme başlıyor. Alper, aşkı yaşayacak ve yaşatacak bir tip değil ki… Sözün özü, ayrılık çanları artık çalabilir.

—Ancak karşılığında Ada da büyüyor.

Her yaşanmışlık, tecrübeyi de beraberinde getiriyor. Naif genç kadın, ne yazık ki bu ilişkisinden de kırıklık, kırgınlık ve yaralarla çıkabiliyor. Ada’nın Alper ile olan kısa öyküsü onu mutlaka büyütüyor, alabildiğince yoğun duygulardan kurtulabildiği anda ise kalenin surları daha da sağlamlaşıyor.


İŞİNE, GÜCÜNE VE BİRBİRİNE SARILAN BİR EKİP





45 yıllık tiyatrocu Yıldız Kültür, filmde Alper’in annesi rolünde… İzmir Devlet Tiyatrosu’ndaki sahne tecrübesini, 2000’li yıllar ile birlikte ekranlara ve beyazperdeye taşımış. “Kırık Kanatlar”, “Aşka Sürgün”, “Hatırla Sevgili”, “Kâbuslar Evi: Tanıdık Yabancı”, “Menekşe ile Halil”, “Adem'in Trenleri”… O, “oyunculuğun yaşı ve yeri olmaz” düsturunu kılavuz bellemiş kendisine… Gözleri buğulu Yıldız Abla, sette nereye gitse enerjisini de beraberinde götürüyor. Bana, “sen cümlelerimi uygun bir dille düzeltirsin” diyor, onayı alınca da sıkıca sarılmayı ihmal etmiyor. Evet, ilginç ancak bu sette herkes, işine, gücüne ve birbirine sıkı sıkıya sarılıyor. Çünkü bir süre sonra setteki ruhu eksik bulan Çağan, tatlı-sert uyarılarla ekibini canlandırıyor ve işler rayına oturunca da gidip Yıldız Kültür’ü kucaklıyor.

—Anne, Ada'nın Alper’e uygun bir eş olacağını mı düşünüyor?

Oğlunu yıllardır göremeyen kadıncağız, özlemini gidermek için Mersin’den, kasabasından kalkıp İstanbul’a geliyor. Ve kızı çok beğeniyor. Ada sanki onun gelini gibi. Canlandırdığım karakter, her şeyden önemlisi bir anne… Çok sevecen ve kendi halinde bir kadın... Alper’in içinde bulunduğu büyük şehir hastalığını kavramaktan ise çok ama çok uzak…

—Bu rol size nasıl teklif edildi?

İzmir’de tatil yapıyordum, telefon geldi. Arayan Çağan olunca, düşünmeden “evet” dedim. Okuduğum zaman hikâyeden de hoşlandım. Zaten onunla çalışmak en çok istediğim şeydi, nihayet bu keyfe eriştim. Çağan beni yıllar önce tiyatroda izlemiş, beni hatırlaması çok büyük bir incelikti. İnanın, çok mutluyum. Keşke daha genç olsaydım ve Çağan ile daha pek çok yapımda çalışabilseydim.







Filmde ayrıca Gözde Kansu, Şerif Bozkurt, Aslı Aybars ve Goncagül Sunar da oynuyor. Kısaca bu film; aşk acısına, seçilmiş yalnızlığa, tatminsizliğe ve İstanbul’a dair… Çekimleri 15 Ağustos’ta başlayan ve yapımcılığını Most Production’dan Mustafa Oğuz’un üstlendiği, Issız Adam, 7 Kasım günü vizyona girecek.



ISSIZ ADAM'IN KONUSU...








Alper 30’lu yaşlarda, gurme sayılacak düzeyde yemek kültürü olan kendi restoranının sahibi iyi bir aşçıdır. Lüks yaşamayı seven, işinde başarılı ama özel yaşantısını her gün farklı kadınlarla birlikte olarak düzene koyamamış, hayatını; yaptığı yemekler, günübirlik ilişkiler, paralı kadınlar üçgeninde yaşayan birisi iken… Hayatının akışı, bir gün Beyoğlu’nun arka sokaklarında, aradığı eski plak için bir kitapçıya girmesiyle değişir.

Ada 20’li yaşlarının sonlarında, güzel, çocuk kostümleri tasarlayıp diken, Alper’in modern yaşamının aksine çok mütevazı, hayatta fazla inişleri çıkışları olmayan genç bir kadındır. Bir gün eski bir kitabi bulabilmek için Beyoğlu’nda dolaşırken Alper ile ayni kitapçıya girer. Çapkın bir adam olan Alper, Ada’nın güzelliğinden etkilenir ve Ada’yı takip etmeye başlar. Ada’nın aradığı kitabi bulmuştur. Ada’nın işyerine kadar devam eden takip, Alper’in tanışma bahanesiyle aldığı kitabı Ada’ya vermesiyle son bulur.

Ada ve Alper’in yaşamlarında ilk defa karşılaştıkları tutkulu aşkın ilk sinyalleri bu kitapla başlar. Alper kopamadığı özgür hayatinin içersinde Ada’ya yer açmaya çalıştıkça, yaşamının daraldığını fark eder. Aşkı ve özgürlüğü arasında kalan Alper’in sessiz çığlıklarını duyamayan Ada, kendini aşkın rüzgârına kaptırmıştır bir kere… Ve yaşam bir kere daha aşk oyununun perdelerini Ada ve Alper için açacaktır…






Fotoğraflar: VEDAT ARIK



Cumhuriyet Hafta Sonu eki - 20 Eylül 2008




Bülent Ersoy: Söylediklerimin arkasındayım




İSTANBUL (24.09.2008)- Bir televizyon programında, “Başkalarının savaşı için, doğurduğum çocuğu toprağa veremem” diyen Bülent Ersoy'un yargılanmasına bugün devam edildi. Mahkemede de sözlerini savunan Ersoy, “ölüm yerine çözüm” istediğini vurguladı.


Hakkında “Halkı askerlikten soğutma” iddiasıyla dava açılan Bülent Ersoy'un yargılanmasına, Bakırköy 18. Asliye Ceza Mahkemesi'nde devam edildi. İlk duruşmaya katılmayan Ersoy, ikinci kiz hakim karşısına çıktı. Ersoy, mahkemede de televizyon programında söylediği sözleri savundu.


Bakırköy Adliyesi'ne gelen Ersoy'u, “Ah bu savaşların gözü kör olsun”, “Eller ayrılsa bile biz ayrılamayız” yazılı dövizler açan bir grup savaş karşıtı karşıladı. Duruşmaya, şikayetçilerden Hayati Karataş ile Savaş Altay da katıldı, şikayetçilerin ise ayyıldızlı kırmızı tişört ve askeri pantolon giymeleri dikkat çekti.

“Ölüm yerine çözüm istemenin neresi suç?”

Hakkındaki iddiaları reddeden Bülent Ersoy, “İşgüzar insanlar tarafından vatan haini ilan edildim. Bunu asla kabul etmiyorum” dedi. Ersoy, “Bir televizyon programdayken, evlatlarımızın vurulduğu, çatıştığı acı haberini aldık. Ben bir anne değilim ama, bir annenin doğurduğu çocuğu toprağa verirken ne hissedebileceğini anlayacak kadar duyguluyum” diye konuştu. Konuşmasında ölüm yerine çözüm istediğini belirten Ersoy, “Ölüm yerine çözüm istemenin neresi suç? Ben vatan sever bir insan olarak, bugün aynı şeyi yine söylerim. Beni idam edeceklerini bilsem de aynı şeyi söylerim” dedi.

Mahkeme başkanının, “Yaptığınız konuşmalar bazı gruplar tarafından kullanıldığı söyleniyor. Batman ve Şırnak'ta isminiz parklara veriliyormuş” iddiaları üzerine Ersoy, “Benim bir yere veya gruba yakın olmam söz konusu değil” diye konuştu.
Ersoy, şikayetçilerden Savaş Altay'ın “Bülent Ersoy bizimle birlikte Çanakkale şehitlerini anmaya gelsin” talebine de, “Ben sizinle birlikte dolaşmak zorunda mıyım” diye tepki gösterdi. Mahkeme, duruşmayı 30 Ekim'e erteledi.

Savcıya göre 'Her Türk asker doğar'

Ersoy, bir televizyon programında canlı yayın sırasında; “Tamam vatan bölünmez, ama göz göre göre de bu çocukları bütün analar doğursun, toprağa versinler. Bu mu yani? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, olamayacağım da. Ama insan olarak o anaların yüreğinin nasıl cayır cayır yandığını ben anlayamam ama anneler anlar. Başkalarının savaşı için doğurduğum çocuğu toprağa veremem” demişti.

Ersoy hakkında “Halkı askerlikten soğutma” iddiasıyla üç yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Savcının iddianamesinde; “Her Türk asker doğar” sözü hatırlatılarak, Türk devletinin askerliğe verdiği önem anlatıldı, sözlerin 'düşünce ve ifade özgürlüğü' kapsamında değerlendirilmeyeceği ileri sürüldü.


Bu yazı Atılım'dan alınmıştır...

Sağmalcılar’a hoş geldiniz



Sağmalcılar Cezaevi’nde 19 Aralık’ın “hayata dönüş” operasyonunda ayakta kalan belki de tek koğuşu ziyarete açıldı. Bu koğuş C Blok’taydı ve onlarca yıl adli ve siyasi kadın mahkûmları ağırlamıştı. 12 Eylül öncesi bu koğuşta kalan Gülsev Toksöz, Sevim Dikçe, Zeynep Güneş ve Berat Günçıkan anlatıyor.





Soldan sağa: Zeynep Güneş, Berat Günçıkan, Gülsev Toksöz, Sevim Dikçe.
Fotoğraflar: Vedat Arık




Bayrampaşa Belediyesi, ramazan eğlenceleri ve iftar çadırı açmak için alan olarak Sağmalcılar Cezaevi’nin avlusunu seçti. Cezaevinin görüş, avukat görüşü ve bir koğuşu da ziyarete açıldı. İhtimal amaç, inançla suç arasındaki bağı göstermekti! İki katlı koğuşu uzun yıllar kadınlar kullanmıştı. 12 Eylül 1980’den önce koğuşta yaklaşık 200’e yakın adli tutuklu ve hükümlüyle birlikte bir avuç “siyasi” kadın kalmıştı. 19 Aralık 2000’de “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında yapılan katliama kadar da çok kadın gelip geçti… Bunlardan biri de bendim. Koğuş arkadaşlarım Gülsev Toksöz, Sevim Dikçe ve Zeynep Güneş’le cezaevinin yolunu tuttuk, anılarımızı dillendirdik.



Berat Günçıkan: Komün arkadaşım Şemsi


Sağmalcılar’a girmeme neden olan suç, 1 Mayıs için (1980) Kurtuluş örgütüne ait bildirilerin üzerimde yakalanması, bir de basılmamış şiirlerle komünizm propagandası yapmaktı. Selimiye’ye götürüldüm, tutuklandım. Bir ay sonra da Sağmalcılar’daydım… Kısa bir koridoru geçtikten sonra gardiyanın açtığı demir kapıdan koğuşun avlusuna çıktım. Siyasi tutuklulardan iki kişi kapıda nöbetçiydi. Örgütüm komünümü belirledi. Dört beş örgütten, yirmiyi aşkın kadın bir komündeydik. İş bölümü vardı, yemek, bulaşık, çamaşır… Her şey paylaşıma açıktı. Cezaevinin yaptırımlarına karşı birlikte direnilir, marşlar, türküler söylenir, sloganlar atılırdı. Kısa süreli bir açlık grevi yaptığımızı da hatırlıyorum. Sabah ve akşamları okunan tahliye olanların ya da mahkemeye gideceklerin anonsları, her tahliye olanı uğurlarken okuduğumuz Enternasyonal Marşı bugün de kulaklarımda.


Adli mahkûmlar, suçları, davranışları insana dair bilgi edinmek için (elbet kendine dair de) bulunmaz fırsattı. Çingenelerin ekip halinde hırsızlığa çıktığını, dört kişilerse, dördünün de aynı etekten ya da kazaktan aldığını, aralarındaki kavgayı böyle önlediklerini öğrendim. Sevgilisiyle birlikte kocasını öldüren, kıvırcık ve gür saçlarıyla üst ranzada önümde oturup televizyonu izlememi engelleyen İkramiye’nin neden ikide bir camları kırdığını öğrenmem de uzun sürmedi. Sevgilisi cezaevinin teknik servisindeydi, cam kırmak ve takmak onların ilişkisinin devamını sağlıyordu. Adli tutuklular arasında ufak tefek bir kadın ilgimi çekmekte gecikmedi. Ne bizle ne diğerleriyle ilişki kuruyordu. Ne yapıp edip onunla arkadaş oldum. Suçunu söylemedi, ben de ısrar etmedim. Cezaevinden çıktığımda da bir süre onun evinde kaldım. İki yıl önce oğlu ve geliniyle yollarımız kesişti, oğlunun silahını yakalattığını, yine oğlunun ihtarıyla kimseyle ilişkiye geçmediğini öğrendim. Şemsi Özçelik dokuz yıl önce ölmüştü ama çocukları beni hâlâ hatırlıyordu. Buluştuk, çocuklarına beni babaannelerinin cezaevi arkadaşı olarak tanıttılar. Sağmalcılar büyüdüğüm, insanı ve kendimi tanıdığım yerdi. Yedi ay sonra, 12 Eylül’e on gün kala tahliye oldum.




Gülsev Toksöz: Suçum, asker düğmesini koparmak!



Aralık 1979’da Bursa’da, bir operasyonda eşimle birlikte gözaltına alındım. Bir haftaya yakın Bursa Emniyeti’nde kaldık. Beraber alındığımız insanlar elektriğinden falakasına pek çok işkence gördüler ama ben sadece tokat yedim. Sonra Sağmalcılar’a getirildim. Korkmadım, şaşırmadım, beni orada arkadaşlarımın beklediğini biliyordum. Bizim bulunduğumuz üst koğuşta kalan, kendini düşkün, deli gösteren bir kadın hatırlıyorum. Çok kötü giyiniyordu ama dikkatle izleyince iyi bir aileden geldiğini anlıyordunuz. Diğer mahkûmlar hikâyesini anlattılar, aralarındaki bağ neydi bilmiyorum ama Tahsin Şahinkaya’nın oğlu ya da damadı öldürülmüştü ve suçu kadın üstüne almıştı. Tahliye olduktan sonra okula yeniden döndüğümde Beyazıt’ta onu gördüm, yanında çok güzel, sarışın bir kız çocuğu vardı, o da gayet bakımlı ve güzel görünüyordu. Donup kaldım, o belki beni gördü görmezden geldi…


Cezaevinde çeşitli suçlardan yatanlar vardı, onların içlerinde bir insan olduğunu fark ettiğim anda hayata bakış açım değişti. Olaylara daha geniş bakmaya başladım ve daha affedici oldum. Bu benim kendi arkadaşlarımla, farklı gruptaki arkadaşlarla ilişkime de yansıdı. 12 Eylül’den sonra Metris’e götürüldüğümde, siyasi görüşüme göre bir arada olmamam gereken insanlarla aynı komünü paylaştım. Orada önemli olan insanların şu veya bu gruptan olmaları değil, var olan sisteme, dayatmalara karşı aldıkları tavırdı. Fahişe de olabilirdi, hırsız da, o anda dayatılana “hayır” diyorsa, tamamdı. Evet, cezaevinde mutlaka sert olmak zorundasın ama gerektiğinde geri çekilmeyi, sağa sola kıvrılmayı bilmek durumundasın. Ben bunu Sağmalcılar’da öğrendim.



Ağustos 80’de bir gece kadınlar koğuşu tarandı. Dakikalarca çatılardan ateş edildi, nedenini öğrenemedik, kısa bir süre sonra anladık ki bu Selimiye’ye götürülmemiz için bir hazırlıkmış. Zaten ardından da darbe oldu. Selimiye’de büyük bir koğuşa konulduk, dışarıda operasyonlar hızlandı ve koğuş doldu. Aralarında ağır işkence görenler vardı. Sonra apar topar Metris’e götürüldük, giderken bize “Orası burası gibi değildir, dikkat edin, kendinizi ezdirmeyin” diye nasihatte bulundular. Metris’te bizi bir subay karşıladı, “Artık her şey bitti, siz de bir askersiniz, ona göre yaşayın. Tek sıra sayım verilecek, İstiklal Marşı okunacak” dedi. Hücreler dört kişilikti ama biz altı kişi yatıyorduk. Hücrelerin önünde bir koridor vardı, insanları döve döve götürüyorlardı, gecenin üçünde bile işkence sesleri duyuyorduk. Önce havalandırmamız iki saatti, sonra eften püften bahanelerle 20 dakikaya indirildi. Ya çok sıcak ya da çok soğuk su veriyorlardı, itiraz ettiğimizde “Siz burayı Galatasaray Hamamı mı zannettiniz” diye dalga geçiyorlardı. Yaşam giderek zorlaşıyordu. Partizan davasından yargılanıyordum, o davadan beraat ettim, ama işkenceci Adnan Binbaşı’yı dövme suçundan ki, dövülmeyi söylemiyor, askerin düğmesini koparma suçu diyorlardı, bir buçuk yıl ceza aldım. İzmit’e götürüldüm, sekiz ay sonra tahliye oldum. Toplam üç sene hapis yattım.




Sevim Dikçe: Küçük Partizan



Bir afişleme sonrası operasyonla 23 Mart 1980’de gözaltına alındım, siyasi şubeye götürüldüm. O dönemde işkence sistemli değildi; falaka, elektrik, kaba dayak…


4 Nisan’da tutuklandım, bir ay kadar Selimiye’de kaldıktan sonra Sağmalcılar’a götürüldüm. 17 yaşıma yeni girmiştim, küçüktüm ama sadece bende değil, hepimizde çok büyük bir olgunluk vardı. Ne aile ne de başka bir şeyin korkusunu duyuyordum, işkenceden çıkmışsın, orada direnmişsin, daha ne olabilirdi ki? Sanki evimden çıkmışım başka bir yere gitmişim gibiydi, yabancılık hissetmedim. Küçüktüm ama yaşımdan dolayı kayırılma yaşamadım, zaten mutlaka herkes birbirini koruyordu, otuzundakiyle on yedisindekine ne yapılması gerekiyorsa aynısı yapılıyordu.


Komünümüzde (Partizan) adli hükümlüler de vardı. Hacer’i hatırlıyorum, kendisine tecavüz eden kayınpederini öldürmekten hüküm giymiş, başka bir cezaevine gönderilmeyi bekliyordu ama bizim bütün eylemlerimize katılıyor, bize destek veriyordu. Tuttuğunu koparan, sözünün arkasında duran bir kadındı. Çoğunluğu kavga çıkarıyor, çığlıklar atıyor, böylece depresyonlarını dışarı vuruyorlardı. Benimle aynı yaşta bir seks işçisi gelmişti, frengiye yakalanmıştı ve beynine vurma durumu vardı. Onunla çok konuştum, aşağı koğuşa bir kadın satıcısı gelince onun yanına gitti. “Neden”, diye sordum, “Ben yollarda büyüdüm” dedi, “dışarı çıkınca yine o yola gideceğim”. Onlarla hep konuştuk, dışarıya çıktıklarında farklı bir yol izlerlerse hem onlar hem bizim için kazançtır diye düşünüyorduk.


12 Eylül’e az bir zaman kala koğuşumuz tarandı, ardından Selimiye’ye götürüldük. Büyük bir koğuştu, darbeden sonra operasyonlarla getirilenler oldu. Ağır işkenceden geçirilmişti hepsi. Nuriye isminde bir arkadaşı kedilerle dövmüşlerdi, yüzü gözü tırmık içindeydi. Biz slogan atıyor, darbeyi, işkenceleri protesto ediyorduk, 12 Mart döneminde içeride yatmış bir Murat Yüzbaşı vardı, “Kızlar yapmayın sonu kötü” diyordu. Bize çok uyarıda bulundu. “Bunlar çözüm değil, ben de yaşadım” diyordu. İyi niyetliydi, gözaltında tecavüze uğrayan bir arkadaşımızın doktora götürülüp rapor almasında çok yardımcı oldu. Bir de Maşallah isimli askeri hatırlıyorum, bize yardımcı olduğu için gözlerimizin önünde dövülmüştü.


Dört ay Metris’te kaldım, cezam kesinleşti, sonra bir arkadaşımla birlikte İzmit Cezaevi’ne götürüldüm. İki buçuk yıl sonra cezaevinden çıktığımda hayata hazırdım. Şu an bir sürü insanla diyalog kurabiliyorsam cezaevinin çok etkisi vardır. İnsanları sevmeyi, onları anlamayı ve kırmamayı, yaşama atılmayı, mücadele etmeyi, tek başına ayakta durabilmeyi öğrendik.



Zeynep Güneş: Siyasi geldiii...



Şubat 79’da Tariş işçilerinin direnişine yardım amacıyla makbuzla para toplamaktan yakalandım. İki gün karakolda, iki gün de 1. Şube’de kaldıktan sonra Selimiye’ye götürüldüm. Tutuklandıktan bir hafta sonra Selimiye’den Sağmalcılar’a sevk edildim. Kurtuluş örgütündendim. Tutuklandığımda 15 yaşımı bitireli üç ay olmuştu. Ufak olmama rağmen tutkuyla bağlı olduğum inançlarım doğrultusunda, tutuklanmak veya cezaevi deneyimini yaşamak bana göre çok doğal bir süreçti.



Avluya ilk adımımı attığımda yukarı bakıp “bir avuç gökyüzü” dediğimi çok net hatırlıyorum. O an için sadece Nâzım Hikmet’in şiiri aklıma gelmişti, bir avuç kadardı bizim gökyüzümüz de. Beni gören adli mahkûmlardan biri “Siyasi geldi” diye bağırınca çok güldüm. Siyasi tutuklular olarak sayımız az olmasına rağmen adli mahkûmlar bizden korkuyor, çocuklarını korkutmak istedikleri zaman “siyasiler geliyor” diyorlardı. Haklarına ve kendilerine saygılı ve ilgili yaklaşımlarımız zamanla onları da rahatlattı.



Ben Sağmalcılar Cezaevi’ni hep bir hayat okulu olarak tanımladım. Aklınızın almadığı, gazetelerden okuduğumuz zaman “hadi canım yine abartmışlar” diye yorumladığınız birçok değişik suçu işlemiş insanla bir arada 24 saat olmak durumundaydınız. Her kadın ayrı bir hikâye, ayrı bir acı veya farklı bir canavardı. Kimi sevgilisiyle bir olmuş kocasını doğramış, kimi kendine tecavüz eden kayınpederini öldürmüş, kimi esrar, eroin satmış, kimi de oradaki en basit suçlardan biri olan hırsızlığı yapmıştı. Hırsızlar müdavimleriydi cezaevinin, gelişlerinden onları tanırdık, şarkılar söyleyip, göbek atarak avludan adımlarını atarlardı. Kısa sürede de tahliye olurlardı. Unutamadığım bir olay hâlâ tüylerimi diken diken eder: Bir bayram günü açık görüşte bizlere gelen tatlı vs. gibi yiyeceklerin fazlasını erkekler koğuşuna gönderme kararı aldık ve adli mahkûmlara da onların da gönderebileceklerini bildirdik. Erkek arkadaşlarımız esrar gibi maddeleri de gönderebileceklerini düşünerek giden yiyecekleri aramışlar. Birinin içinden bir not çıkmış. Kadınlar koğuşunda yatan bir kız babasına göndermiş, bir babadan daha çok bir sevgiliye yazılabilecek, söylemekten utanacağım sözcüklerle doluymuş. Bu tespitin ardından bu kişi gereği yapılarak koğuştan atıldı.



Siyasiler olarak ilişkilerimiz çok iyiydi. Haksızlıklara karşı ortak tavır alır, bulunduğumuz ortamda insan onuruna layık bir şekilde yaşayabilmek için idareye karşı verilen mücadelede genelde ortak hareket ederdik. Komünlerimiz vardı. Sırayla temizlik, çamaşır (küçük, biraz da çelimsiz olduğum için çamaşırda durulamaya beni koyarlardı, itiraf ediyorum buna çok sevinirdim) yemek vs. gibi uğraşıların yanı sıra eğitim çalışmaları, İngilizce dersleri, folklor gibi faaliyetlerle zamanımızı geçirirdik.



1980 Ağustos’unda Selimiye’ye götürüldük, 12 Eylül darbesini burada karşıladık. Bir süre sonra da Metris’e yerleştirildik. Hemen akabinde mahkemeye çıkarıldım ve jet hızıyla ilk celsede toplam 25 yıl ceza aldım. 1982’nin Nisan’ında Yargıtay verilen kararı bozdu, tekrar mahkemeye çıkarıldım ve beraat ettim. 12 Mayıs 1982’de de tahliye edildim. Metris’te o dönemde herkesin yaşadıklarını ben de yaşadım.



İçerde üç yıl üç ay kaldım. Solcuların içinde en küçük bendim, bu yüzden lakabım “ufaklık”tı. Metris’te uygulamaları protesto için açlık grevine girdik, o sırada ben 42 kiloydum. Arkadaşlarım nasıl dayanacağım konusunda kaygılanmışlardı. Onlara 15. gün açlık grevi hâlâ devam ediyorsa halay çekeceğim demiştim ve gerçekten 15. gün kalktım, itirazlara rağmen halay çekmeye başladım. Diğer arkadaşların da katılımıyla hayatımızın en güzel halayını çektik. Açlık grevi 19. günde isteklerimizin kabulüyle son bulmuştu ve ben 35 kiloydum. Cezaevinde inandığınız zaman her şeye göğüs gerebileceğinizi öğrendim. Oradaki yaşamınızda haksızlık, bencillik yok, dayanışma, sevgi, paylaşım var. Bunları elimden geldiğince yaşamımda da uygulamaya çalıştım. İş hayatımda çalışma arkadaşlarımın hep hakkını savundum, yönetici olduğum dönemlerde kişiler arasında asla ayrım yapmadım. Onları, yaptıkları işe inanmaya, paylaşıma, haksızlıklara karşı ses çıkarmaya sevk etmeye çalıştım.




Cumhuriyet Pazar Dergi - 21 Eylül 2008

7. FİLMEKİMİ SONBAHAR FİLM HAFTASI




10 – 16 Ekim 2008

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından, Nokia Nseries sponsorluğunda düzenlenen Filmekimi, yedinci yılında 10–16 Ekim tarihlerinde yine Beyoğlu Emek Sineması’nda…

Yaklaşan yeni sinema sezonunun habercisi olan Filmekimi bu yıl da Sundance, Berlin Cannes, Venedik gibi saygın festivallerde ilgiyle karşılanan ödüllü filmlerden ustaların merakla beklenen son yapıtlarına, 21 filmden oluşan programıyla 7 gün boyunca Beyoğlu Emek Sineması’nda izleyiciyle buluşmaya hazırlanıyor. Filmekimi’nde yine her akşam 21.30 seansında Türkiye’de vizyona girmeyi bekleyen bir filmin ilk gösterimi yapılacak.

Filmekimi ilk kez düzenlendiği 2002 yılından başlayarak İstanbullu sinemaseverlerden büyük ilgi gördü ve geçtiğimiz yıl en yüksek kapasiteye ulaşarak 30.000 kişiyle izleyici rekoru kırdı.

Nokia Nseries sponsorluğunda gerçekleşen Filmekimi kapsamında başlayan Nokia Nseries Kısa Film Yarışması bu yıl da devam edecek.

Bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan Nokia Nseries Kısa Film Yarışması’na başvuru için herhangi bir yaş, deneyim, tür ya da tema kısıtlaması bulunmuyor. Nokia Nseries’in “deneyim” kavramıyla bütünleşen yarışmada, günlük hayat ve deneyimler birer kısa filme dönüşüyor. Kısa filmlerin herhangi bir kameralı cep telefonu ya da dijital kamerayla çekilmesi yeterli.

Nokia Nseries Kısa Film Yarışması’nın jürisine bu yıl sinema ve televizyondan tanıdığımız yönetmen kardeşler Yağmur ve Durul Taylan başkanlık yapacak. 10 Ekim - 31 Aralık 2008 arasındaki başvuru sürecinin ardından jüri iki aşamalı yarışmanın değerlendirme sürecini başlatacak. Yarışmanın finalistleri birer Nokia N96 multimedya bilgisayarı, ilk üçe girenler ise para ödülü kazanacaklar. Ayrıca ilk üçe giren filmler, 4 -19 Nisan 2009 tarihleri arasında düzenlenecek olan 28. Uluslararası Film Festivali kapsamında gösterilecek. (Ayrıntılı bilgi için:
www.nserieskisafilm.com)

Filmekimi’nin medya sponsorluğunu CNBC-e, Radikal ve Radyo Eksen üstleniyor.

Filmekimi’nin afişlerini ve tanıtım kampanyasını ise yine Alametifarika gerçekleştirdi.

Filmekimi Programında Neler Var?


Cannes Film Festivali’nin En Çok Ses Getiren Filmleri Filmekimi’nde


VICKY CHRISTINA BARCELONA / Woody Allen

Woody Allen’ın Mayıs 2008’de Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapılan son filmi “Vicky Cristina Barcelona” Filmekimi’nin gala filmlerinden. Barselona’da geçen ve kadın-erkek ilişkileri, aşk, gençlik ve cinselliği konu alan bu sıcak ve eğlenceli filmin başrollerinde Woody Allen'ın gözde oyuncusu Scarlett Johansson’un yanı sıra Oscar ödüllü Javier Bardem ve Penélope Cruz yer alıyor.

KÖRLÜK / BLINDNESS / Fernando Meirelles

“City of God / Tanrıkent” filminin Brezilyalı yönetmeni Fernando Meirelles’in Cannes Film Festivali’nin açılışını yapan son filmi “Blindness / Körlük”, Filmekimi’nin galalarından. Nobel ödüllü yazar José Saramago’nun dilimize aynı adla çevrilen romanından uyarlanan filmin senaryosu, 2005’te İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale için yarışmış olan “Childstar / Çocuk Yıldız” filminin yönetmeni Don McKellar’a ait. Herkesi kör eden bir salgınının hızla yayıldığı modern bir kentte salgından etkilenmeyen bir kadının öyküsünü anlatan filmin başrollerini Julianne Moore, Danny Glover, Gael García Bernal ve Sandra Oh paylaşıyor.

GOMORRA / Matteo Garrone

Filmekimi’nin gala filmleri arasında Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü kazanan “Gomorra” da var. Matteo Garrone’nin yönettiği ve birbirine bağlanan beş öyküden oluşan bu epik mafya öyküsü, İtalya’da kahraman kabul edilen gazeteci-yazar Roberto Saviano’nun aynı adlı kitabından uyarlanmış. “Gomorra”, Napoli’de etkin olan acımasız Camarro örgütü ve her gün kan, para ve güç gibi değerlerle saptanan kurallara uymak zorunda kalan Napolilileri konu alıyor.

WALTZ WITH BASHIR / Ari Folman

Filmekimi’nin çok ses getirecek filmlerinden biri de İsrailli yönetmen Ari Folman’ın kendi deneyimlerinden esinlendiği filmi “Waltz with Bashir”. Uzun metrajlı bir animasyon belgeseli olarak türünün tek örneği sayılabilecek olan bu savaş karşıtı film, geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes’da Altın Palmiye için yarıştı ve hem eleştirmenlerden hem de izleyicilerden büyük ilgi gördü. “Waltz with Bashir”, izleyiciyi yirmili yaşlarında İsrail ordusunda askerliğini yapan Ari Folman’ın gözünden 1982′de ilk Lübnan savaşına ve Sabra-Şatila katliamına götürüyor.

SINIF / ENTRE LES MURS / THE CLASS / Laurent Cantet

Filmekimi programında, Festival seyircisinin “İnsan Kaynakları”, “Para Yok Zaman Çok” ve “Güneye Doğru” filmleriyle tanıdığı Laurent Cantet’nin son filmi “Sınıf / The Class” da yer alıyor. Edebiyat öğretmeni François Bégaudeau’nun yarı-özyaşamöyküsel romanından uyarlanan film, Cannes’da yarışarak Fransa’ya 21 yıl aradan sonra Altın Palmiye kazandırdı. Paris’te bir ortaokulda geçen filmde başroldeki öğretmeni Bégaudeau’nun kendisi canlandırırken filmde gerçek ortaokul öğrencileri rol alıyor.

Usta Yönetmenlerin Son Filmleri Filmekimi’nde

PALERMO SHOOTING / Wim Wenders

Alman usta Wim Wenders’in Cannes’da yarışan son filmi “Palermo Shooting”, metafizik öğelerle bezeli bir gerilim. Dünyaca ünlü bir fotoğrafçının Düsseldorf’tan Palermo’ya yolculuğunu konu alan filmde, başroldeki Alman punk grubu Die Toten Hosen’ın solisti Campino’nun yanı sıra Dennis Hopper, Lou Reed, Patti Smith ve Milla Jovovich gibi yıldız isimler de rol alıyor.

PONYO ON THE CLIFF BY THE SEA / Hayao Miyazaki

Canlandırma sinemasının büyük ustası Hayao Miyazaki’nin Venedik’te Altın Aslan için yarışan filmler arasında yer alarak büyük tartışmalar da yaratan “Ponyo on the Cliff by the Sea” de Filmekimi’nde gösterilecek. Ülkemizde özellikle “Spirited Away / Ruhların Kaçışı” ve “Howl’s Moving Castle / Yürüyen Kale” filmleriyle büyük bir hayran kitlesi edinen Miyazaki’nin sekizinci filmi, insan olmak isteyen Japon balığı Ponyo ile arkadaşı beş yaşındaki çocuk Sosuke’nin öyküsünü anlatıyor. Filmin çıkış noktası ise Andersen’in masalı Küçük Denizkızı.

ASHES OF TIME REDUX / Wong Kar-Wai

Büyük usta Wong Kar-wai’nin filmografisinde yer alan tek dövüş sanatı filmi 1994 yapımı “Ashes of Time”, antik dönemde Çin’de geçen aşk, hafıza ve ölüm üzerine epik bir melodram. Wong Kar-wai, bu bol ödüllü filmine 14 yıl sonra geri dönerek filmin kurgusunu yeniledi, renklerini iyileştirdi, müziğini elden geçirdi ve süresini yedi dakika kadar kısalttı. “Ashes of Time Redux” versiyonu, ilk kez bu sene Cannes’da özel bir gösterimde izleyicilerin karşısına çıktı. Eleştirmenlerin “fırça darbeleriyle yapılan bir tablo” diyerek övdüğü filmin görüntü yönetmeni İstanbullu sinemasverlerin yakından tanıdığı Christopher Doyle. Filmin kadrosu ise tam bir Hong Kong yıldızlar geçidi: Jackie Cheung, Maggie Cheung, Tony Leung, Leslie Cheung…

GENOVA / Michael Winterbottom

Michael Winterbottom’ın son filmi “Genova”, anneleri ölünce hayatlarında yeni bir sayfa açmak adına babalarıyla birlikte Cenova’ya yerleşen iki kız kardeşin öyküsünü anlatıyor. Hem büyümenin hem de kendilerini bulmanın zorluklarını yaşayan iki kız kardeşin hayatları annelerinin hayaletini görmeleriyle daha da karışıyor. Bu dokunaklı filmin başrolünde ise baba rolünde Colin Firth var.

LE SILENCE DE LORNA / LORNA’S SILENCE / Jean-Pierre – Luc Dardenne

Gerçekçi filmleriyle tanınan Belçikalı Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşler, bu kez kameralarını Avrupa’daki kaçak göçmenler sorununa yönlendiriyor. Daha önce iki kez Altın Palmiye kazanan ikili bu yıl Cannes’da Senaryo Ödülü’ne layık görüldü. Genç bir Arnavut kızın daha iyi bir yaşam için geldiği Belçika’da sahte evlilikler ve mafya ilişkileri arasında kalarak yaşadığı çelişkileri anlatan “Lorna’a Silence” adlı filmde Lorna rolündeki Priştina doğumlu genç oyuncu Arta Dobroshi hem güzelliği hem de oyunculuğuyla eleştirmenlerden tam not aldı.


DAİMA MUTLU / HAPPY-GO-LUCKY/ Mike Leigh

Usta yönetmen Mike Leigh’in İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen “Vera Drake”ten sonra çektiği ilk filmi “Daima Mutlu / Happy-go-lucky”, Blair sonrası Londra’sında geçen, adı gibi mutlu ve neşeli bir film. Filmin merkezinde, hayata olumlu tarafından bakan, otuzlu yaşlarındaki ilkokul öğretmeni Poppy var. Başrolü üstlenen Sally Hawkins, Berlin’de En İyi Kadın Oyuncu ödülünün de sahibi oldu.

DREAM / Kim Ki-duk

Koreli usta Kim Ki-duk, bu on beşinci uzun metrajlı filminde de yine kamerasını insan ilişkilerindeki iletişimsizliğe yöneltiyor. Hayaller, hafıza ve aşk temalarını ele alan filmin başrollerinde iki farklı dilde konuşmalarına rağmen birbirleriyle anlaşan Japon bağımsız filmlerinin vazgeçilmez oyuncularından Joe Odagiri ve Koreli Lee Na-young var.

STANDARD OPERATING PROCEDURE / Errol Morris

Oscar’lı yönetmen Errol Morris’in “The Fog of War / Yüz Yılın İtirafları”’ndan sonra çektiği ilk filmi “Standard Operating Procedure”, Ebu Garip’te çekilen işkence fotoğrafları ve bu fotoğrafların ardından yatan işkencenin kendisine ışık tutuyor. Screen Daily dergisinin “Irak hakkındaki en iyi belgesellerden biri” olarak övdüğü bu tüyler ürpertici film, ele geçen bazı kısa filmler, yeniden canlandırmalar, ünlü fotoğraflar ve aralarında General Janis Karpinski’nin de bulunduğu hüküm giymiş Amerikan askerleriyle yapılmış röportajlarla gerçeğin peşine düşüyor.



Filmekimi’nde Bağımsız Yönetmenlerden Seçmeler

CHELSEA ON THE ROCKS / Abel Ferrara

Amerikan bağımsız sinemasının usta isimlerinden Abel Ferrera, bu kez ilk uzun metrajlı belgeseliyle Filmekimi’nin konuğu oluyor. Abel Ferrara’nın, bu yıl Cannes’da özel bir seansta yarışma dışı gösterilen filmi “Chelsea on the Rocks”, bohem New York’un alâmetifarikası, bir zamanlar yazarlar, sanatçılar, müzisyenler ve marjinaller için dokunulmaz bir vaha olan efsanevi “Chelsea Otel”i konu alıyor. Chelsea Otel’de kendisi de konaklayan Abel Ferrara, otelin renkli tarihini müdavimi olan ünlü isimlerle röportajlar, arşiv görüntüleri ve yeniden canlandırmalarla anlatıyor. Chelsea Otel’de kalan isimler arasında William S. Burroughs, Allen Ginsberg, Jean-Paul Sartre, Charles Bukowski, Stanley Kubrick, Milos Forman, Edie Sedgwick, Tom Waits, Patti Smith, Édith Piaf, Joni Mitchell, Bob Dylan, Jimi Hendrix de var.

O’HORTEN / Bent Hamer

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale jürisinde yer alan ünlü yönetmen Bent Hamer’ın son filmi “O’Horten”, Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümündeki ilk gösteriminin ardından Filmekimi’nde. Bir önceki filmi “Factotum”la da Filmekimi’ne konuk olan Hamer’ın bu son filmi ölüm temasını, 67 yaşındaki makinist Odd Horten’ın melankolik ve mizahi dünyası üzerinden ele alıyor.



TOWELHEAD / Alan Ball

TV dizisi “Six Feet Under”ın yaratıcısı ve “Amerikan Güzeli”nin senaryo yazarı Alan Ball’un yazıp yönettiği ilk film “Towelhead”, 13 yaşındaki Arap kökenli bir kızın gözünden Amerika’da ırkçılık ve bağnazlığı gözler önüne seriyor. Filmin başrolünde küçük kızı canlandıran Summer Bishil var. Oyuncu kadrosunun diğer güçlü elemanları ise Aaron Eckhart ve bağımsız sinemanın Avustralyalı kraliçesi Toni Colette.

DENİZKIZI / MERMAID / Anna Melikyan

Anna Melikyan’ın ikinci uzun metrajlı filmi “Denizkızı / Mermaid”, Filmekimi’nin bol ödüllü filmlerinden. Moskova’nın modern yüzünü “Amelie”ye benzer bir görsel tarzla işleyen film, Sundance’te Dünya Sineması kategorisinde En İyi Yönetmen ve Berlin’de FIPRESCI ödüllerine layık görüldü.

LEMON TREE / Eran Riklis

Şubat 2008’de Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapılan ve İzleyici Ödülü’ne layık görülen “Lemon Tree” yönetmen Eran Riklis’in acı-tatlı “Suriyeli Gelin” filminin ardından çektiği ilk film. Senaryosu “Suriyeli Gelin” gibi yine Riklis ve Filistinli eski gazeteci Suha Araf tarafından yazılan bu ironik ve iyimser dramın kahramanı, limon ağaçlarını korumak için İsrail devletiyle mücadeleden sakınmayan Filistinli bir dul kadın.

CHOKE / Clark Gregg

“Fight Club”ın yazarı Chuk Palahniuk’un aynı adlı romanından uyarlanan “Choke”, “modern aile”yi ve bencil toplum düzenini yerden yere vuran, utanmazca çarpık bir mizah anlayışıyla örülü, gayet sivri bir komedi-dram. “What Lies Beneath” filminin de senaryo yazarı olan deneyimli aktör Clark Gregg, yönettiği bu ilk filminde Lord Charlie rolünde de oynuyor. Oyuncu kadrosunda Sam Rockwell, Anjelica Huston, Kelly Macdonald gibi isimler yer aldığı film bu sene Sundance’de Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü.

FROZEN RIVER / Courtney Hunt

Karavanda yaşayan yalnız bir anne, Ray, terkedilmiş Mohawk bir kadın, Lila ve New York-Kanada sınırını çizen donmuş bir nehir… Courtney Hunt’ın “Frozen River” adlı bu etkileyici dramı zorlu hayat şartları ile annelerin çocuklarını koruma içgüdüleri hakkında heyecanlı ve etkileyici bir dram. İnsan kaçakçılarının gerçek öykülerinden esinlenen ve çokça tartışmalara yol açan “Frozen River” bu sene Sundance’de Jüri Büyük Ödülü, Seattle’da ise Sinemada Kadın Ödülü’ne layık görüldü.


Filmekimi Biletleri Biletix'te…

Filmekimi‘nde bilet fiyatları geçen yılki fiyatlarla aynı olacak. Biletler 25 Eylül Perşembe günü;
Biletix satış noktaları,
www.biletix.com,
Biletix çağrı merkezi (0216) 556 98 00,
Emek Sineması gişesinden (Ramazan Bayramı’na tekabül eden 30 Eylül, 1 ve 2 Ekim tarihleri haricinde) satışa sunulacak.

Filmekimi’nde geçtiğimiz yıllarda büyük ilgiyle karşılanan hafta içi gündüz seanslarındaki (11.00, 13.30, 16.00) indirimli fiyat uygulaması bu yıl da devam edecek: Filmekimi boyunca hafta içi gündüz seansları sadece 3,5 YTL olacak.

Hafta içi 19.00 seansları ile hafta sonu tüm seanslar tam 12 YTL, indirimli 8 YTL olacak.

21.30 seanslarında yapılacak Filmekimi Galaları’nın bilet fiyatları ise 15 YTL olarak belirlendi.

Festival boyunca filmleri en büyük indirimlerle ve öncelikli olarak izleme şansı Lale Üyelerinin olacak. Lale Kartı sahipleri, biletlerinde %25’e varan özel indirimden yararlanabilecekler. Lale Kartı sahipleri için ön satış günleri 23 ve 24 Eylül.




Ayrıntılı bilgi için : www.iksv.org/filmekimi

1 Mayıs'ta Şiddet Uygulayan Polisler Bu Yıl da Yargılanmıyor




BİA Haber Merkezi - İstanbul
18 Eylül 2008, Perşembe



Kaymakamlık, İstanbul'da 1 Mayıs'ta eylemlerini izlerken saldırıya uğrayan Cumhuriyet gazetesi muhabirleri Esra Açıkgöz ve Ali Deniz Uslu'ya saldıran güvenlik görevlilerinin yargılanması için izin vermedi.


Polisinin Şişli ve Beyoğlu İlçeleri'nde eylemcilere karşı yaygın şekilde cop ve göz yaşartıcı bomba ve tazyikli su kullanması, eylemciler, hak savunucuları ve gazetecilerin tepkisine neden olmuştu.


4,5 ay sonra polis şiddetinin suçlusu yok


Aynı gün, Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu sokakta polisin saldırısına uğrayan Uslu'nun kolu kırılmış ve bunun üzerine ameliyata alınmıştı. Gazetenin diğer muhabiri Açıkgöz'e de copla saldırılmıştı.


Olayla ilgili 7 Temmuz'da kaleme alınan ekspertiz raporunda, gazetecilere saldıran polis memurunun, hakkında şikayet bulunan Mehmet Nuri Ö. olduğuna dair kanıt bulunmaması ve "gazetecilerin ifade vermeye gelmemeleri" nedeniyle söz konusu polis hakkında soruşturmaya gerek olmadığı belirtildi.


Mehmet Nuri Ö., valilik kararıyla İl Emniyet Müdürlüğü'nde oluşturulan komisyonun yürüttüğü soruşturmayla gazeteci Uslu'nun kolunu kıran polis olarak tespit edilmişti.


Gazete avukatlarının şikayetini dört buçuk ay sonra 13 Ağustos'ta karara bağlayan Bahçelievler Kaymakamlığı, 4483 Sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkındaki Kanunun ilgili maddeleri uyarınca, polis memuru hakkında ceza soruşturması başlatılmasına izin vermedi.


Songül Çiftçi'yi tekmeleyenlere de yargı yolu kapalı

1 Mayıs günü başına aldığı tekmelerle polis şiddetinin sembolü haline gelen Songül Çiftçi'ye saldıranlar da yargılanmayacak.


Emniyetin Çiftçi'nin kafasını tekmeleyen polis olarak tespit ettiği Bahçelievler Emniyet Müdürlüğü'nde görevli Mehmet Firuz B. de, Emniyet Kriminal Polis Laboratuarları Dairesi Başkanlığı'nca saldırı görüntülerinin yetersiz bulunması ve Çiftçi'nin yüzleşmede saldırganı teşhis edememesi gerekçesiyle soruşturmadan kurtuldu.


Saldırı anını hatırlamadığını daha önce açıklayan Çiftçi, 25 Temmuz'da çağrıldığı teşhiste, sekiz kişi içerisinde zanlıyı tespit edemedi. Bunun üzerine Kaymakamlık, ekspertiz raporu ve teşhis tutanağına değindiği kararında, Mehmet Firuz B.'nin soruşturulmasını reddetti. Çiftçi'nin avukatı İbrahim Güzel'se kararın iptali için İdari yargıya başvuracak.


Geçen yıl saldırılar cezasız kalmıştı


2007 1 Mayıs'ında da Cumhuriyet muhabiri Alper Turgut, Vatan muhabiri Bülent Ergün, Radikal muhabirleri Demet Bilge Ergün, Umay Aktaş, Timur Soykan ve İsmail Saymaz, Kanal D'den İhsan Yıldız ve bir Su TV kameramanı polis saldırılarının hedefi olmuştu.


İdari olarak dosya kapatıldığı gibi İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, KESK Başkanı İsmail Hakkı Tombul ve Alper Turgut dahil 38 kişinin şikayetinde takipsizlik kararı vermişti.


17 Eylül 2008 Çarşamba

6.PAM KISA FİLM YARIŞMASI JÜRİ ÜYELERİ BELİRLENDİ




Jüri üyeliklerini Sinema Yazarı Alper Turgut, TV Yapımcısı-Yönetmen Binnur Feyizli, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ceyhan Kandemir, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema-TV Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr.Kaya Özkaracalar, Yönetmen Mustafa Altıoklar, Yapımcı-Yönetmen Vural Çavuşoğlu'nun yapacağı Kısa Film Yarışması'na sinema, video ve dijital formatlarında yapılmış KURMACA, BELGESEL ve CANLANDIRMA türündeki filmler katılabilir.


Katılma ve ön eleme için filmin PAL renk sisteminde, 1 adet Mini DV yada DVDkopyaları ile birlikte 1 adet VCD kopyası gönderilmelidir. Yarışmaya katılacak tüm yapıtlar en çok 20 dakika ile sınırlı olacaktır.


Ayrıntılı Bilgi İçin; http://www.etkinfilm.com/, www.cevrefilm.org

15 Eylül 2008 Pazartesi

Unutmak yok, unutturmak da






Erdal Eren’in avukatı İsmail Sami Çakmak (solda) ve Necdet Adalı’nın avukatı Mehdi Bektaş...


12 Eylül 1980 zaman aşımı olmayan bir tarih. Çünkü toplumun vicdanında, bugününde ve geleceğinde bir travma olarak lekesi silinmedi. Hukuka, evrensel normlara aykırı tutuklamalar, işkencede ölümler ve idamlar... Darbecilerin topluma gözdağı vermek için astığı 50 kişiden Necdet Adalı’nın avukatı Mehdi Bektaş ile Erdal Eren’in avukatı İsmail Sami Çakmak anlatıyor.




Bir evin boyası en azından dört beş kez yenilenir, sayısız kitap okunur, film izlenir, otuz küsur çift ayakkabı eskitilir, saç dört beş kez renk değiştirir, çocuk doğurulur, büyütülür, evlendirilir, hatta onların çocuklarının saçları okşanır, onlarca bayram geçer, onlarca seçim yapılır, onlarca hükümet kurulur, bozulur, yeni paralar basılır, peynir ekmeğin fiyatı yüzlerce kez değişir… 28 yılda fazlasıyla, eksiğiyle işte bunlar yaşanır… Sadece ölüler, öldüğü yaşta kalır… Öldüren bir de darbeyse, öldürürken hukuku, hayatı çiğnemişse zaman orada durur… Bir de 28 yıla rağmen darbeyi yapanlar yargılanamamışsa, toplum bu şiddetle yüzleşmektense unutmayı yeğlemişse, belleğin tozunu attırmak gerekir. Çünkü kirli bir bellek, kirli bir gelecek demektir… İşte bu nedenle, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından idam edilen Necdet Adalı ile Erdal Eren’in avukatları ile konuştuk. Adalı’nın avukatı Mehdi Bektaş, Eren’in avukatı ise İsmail Sami Çakmak… İkisi de bu dosyaların toz tutmasına izin vermiyor, çünkü hem dava sürecindeki usulsüzlükler, hem de infaza tanıklık etmek belleklerinde diri duruyor. Bektaş Yozgat Sorgu, Çakmak ise Niğde Ulukışla doğumlu. İkisi de yetmişli yılların ilkyarısında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldular. İkisinin de hukuku seçme nedeni, okulun kendilerine hem çalışıp hem okuyabilme fırsatı sağlaması. Bektaş inşaatlarda çalışmış, mobilyalara desen çizmiş, Çakmak ise Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde öğretmenlik yapmış. Okulla birlikte hayata bakışları ve beklentileri de değişmiş, solu hem kendi hem de toplumun yaşadığı eşitsizliğin, adaletsizliğin çözümü olarak görmüşler… Mesleğe atılınca da “anarşistlerin” avukatı “anarşistler” olarak mimlenmişler. Tehdit edilmişler, cezalandırılmışlar, hatta ölümden dönmüşler. Pişmanlık mı? Asla. Ne avukatlıktan ne de müvekkillerinden bir sitemleri var, beklentileri ise 12 Eylül darbesini yapanların yargılanması… İşte anlattıkları…




Röportajlar: Berat Günçıkan




13 Aralık 1980, saat 02.53





Erdal Eren asıldığında 17 yaşındaydı. Avukatların talebine rağmen kemik ölçümü yapılmadı. Bir ay altı günde verilen karar üç kez Yargıtay’dan döndü, çünkü deliller yetersizdi. Herkes gibi Eren de topluma gözdağı verilmek amacıyla asılacağının farkındaydı. Avukatı İsmail Sami Çakmak infazı izlemekten kaçan hâkimi omuzlarından tutup sarstı, “Bak, aldığın kararın sonucuna bak”…

- Erdal Eren, 12 Eylül’den sonra infaz edilen 50 kişi arasında öne çıkan, idamlar tartışıldığında ilk akla gelen isim.


Erdal 13 Şubat 1980’de, asker Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla suçlanıyordu. Yargılanılması sadece bir ay altı gün sürdü.


- O dönemde bugün de karanlıkta kalan pek çok olay varken, bu hız öldürülen bir asker olduğu için mi?


İdamların hepsi gözdağıydı. Ölen asker olunca, yargılama da çabuk tamamlandı. Yargıtay aşamasında Erdal’ı avukat Niyazi Ağırnaslı, Nihat Toktay, ben, İbrahim Tezan, Tuğrul Çakın, Zeki Tavşancıl, İstanbul Barosu’ndan Sadık Akıncılar, Halil Ereltuğ, Mehmet Ali Özpolat, Fahrettin Elmas ve Yusuf Demir savunduk. Kararı veren ilk mahkemedeki savunmasından ötürü Nihat Toktay altı ay hapis cezasına mahkûm edildi.


- Askeri Eren’in vurduğuna ilişkin yeterli delil var mıydı?


Yargıtay Üçüncü Dairesi, kararı son derece yasal ve hukuka uygun gerekçelerle bozdu. Bunlar otopsinin usul ve yasaya aykırı yapıldığı, ölenin vücudundan çıkan kurşunun Erdal’ın tabancasından çıkıp çıkmadığının açıklığa kavuşturulmadığı, olay yerinde keşif yapılmadığı, tanıkların dinlenilmediği Erdal’ın on sekizden küçük olup olmadığının araştırılmadığı, takdir hakkının kötüye kullanıldığı gibi gerekçelerdi. Gerçek de buydu. Ama başsavcılık hemen harekete geçti, bozma kararına itiraz etti. Dosya gitti geldi, sonunda Askeri Yargıtay Daireler Kurulu idam kararını onayladı.


- Siz bu süreçte savunma hakkınızı kullanabildiniz mi?


Hayır, başsavcılığın itirazlarının görüşülmesi aşamasında savunma olarak bizi dışladılar, savunma hakkını kullandırmadılar. Sanıyorum ilk bozma kararıyla dava yeniden mahkemeye gönderilip, noksanlıklar tamamlansaydı mahkeme istese dahi idam kararı veremezdi. “Asmayalım da besleyelim mi” gibi demeçler kararın mahkeme salonu dışında verildiğini kanıtlasa, biz avukatlar için yapılacak pek bir şey kalmasa da kararın düzeltilmesi yolunda Yargıtay’a bir başvuru daha yaptık. Bu da reddedildi.


- İnfazda bulunmayı siz mi istediğiniz, Eren mi?


Erdal istedi, Nihat Toktay’la ben de savcılığa dilekçe vererek infaza katılacağımızı bildirdik. 12 Aralık 1980’de dilekçenizde belirttiğiniz adresten ayrılmayın, diye bir tebligat yapıldı. Bunun üzerine şaşırdık, birbirimize bakakaldık, bir şey konuşamadık. Yeniden infazın durdurulması için dilekçe hazırlamaya koyulduk.


- Nasıl bir bekleyiştir bu?

Bir kulağımız telefonda, bir kulağımız kapıdaydı, açıldı açılacak diye bekliyorduk. Necdet’in infazında bulunan Mehdi (Bektaş) bir şeyler anlatıyordu, ama bizim anlayacak halimiz yoktu. Gece 02.00 sıralarında sivil polisler geldi, Ankara Kapalı Cezaevi’ne gittik. Pis ve soğuk bir havaydı. Üzerimiz defalarca arandıktan sonra müdürün odasına alındık. Erdal’ı getirdiler. “Avukatlarımla yalnız görüşmek istiyorum” dedi, reddettiler. Utanarak arkasını dönüp apış arasından bir mektup çıkardı. Bir sigara istedi, yaktım. Son derece rahat ve sakin, bir mektup yazmak istediğini söyledi, izin verdiler. Oturdu, sigarası bitinceye kadar mektubu yazdı. Yetkililer mektupları ve daha sonra ailesine teslim edilecek özel eşyalarını, paralarını da aldılar, biz veririz diye. Erdal son derece güvensiz, “Gerçekten verir misiniz” diye sordu. Sonra formaliteler başladı, karar özeti okundu, idam gömleği giydirildi, karar göğsüne asıldı. Elleri bağlanacağı sırada “Bağlamayın, bana, vücuduma değmeyin” dedi. Doktor ellerinin bağlanmaması halinde çok acı çekeceğini anlattı. Erdal’a söyledim, karşı çıkmaktan vazgeçti. Sehpaya yürüdü, “Faşizme ölüm, halka hürriyet” diye bir slogan atıp, kolay geçsin diye boynunu ipe kendi uzattı, aynı anda tabureyi tekmeledi. Biraz önce slogan atan vücut boş bir torba gibi sallanmaya başladı.


- İzleyebildiniz mi, idam kararını alan heyetten hâkim infaz sırasında soğukkanlılığını korudu mu?


O sırada Nihat Toktaş, “hâkim nerede” diye bağırdı. Bir kenarda, başını iki elinin arasına almış, sözüm ona düşünüyordu. “Sürüklercesine getirdik, “bak” dedim, “aldığın kararın sonucu bu. İp Erdal’ın boynuna üçe yedi kala geçti, biz üçü on geçe aynı taksiyle geri döndük. Orada, merdivenin altında ağlayan bir yüzbaşıyı unutamıyorum, hem ağlıyor hem de bunun hesabı nasıl verilecek diye söyleniyordu.


- Herhalde bunun nedeni Erdal’ın 18 yaşından küçük olması…

Evet, itirazlarımızdan biri de yaşının küçüklüğüydü. Kemik incelemesi yapılmasını istedik, çok basit bir olaydı, ama yapılmadı. Genelde ve özellikle TÖB-DER üyesi öğretmenlere suçlu gözüyle bakan, TÖB-DER üyesi olmayı bile 1402’den cezalandıran mahkeme heyeti Erdal’ın yaşı söz konusu olduğunda, “Babasının bir öğretmen olduğunu ve bu nedenle oğlunun yaşını nüfusa günü gününe yazdırmış olacağını” kararına gerekçe yaptı.


- İnfazı izlemek sizi nasıl etkiledi?

Altı ay başka müvekkillerim de olmasına rağmen cezaevine ziyarete bile gidemedim. Çünkü mahkûm görüşüne gidebilmek için darağacının kurulduğu bölmeden geçmek gerekiyordu…


- Başka hangi davalara baktınız?


Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde işkenceyle öldürülen, işkence yapılarak ifadesi alınan birçok kişinin avukatlığını yaptım, işkenceciler aleyhine açılan davaları takip ettim.


- 12 Eylül hukukun ve yasaların hiçe sayıldığı bir dönemdi, siz bunlara da tanıklık ettiniz…


Bir kere yargılama yapan mahkemelerin kendisi anayasaya, evrensel hukuk ilkelerine, uluslararası antlaşmalara, hukuk devleti ilkelerine aykırıydı. Hukukun en genel ilkeleri, evrensel hukuk kuralları ve ülkemizde geçerli olan kurallar hiçe sayıldı. İşkence ile imzalatılmış ifadeler mahkûmiyet kararlarına esas alındı. “Kısa kesin işimiz var” gibi terslemelerle savunma hakkı hiçe sayıldı. Avukatların her sözü kanunlara sövmek, konseye hakaret, savcıya, güvenlik görevlilerine hakaret olarak görüldü, davalar açıldı.


- Siz neden yargılandınız?


Birkaç ayrı davada yargılandım. Bir savunmamdan ötürü devletin emniyet ve muhafaza güçlerine, mahkemeye ve savcıya hakaret gibi suçlarla tutuklanmam istendi.


- Tehdit edildiniz mi?

Polisler aleyhine davalara girdiğim ve işkenceden şikâyetçi olduğum için evimden alındım, dövüldüm, öldü diye boş bir araziye bırakıldım. Bu olayda polisler hakkında dava açıldı ama beraat kararı verildi. O dönemde hocamız, Ankara Baro Başkanımız Muammer Aksoy gerek işkenceye karşı çıkışı, gerek işkenceye karşı mücadelede avukatlardan yana tutum alarak bizi yüceltti, bizim gibi emek verdi.


- Siz işkence gördünüz mü?

Kaba dayak ve manevi işkence çok gördüm. İki defa bürom yakıldı. Büroma gelip gidenlere “Bunlara dava vermeyin, bunlara dava verirseniz şu olur, bu olur” diye gözdağı verildi. Adana’da bir müvekkilim emniyete götürülüp aleyhime ifadesi alındı. Adana’da girdiğim duruşmaları bizzat gelip izleyen Adana Emniyet Müdürü Gültekin Demir hakkımda Ankara Emniyeti’ne “Tüm aramalara rağmen yakalayamıyoruz” diye yazdı… Adana -Ankara arasında sekiz saatlik yol, bu götürme sırasında ne olacağını kim bilebilirdi ki!


- Karanlık bir dönemde bu davaları üstlenmek, işkencenin üstüne gitmek delilik mi, cesaret mi, ideoloji mi?

Bu mesleki bir görev. Avukatlığa başlarken bir yemin ederiz, işkenceye karşı çıkmak da o yeminin gereğidir.



8 Ekim 1980, saat 02.00




Mehdi Bektaş, 12 Eylül’den sonra ilk idam edilen Necdet Adalı’nın avukatı. Emniyette, işkenceyle alınan ifadelerle verilen hüküm, darbecilerin yasama ve kanun çıkarma yetkisini de üstlenmesinden 24 saat sonra uygulandı. Adalı sandalyeye tekme vurduğunda kararı verenlerden kimse yoktu. Bektaş, infazı izledi…

- İlk siyasi davanız hangisiydi?


O günlerin davaları öğrenci eylemlerinde silah yakalamak gibi konulardı, siyasi denecek dava yoktu. 12 Eylül dönemine girerkenki en kapsamlı dava ise Necdet Adalı’nın davasıydı. Adalı 1977’de iki kişinin öldüğü bir kahvehane taranmasından dolayı suçlanıyordu, 12 Eylül geldiğinde de cezası zaten kesilmişti.


- Kararın gerekçeleri yerinde miydi?


Bizim açımızdan değildi, zaten karar da doğru değildi. Genelde delil olarak getirilenler emniyet ifadeleriydi. Bu ifadelerin de baskıyla, zorla alındığı sabitti. Söylediğimiz şuydu, emniyetin sorgulama, yargılama yetkisi yoktur, o delilleri toplar, yargının önüne getirir. Oysa uygulamada sorgulamayı bugün de emniyet yapıyor.


- Dava sırasında dinlenmeyen, göz ardı edilen tanıklarınız oldu mu?

Bu tür davalarda tanık bulmak zor; çoğu karanlıkta, gece yarısı yaşanmış olaylar. Mesele elde edilen delillerin hukuki açıdan kabul edilebilir mi, edilemez mi olduğuydu. Ben elimden geleni yaptım, ama bir kanaat oluşmuşsa bunu değiştirmek zordur.


- İnfazı durdurmak mümkün değil miydi?

Yasalara göre infaz ancak TBMM’nin kararıyla gerçekleşebilirdi. 12 Eylül’den bir ay geçmeden, Milli Güvenlik Konseyi biraz da topluma “gereğini yaparız” mesajını iletmek için infaza karar verdi. Konseyin yasama görevini, kanun çıkarma yetkisini üzerine aldığını, ancak infazlara karar verilince öğrendik. İnfaz günü yeni bir anayasa yapılana, yeni bir parlamento oluşana kadar bunun ertelenmesi talebinde bulunduk. Gayri resmi olarak bize siz haklısınız, çünkü idam kararının yerine getirilmesi için parlamentonun kanun çıkarması gerekir denildi. Biz de konsey geçici olduğunu ilan ettiğine göre infaz ertelenmeli diye talebimizi yineledik. Akşama kadar bu tartışma oldu, talebimiz reddedildi. Aynı gün infaz gerçekleşti. Yasa 7 Ekim’de çıktı, infaz 8 Ekim’de yapıldı.


- İnfaza katıldınız mı?
Birkaç arkadaş savcıya dilekçe verdik, infazda hazır olacağımızı bildirdik. Gece birden sonra bizi alıp, kapalı cezaevine götürdüler. Müdürün odasına çıkarıp aramaya tabi tuttular. Uzun zamandır ülkede infaz yapılmıyordu, bu ilkiydi, onlar da şaşkındılar.

- İnfazların yapılacağını bekliyor muydunuz?

Beklemiyorduk. Necdet ve Mustafa Pehlivanoğlu daha önce dosyaları tamamlanmış olduğundan konsey için infaza uygun kişilerdi. Bir sağdan bir soldan infazla topluma verdikleri mesajı güçlendirmek istediler.

- Necdet Adalı infaza nasıl hazırlandı?

Dini telkin istemedi. Gömleği giydirdiklerinde ailesine mektup yazmak istedi. Biraz çabuk ol dediler. Mektubu bitirdikten sonra üzerine suçu ve kararı yazan bir yafta asıldı. Çelik masa, masanın üzerinde de bir sandalye koymuşlardı. Yürüdü. Kendi kendini infaz etti.

- Ailesine haber verildi mi, bağınız daha sonra da sürdü mü?

Verilmedi. Sokağa çıkma yasağı da bir engeldi, götürüp kendileri gömdüler. Dava bize aile kanalıyla gelmemişti. O nedenle çok sıkı bir ilişkimiz olmadı. Çoğu fakir ailelerdi, avukat tutmaları biraz zordu. Biz karşılıksız hukuksal yardımda bulunuyorduk.

- Savunma sürecinde nasıl engellerle karşılaştınız?

Dosyaları incelemek, duruşmalara girmek hepsi bir sorundu. İdamla yargılanan müvekkilinizle görüşme süreniz üç dakikaydı. Aramalar çileden çıkarıcıydı, kendimce bir çözüm bulup üstten açılan kapanan çanta kullanmaya başladım. Bugün de bu alışkanlığı sürdürürüm.

- Siz baskı gördünüz mü, gözaltına alındınız mı?

Bir kez kanunlara küfretmekten tutuklandım, ama kimse bu davaları alma, bu davalara girme diye baskı yapmadı. Tam tersine bizim orada olmamız arzu edilmişti, çünkü darbe de yapsanız sonuçta hukuka bağlı olmak zorundasınız. Sonuçta biz orada göstermelik olarak vardık.

- Bu sizde çelişki yaratmadı mı?

Bunu çok tartıştık. İçerideki insanların dünyayla tek bağlantısı aileleri ve avukatları. Onların da bu yönde talepleri vardı, gelin gidin dışarıda ne olup bitiyor bildirin… Ben bu tür davaları almam diyenler de oldu, onlar parasal işlere gidiyorlardı. 12 Eylül’den sonra korkunç bir avukat patlaması oldu. İçeri düşenlerin aileleri daha kolay tahliye olacaklarını düşündükleri için asker kökenli avukat tutma peşine düştü. Onlar da yüksek ücretler aldılar.

- Hukuk adına hukuka uygun bir mücadele verdiğinizi düşünüyor musunuz?

Evet. Çağdaş Hukukçular olarak iyi mücadele verdik, o dayanışma olmasa bu mücadele yürütülmezdi.

- İnfazı izlemiş olmanız hayatınıza nasıl yansıdı?

Üzülecek bir olay ama bunu izleyen bir insan hayattan elini eteğini çekecek diye bir koşul yok. O tür sıkıntıya giren, Ankara’dan bürosunu taşıyan arkadaşlarımız da oldu, ama bana göre hayattan kaçmak hiçbir şeyi çözmüyor.

- Bugünden 12 Eylül dönemine baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
12 Eylül’e gelmeden önce herkes darbe olacağını biliyordu. Karmaşayı böyle radikal bir müdahalenin dışında hiçbir şeyin önleyemeyeceğine dair bir kanaat vardı. Çünkü günde 40 kişi ölüyordu. Darbeden sonra yaptıklarının affedilecek hiçbir yanı yok. Neyi söylediler, neyi yaptılar? Bugünkü emperyalizme bağımlı hale gelmenin, muhafazakârlaşmanın, milliyetçiliğin zemini oradan kaynaklandı. Darbeciler yargılanacaksa 12 Eylül darbesini niye yaptın diye değil, bu darbeden sonra neler yaptın diye yargılanmalı.
Fotoğraf: Necati SAVAŞ
CUMHURİYET PAZAR DERGİ - 14 EYLÜL 2008