19 Eylül 2008 Cuma

Sağmalcılar’a hoş geldiniz



Sağmalcılar Cezaevi’nde 19 Aralık’ın “hayata dönüş” operasyonunda ayakta kalan belki de tek koğuşu ziyarete açıldı. Bu koğuş C Blok’taydı ve onlarca yıl adli ve siyasi kadın mahkûmları ağırlamıştı. 12 Eylül öncesi bu koğuşta kalan Gülsev Toksöz, Sevim Dikçe, Zeynep Güneş ve Berat Günçıkan anlatıyor.





Soldan sağa: Zeynep Güneş, Berat Günçıkan, Gülsev Toksöz, Sevim Dikçe.
Fotoğraflar: Vedat Arık




Bayrampaşa Belediyesi, ramazan eğlenceleri ve iftar çadırı açmak için alan olarak Sağmalcılar Cezaevi’nin avlusunu seçti. Cezaevinin görüş, avukat görüşü ve bir koğuşu da ziyarete açıldı. İhtimal amaç, inançla suç arasındaki bağı göstermekti! İki katlı koğuşu uzun yıllar kadınlar kullanmıştı. 12 Eylül 1980’den önce koğuşta yaklaşık 200’e yakın adli tutuklu ve hükümlüyle birlikte bir avuç “siyasi” kadın kalmıştı. 19 Aralık 2000’de “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında yapılan katliama kadar da çok kadın gelip geçti… Bunlardan biri de bendim. Koğuş arkadaşlarım Gülsev Toksöz, Sevim Dikçe ve Zeynep Güneş’le cezaevinin yolunu tuttuk, anılarımızı dillendirdik.



Berat Günçıkan: Komün arkadaşım Şemsi


Sağmalcılar’a girmeme neden olan suç, 1 Mayıs için (1980) Kurtuluş örgütüne ait bildirilerin üzerimde yakalanması, bir de basılmamış şiirlerle komünizm propagandası yapmaktı. Selimiye’ye götürüldüm, tutuklandım. Bir ay sonra da Sağmalcılar’daydım… Kısa bir koridoru geçtikten sonra gardiyanın açtığı demir kapıdan koğuşun avlusuna çıktım. Siyasi tutuklulardan iki kişi kapıda nöbetçiydi. Örgütüm komünümü belirledi. Dört beş örgütten, yirmiyi aşkın kadın bir komündeydik. İş bölümü vardı, yemek, bulaşık, çamaşır… Her şey paylaşıma açıktı. Cezaevinin yaptırımlarına karşı birlikte direnilir, marşlar, türküler söylenir, sloganlar atılırdı. Kısa süreli bir açlık grevi yaptığımızı da hatırlıyorum. Sabah ve akşamları okunan tahliye olanların ya da mahkemeye gideceklerin anonsları, her tahliye olanı uğurlarken okuduğumuz Enternasyonal Marşı bugün de kulaklarımda.


Adli mahkûmlar, suçları, davranışları insana dair bilgi edinmek için (elbet kendine dair de) bulunmaz fırsattı. Çingenelerin ekip halinde hırsızlığa çıktığını, dört kişilerse, dördünün de aynı etekten ya da kazaktan aldığını, aralarındaki kavgayı böyle önlediklerini öğrendim. Sevgilisiyle birlikte kocasını öldüren, kıvırcık ve gür saçlarıyla üst ranzada önümde oturup televizyonu izlememi engelleyen İkramiye’nin neden ikide bir camları kırdığını öğrenmem de uzun sürmedi. Sevgilisi cezaevinin teknik servisindeydi, cam kırmak ve takmak onların ilişkisinin devamını sağlıyordu. Adli tutuklular arasında ufak tefek bir kadın ilgimi çekmekte gecikmedi. Ne bizle ne diğerleriyle ilişki kuruyordu. Ne yapıp edip onunla arkadaş oldum. Suçunu söylemedi, ben de ısrar etmedim. Cezaevinden çıktığımda da bir süre onun evinde kaldım. İki yıl önce oğlu ve geliniyle yollarımız kesişti, oğlunun silahını yakalattığını, yine oğlunun ihtarıyla kimseyle ilişkiye geçmediğini öğrendim. Şemsi Özçelik dokuz yıl önce ölmüştü ama çocukları beni hâlâ hatırlıyordu. Buluştuk, çocuklarına beni babaannelerinin cezaevi arkadaşı olarak tanıttılar. Sağmalcılar büyüdüğüm, insanı ve kendimi tanıdığım yerdi. Yedi ay sonra, 12 Eylül’e on gün kala tahliye oldum.




Gülsev Toksöz: Suçum, asker düğmesini koparmak!



Aralık 1979’da Bursa’da, bir operasyonda eşimle birlikte gözaltına alındım. Bir haftaya yakın Bursa Emniyeti’nde kaldık. Beraber alındığımız insanlar elektriğinden falakasına pek çok işkence gördüler ama ben sadece tokat yedim. Sonra Sağmalcılar’a getirildim. Korkmadım, şaşırmadım, beni orada arkadaşlarımın beklediğini biliyordum. Bizim bulunduğumuz üst koğuşta kalan, kendini düşkün, deli gösteren bir kadın hatırlıyorum. Çok kötü giyiniyordu ama dikkatle izleyince iyi bir aileden geldiğini anlıyordunuz. Diğer mahkûmlar hikâyesini anlattılar, aralarındaki bağ neydi bilmiyorum ama Tahsin Şahinkaya’nın oğlu ya da damadı öldürülmüştü ve suçu kadın üstüne almıştı. Tahliye olduktan sonra okula yeniden döndüğümde Beyazıt’ta onu gördüm, yanında çok güzel, sarışın bir kız çocuğu vardı, o da gayet bakımlı ve güzel görünüyordu. Donup kaldım, o belki beni gördü görmezden geldi…


Cezaevinde çeşitli suçlardan yatanlar vardı, onların içlerinde bir insan olduğunu fark ettiğim anda hayata bakış açım değişti. Olaylara daha geniş bakmaya başladım ve daha affedici oldum. Bu benim kendi arkadaşlarımla, farklı gruptaki arkadaşlarla ilişkime de yansıdı. 12 Eylül’den sonra Metris’e götürüldüğümde, siyasi görüşüme göre bir arada olmamam gereken insanlarla aynı komünü paylaştım. Orada önemli olan insanların şu veya bu gruptan olmaları değil, var olan sisteme, dayatmalara karşı aldıkları tavırdı. Fahişe de olabilirdi, hırsız da, o anda dayatılana “hayır” diyorsa, tamamdı. Evet, cezaevinde mutlaka sert olmak zorundasın ama gerektiğinde geri çekilmeyi, sağa sola kıvrılmayı bilmek durumundasın. Ben bunu Sağmalcılar’da öğrendim.



Ağustos 80’de bir gece kadınlar koğuşu tarandı. Dakikalarca çatılardan ateş edildi, nedenini öğrenemedik, kısa bir süre sonra anladık ki bu Selimiye’ye götürülmemiz için bir hazırlıkmış. Zaten ardından da darbe oldu. Selimiye’de büyük bir koğuşa konulduk, dışarıda operasyonlar hızlandı ve koğuş doldu. Aralarında ağır işkence görenler vardı. Sonra apar topar Metris’e götürüldük, giderken bize “Orası burası gibi değildir, dikkat edin, kendinizi ezdirmeyin” diye nasihatte bulundular. Metris’te bizi bir subay karşıladı, “Artık her şey bitti, siz de bir askersiniz, ona göre yaşayın. Tek sıra sayım verilecek, İstiklal Marşı okunacak” dedi. Hücreler dört kişilikti ama biz altı kişi yatıyorduk. Hücrelerin önünde bir koridor vardı, insanları döve döve götürüyorlardı, gecenin üçünde bile işkence sesleri duyuyorduk. Önce havalandırmamız iki saatti, sonra eften püften bahanelerle 20 dakikaya indirildi. Ya çok sıcak ya da çok soğuk su veriyorlardı, itiraz ettiğimizde “Siz burayı Galatasaray Hamamı mı zannettiniz” diye dalga geçiyorlardı. Yaşam giderek zorlaşıyordu. Partizan davasından yargılanıyordum, o davadan beraat ettim, ama işkenceci Adnan Binbaşı’yı dövme suçundan ki, dövülmeyi söylemiyor, askerin düğmesini koparma suçu diyorlardı, bir buçuk yıl ceza aldım. İzmit’e götürüldüm, sekiz ay sonra tahliye oldum. Toplam üç sene hapis yattım.




Sevim Dikçe: Küçük Partizan



Bir afişleme sonrası operasyonla 23 Mart 1980’de gözaltına alındım, siyasi şubeye götürüldüm. O dönemde işkence sistemli değildi; falaka, elektrik, kaba dayak…


4 Nisan’da tutuklandım, bir ay kadar Selimiye’de kaldıktan sonra Sağmalcılar’a götürüldüm. 17 yaşıma yeni girmiştim, küçüktüm ama sadece bende değil, hepimizde çok büyük bir olgunluk vardı. Ne aile ne de başka bir şeyin korkusunu duyuyordum, işkenceden çıkmışsın, orada direnmişsin, daha ne olabilirdi ki? Sanki evimden çıkmışım başka bir yere gitmişim gibiydi, yabancılık hissetmedim. Küçüktüm ama yaşımdan dolayı kayırılma yaşamadım, zaten mutlaka herkes birbirini koruyordu, otuzundakiyle on yedisindekine ne yapılması gerekiyorsa aynısı yapılıyordu.


Komünümüzde (Partizan) adli hükümlüler de vardı. Hacer’i hatırlıyorum, kendisine tecavüz eden kayınpederini öldürmekten hüküm giymiş, başka bir cezaevine gönderilmeyi bekliyordu ama bizim bütün eylemlerimize katılıyor, bize destek veriyordu. Tuttuğunu koparan, sözünün arkasında duran bir kadındı. Çoğunluğu kavga çıkarıyor, çığlıklar atıyor, böylece depresyonlarını dışarı vuruyorlardı. Benimle aynı yaşta bir seks işçisi gelmişti, frengiye yakalanmıştı ve beynine vurma durumu vardı. Onunla çok konuştum, aşağı koğuşa bir kadın satıcısı gelince onun yanına gitti. “Neden”, diye sordum, “Ben yollarda büyüdüm” dedi, “dışarı çıkınca yine o yola gideceğim”. Onlarla hep konuştuk, dışarıya çıktıklarında farklı bir yol izlerlerse hem onlar hem bizim için kazançtır diye düşünüyorduk.


12 Eylül’e az bir zaman kala koğuşumuz tarandı, ardından Selimiye’ye götürüldük. Büyük bir koğuştu, darbeden sonra operasyonlarla getirilenler oldu. Ağır işkenceden geçirilmişti hepsi. Nuriye isminde bir arkadaşı kedilerle dövmüşlerdi, yüzü gözü tırmık içindeydi. Biz slogan atıyor, darbeyi, işkenceleri protesto ediyorduk, 12 Mart döneminde içeride yatmış bir Murat Yüzbaşı vardı, “Kızlar yapmayın sonu kötü” diyordu. Bize çok uyarıda bulundu. “Bunlar çözüm değil, ben de yaşadım” diyordu. İyi niyetliydi, gözaltında tecavüze uğrayan bir arkadaşımızın doktora götürülüp rapor almasında çok yardımcı oldu. Bir de Maşallah isimli askeri hatırlıyorum, bize yardımcı olduğu için gözlerimizin önünde dövülmüştü.


Dört ay Metris’te kaldım, cezam kesinleşti, sonra bir arkadaşımla birlikte İzmit Cezaevi’ne götürüldüm. İki buçuk yıl sonra cezaevinden çıktığımda hayata hazırdım. Şu an bir sürü insanla diyalog kurabiliyorsam cezaevinin çok etkisi vardır. İnsanları sevmeyi, onları anlamayı ve kırmamayı, yaşama atılmayı, mücadele etmeyi, tek başına ayakta durabilmeyi öğrendik.



Zeynep Güneş: Siyasi geldiii...



Şubat 79’da Tariş işçilerinin direnişine yardım amacıyla makbuzla para toplamaktan yakalandım. İki gün karakolda, iki gün de 1. Şube’de kaldıktan sonra Selimiye’ye götürüldüm. Tutuklandıktan bir hafta sonra Selimiye’den Sağmalcılar’a sevk edildim. Kurtuluş örgütündendim. Tutuklandığımda 15 yaşımı bitireli üç ay olmuştu. Ufak olmama rağmen tutkuyla bağlı olduğum inançlarım doğrultusunda, tutuklanmak veya cezaevi deneyimini yaşamak bana göre çok doğal bir süreçti.



Avluya ilk adımımı attığımda yukarı bakıp “bir avuç gökyüzü” dediğimi çok net hatırlıyorum. O an için sadece Nâzım Hikmet’in şiiri aklıma gelmişti, bir avuç kadardı bizim gökyüzümüz de. Beni gören adli mahkûmlardan biri “Siyasi geldi” diye bağırınca çok güldüm. Siyasi tutuklular olarak sayımız az olmasına rağmen adli mahkûmlar bizden korkuyor, çocuklarını korkutmak istedikleri zaman “siyasiler geliyor” diyorlardı. Haklarına ve kendilerine saygılı ve ilgili yaklaşımlarımız zamanla onları da rahatlattı.



Ben Sağmalcılar Cezaevi’ni hep bir hayat okulu olarak tanımladım. Aklınızın almadığı, gazetelerden okuduğumuz zaman “hadi canım yine abartmışlar” diye yorumladığınız birçok değişik suçu işlemiş insanla bir arada 24 saat olmak durumundaydınız. Her kadın ayrı bir hikâye, ayrı bir acı veya farklı bir canavardı. Kimi sevgilisiyle bir olmuş kocasını doğramış, kimi kendine tecavüz eden kayınpederini öldürmüş, kimi esrar, eroin satmış, kimi de oradaki en basit suçlardan biri olan hırsızlığı yapmıştı. Hırsızlar müdavimleriydi cezaevinin, gelişlerinden onları tanırdık, şarkılar söyleyip, göbek atarak avludan adımlarını atarlardı. Kısa sürede de tahliye olurlardı. Unutamadığım bir olay hâlâ tüylerimi diken diken eder: Bir bayram günü açık görüşte bizlere gelen tatlı vs. gibi yiyeceklerin fazlasını erkekler koğuşuna gönderme kararı aldık ve adli mahkûmlara da onların da gönderebileceklerini bildirdik. Erkek arkadaşlarımız esrar gibi maddeleri de gönderebileceklerini düşünerek giden yiyecekleri aramışlar. Birinin içinden bir not çıkmış. Kadınlar koğuşunda yatan bir kız babasına göndermiş, bir babadan daha çok bir sevgiliye yazılabilecek, söylemekten utanacağım sözcüklerle doluymuş. Bu tespitin ardından bu kişi gereği yapılarak koğuştan atıldı.



Siyasiler olarak ilişkilerimiz çok iyiydi. Haksızlıklara karşı ortak tavır alır, bulunduğumuz ortamda insan onuruna layık bir şekilde yaşayabilmek için idareye karşı verilen mücadelede genelde ortak hareket ederdik. Komünlerimiz vardı. Sırayla temizlik, çamaşır (küçük, biraz da çelimsiz olduğum için çamaşırda durulamaya beni koyarlardı, itiraf ediyorum buna çok sevinirdim) yemek vs. gibi uğraşıların yanı sıra eğitim çalışmaları, İngilizce dersleri, folklor gibi faaliyetlerle zamanımızı geçirirdik.



1980 Ağustos’unda Selimiye’ye götürüldük, 12 Eylül darbesini burada karşıladık. Bir süre sonra da Metris’e yerleştirildik. Hemen akabinde mahkemeye çıkarıldım ve jet hızıyla ilk celsede toplam 25 yıl ceza aldım. 1982’nin Nisan’ında Yargıtay verilen kararı bozdu, tekrar mahkemeye çıkarıldım ve beraat ettim. 12 Mayıs 1982’de de tahliye edildim. Metris’te o dönemde herkesin yaşadıklarını ben de yaşadım.



İçerde üç yıl üç ay kaldım. Solcuların içinde en küçük bendim, bu yüzden lakabım “ufaklık”tı. Metris’te uygulamaları protesto için açlık grevine girdik, o sırada ben 42 kiloydum. Arkadaşlarım nasıl dayanacağım konusunda kaygılanmışlardı. Onlara 15. gün açlık grevi hâlâ devam ediyorsa halay çekeceğim demiştim ve gerçekten 15. gün kalktım, itirazlara rağmen halay çekmeye başladım. Diğer arkadaşların da katılımıyla hayatımızın en güzel halayını çektik. Açlık grevi 19. günde isteklerimizin kabulüyle son bulmuştu ve ben 35 kiloydum. Cezaevinde inandığınız zaman her şeye göğüs gerebileceğinizi öğrendim. Oradaki yaşamınızda haksızlık, bencillik yok, dayanışma, sevgi, paylaşım var. Bunları elimden geldiğince yaşamımda da uygulamaya çalıştım. İş hayatımda çalışma arkadaşlarımın hep hakkını savundum, yönetici olduğum dönemlerde kişiler arasında asla ayrım yapmadım. Onları, yaptıkları işe inanmaya, paylaşıma, haksızlıklara karşı ses çıkarmaya sevk etmeye çalıştım.




Cumhuriyet Pazar Dergi - 21 Eylül 2008

Hiç yorum yok: