31 Mayıs 2008 Cumartesi

Ben artık yalan dinlemek istemiyorum





Şemse Aydın, Hıristiyanlığı yaydıkları gerekçesiyle Malatya’da işkenceyle öldürülen Necati Aydın’ın eşi. Eşinin katillerinin adil yargılanmasını beklerken, katilleri azmettirenlerin derin ve karanlık ilişkilerinin örtülmeye çalışılması, inancını sarstı. Dahası, bu kez çocuklarını, toplumun önyargılarından da korumak zorunda…



Hilal Köse


Malatya’daki Zirve Yayınevi çalışanları Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Alman uyruklu Tilmann Ekkehart Geske’nin misyoner oldukları için, vahşi bir katliamla öldürülmelerinin üzerinden bir yıl geçti. Ancak, Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren davada, cinayetin ardındaki ellerin açığa çıkarılması için somut bir adım atılmadı. Ailelere ve avukatlarına yönelik tehditler ise sürüyor. Babalarının yokluğuna alışmaya çalışan çocuklar bile sokakta diğer çocukların baskılarına maruz kalıyor... Necati Aydın’ın eşi Şemse Aydın, adaletin gerçekleşeceğine olan inancını yitirdiği için artık duruşmalara gitmiyor. Katliam sanıklarının yalanlarını dinlemek, sözlü saldırılarına maruz kalmak istemiyor. En çok da, gerçeklerin peşinde, adalet için susamış yürekler göremediği için üzülüyor. Aydın’ın bir başka beklentisi de, Başbakan’dan gecikmiş de olsa başsağlığı dileği...



- Bu son yılı nasıl geçirdiniz, neler yaşadınız?



O bir yıl gerçekten acı bir kâseydi, çöl gibiydi, ateşten bir gömlekti. Acılarla, zorluklarla ve sıkıntıyla geçti. Çocuklarım için de böyle. Tutkuyla sevildikleri bir ortamdan ayrıldılar, ama yaşamak zorundayız... Çocuklarımı toplumun tepkilerinden sakınamıyorum. Geçenlerde bir öğrenci kızımı görünce “Dikkat Hıristiyan” diye bağırmış. Sanki kötü bir şey ifade edermişçesine. Birkaç kız etrafında toplanıp sormuşlar, “Neden sen bizim inandığımız gibi inanmıyorsun” diye. O kadar sıkıştırılmış hissetti ki kendisini bana yalvardı, “Anne lütfen onlarla konuş bana böyle davranmasınlar” dedi. Ben de öğretmenleriyle konuştum. Bunlar çok üzücü.



- Malatya’dan hemen taşındınız galiba, duruşmalara gidiyor musunuz?


Olaydan hemen sonra değil, ama taşındım, 7-8 ay oldu. Ablamların yanında yaşıyorum İzmit’te... Malatya’ya anmalar ve mahkeme için gittim. Son iki duruşmaya gitmedim, çünkü mahkemenin tarafsız olmadığını, adaletin gereğince uygulanmadığını görüyorum ve katillerin dizdiği yalanları da dinlemek istemiyorum. Ölüm yalanı hazmetmekten daha kolay geliyor... Biz mağdur taraf olduğumuz halde, bilgisayarlarımız, telefonlarımız ince ayrıntısına kadar incelendi ve deşifre edildi. Karşı taraftakilerin, hiçbir şeyi bu kadar deşifre edilmiş değil. Soru sorduğumuzda ise “Niye bu kadar soru soruyorsunuz” diye azar işitiyor avukatlarımız.



- Yargıdan talebiniz ne?


Adil olunmasını bekliyordum, ama bunu göremiyorum. Suçüstü yakalanmış katillerin ve onların arkasındakilerin daha ciddi bir gayretle, daha adalete susamış bir yürekle ortaya çıkarılmasını arzu ediyordum ama hayal kırıklığına uğramış durumdayım. Katliamın gerçek failleri kesinlikle yakalanan kişiler değil... Gerçekleri örtmek için farklı senaryolar çizmeye çalışıyorlar... Ben adaleti sağlasınlar istiyorum...



- Sizce, cinayetin arkasındaki güçler açığa çıkarılabilir mi?


Bunun için önce halkımız yalanı su gibi içmekten, bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın demekten ve böyle bir cinayetin sesli ya da sessiz taraftarı olmaktan vazgeçmeli. İnsanlar ışığa sırtlarını döndükleri sürece aydınlığa çıkamazlar. İnsanlar inançlarını beyan ettikleri için suçlu olamazlar. Hiçbir insan bu yüzden ölümü hak edemez.



- Türkiye’deki insanlarda bu yönde bir değişim olabilir mi sizce?


Toplumsal olarak bir ümidim yok. Toplum hâlâ gerçeği sevmiyor, ne yazık ki. Ama gerçeği sevmeyen, adaleti de sevemeyecek ve suçsuz kanının dökülmesine göz yumacak. Ben, bu insanları seviyorum ve bu yüzden, bu cinayete rağmen hâlâ buradayım, çünkü benim gidecek başka ülkem yok.



- Böyle bir katliam aklınıza bile gelmezdi sanırım...


Her bayramda, Ramazan’da olsun, Kurban’da olsun, Hıristiyanlığın karalanması da böyle bir cinayete zemindi. Ülkemizdeki bu önyargılar, hem Hıristiyanlığın, hem de misyoner kelimesinin, korkunç yalanlarla bir küfür haline getirilmiş olması, öldürülmemiz için bir fermanın verilmiş olduğunu gösteriyor. Ama yine de böyle, Hizbullah tarzı bir cinayet beklemiyordum. Lütfen, canice öldürülen bu üç kişinin suçsuz kanı hatırına, Başbakanımız başta olmak üzere halkımız, İncil’i alıp okusun. İnsan bilmediğine düşman olur.



- Tehditler sürüyor mu? Koruma verildi mi size?


Öyle ne yazık ki... Hâlâ tehdit altındayız. Kiliselere saldırılar sürüyor. Daha yeni bir kilisemize taşlı saldırı oldu, camları indirildi. En son duruşmada, bir polisin oğlunun da bu cinayetin içinde olduğu ortaya çıktı. Emre’nin de (Günaydın) duruşma salonuna getirilirken bir polisle öpüştüğü görüldü. Bu durumda, ne kadar güvende olduğumuzu bilemiyorum. Bize koruma verildi. Bunun için minnettarım, ama böyle sahneler, görüntüler de insanı tedirgin ediyor.



- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cinayet sonrası açıklamalarını da eleştiriyorsunuz...


Evet... Başbakanımız, en son Malatya’ya gittiğinde, “Bu halk bunu hak etmiyor” dedi. Bunu söylerken acaba bizim bu cinayeti hak ettiğimizi mi ifade etmek istedi? Acaba sevgili oğlu benim eşimin yerinde olsaydı, inancı için katledilseydi, halka aynı şeyleri söyleyecek miydi? Benim eşim ve kardeşim onun vatandaşlarıydılar. Ve bize dönüp henüz bir başsağlığı dilemedi. Bunu da özlemle bekliyorum, yetimlerimle birlikte...






Şemse Aydın’ın çocukları Ester ve Elişa (sağda). Ortada öldürülen Alman Tilman Ekkehart Geske’nin kızı Miriam.


Fotoğraflar: Serkan Yıldız
Cumhuriyet Pazar Dergi - 25 Mayıs 2008

29 Mayıs 2008 Perşembe

Beynelmilel 2008



Beynelmilel filmdi, Sönmez'e verilen ceza ise gerçek hem de filme rahmet okutacak cinsten.


"Beynelmilel" isimli bol ödüllü film cunta yıllarında uygulanan sokağa çıkma yasağından dolayı geçim sıkıntısına düşen ve geçinebilmek için geceleri bir kamyon kasasında program düzenlemek zorunda kalan mahalli müzisyenlere yönelik gerçekleştirilen askeri bir operasyonla başlıyordu.Kürt halkına yönelik imha ve inkar saldırganlığı film öykülerini dahi geride bıraktı. Mahkemeler Kürtçe müzik yapmayı yaşadışı örgüt kurmaya eşdeğer kıldı. Balıkesir'de düğünlerde şarkı söyleyen müzisyen Nihat Sönmez, "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak" suçlamasıyla hapis ve para cezasına çarptırıldı.


DİHA'nın haberine göre, 10 yıldır Balıkesir'de müzisyenlik yapan Nihat Sönmez hakkında, 2007 yılında katıldığı bir düğünde söylediği Kürtçe şarkılar nedeniyle, Dikili Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Yaklaşık bir yıl süren dava sonucunda Sönmez, Kürtçe şarkı söylediği için "suç ve suçluyu övme" ve "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak" suçlamalarıyla 1 ay hapis, 3 bin 250 YTL 45 Ykr para cezasına çarptırıldı.


Karara tepki gösteren Sönmez, devlet erkanının her fırsatta Kürtçenin yasak olmadığı ve herkesin dilini serbestçe konuşabildiği yönündeki açıklamalarına rağmen yasakçı zihniyetin kendini bir kez daha ortaya koyduğunu söyledi. Yıllardır Ege ve Marmara bölgelerinde birçok düğüne katılarak kendi dilinde şarkılar söylediğini ve aldığı cezaya rağmen söylemeye devam edeceğini belirten Sönmez şunları ifade etti:
Bir de Kürtler daha ne istiyor diyorlar. Kürtler halen Kürtçe müzik yapamıyor ve dilini halen kullanamıyor. Bu durumum bir örnektir. Bütün düğünlerde söylediğim türküler yasal bandrollü kasetlerden alınmadır. Buna rağmen ceza alıyorsam hala Kürtçe'ye tahammül yok demektir.


Kararda hangi şarkıyı söylediğine yer verilmediğini, yalnızca Kürtçe söylediği için ceza verildiğini kaydeden Sönmez, "Televizyonlarda serbestçe söylenen şarkılar ben okuduğum zaman suç olmuş. Bu karar keyfi ve siyasi bir karardır. Kürtçe hala bir kesimin istediği kadarına müsaade edilecek bir dil değildir. Kararı temyiz edeceğim. Bu davanın peşini bırakmayacağım, temyiz sonrasında da karar değişmezse davayı daha yüksek mahkemelere, gerekirse AİHM'e kadar taşıyacağım" diye konuştu.


ALINTERİ'NDEN ALINMIŞTIR...

Misket bombasına yasak




100'den fazla ülke, İrlanda'nın başkenti Dublin'de düzenlenen konferansta, misket bombalarının kullanımı ve stoklanmasını yasaklayan bir anlaşma imzaladı.


Misket bombaları ilk patlama anında, binlerce küçük bombanın geniş bir alana yayılmasına yol açıyor. Ancak bu küçük bombaların bazıları patlamıyor. Bu durum da, çatışmalar sonrası evlerine dönen sivillerin ölümüne ve sakatlanmasına yol açan uzun vadeli bir sorun olarak ortaya çıkıyor.


Ancak aralarında Amerika Birleşik Devletleri Rusya, İsrail ve Çin'in de bulunduğu başlıca üretici ülkeler, misket bombalarının savaş alanlarında faydalı olduğunu söyleyerek yasağa karşı çıkıyor. Söz konusu ülkeler Dublin'deki konferansa katılmadı. Daha önce yasakal ilgili çekinceleri olan İngiltere de anlaşmaya onay verdi.


Gözlemciler, Dublin konferansında varılan anlaşmanın 10 yıl önce kara mayınlarını yasaklayan Ottawa sözleşmesinden bu yana en önemli anlaşma olduğunu belirtiyor.

Misket bombaları, Kamboçya, Kosova, Afganistan ve Lübnan da dahil birçok savaş bölgesinde kullanıldı.


BBC

28 Mayıs 2008 Çarşamba

İnsani sorun: Mayın




Doğu ve Güneydoğu’da toprak altına döşeli 983 bin patlayıcı hayat karartıyor


Mayınsız dünya istiyoruz...


Türkiye stoklarındaki 3 milyona yakın mayının yanı sıra toprağa döşeli yaklaşık 983 bin kara mayınıyla, acilen program belirlemesi gereken ülkeler arasında. Kara mayınları, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda köylerin içinde ve etrafında bulunuyor. Başta çocuklar olmak üzere sivilleri çok daha fazla etkilediği bilinen mayından çok sayıda kişi ya yaşamını yitiriyor ya da uzuvlarından birini kaybediyor. Türkiye, sınır kapıları yakınlarında mayınla ilgili çalışmalar yapılmasına rağmen Ottowa Sözleşmesi kapsamında bir mayın temizliğine başlamadı.


ZUHAL AYTOLUN


Batmanlı Adem Gülşen, 13 yaşında koyunlarını otlatırken dinlenmek istediği ağaç gölgesinde kaybetti kolunu. Batman’ın pikniğe gidilen, manzara seyredilen, koyun otlatılan, yani çok kullanılan bir arazisinde yaşanan ilk mayın olayı onunki. Olayın üzerinden 11 yıl geçti. Yaraları sarılamadı. Ne bir destek, ne bir yardım alabildi devletten. 6 yıldır iş arıyor. Annesi, kız kardeşi ve kendisi, bir buçuk yıl önce kaybettiği babasının emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyor. İşKur’da her yıl yenilediği kaydı duruyor ancak telefonu çalmıyor hiç. Arayabileceği, danışabileceği bir birim yok. Patlamanın yaşandığı arazi için ise yalnızca sözlü uyarı yapıldığını söylüyor Gülşen. Herhangi bir önlem bulunmuyor. Batmanlı Gülşen, diğer pek çok mayın mağduru gibi yalnızlığına mahkûm edilmiş. Uyarıyor, haykırıyor tüm kırgınlığıyla: “Lütfen temizlensin mayınlar. Lütfen bizi görmezden gelmesinler artık. İş istiyorum. Muhtaç kalmak istemiyorum kimseye. Mayınsız bir dünya istiyorum, huzur için.”


(Fotoğraf: Ahmet ŞIK)


TOPRAK ALTINDA 983 BİN STOKTA 3 MİLYON MAYIN VAR


Gülşen, ülkemizde sayısını düşüremediğimiz mayın mağdurlarından biri. Türkiye stoklarındaki 3 milyona yakın mayının yanı sıra toprağa döşeli yaklaşık 983 bin mayınıyla, acilen program belirlemesi gereken ülkeler arasında. Mayınların imhası ve temizlenmesinin yanı sıra misket bombalarıyla ilgili son gelişmelerle ilgili konuştuğumuz Mayınsız Bir Türkiye Girişimi koordinatörü Muteber Öğreten, son dönemde önemli adımların atıldığını, ancak geç kalındığı takdirde Türkiye’nin kurban vermeye devam edeceğini söylüyor ve hatırlatıyor: “Bu bir güvenlik sorunu değil. Bu insani bir sorun.”


1956-1959 yılları arasında 510 kilometrelik Suriye sınırına ve Ermenistan, İran ve Irak sınırının bazı bölümlerine, yasadışı sınır geçişlerini önlemek için ve güvenlik önlemi olarak döşenen mayınlar, günümüzde de can almaya ya da sakatlıklarla yaşamları olumsuz yönde değiştirmeye devam ediyor. Türkiye 2007’de, toprağa döşeli 983 bin 166 mayın bulunduğunu, bunlardan 164 bin 497’sinin Suriye sınırına döşenmiş olan araç imha eden mayın olduğunu bildirdi. Tüm bunların yanı sıra rakamsal olarak kayıtlara geçmeyen ancak şüphelenilen yerlerde bulunan mayınlar da ekleniyor listeye. Kara mayınları, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda köylerin içinde ve etrafında bulunuyor. Başta çocuklar olmak üzere sivilleri çok daha fazla etkilediği bilinen mayından çok sayıda kişi ya yaşamını yitiriyor ya da uzuvlarından birini kaybediyor.




TÜRKİYE MAYINLARI TEMİZLEMEK ZORUNDA


Ottowa Sözleşmesi’ne göre taraf devletler 4 yıl içinde stoklarındaki mayını, 10 yıl içinde de topraklarındaki mayını temizlemek zorunda. Türkiye, sınır kapıları yakınlarında mayınla ilgili çalışmalara başlamış olmasına rağmen Ottowa Sözleşmesi kapsamında bir mayın temizliğine başlamadı. Türkiye, Yahşıyan ilçesinde kurulan mayın temizleme ünitesi ile stoklarında bulunan tüm mayınları 1 Mart 2008’e kadar bitireceğini bildirmişti. Ancak stoklardaki mayın temizliği henüz tamamlanmadı. Stoklarda bulunan mayınlar her ne kadar potansiyel bir tehdit olsa da toprağa döşeli olarak bulunan mayınlar çok daha büyük bir tehlike. Öğreten, mayın temizliğinin çok pahalı ve zaman isteyen bir iş olduğunu vurgulayarak “Bir mayın 3 dolara döşenirken, o mayının temizliği 1500 dolar ve yaklaşık 100 saati buluyor. Maliye Bakanlığı bu konuda ihale açacak. İhaleyi alan firma, en fazla 5 yıllık bir süreçte temizliği tamamlayacak ve 44 yıllığına toprağı tarım arazisi olarak değerlendirecek” dedi. 44 yıl sonra ise bu verimli topraklar Türkiye’nin kullanımına açılacak. Geçen yıl da açılan ancak CHP’nin toprakların yabancılara 49 yıllığına kiralanacak olması dolayısıyla reddettiği ihale Danıştay tarafından kabul edilmişti. Bu yıl hazırlanacak şartname sonucunda ihale firmaların katılımına açılacak.


KAMUOYUNA BİLGİ VERİLMİYOR


Öğreten, üçte ikisi Türkiye-Suriye sınırında bulunan mayınların temizlenmesinin Ottowa Sözleşmesi kapsamında bir mayın temizliği olarak değerlendirilemeyeceğini, Doğu ve Güneydoğu’daki tüm sınırların temizlenmesi gerektiğini söylüyor. Buna ilişkin bir program ve takvimin açıklanmadığını ve konuyla ilgili Türkiye’de kamuoyunun bilgilendirilmediğini söyleyen Öğreten, “Bizim açımızdan 1 metrekarelik bir alanda bile yapılacak mayın temizliği oldukça önemli. Çünkü Türkiye’de her 3 günde bir, birinin bu nedenle yaşamını yitirdiğini veya sakatlandığını biliyoruz. O yüzden her mayının temizliği bir kurbanın olmaması anlamına gelecektir” diyor. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in ilgili birimlerine gönderdiği bilgileri, kendi kamuoyuyla paylaşmadığını söylüyor Öğreten.


MAYINLI ARAZİLER ATIL DURUMDA


Ölüm ve yaralanmaların yanı sıra ciddi bir ekonomik sorun mayınlı alanlar. Özellikle sınırda bulunan alanların tarıma çok elverişli olduğunu, ancak yaklaşık 50 yıldır kullanılmadığı için atıl vaziyette durduğunu söyleyen Öğreten, bu alanların tarım arazisi olarak değerlendirilmesiyle ülkeye çok ciddi bir ekonomik katkı sağlanacağını söylüyor. Ayrıca mayın nedeniyle yaşanan göçler, köye dönüş olarak gerçekleşecek ve bu tarım arazileri de aileler için iş kaynağı olacak.


MİSKET BOMBASI YASAKLANMALI


Kara mayınları ile ilgili bu gelişmeler yaşanırken ve henüz toprağa döşeli mayınlar sorunu çözülmemişken, tıpkı kara mayınları gibi bir de misket bombaları sorununun çözümü ortaya çıkıyor. Konuyla ilgili yürütülen kampanya oldukça büyük bir gelişme gösterdi ve 2007 yılı Şubat ayından itibaren uluslararası alanda 4 büyük konferans gerçekleşti. İlki Oslo’da gerçekleşen konferansların ve bu sürecin tümüne Oslo süreci adı veriliyor. Konferansların amacı ulusal yasalarda hükümetleri konuyla ilgili tavır almasına teşvik etmek. Öğreten, Türkiye’nin Oslo Süreci’ni desteklediğini bildirdiğini, ancak Wellington Konferansı’nda kabul ettiğini açıklamadığı için 19 Mayıs’ta başlayan ve 30 Mayıs’a dek sürecek Dublin Konferansı’nda gözlemci olarak bulunduğunu söylüyor. Öğreten, “Stoklarında misket bombası bulunduran bir ülke olarak şu an konferansta gözlemci olarak bulunmasının yerine, tartışmalara katılan ve sözleşmeyi imzalayan bir devlet olmalıydı” diyor. ğreten, “Misket bombaları da esas olarak sivillere ve çocuklara zarar veren silahlar olduğu için yasaklanmalı. Umarız kamuoyunun duyarlılığı bu konuda teşvik edici olur. Çünkü biz mayın yasaklama anlaşmasını da geç imzalayan devletlerden biriydik. Misket bombası sözleşmesini de geç imzalayan bir ülke olmamayı temenni ediyoruz” diye konuştu.


ÖLÜ VE YARALILAR BİLİNMİYOR


Landmine 2007 Türkiye Raporu’na göre, Türkiye’deki mayından dolayı ortaya çıkan toplam yaralı ve ölü sayısı bilinmiyor. Türkiye, 1993 ve 2003 arasında kara mayınları nedeniyle 2 bin 905 yaralı ve ölünün olduğunu, bunlardan 588’inin ölü ve 2 bin 317’sinin yaralı; 1.802’sinin sivil ve 1823’ünün ordu personeli olduğunu bildirdi.


Raporda 2007 yılının Haziran ayına dek 51 kurbanın bildirildiği de yer alıyor. Mayınsız Bir Türkiye Girişimi tarafından toplanan medya haberlerinin analizi de 73 yeni yaralı ve ölü tespit edildiğine dair bilgilere yer veriyor. Bunlardan 18’i ölü, 55’i yaralı.




CUMHURİYET GAZETESİ / 27 MAYIS 2008

26 Mayıs 2008 Pazartesi

"Liderimiz Tirofijo Öldü"


Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri – Halk Ordusu (FARC-EP) liderlerinin öldüğünü açıkladı. FARC’ın kurucusu ve lideri olan Manuel Marulanda’nın öldüğü haberi 25 Mayıs 2008’de www.telesurtv.net sitesinde yayınlanan videoda, FARC komutanlarından Timoleon Jimenez yaptığı açıklamayla duyuruldu. Timoleon Jimenez: "… Liderimiz Manuel Marulanda Vélez 26 Mart'ta kalp krizi nedeniyle, yoldaşlarının kollarında ölmüştür” dedi.





Kolombiya dağlarından FARC-EP, yaptığı açıklama ile tüm dünyaya komutanlarının anısı önünde zafer andı içtiklerini duyurdu. Savaş sürüyor mesajı ile yayınlanan açıklamada şunlar söylendi: FARC'ın yeni komutanı oy birliği ile seçilen Alfonso Cano'dur... Manuel Marulanda Velez, insanlık için örnek bir önderdi. 60 yıl boyunca kesintisiz bir şekilde silahlı mücadeleyi sürdürdü. Tehlikeli ve güç çatışmalardan, büyük askeri imha operasyonlarından sağ olarak kurtuldu....




Fotoğraf: FARC'ın yeni lideri Alfonso Cano

Böyle büyük bir önderimiz olduğu için gurur duyuyoruz. Onurla, saygıyla, büyük bir törenle uğurladık... Binlerce FARC'lı ve Bolivarist milisler saygılarını ifade etti. Onun aleyhinde yürütülen çirkin medya saldırılarına rağmen milyonlarca Kolombiyalı ve tüm dünyada milyonlarca insan onu sevdi, ona değer verdi...





Tarihte, eşi görülmemiş bir şekilde devrimci örgütlenmeye karşı yürütülen en büyük gerici, kontrgerilla saldırılarına karşı görevimizi sürdüreceğiz. Kabul ettiğimiz planımızla yolumuza devam edeceğiz ve bu saldırıların üstesinden geleceğimize inanıyoruz. Savaşa ara vermiyor, mücadelemize devam ediyoruz. Komutan Manuel Marulanda Velez, Halk İçin Ölmek Sonsuzluğa Dek Yaşamaktır! Vatanın mihrap önünde Zafere ant içiyoruz! "

Kolombiya dağlarından FARC-EP, Mayıs 2008


Tirofijo Kimdir...




* Manuel Marulanda Vélez takma adıyla tanınan ve yoldaşlarının "Tirofijo" (attığını vuran) dediği Pedro Antonio Marín 13 Mayıs 1930'da, kahve yetiştiren orta batı Kolombiya'nın Quindío bölgesinde bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Aktif yaşama, öğrenimini tamamlamadan seyyar satıcı olarak başladı. 18 yaşında, on dört kuzeniyle birlikte dağlara çıktı ve Liberal Partiye destek olan bir gerilla birimi kurdu. 1948’den 1958’e kadar, "La Violencia" (şiddet) denilen on yıllık iç savaş boyunca Muhafazakar Partiye bağlı unsurlarla mücadele etti. 1950’lerde Bogota’da polis tarafından öldürülen Manuel Marulanda Vélez adlı komünist militanın anısına şimdiki adını aldı. Sonra Komünist Partinin saflarına geçti. 27 Mayıs 1964’de kurucu liderliğini yaptığı Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri – FARC’a bağlı 17 bin gerillanın olduğu biliniyor.


Komutan Raul Reyes'in Öldürülmesi...




Geçtiğimiz Mart ayında FARC'ın iki numaralı ismi Komutan Raul Reyes, CIA destekli Kolombiya ordusu askerleri tarafından katledilmişti. Ekvador sınırları içerisindeki örgütün geçici kampına yapılan hava saldırısında, Reyes dışında 16 FARC gerillası da hayatını kaybetmişti. Kolombiya'ya her yıl 600 milyon dolarlık askeri yardımda bulunan ABD, Reyes'in başına ise 5 milyon dolar ödül koymuştu.


Ekvador'un sosyalist Devlet Başkanı Rafael Correa olayın soruşturulması emrini verirken, Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, Kolombiya'nın kanlı operasyonuna sert tepki göstermişti.




(Fotoğraf: Marulanda ve Reyes)

Asıl adı Luis Edgar Devia Silva olan 1948 doğumlu Raul Reyes, FARC'ın 7 kişilik sekretaryasının üyesiydi. FARC'ın sözcülüğü görevini üstlenen Reyes, Marksizm'le Caqueta'daki Nestlé fabrikasında çalışırken başlayan grevle tanışmış, 1970'te de gerilla hareketine katılmıştı.

En Genç Komutan Ivan Rios'da katledildi...





Yine Mart ayında FARC'ın en genç lideri Ivan Rios da katledildi. Rios, FARC’ın yirmi beş üyeli Merkez Komitesini yönetiyordu.


FARC Merkez Komitesi sekreteryası şu yedi isimden oluşuyordu; Manual Marulanda Velez (öldü), Raul Reyes (öldürüldü), Timoleon Jimenez, Ivan Marquez, Jorge Briceno, Alfonso Cano (yeni lider) ve Ivan Rios (öldürüldü). Bu komutanlar, Doğu, Batı, Güney, Merkez, Orta Magdalena, Karayip ve Cesar olarak yedi blok halinde örgütlenen cephe hattını kontrol ediyorlardı.


Lakabı “Rojas”, gerçek adı Manuel Jesús Muñoz Ortiz olan İvan Rios, 46 yaşındaydı (19 Aralık 1961) ve FARC’ın barış görüşmelerini yürütüyordu. Ayrıca merkez blokunun komutanıydı. Genellikle köylü ve işçilerden gelme komutanların olduğu FARC’da üniversite gençliğinden gelme ender komutanlardan biriydi. Kendi anlatımına göre Medellin kentindeki ölüm mangalarından kaçarak isyana katılmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı İvan Rios’un başına da 5 milyon dolar ödül koymuştu.


BÜTÜN HAYAT BİR SAVAŞTIR




Komutan Raul Reyes Aramızda!


Ölülerimiz için Bir Dakika Bile Sessizlik Yok, Bütün Hayat Bir Savaştır.

24 Mayıs 2008 Cumartesi

F tipi cezaevlerinde sağlıklı yaşam hakkı engelleniyor




İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi Ocak-Nisan 2008 tarihli İç Anadolu Bölgesi ağırlıklı cezaevi raporunu yayınladı. Bir basın açıklaması ile kamuoyuna açıklanan raporda, "Tutuklu ve hükümlüler hastane sevkleri sırasında askerin kelepçe çıkarmaması üzerine muayene olamamakta, sağlık ve yaşam hakları engellenmektedir. Derneğimize yapılan birçok başvurudan da anlaşılacağı gibi F tipleri bırakın yaşam hakkını korumayı, adeta birer işkence merkezleri haline getirilmiştir" denildi ve cezaevlerinde yaşanan keyfi hak gasplarının her geçen gün artarak devam ettiğinin altı çizildi.





İHD Ankara Şube ve Cezaevi Komisyonu’na Ocak - Nisan 2008 tarihleri arasında yapılan başvuruların bazıları şu şekildedir:


- 10 kişinin haftada 10 saat görüşme hakkı F tipi cezaevlerinde çeşitli dayatmalar ile uygulanmıyor.


- SES MYK üyesi Meryem Özsöğüt mahkemeye gidiş-gelişlerde askerlerin kışkırtmasıyla adli kadın tutukluların saldırısına uğramıştır.


- Mahkeme ve hastaneye gidiş-gelişlerde askerler tarafından tutuklu ve hükümlülere özellikle kaburga bölgelerine dirsekle vurulmak suretiyle işkence yapılmaktadır.


- Cezaevi idaresi bir süredir revir doktorlarının önermesine ve gerekliliğini belirtmesine rağmen, tutuklu ve hükümlülerin hastane sevkini yapmamaktadır. Hastane sevki yapıldığında ise tutuklu ve hükümlüler kelepçeleri çözülmeden muayene olmaya zorlanmaktadır. Muayene odasında asker bulunduğu için de muayene gerçekleşememektedir. Kadın-doğum muayenesinde dahi askerler dışarıya çıkmamaktadır.


- "Yüksek Güvenlik" adı altında gece hücre anahtarları toplanmaktadır. Acil durumlarda bile müdürlüğün izni alınmadan kapı açılıp hasta tutukluya müdahale edilememektedir. Bu tür uygulamalar sonucu ölümler gerçekleşmektedir. Bunun son örneği Sincan 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nde yaşanmıştır. Hasan Eroğlu adlı hükümlüye odada anında müdahale edilmediğinden ve revire geç götürüldüğünden, sonrasında arama nedeniyle bekletilmesinden kaynaklı hayatını kaybetmiştir.
- Tutuklu ve hükümlüler Kürtçe mektup - kart yazma ve telefon etme haklarından yararlanamamaktadırlar.


- Olağan üstü güvenlik sistemlerinin uygulandığı F tipi cezaevlerinde açık ve kapalı görüş alanlarına kamera yerleştirilmesi uygulaması devam etmektedir.


- Tutuklu ve hükümlülerin ziyaretçileri cezaevi çıkışında görevlilerin tekrar kimlik kontrolü tacizine maruz kalmaktadır.


Basın açıklaması "İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi Cezaevi Komisyonu olarak, cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerinin takipçisi olacağımızı bir kez daha vurguluyoruz" denilerek sonlandırıldı.





Alınteri'nden alınmıştır...

22 Mayıs 2008 Perşembe

1 Mayıs'ta tüm kabahat iki polisinmiş!





Cumhuriyet Gazetesi'nin sokağına dadanan tazyikli su sevdalısı TOMA araçları... (Biri 63515 numaralı diğeri ise 07 A 6255 - Antalyalı mıdır, nedir?)


İçişleri Bakanlığı’nın 1 Mayıs’ta yaşanan polis terörünü araştırmak üzere görevlendirdiği müfettişlerin incelemesinde fatura sadece iki polise çıktı. Görüntüleri inceleyen müfettişler, görevli polisler hakkında “idari ve adli soruşturma açılmasına” karar verdi.


Bahçelievler İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde görevli iki polis, 1 Mayıs'ta yaşanan devlet terörünün sorumluları olarak belirlendi. Bakanlık müfettişleri görüntüleri inceleyerek, saldırı talimatı verenlerde dahil 25 binin üzerinde görevli polisten sadece ikisini belirledi. 1 Mayıs günü işçi ve emekçilere yönelik azgınca saldıran polis sürüsünden ikisine “idari ve adli soruşturma açılmasına” karar verildi.


Polisler, Şişli’deki Cumhuriyet Gazetesi'nin kapısında gazeteci Ali Deniz Uslu’un copla kolunun kırılması, Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi bahçesine gaz bombası atılması ve DİSK binası önünde yerde yatan bir kadın işçinin tekmelenmesi ile ilgili soruşturulacak!




Demokratik kurumlardan karara tepki



1 Mayıs'ta yaşanan saldırıya ilişkin Hükümet, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürünün istifa etmesi talebini yükselten demokratik kurumlar ise kararı tepkiyle karşıladı.




Figen Yüksekdağ (ESP temsilcisi): Hükümetin ve devletin yasak savma tutumundan başka bir şey değil. Aslında çok gayrı ciddi, neredeyse dalga geçen bir yaklaşım. Bütün dünyanın gözleri önünde yaşanırken bu tablodan iki tane görüntü çekilip çıkarılıp bunun hakkında soruşturma açılması gerçekten trajikomik bir durum. Karşı karşıya kaldıkları sorunu sorumluluklarını üstlenmek bir tarafa dalga geçercesine bir tutum almak anlamına geliyor. 1 Mayıs'ta yaşanan gelişmelerden sonra yapılacak en doğru şey İstanbul Emniyet Müdürü ve Valisinin istifa etmesiydi. Ama Türkiye'de öyle bir anlayış var ki bir devlet makamından bunu beklemek gerçek dışı bir pozisyon gibi görülebiliyor. Bir taraftan demokrasi nutukları atabiliyorlar ama en asgari demokratik tutumlarda bile yapılması gereken istifa etme tutumu yok yani. Ama biz yinede bunu ısrarla hatırlatıyoruz.




Sinan Tutal (ÖDP İl Başkanı): Sadece o iki polisin yaptığı “orantısız güç” kullanımı iye karşılaşmadık. Bu sadece iki polise dava açıyor olmaları işi örtbas etmeye yönelik bir çabanın ürünü. Diğer olumsuz uygulamalarla ilgili elde bir sürü kanıt var. Bunların büyük bir çoğunluğunu savcıya teslim ettik. Hem film görüntüleri, hemde boşaltılan gaz bombaları, artı plastik mermilerin kovanları, elimizde doktor raporları var, bunların film görüntüleri var. Sanki hiçbirşey olmamış gibi herşey normalmiş gibi davranıyorlar. Yaptıklarından özür dileyip böyle bir şey yaşanmasını istemezdik demeleri daha onurlu bir davranıştı açıkçası ama.
Fotoğraflar bana ait, yazı ise Atılım'dan alınmıştır...

Karikatür dergisi Fitamin'e trajikomik sansür


Kandıra F Tipi Hapishanesi'nde bulunan devrimci tutuklu ve hükümlülerin 3 sayıdır çıkardıkları 'Fitamin' adlı karikatür dergisi, “örgüt propagandası yaptığı” gerekçesiyle tutuklu ve hükümlülere verilmedi.

Kandıra F Tipi Hapishanesi'nde bulunan MLKP dava tutuklu ve hükümlülerinin çıkardığı “Fitamin” isimli derginin çizerleri, gazetemize gönderdikleri mektupta karikatür dergilerinin maruz kaldığı sansürü anlattı. Hapishane idaresinin siyasi tutuklu ve hükümlülere “Ey çizgi! Sen nelere kadirsin” dedirten engeli oldukça trajikomik. “Karikatürlerin mesaj niteliği taşıyabileceği”, “Örgüt mensubu ve sempatizanlarının örgütten kopmalarını engellemek”, “Emniyet teşkilatı hakkında küçük düşürücü ve asılsız haberlere yer vermek” vs. vs.


Ey çizgi sen nelere kadirsin!

Siyasi mahkumlar, gazetemize gönderdikleri mektupta yaşadıklarını, “Cezaevi idaresinin “Fitamin'imizi vermeme kararını okuduğumuzda 'ey çizgi, dedik, sen nelere kadirsin'. Fitamin'in 3. sayısının verilmeme gerekçesi şöyle: 'Fitamin adlı derginin yapılan incelemeler sonucu ağırlıklı olarak sol terör örgütünün örgüt propagandası şeklinde açıklamalarına yer verildiği kanaati ile karikatürlerin mesaj niteliği taşıyabileceğini, ilgili derginin kurumumuzda barındırılan örgüt mensubu ve sempatizanlarına, örgütten kopmalarını engelleyici yazılı ve görsel örgüt propagandalarının asılsız ifadeler ve yorumlar içermesi sebebiyle ayrıca emniyet teşkilatı hakkında küçük düşürücü ve asılsız haber ..... adı geçen derginin hükümlü tutuklulara verilmemesi yönünde oy birliği ile karar alınmıştır'. Karar CİK'in 62. maddesinin 3. bendine ve kitaplık yönetmeliğinin 11. maddesi'nin 'b' bendine dayandırılmıştır” şeklinde aktardı.


“Lütfen kızarak değil gülümseyerek okuyun” diye belirten tutuklu ve hükümlüler, ürettikleri derginin engellenemeyeceğini ifade etti. “Anlatım bozukluğuna takılmayın; O da mizaha dahil. 'Örgüt açıklaması' varmış, peki hangi örgüt bu? Bir karikatür dergisindeki çizimler nasıl oluyor da 'Örgütten kopmayı engelleyici' nitelikte olabiliyor? Amaç bellidir. Dergi verilmek istenmeyince ipe un seriliyor. Kültürel sanatsal çalışma yapılsın istenmiyor. Ya da tersinden şöyle düşünebiliriz: Çizgi de silahtır kimi zaman” diye belirtti.

Fitamin'den çağrı

Fitamin'i yayınlamaya devam edeceklerini söyleyen siyasi mahkumlar, “Peki ne olacak? Fitamin çeşitli formlar altında kendini üretmeye devam edecek çizgilerimizin arkasındayız. Savunacağız. Bir yerde tek bir devrimci bile varsa devrim savaşı sürüyor demektir. Hayat bu kadar yalın, gerçek bu kadar açıktır. Kendimizi, aklımızı ve kalbimizi daha üst düzeyde örgütlemek üzere şimdilik 'eyvallah' diyoruz. Bütün Fitamin okurlarına ve 3. sayının inadına yeniden elden ele dağıtılması çağrısı yapıyoruz. Venceremos” dediler.


ATILIM'DAN ALINMIŞTIR...

O uçağı kaçıran bendim...





Sofya’da dört “hava korsanı”, beyaz takım elbiseli Sefer Şimşek.

Sefer Şimşek, Türkiye’nin ilk “hava korsanı”. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını engellemek için üç arkadaşıyla birlikte THY uçağını Sofya’ya kaçırdı. 18 ay hapis yattı, 14.5 yıl Bulgaristan’da yaşadı, sonra da Almanya’ya geçti. Şimşek eylemini anlatıyor...


Berat Günçıkan

İki hafta önceki sayımızda, 68’in 40. yılı, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamının 36. yılı nedeniyle Deniz’in abisi Bora Gezmiş’le konuşmuştuk. Gezmiş, idamları engellemek ve dünya kamuoyunun dikkatini Türkiye’ye çevirmek gerekçesiyle dört gencin, dönemin tanımıyla dört “anarşist”in 3 Mayıs 1972’de Boğaziçi isimli Türk Hava Yolları uçağının Sofya’ya kaçırmasını hatırlatmış, bu olayı “karanlık” bulduğunu söylemişti… Doğrudan söylemese de, uçağın kaçırılmasının üç gencin idamını çabuklaştırmaktan başka bir işe yaramadığını ima etmişti. Bu sadece Bora Gezmiş’in şüphesi değil, Nihat Behram da “Darağacında Üç Fidan” kitabında olayın sonuçlarının hâlâ karanlıkta kaldığını vurguluyor, Bulgar ve Türk hükümetleri arasındaki görüşmelerin belgeleri açıklanmadan da bu karanlığın süreceğini söylüyor. Zülfü Livaneli ve Altan Öymen ise anılarında 12 Mart’ın operasyonlarından Şafak 2’yle gözaltına alındıklarında Boğaziçi uçağını kaçırmakla suçlandıklarını anlatıyor, ama olayın gerçek faillerine ve sonrasına ilişkin bir şey söylemiyorlar… O tarihi inceleyen herkesin bildiği bu eylemin faillerinden biri, Bora Gezmiş’in kuşkularının yaratacağı kafa karışıklığını gidermek için olmalı “O uçağı kaçıranlardan biri bendim” diyerek ortaya çıktı, eyleme ve sonrasına ilişkin yaşadıklarını anlattı. Bu kişi Sefer Şimşek. Uçağı kaçırma kararının alınmasını, eylemi ve sonrasında yaşananları anlattı ve yaptıklarından asla pişman olmadığını söyledi.


Peki, Sefer Şimşek kim?




FOTOĞRAF: SEFER ŞİMŞEK 2008


1950’de Iğdır’ın Karakoyunlu ilçesinde doğdu, ilkokulu köyde, ortaokulu Iğdır’da, liseyi ise Kars’ta okudu. 68 başkaldırısına da Kars Devrimci Gençlik Derneği’nde katıldı, Ankara Emek Ticari İlimler Akademisi’ndeki öğrenciliği sırasında ise THKO ile bağlantı kurdu, üçüncü sınıftayken diğer bütün solcularla birlikte o da 12 Mart darbesiyle sarsıldı. Balyoz Harekâtı’nı, Sinan Cemgil ve arkadaşlarının Nurhak’ta öldürülmesini, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanmasını, Kızıldere katliamını kaygıyla izliyor, dışarıda kalmayı başaran diğerleriyle birlikte neler yapılabileceğini tartışıyordu... Meclis’in infazları çabuklaştırma çabası onları da hızlandırdı, akıllarına gelen sayısız eylem biçiminden, Filistinli gerillaların yöntemini seçtiler, onlar da uçak kaçıracaktı... Sefer Şimşek bu eylemin Deniz’leri idamdan kurtarmak için Deniz’lere rağmen yapılmadığını söylüyor, “Onlara soruldu” diyor “Önceleri onay vermiyorlardı, ancak idamların kesinleşeceğine inandıktan sonra onay verildi”. Bu onayı verenler kimlerdi? Şimşek o günün tanıklarının yaşadığını öne sürüp isim vermeye yanaşmıyor.





1972, Boğaziçi uçağı boşaltılıyor...


Uçağa sıradan bir yolcu gibi bindiler, daha önce üç kez yolculuk yapmış, kontrolün olmadığını tespit etmişlerdi. Şimşek de iki bomba ve iki silah vardı, iki silah da diğerlerinde. Yalova üzerinde pilot kabinine girip uçağın rotasını Sofya’ya yönelttiler.


Tarih 3 Mayıs 1972’ydi. Uçak Sofya Havaalanı’na indiğinde, iki ülkenin de istihbaratı ve yetkilileri görüşmelere başlamıştı bile. Yolcular, uçuş ekibi ve dört devrimci uçakta 36 saat beklediler. Görüşmeler umulan sonucu vermeyince dört “hava korsanı” (Şimşek, Aynullah Akça, Mehmet Yılmaz, Yaşar Aydın) teslim oldu, uçak boşaltıldı. Şimşek, “Sizi teslim olmaya iten neydi” sorusunu “Her şeyin bittiğini, ereğimize ulaşamadığımızı anlamıştık” diye yanıtlıyor: “Uçağı Bulgar yetkililere teslim ettik”. Eylemi faydasız, hatta zararlı bulanlara da havaalanında düzenledikleri basın toplantısıyla Türkiye’de olup bitenleri bütün dünyaya duyurmalarını hatırlatarak yanıt veriyor. Bugün de eylemlerinin doğruluğunu ve başarılı olduğunu savunuyor, hem kendi hem de bir gün sonra Ankara’da başarısız sonuçlanan Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Eken’i kaçırma eylemlerine ilişkin örgütten hiçbir şekilde bilgi sızmadığını vurguluyor.


Sefer ve arkadaşları Sofya dışında bir semtte, bir villada tutuldular, başlarında nöbetçiler vardı. Deniz’lerin eylemlerinden iki gün sonra asıldığını burada öğrendiler. Bulgar yetkililer bütün isteklerini yerine getiriyordu, onların en çok istedikleri ise kitaptı. Okumayla geçen yedi aydan sonra mahkemeye çıkarılacakları söylendi, suçları uçak kaçırarak Bulgaristan hava sahasını ihlal etmek, kişilerin özgürlüklerini bilerek alıkoymaktı. Yetkililerin isteği üzerine her biri ayrı savunma hazırladı. Mahkemeye giderken bir görevli üç yıl hapis cezasına çarptırılacaklarını, ancak iyi hal nedeniyle bir buçuk yıl hapis yatacaklarını söyledi. İnanamadılar. “Sosyalizm için savaşmışız, nasıl olur da sosyalist bir ülke bize hapis cezası verebilirdi” diyor Şimşek, “Üstelik bu yoldaş bu cezayı alacağımızı nasıl biliyordu? Zamanla anladık, merkez komite kararı alıyor, hâkim de onu uyguluyordu”.


SOSYALİZM, İŞTE BUDUR!



FOTOĞRAF: SEFER ŞİMŞEK 1976

Cezaevinde yatmadılar ama sürekli gözetim altındaydılar, 1974 başında salıverildiler. Bulgar yetkililerin onlar için biçtiği gelecek ya okumak ya da çalışmaktı. Okumayı seçtiler. Şimşek gazetecilik fakültesine yazıldı, öğrenci yurduna yerleşti, her yıl Brigada denilen çalışma kamplarına gitti. O ve arkadaşları her kamptan birincilikle dönüyorlardı. “Bulgar öğrenciler iş olsun diye çalışırken biz yırtınıyorduk” diye anımsıyor Şimşek. Bu yavaşlığın nedenini anlaması ise uzun sürmeyecekti. Bulgaristan “Sosyalizm, işte budur” dedirten bir ülkeydi önceleri, ücretsiz eğitim ve sağlık, işsizlik, neredeyse herkesin bir evinin olması, kiranın ve elektriğin ucuzluğu, her kurumun her çalışanını deniz tatiline göndermesi, kitap okuma yüzdesi Türkiye ile kıyaslandığında dudak ısırtıyordu. Sonraları işsizliğin suni iş alanları yaratılarak ortadan kaldırıldığını, sistemin asla eleştirilemediğini, Todor Jivkov’un sosyalizmi değil, kendi diktatörlüğünü kurduğunu anladı.


Şimşek’in üniversite bitirme tezi olarak kendisine seçtiği konu, Türkiye’de ilerici basının 1970-80 arası karşılaştığı sorunlardı. 100 sayfanın 30 sayfasını da “Bizim Radyo” da dahil TKP’nin yayın organlarının eleştirisine ayırmıştı. Tezi kabul gördü, ama “Kardeş Komünist Partisi’ne karşı eleştiri olmasına karşılık” notu da düşüldü. Doktora tezini hazırlarken önlemini aldı, Brejnev ve Jivkov’dan 20’nin üzerinde alıntı yaptı. Bu, Bulgaristan’da yazılı olmayan bir yasa gibiydi, bütün tezlerde, araştırma ve incelemelerde Jivkov’dan alıntı yapılması gerekiyordu, ne kadar çok alıntı varsa, çalışmanın onaylanma şansı o kadar yüksek oluyordu...


Türkiye’de Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kurulması Şimşek ve arkadaşlarının dönüş yolunu tümüyle kapatmıştı. Geldikleri ülkede olup biteni izlerken, yaşadıkları ülkede olanlara, henüz dili de yeterince öğrenememelerinden olmalı, kulakları kapalıydı. 1974-75 arasında 200 bin Pomak’ın ismi zorla değiştirilmiş, onların ruhu bile duymamıştı. Giderek Türk kökenli öğrencilerin kendilerinin Türkiye’de sosyalizmi kurmak istemelerini anlayamamalarının nedenini kavradılar, onlar için sosyalizm isimlerinin değiştirilmesi, askerde zor koşullarda çalıştırılmak demekti. Şimşek, 1981’de Türk asıllı bir Bulgar’la evlenince bu koşulların ağırlığını daha yakından gördü. İki çocuğu olmuştu ve o artık Almanya’ya, akrabalarının yanına gitmek istiyordu. Bulgar yetkililerin önerisi ise gazetecilik fakültesinde öğretim üyeliği yapmasıydı. 1985-86 yıllarında Türk kökenlilerin isimlerinin değiştirilmesi, Türk kökenli bürokratlardan işçilere kadar onlarca kişinin televizyonlara çıkıp gönüllü olarak isimlerini değiştirdiklerini anlatması gitme isteğini daha da arttırdı, ama pasaportunu vermiyor, oyalıyorlardı… 86 sonunda Almanya’ya geçti Şimşek, ama bu kez kendisini bekleyen işsizlikti, dahası eşi ve çocukları Sofya’da kalmış, ailesi parçalanmıştı… Şimşek bütün bu yaşadıklarını birkaç yıl sonra “Zorla Gönüllü İvan” başlığıyla kitaplaştıracaktı.


Onca eleştirisine rağmen Bulgaristan’ı kendisini 14.5 yıl ağırlayan, minnet duyulası bir ülke olarak tanımlıyor Sefer Şimşek. Yaşadığı sorunların sorumluluğunu sosyalizme değil, kişilere yüklüyor. Hâlâ sosyalizmin insan onuruna en değer veren öğreti olduğunu düşünüyor. Uçak kaçırmak mı? “Yaptığım eylemle gurur duyuyorum” diye yanıtlıyor “Tüm bu zaman içinde keşke yapmasaydım diye asla düşünmedim. Bizler kardeş gibiydik, inancımızı, yüreğimizi ortaya koymuştuk. Hiçbirimiz çıkar gözetmedik, samimiydik”.

DERGİDEN

Mayısı ortaladık, kan ve ölüm yine yanı başımızdaydı, içinde tarihin içinden süzülüp gelenler de var, yarının tarihine kayıt düşülecekler de. 1 Mayıs 2008 hükümetin muhalif tüm kesimlere, işçilere, öğrencilere, gençliğe savaş açışı olarak kazındı belleklere. 3 Mayıs, dört devrimcinin, 36 yıl boyunca tam da Nâzım Hikmet gibi Varna kıyısında oturup karşı yakanın, yani Türkiye’nin ışıklarını izleyerek sızılarını yatıştıracaklarını, hayal kırıklığı çoğaltacaklarını hesaplamaksızın üç arkadaşlarını idamdan kurtarmak için uçak kaçırmalarının yıldönümüydü. 6 Mayıs ise bu üç devrimcinin alelacele idamıyla kazınmıştı belleklere. 18 Mayıs bir başka devrimcinin, İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle parçalanan bedeninin babasına teslim edildiğini anımsatıyordu, unutmayı kendinden vazgeçmekle eşdeğer tutanlara…

Elbette araştıranlar Mayıs’a dair karanlık sayfaların sayısını çoğaltacaktır, ama 68 döneminin 40. yılında ilk aklımıza düşenler bunlar… Tarihiyle yüzleşmektense demokrasi düşmanlığını arttırarak ayakta kalmayı deneyen iktidarların dünya coğrafyasının her bir yerine savurup attığı isimlerden biri derginin bu haftaki konularından. Adı Sefer Şimşek. 3 Mayıs 1972’de THY’nin Ankara-İstanbul uçağına bombalarla ve silahla, yolcu gibi binen Şimşek ile arkadaşları Aynullah Akça, Mehmet Yılmaz ve Yaşar Aydın uçağı ele geçirip Sofya’ya indirdiler. İki gerekçeleri vardı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek ve Türkiye’de 12 Mart cuntasının işkence ve baskılarını dünyaya duyurmak… Eylem idamları engelleyemedi, eylemin kendisi unutulmadı, ama eylemcilerin isimleri gazete sayfalarının arasına karışıp gitti, üstelik arkasında şaibeli, karanlık hikâyeler bırakarak… Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş’le iki hafta önce yaptığımız röportaj da bu şaibeler üzerine odaklandı… Röportajı internetteki haber sitelerinden Bianet kullandı, Türkiye’den dostlarının uyarısıyla Sefer Şimşek haberi okudu ve eylemlerinde samimi olduklarını anlatmak üzere bilgisayarının başına geçti… Yanıtını yine Bianet’e gönderdi, Cumhuriyet Dergi’ye de iletilmesini isteyerek…

Mail trafiği, telefon konuşmaları, sorular, yanıtlar, Iğdır’dan, akrabalardan istenen fotoğraflar derken, 3 ve 4 Mayıs’ta yaşananlar ve sonrasına dair bir röportaj oluştu… Ortaya yine devlet terörü ve köksüzlüğü erken benimsemek zorunda kalan hayatlar çıktı…

Acaba daha yaşadıklarını anlatmayan kaç köksüz var?

İyi pazarlar...

Berat Günçıkan

bguncikan@yahoo.com


CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 18 MAYIS 2008

Kırmızı tişörte tutuklama



Alınteri çalışanı Mine Kaynak, 8 Mart'ta kırmızı tişörtle basın açıklaması okuduğu için cezaevindeAlınteri gazetesi Adana çalışanı Mine Kaynak, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'ne katıldığı ve burada basın açıklaması okuduğu için 30 Nisan'da tutuklandı. 43 yaşında ve 3 çocuk annesi Kaynak'ın tutuklanma gerekçesinin yalnızca basın açıklamasına katılmak olmadığı anlaşıldı. Basın açıklamasının yapıldığı gün kırmızı, üstelik bol pullu ve boncuklu bir tişört giyen Kaynak için cezaevine girme fermanı hazırdı bile. Gözaltına alınan Kaynak'ın öyle ya da böyle bir şekilde tutuklanması için "parlak" bir formül gerekiyordu. Bu formül "devletin savcısı" tarafından anında bulundu. Savcıya göre Kaynak'ın giydiği boncuklu pullu kırmızı tişört "örgüt üniforması" idi ve Kaynak da eylemlerde böyle giyinen bir örgütün propagandasını yapıyordu!


Alınteri çalışanı Mine Kaynak şimdi, savcı ve onu haklı bulan hakimin yargısıyla Adana Karataş Kapalı Kadınlar Cezaevi'nde tutuklu bulunuyor.Son derece uyduruk ve sudan gerekçelerle yapılan bu tutukluluk fazla sürmeyebilir ve ilk mahkemede bitebilir. Ancak Adana'da devrimci-demokrat kurumlar üzerindeki baskı ve terör, Mine Kaynak'ın tutuklanmasını da aşar biçimde yaygın sistematikle sürdürülüyor. Sadece 1 Mayıs'ta Adana'da 47 kişi gözaltına, bunlardan 2'si tutuklandı.Yani Mine Kaynak'ın daha önce de tutuklanma girişimleriyle karşılaşması gibi, Adana'da faaliyet yürüten devrimci-demokrat kurumların, faaliyet yürütemez hale getirilmek için uzun aylardır yoğun bir baskı ve terör altında tutulması gerçeği, savcının salladığı kırmızı bayrak gibi sırıtıyor...Adana'daki devlet terörünün bitirilmesini, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki keyfi engellerin kaldırılmasını ve Alınteri Gazetesi çalışanı Mine Kaynak'ın derhal serbest bırakılmasını istiyoruz.


Mine Kaynak'la cezaevinde dayanışmak, destek mesajları ve mektuplar yollamak için adresi: Karataş Kapalı Kadın Cezaevi B1 Koğuşu, Adana


Alınteri.net'ten alınmıştır.

Tuzla Tersaneleri; “Türkiye’nin Karayan Yarası…”





1985’den günümüze 96 işçi can verdi

Alper TURGUT

Kaç zamandır Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki işçi ölümleriyle yatıp kalkıyoruz. Yıllık 2,5 milyar dolarlık ihracat geliri, artık biliyoruz ki ölümün her türlüsüyle burun buruna çalışan işçilerin alın teriyle kazanıldı. Dile kolay, 1985’den bugüne dek 96 işçi yaşamını yitirdi. Sadece yat ve gemi değil tabutlar çıkıyor tersanelerden… Ve sektör büyüdükçe, bu can yakan sayı da paralel olarak artıyor. Bu bir kangren… Şimdi Tuzla Tersaneler Bölgesi’nden bahsediyoruz, yakında çözüm üretilmezse Yalova, Gelibolu, Taşucu, Kocaeli ve Yumurtalık Serbest Bölgesi, Cide, Biga, Ünye gibi yeni tersanelerden de kötü haberlerin gelmesi kuvvetle muhtemel… Dün iki işçinin canını alan Salah Tersanesi kapatıldı. Ancak tek çıkar yolun hala işçilerin taleplerini kabul etmekten geçtiğini biliyor, görüyoruz. Tersane emekçileri, 15–16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nin 38. yıldönümünde yani 16 Haziran 2008 günü greve gidecekler. Tuzla tersanelerini, Türkiye’nin kanayan yarası olduğunu vurgulayan DİSK’e bağlı Liman Tersane Gemi Yapım ve Onarım İşçileri Sendikası (Limter-İş) Genel Başkanı Cem Dinç ile son süreci konuştuk.


— Avrupa’nın en çok yat siparişi alan tersaneleri Tuzla’da… Ancak tersanelerimizde ölüm ve yaralanmalarda da büyük bir artış olduğu gerçek… Bu korkunç bir ironi değil mi?

Tersane, 1980’den sonra Tuzla’ya geldi. Bugün Türkiye’de 62 tane (Bunlardan 56'sı özel sermayeye, 4'ü Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve 2'si de kamuya ait) tersane var. Tuzla’da ise tam 48 tane… Tuzla tersaneleri, Türkiye’nin gemi onarım ve üretiminin yüzde 95’ini gerçekleştiriyor. Gelecek yıl ülkedeki tersane sayısının 123’e çıkarılması planlanıyor. Yat sektörü inanılmaz ölçüde büyüyor. Düşünün tersaneler son üç yılda üçe katlandı. Ulaştırma Bakanlığı’nın verilerine göre, gemi teslimi konusunda Türkiye, 2002 yılında dünya sıralamasında 23’üncü iken, 2007 yılında 8’inciliğe yükseldi. Dünyada yapılamayan ‘Malta Şahini’ adlı gemi, Tuzla’da inşa edildi. Tuzla, kimyasal tankerlerde de dünyanın sayılı tersanelerinden biri. Ama kaçak işçilik ve beraberinde gelen iş cinayetleri aldı başını gidiyor. Türkiye, iş kazalarında dünya üçüncüsü, Avrupa birincisi bir ülke konumuna geldi. Ucuz işgücü adı altında deyim yerindeyse emekçilerin kanı emiliyor.

— Tuzla tersanelerinde kaç işçi çalıştığı ise ne yazık ki sır gibi saklanıyor. Herkes farklı bir rakam veriyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Tuzla tersanesi ilk kurulduğunda 5 bin kişi çalışıyordu. Bizim tespitimiz şu an 40 bin civarı işçinin çalıştığı yönünde… Ancak 60 bin kişinin çalıştığını söyleyen de var. Gemi İnşaa Sanayicileri Birliği (GİSBİR), son açıklamasında, “Tuzla İçmeler bölgesinde 45 bin işçi istihdam ediyoruz, yan sanayi ile 200 bin kişiyi buluyor” diyor. Sanayi Bakanlığı ise ilginç bir şekilde, 5 kişinin çalıştığını söyleyebiliyor. Ulaştırma Bakanlığı, 28 bin, Çalışma Bakanlığı 17 bin 572 (Türkiye’deki tüm tersane işçilerinin sayısı) kişinin sektörde görev aldığını belirtiyor. Anlayacağınız bölgede tam bir kaos hali hakim. Sendikalaşmanın önünün kesilmesi ve taşeronların iyi denetlenememesi buna yol açıyor. Çalışma Bakanlığının hazırladığı bir raporda sadece 2 tersane kusursuz bulundu. Geri kalan bütün tersanelerde çeşitli kusurlar tespit edildi. Öncelikli hedef, taşeronluğun kaldırılması ve işyeri güvenliği biran önce sağlanması olmalı… Ayrıca kazalara karşı irili ufaklı tersanelerde, sürekli hekim ve ambulans bulundurulmalı…





(Fotoğraf; Cem Dinç)


— En çok ölüm hangi görev alanında meydana geliyor?

Tehlike ile burun buruna yaşayanlar genellikle kaynakçılar oluyor. Ölümlerin çoğu kaynakçıların arasından çıkıyor. Hatta arkadaşlarımız, sayısı tam olarak bilinmeyen ve sürekli artan yaralanma olaylarına karşı eğer durumları çok ağır değilse tedavilerini kendileri yapıyor. Patlama, ambara ya da denize düşme, elektrik çarpması, üstüne ağır parçaların düşmesi en çok rastlanan ölüm nedenleri arasında… Düşme sonucu kolunu, bacağını kırma, göze çapak kaçması, başa ya da sırta bir şey düşmesi, parmakların kırılması ise yaralanmalara örnek olarak gösterilebilir. GİSBİR'in verilerine göre, tersaneler genelinde 18 ayda meydana gelen kaza sayısı 18 bin 500 civarında. Ortalama günde 34 işçinin çeşitli şekillerde yaralandığı veya hayatını kaybettiği şeklinde özetlenebilecek durum kendi başına tersanelerde yaşanan vahşetin belgesi niteliğinde. Bazı tersanelerde, işçilerin güvenliği için hayati önem taşıyan kişisel koruyu donanım eksikliğine de dikkat çekmek isterim.

— İşçiler, bu ağır şartlar altında günde kaç lira para kazanıyorlar?

Emekçiler, tersanelerimizde çelik profilleri işlemek gibi dünyanın en zor işlerinden birini gerçekleştiriyorlar. Kaynakçıların 50–60, montajcıların 40–50, yardımcı elemanların ise 25–30 YTL yevmiyeleri var. Ama inanın yaşam koşulları çok kötü. Barakalarda yaşıyor ve köle gibi çalıştırılıyorlar. Anlayacağınız, Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği’ne uyulmuyor. Günde 7,5, haftada 37,5 saat sınırlandırılması hayata geçirilemiyor. Sendikalı işçiler, işten çıkarılıyor. Bunun dışında taşeron firma sahipleri, mafyavari yöntemlerle kazaları, sakatlananları ve hatta ölenleri saklamaya uğraşıyor. Kan parası vererek, tehdit ederek emekçiler susturuluyor.






İSTANBULUM DERGİSİ'nden alınmıştır.

1 Mayıs dayağının bedeli bin YTL

Geçen yıl 1 Mayıs’ta polisten dayak yiyen gazeteci Alper Turgut’un, İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı dava sonuçlandı




İstanbul Başsavcılığı’nın polisler hakkında “yasal olarak kullandıkları zorun orantılı olduğu” gerekçesiyle takipsizlik kararı vermesine rağmen İstanbul 9. İdare Mahkemesi, İçişleri Bakanlığı aleyhine dava açan Alper Turgut’un, “gazetecilik mesleğini yerine getirmek amacıyla görev yaptığı sırada çevik kuvvet birimine bağlı polis memurları tarafından cop darbeleri ve tekmelerle yaralandığı, çok yakın mesafeden biber gazı sıkıldığı için geçici körlük yaşadığı” için 1000 YTL manevi tazminat talebini yerinde buldu. İdarenin kamu hizmetini yürüteceği personeli en iyi şekilde eğitmekle yükümlü olduğunun hatırlatıldığı kararda “Özellikle kolluk personelinin gerekli hukuk bilgisiyle donatılması mesleğin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi açısından kaçınılmazdır. Kolluk personeli gazetecilerin haber alma hakkını sağlayacak tüm imkanları sağlamakla görevlidir” denildi. Kararın bu yılki 1 Mayıs’ta da polisin benzer uygulamaları nedeniyle açılacak davalarda da emsal olacağı belirtildi.


Kemal Göktaş / Vatan Gazetesi - 22 Mayıs 2008

19 Mayıs 2008 Pazartesi

1 Mayıs'ta Gazeteci Döverseniz...


(Fotoğraf: Fikret İLKİZ)


İstanbul 9. İdare Mahkemesi 1 Mayıs 2007'de İçişleri Bakanlığının hizmet kusuru olduğuna karar verdi ve bin YTL tazminata mahkum etti. Bu karar emsal nitelikte hem de sadece gazeteciler için değil, tüm dayak yiyen mağdurlar için...

BİA Haber Merkezi - İstanbul

19 Mayıs 2008, Pazartesi

FİKRET İLKİZ


Geçen sene 1 Mayıs "kutlamaları" 2008 kutlamalarından farksızdı. Anımsayın yine 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamak isteyenlere polisin müdahale etmesi sonucu yaralanan çok sayıda kişi hastaneye kaldırılmıştı. Haber peşinde koşan gazeteciler yaralanmış, biber gazı sıkılmış, dövülmüş ama görev yapmaya gayret etmişlerdi.


1 Mayıs 2007 olayları sırasında yaralanan "mağdurlar", görev yapan emniyet görevlilerince, zor kullanma yetkisinin aşılarak, coplanarak dövüldükleri ve kendilerine biber gazı sıkıldığından dolayı emniyet görevlilerinin suç işlediği iddiasıyla 38 kişi Savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu.

Savcılık kovuşturmaya gerek görmedi

Suç duyurusunu soruşturan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Suçları Soruşturma Bürosu altı emniyet görevlisi ile "olay tarihinde olay mahallinde görev yapan diğer tüm güvenlik görevlileri" hakkında; "Olaylar sırasında bir kısım mağdurların yaralandıkları görülmüş ise de, bu yaralanmaların, emniyet görevlilerinin yasal olarak zor kullanmaları sonucu meydana gelebilecek yaralar olduğu, emniyet görevlileri olan tüm şüphelilerin, zor kullanma yetkilerinin sınırlarını aşarak, ya da memuriyet nüfuzlarını kötüye kullanmak suretiyle, mağdurlara karşı etkili eylemde bulunduklarına dair, haklarında kamu davası açmaya yeter, kesin ve inandırıcı delil elde edilemediği, mağdurlarda meydana gelen yaralanmaların dereceleri ile şüphelilerin yasal olarak kullandıkları zor arasında herhangi bir orantısızlık bulunmadığı, müsnet suçun unsurlarının oluşmadığı anlaşıldığından …" kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verdi. (12.03.2008 tarih ve 2008/4096-131 Karar No)


Şikayetçi mağdurlardan olan ve biber gazı sıkılan gazetecilerden birisi Cumhuriyet gazetesi muhabiri Alper Turgut, savcılık şikayetinden sonuç alamamış olsa da; avukatı Tora Pekin İçişleri Bakanlığından; davacı Alper Turgut'un, 1 Mayıs 2007'de gazetecilik mesleğini yerine getirmek amacıyla görev yaptığı sırada çevik kuvvet birimine bağlı polis memurları tarafından cop darbeleri ve tekmelerle yaralandığından, çok yakın mesafeden biber gazı sıkıldığından geçici körlük yaşadığından dolayı, bu olayların yaşanmasında idarenin hizmet kusuru olduğu iddiasıyla bin YTL manevi zararının tazminini talep eder.


Karar veren İstanbul 9. İdare Mahkemesi günümüz 2008 yılı 1 Mayıs olayları bakımından idarenin nasıl bir hizmet kusuru işlediğine dair kararında şöyle diyor:
"Dava davacının 1 Mayıs 2007'de gazetecilik mesleğini yerine getirdiği sırada polis memurları tarafından darp edilmesi olayında idarenin hizmet kusuru bulunduğu gerekçesiyle bin YTL manevi zararın tazmini amacıyla açılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 125. maddesinde, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu ve idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu kurala bağlanmıştır. Hizmet kusuru, idarenin yürütmekle yükümlü olduğu hizmetlerin kuruluşunda düzenlenmesinde, işleyişinde ve yürütülüşünde ortaya çıkan her türlü eksiklik, aksaklık, bozukluk, sakatlık olarak tanımlanabilir.


"Diğer bir ifadeyle; idare hizmetin kötü işlemesi veya geç işlemesi yahut hiç işlememesi hallerinde hizmet kusuru işlemiş sayılır. Diğer taraftan, kamu idareleri, yapmakla yükümlü bulundukları kamu hizmetlerini gereği gibi ifa etmekle beraber bu hizmetin işleyişini sürekli olarak kontrol etmek ve hizmetin yürütülmesi sırasında gerekli önlemleri almakla da yükümlüdür. İdarenin bu yükümlülüğünü yerine getirmemek suretiyle hizmetin kötü veya geç işlemesi, gereği gibi işlememesi ve bu yönden bir zarara sebebiyet, verilmiş olması hali, idareye meydana gelen zararların tazmin sorumluluğunu yükler.

"Diğer, taraftan İdare kamu hizmetini yürüteceği personeli en iyi şekilde eğitmek ve personelin görevini yerine getireceği zaman içinde davranması gerekli tüm kuralları vereceği eğitimle sağlamakla yükümlüdür. Özellikle kolluk personelinin gerekli hukuk bilgisiyle donatılması mesleğin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi açısından kaçınılmazdır." (ESAS NO: 2007/554, KARAR NO : 2008/727 Tarih 21.04.2008)

İçişleri Bakanlığının "hizmet kusuru"

1 Mayıs 2007 olaylarında gazeteciyi yaralayan İçişleri Bakanlığının neden "hizmet kusuru" işlediğini karara bağlayan İstanbul 9. İdare Mahkemesi "vatandaşların haber alma" hakkının başka türlü korunamayacağına şöyle karar vermiştir:


"Kolluk görevini yürütmekle görevli personelin görevini yerine getirmek amacıyla zor şartlar altında mücadele veren gazetecilere yardımcı olması gerekirken onların haber alma hakkını engelleyecek şekilde davranmasının kabul edilebilir hiçbir yanı bulunmamaktadır. Kolluk personeli gazetecilerin haber alma hakkını sağlayacak tüm imkanları sağlamakla görevlidir.
"Zira vatandaşların en iyi doğru ve sağlıklı şekilde haber alma imkanından yararlanması ancak bu şekilde mümkündür. Gazetecilerin doğru ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla sağlayabilmesi onların görevlerinde yardımcı olunmasının sağlanması hukuk devletinin de vazgeçilmez koşuludur. Doğaldır ki bu görevi sağlayacak kolluk personelini seçmek ve bu personeli yetiştirmek davalı idarenin sorumluluğunda bulunmaktadır.


"Bu durumda darp edildiği kötü muamelelere maruz kaldığı şüphe götürmeyen söz konusu fiillerin kolluk kuvvetlerince gerçekleştirildiği anlaşılması ve personel seçimi ve yetiştirilmesi konusunda gerek yükümlülükleri yerine getirmemesi nedeniyle davalı idarenin hizmet kusuru işlediği açık olduğundan idarenin zararı tazmin yükümlülüğü bulunmaktadır."


Karar, emsal nitelikte

Bu nedenle gazeteci Alper Turgut'un açtığı dava kabul edilerek "1.000 YTL manevi tazminat" ödenmesine dair verilen bu karar 2008 1 Mayıs olayları bakımından "emsal" niteliktedir. Hem de sadece gazeteciler için değil, tüm dayak yiyen mağdurlar için…


Bir yandan yargının yargıları; halkın haber alma hakkının nasıl sağlanacağı konusunda kararlar üretirken, idare de 2008 yılı 1 Mayıs olayları nedeniyle hizmet kusuru üretmeye devam ediyor. Kusurlu hizmet vermeyi her sene yerine getirerek alışkanlıklarını sürdüren idarenin, demokrasi ve insan hakları anlayışı da böyle oluyor anlaşılan... (Fİ/GG)

18 Mayıs 2008 Pazar

Limter-İş: 16 Haziran'da grevdeyiz!


KARTAL (17.05.2008)- DİSK'e bağlı Limter-İş Sendikası bugün yaptığı yazılı açıklama ile 16 Haziran günü yapılacak grev kararını duyurdu. “Artık iş cinayetleriyle anılmak istemiyoruz” diye belirten sendika, tersane işçilerinin taleplerini açıkladı.


DİSK'e bağlı Limter-İş Sendikası bugün yaptığı “Gaspedilen Haklarımızı İstiyoruz! 16 Haziranda Grevdeyiz!” başlıklı yazılı açıklamada şu ifadelere yer verdi.

Gaspedilen Haklarımızı İstiyoruz! 16 Haziranda Grevdeyiz!

Yine bir arkadaşımızı daha kaybettik! Artık iş cinayetleriyle anılmak istemiyoruz! Bunun için sesimize kulak veriniz! Bir kez daha uyarıyoruz!

Emekçi kamuoyunun yakından bildiği gibi 27–28 Şubat grevimizin ikinci günü

Konfederasyonumuz DİSK Genel Başkanının da içinde bulunduğu heyet, tersane patronlarının birleşik örgütü GİSBİR’le kendi binalarında görüştü. Bu görüşmede GİSBİR taleplerimizin makul ve yerine getirilebilir talepler olduğunu, bu talepleri görüşmek için konfederasyonumuza randevu gününü ileteceklerini bildirmişlerdi.

Bekledik, ama bugüne kadar GİSBİR aramadı!

GİSBİR’in daha önce 8 Temmuz 2002’deki büyük işçi yürüyüşümüzün ardından da arama sözü verip, aramadığını unutmuş değiliz! Mevcut yasal haklarımızı’ gaspeden tersane patronları, hem savcı hem yargıç konumunda olup tersane işçilerinin ve sendikamızın taleplerini ve iradesini hiçe saymaya devam etmektedir.

Her defasında görüşme talebimizi duymazlıktan gelen tersane patronları biz tersane işçilerine grevden başka yol bırakmamışlardır. Bilinmelidir ki hiçbir şey tersane işçilerinin vücut bütünlüğünden ve yaşam hakkından asla daha kıymetli değildir.

Tersane işçileri kararını verdi!

27–28 Şubat’ta grev iradesini açıkça ortaya koyan tersane işçileri, çiğnenmek istenen iradelerine karşı yeniden “grev, grev, grev…” diyor. 17 Mayıs günü İçmeler Düğün Salonu’nda Tersanelerde Taleplerimizin Çözümünü Tartışıyoruz toplantısı gerçekleştirdik ve tersane işçileriyle birlikte kazanma iradesinde olduğumuzu bir kez daha haykırdık ve 16 Haziran’da greve çıkma kararı aldık.

Genel Başkanımız Cem Dinç’in açış konuşmasının ardından işçiler kürsüde 27–28 Şubat’ta gerçekleştirilen fiili grev sonucunda ortaya çıkan yeni sürecin değerlendirmesini yaptı.
Yaşanılanın artık kaza olmayıp bir iş cinayeti olduğuna dikkat çekerek, Tuzla tersane patronlarının bu kuralsız çalıştırmasını görmezden gelen AKP Hükümetinin gerekli önlemleri alması ve denetimleri yapması istendi.

Toplantıda işçilerimizle birlikte haykırdık: 16 Haziran’da grevdeyiz! Zafere kadar birlikte yürüyeceğiz!

TALEPLERİMİZ

- Tuzla tersanelerinin denetimini sendikamız Limter-İş, TMMOB, TTB, Baro, Çalışma Bakanlığı ve GİSBİR’den oluşan bağımsız bir komisyon yapsın

- Ağır ve Tehlikeli İş Kolu Yönetmeliği uygulansın

- Taşeronluk sistemi kaldırılsın

- 7,5 saatlik iş günü uygulansın

- Sigortalarımız ana firma tarafından ve aldığımız ücret üzerinden yatırılsın

- Gurbetçi işçilere sağlıklı barınma evleri sağlansın

- Sendikamıza tersanelerde temsilcilik açma hakkı tanınsın

Biz, bu taleplerimiz için 16 Haziran’da iş bırakacağız! Tersane patronlarını yasal haklarımızın gasbına son vermeye çağırıyoruz. Biz iş güvenliğinin sağlandığı ve yasal haklarımızın gaspedilmediği ve yasal her türlü denetimin yapıldığı işyerlerinde çalışmak istiyoruz!


Uyarıyoruz. Bunun için 16 Haziran’da grevdeyiz!
ATILIM'dan alınmıştır...

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Bu Çağda Kitap Toplatma!



Su Yayınları tarafından basılan Mahir Çayan’ın 'Toplu Yazılar' kitabı ile 'Devrimci Marşlar, Türküler, Ağıtlar, Şiirler' kitabı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından toplatıldı. Mahir Çayan’ın Toplu Yazılar kitabına toplatma kararı, 11 Mayıs'ta, “suç ve suçluyu övdüğü” gerekçesiyle verildi.


İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Toplu Yazılar kitabı ile ilgili 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın (TMY) 6/son maddesine dayanılarak Basın Yasası'nın 25/2 maddesince verdiği toplatma kararı şöyle: "...Kitabın birçok kısmında alıntıya dayalı yazıların mevcut olduğu, yer yer bilimsel eleştiri kapsamında kalan değerlendirmelerin bulunduğu, isimleri kamuoyunca bilinen ve kolluk kayıtlarında bulunan belli terör örgütleri ile ilgili terör örgütü ismi verilerek yüceltildiği, okuyuculara objektif kriterle değil, yüceltici ifadelerle terör örgütünden bahsedilip, somut bir şekilde şiddete teşvik edildiği, özellikle kitabın son kısımlarında THKC ve THKP gibi yasadışı örgütlerin propaganda mahiyetinde bildirimlerine yer verildiği dikkate alındığında bu eserin ifade özgürlüğü kapsamında ele alındığının kabul edilemeyeceği, el koyma için yeterli hukuki gerekçenin bulunduğu kanaat getirilerek talebin kabulüne karar verilmiştir."


"Devrimci Marşlar, Türküler, Ağıtlar, Şiirler" kitabına toplatma kararı ise aynı mahkame tarafından 10 Mayıs'ta alındı. TMY'nın 6/2 son maddesine göre alınan toplatma kararında, "...Özellikle el koymaya konu kitabın ilk 52 sayfasında, isimleri kamuoyunca bilinen belli suç örgütleri ile ilişkili kişilerin zaman zaman somut terör örgütü isimleri verilerek yüceltildiği, şiirlerin çoğunda kan, silah, direniş vs. temalar işlenerek okuyucuların somut bir şekilde şiddete teşvik edildiği, ifade özgürlüğü kapsamında kaleme alındığının kabul edilemeyeceği, el koyma için yeterli hukuki gerekçenin bulunduğu" belirtildi. Su Yayınları, Mahir Çayan’ın Toplu Yazılar kitabi ile Devrimci Marşlar, Türküler, Ağıtlar, Şiirler kitabına toplatma kararına itiraz etti.


HALKINSESİ'nden alınmıştır /17 Mayıs 2008 Cumartesi

Kayıplara karşı mücadele 13. yılında


İSTANBUL/ ADANA (17.05.2008)- Kayıplar Haftası etkinlikleri bugün Galatasaray Lisesi önünde yapılan oturma eylemiyle başladı. Faili meçhul cinayetlerin son bulmasını isteyen kayıp yakınları, adalet talebini bir kez daha dile getirdi. Bugün Adana'da da eylem yapıldı.


İstanbul'da 17-31 Mayıs Gözaltına Kayıplara Karşı Mücadele Haftası etkinlikleri, Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Komite (ICAD), İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi ve Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği'nin (YAKAY-DER) ortak eylemi ile başladı. Cumartesi Anneleri'nin kayıplara karşı mücadelesinde simge halini alan Galatasaray Lisesi önü bugün bir kez daha “Gözaltında kayıplara son” çağlığına ev sahipliği yaptı. Aileler eylemde kayıp yakınlarının resimlerini taşıdı, yere serdikleri resimlerin üzerine karanfiller bıraktı.

“Katiller yargılanmadığı sürece adalet güvenimiz yok”

Gazi Ayaklanması'nın ardından katledilen Hasan Ocak'ın kardeşi Maside Ocak, 17-31 Mayıs Gözaltına Kayıplara Karşı Mücadele Haftası hakkında bilgi verdi. Maside Ocak, gözaltında kayıplara karşı mücadelenin Hasan Ocak'ın kaybedilmesinin ardından başladığını, Ocak'ın cenazesinin 17 Mayıs 1995 günü Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı'nda bulunduğu hatırlattı. Kayıp yakınlarının mücadelesinin 13 yıldır sürdüğüne dikkat çeken Ocak, ailelerin yaşadıklarını aktardı, sorumluların hala yargılanmadığını ifade etti. Katiller yargılanmadığı sürece adalete güvenleri olmayacağını ifade eden Ocak, çevrede toplananlara seslendi; “Sesimize ses verin, soluğumuz olun. Soluğumuz olmadınız sürece bunları yaşamaya devam edeceğiz. Gözaltında kayıp, kaybetme saldırısını yaşamak istemiyoruz” dedi.


Hasan Ocak'ın annesi Emine Ocak'ta eylemde bir konuşma yaptı. Cumartesi Anneleri'nin uzun yıllar yürüttükleri mücadeleyi hatırlatan Emine Ana, gözyaşlarını zor tuttu. Emine Ana, “Hasan'ın hesabını kimse vermedi” diyerek katillerin cezalandırılmasını istedi.

130 senede geçse mücadele bitmeyecek

Gözaltında kaybedilen Rıdvan Karakoç'un kardeşi Hasan Karakoç, YAKAY-DER adına bir konuşma yaptı. Karakoç, kaybedilenlerin muhalif kimliğine dikkat çekti. Devletin muhalifleri, Kürtleri susturamadığı için katlettiğini ifade etti. Karakoç, “Faili meçhul olmasına rağmen biz katilleri biliyoruz. 13 değil 130 sene de geçse katiller cezalandırılana kadar mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz” dedi.

Mezarları bile yok

25 Ekim 1995'te İstanbul'da kaybedilen Fehmi Tosun'un eşi Hanım Tosun, Kürtçe yaptığı konuşmasında, “Onların bir mezarları bile yok. Mezarlarının olmasını istiyoruz. Artık kimse gözyaşı dökmesin” diyerek kaybetme saldırısına öfkesini dile getirdi.

12 Eylül 1994'te Ankara'da gözaltına alındıktan sonra bir daha haber alınamayan Kenan Bilgin'in kardeşi İrfan Bilgin de, faili meçhul cinayetlerin yanı sıra toplu infazlara dikkat çekti, sorumluların yargılanmasını istedi.

Eylemde ICAD, İHD ve YAKAY-DER adına yapılan ortak açıklamayı İHD Şube Başkanı Gülseren Yoleri okudu. Yoleri, akıbetleri halen bilinmeyen kayıplar olduğuna vurgu yaptı. Yoleri, Birleşmiş Milletler'in 1992 tarihli bildirisinde dahi 'gözaltına kaybetme'yi tanımladığını belirtti. Yoleri, Susurluk Raporu'nun dahi faili meçhul cinayetler bağlamında ele alındığını belirttiği konuşmasında, “Devletin sorumluğunun bilinmekle birlikte bugüne kadar kadar yürütülen soruşturmalarda cezalandırmazlık gerçeği bulunmaktadır. Sorumlular ortaya çıkarılmamakta ve yargılanmamaktadır” dedi. Yoleri, yaşam hakkını ortadan kaldırılması ile uluslararası ve iç hukukun gereklerini yerine getirilmediğini belirtti. Yoleri, “1995 yılında Hasan Ocak olayı ile başlayan ve ardından Rıdvan Karakoç ile devam eden süreçte hız kazanan gözaltında kayıplar mücadelesi halen devam etmektedir” dedi. İHD ve Yakay-Der kayıtlarına göre 8 bin 347 kişinin halen kayıp olduğunu belirtti. Yoleri, gözaltında kaybedilen insanların akıbetlerinin açıklanmasını, toplu mezar iddialarının araştırılmasını ve sorumluların yargılanmasını talep etti.
Eylemde “Kaybedenler kaybedecek” ve “Anaların öfkesi katilleri boğacak” sloganları atıldı.

Yarın Gazi Mezarlığı ziyaret edilecek

Kayıplar Haftası etkinlikleri yarın saat 12:00'de Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç'un Gazi Mezarlığı'nda mezarlarında yapılacak ziyaret ile sürecek.


Kayıplar bulunsun hesap sorulsun

Adana'da ise İnönü Parkı'nda bir araya gelen İHD, ESP, KESK, ÖDP, DTP, EMEP, SDP, PSAKD, Tekstil-Sen, DİP Girişimi, ÇHKM, Partizan, Sosyalist Parti Girişimi, TUHAY-DER ve Halkevleri üyeleri bir basın açıklaması yaptı.

Eylemde açıklamayı okuyan Osman Kara, 17-31 Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası hakkında bilgi verdi. “Bugün yine kayıplar haftası nedeniyle alanlardayız” diyen Kara, kontrgerilla cinayetlerinin halen sürdüğüne vurgu yaptı. Kara son olarak “Kayıp edilenlerin hesabı sorulana dek mücadelemiz devam edecektir” dedi. 50 kişinin katıldığı eylemde “Kayıplar bulunsun hesap sorulsun”, “Gün gelecek devran dönecek katiller halka hesap verecek”, “Kahrolsun MİT, CIA kontrgerilla”, “Kayıpları hesabı sorulacak” sloganları atıldı.
Devlet kaybetmeye devam ediyor

İzmir'de ise İHD İzmir Şubesi bugün Konak Sümerbank önünde basın açıklaması yaptı. “Failler belli yargılansın” diyen insan hakları savunucuları bir kez daha kaybetme saldırısına dikkat çekti. Eyleme aralarında ESP, SDP, DTP, DHP ve Partizan'ın da bulunduğu kurumlar destek verdi. Konak Pier önünden Sümerbank'a yürüyün İHD üyeleri üzerinde gözaltında ve faili meçhul cinayetlerde katledilenlerin isimlerinin yer aldığı pankart ile gözaltında kaybedilen Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç, Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz’in resimleri de taşındı.


Günlük Haber Bülteni ATILIM'dan alınmıştır / 17 Mayıs 2008 Cumartesi

AÇIK TARTIŞMA; GAZETECİLİK...

Devlet, patronaj, etik kuralar arasına sıkışmış bir ‘iş’: Gazetecilik

NİHAL KOCABAY

Gazetecililer kamuyu bilgilendirmek, onun haklarına sahip çıkabilmek adına çalışıyorlar. Gittikleri haberlerde zaman zaman yaralanıyorlar, saldırıya uğruyorlar, bazen de yaptıkları haber onları işlerinden edebiliyor ya da çalıştıkları kurumun hayatına son verebiliyor. Zor koşullar altında çalışan gazetecilerin mesleklerine bakışlarını, haklarına sahip çıkıp çıkamadıklarını Cumhuriyet gazetesi muhabiri Alper Turgut, kapatılan Nokta dergisinin yazı işleri müdürü Haşim Akman ve ödül aldığı bir haberin ardından Vatan gazetesinden işten çıkarılan Emine Algan’la tartıştık.







Fotoğraf : Sabine Erkuş




Geçen günlerde hem basını doğrudan ilgilendiren hem de basının gündemini meşgul eden bir olay yaşadık. Ergenekon soruşturması kapsamında Cumhuriyet Gazetesi’nin Başyazarı İlhan Selçuk gözaltına alındı, Ulusal Kanal ve Aydınlık dergisine baskınlar düzenlendi. Bu süreci sizce nasıl değerlendirmek gerekiyor?





Alper Turgut: Zor bir soru. Cumhuriyette çalışan biri olarak…





Haşim Akman: Olayın mağdur tarafı olarak…




Turgut: Olayın bir tarafı olarak sübjektif olur ama yine de söyleyeyim. Bu ilk değil. Çünkü alternatif basın dediğimiz kurumlara çok sayıda baskın düzenleniyor zaten. Eş zamanlı operasyonlar var. İçeride gazeteciler var bu ülkede. Bu nedenle bu süreçte artık gazetecilere yönelik yeni operasyonlar şaşırtıcı değil. AKP hükümeti döneminde gazetecilerin birçok baskıyla karşı karşıya kaldığı ortada. Bu konu hakkında da çok fazla konuşmamak gerekiyor. Çünkü iddianamesi bile ortada değil. Ama yanlış. Çünkü bizim gazetenin patronundan bahsedecek olursak aynı zamanda başyazarı İlhan Selçuk, 83 yaşında bir insan. Sabaha karşı gözaltına alınması, örnekleri 12 Eylül ya da 12 Mart’la aynıdır. Bu insanın polis koruması da var ama gözaltına alınabiliyor. Ben olayın bir tarafıysam, diğer taraf da birçok gazetecinin daha gözaltına alınacağını söylüyor. Çünkü artık iki tarafta birbirlerine gazeteci isimleri söylemeye başladı. Herkes birbirini hedef gösterir hale geldi.




Emine Algan: Tehlikeli olan bu galiba.




Turgut: Evet tehlikeli olan bu. Çünkü bunu Vakit yapardı. İşte Ahmet Taner Kışlalı’nın üzerine çarpı koyardı, hedef gösterirdi. Artık herkes birbirini hedef gösterir hale gelmiş durumda. Ne kadar etik ne kadar değil bilmiyorum ama sancılı bir süreç olduğu doğru.




Akman: Ergenekon soruşturmasını tek başına değerlendirmek bana eksik geliyor. Ben bu meseleye şöyle bakıyorum. Bir kere AKP’nin birinci iktidarına başladığı dönemde Türkiye’de AKP’yi İslami, şeriatçı parti olarak gören bir kesimle AKP’nin arkasındakiler arasında bir güç çatışması söz konusu bence. Beş yıl öncesinden süre gelen bir mevzilenişi bugün sıcak çatışmaya döndüğü bir anı yaşıyoruz. Bu çatışma anında da iki taraf da üstüne düşen rolü oynuyor bence. Burada faturanın önemli bir kısmını gazeteciler ödüyor. Tehlikeli olmanın ötesinde vahim bir durum bu. Ancak Cumhuriyet’ten önce Nokta dergisiyle başladı bu hikaye, sıcak hale geldi. Bugün de devam ediyor, daha da devam edecek gibi görünüyor.

Birbirini hedef gösterme konusu işin tehlikeli boyutu dedik az önce. Bu durumda gazetecilerin sağduyulu davranması ve etik kodlar içinde hareket etmesi gerekmez mi?




Turgut: Şimdi biz profesyoneliz. Çalıştığımız kurum bizi bağlamaz. 13 yıldır Cumhuriyet’teyim, ondan önce Milliyet’teydim, öncesinde de sosyalist basındaydım. Belki yarın başka bir yerde olacağım. Gazeteciyi bağlayacak olan kendi mesleki ilkeleridir.





Algan: Homojen bir yapı da değil.




Turgut: Bir örnek vereyim. Polis, Kadıköy’de bir eylemde Yeni Şafak muhabirini gözaltına almak istiyordu, ben girdim müdahale ettim. Yeni Şafak muhabiri de şaşırdı, Cumhuriyet muhabiri bunu yapıyor diye. Şaşırmaması gerekiyordu aslında. Ben derim ki o benim meslektaşım, ben Türkiye Gazeteciler Sendikası üyesiyim aynı zamanda işyeri temsilcisiyim, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesiyim. Beni bağlayan meslektaşımı da bağlayan başka şeyler var. O benim düşmanım değil, o benim meslektaşım. Kurumlar arasındaki fark başka şey. Bizim yani gazetecilerin birbiriyle dayanışması böyle olmalı.




Algan: Kurumlar gazeteciliğin önüne geçtiği için herkesin aldığı tavır değişiyor galiba ya da sessizlik daha çok bundan kaynaklanıyor. Herkes çalıştığı kurumda sonsuza kadar kalacakmış gibi davranıyor. Herkes demeyelim aslında ama böyle bir eğilim var. Sonsuza kadar orada olacak gibi orada bulunan patronun çıkarlarını savunacak, en azından ona hizmet edecek şekilde davranıyor. Böyle bir eğilim uzun zamandır var. Gerçi her zaman vardı tabii. Ama gazetecilik ilkesi o ana çatının etrafında toplandığını unutunca insanlar ortak tavır almaktan da uzaklaşıyor insanlar. Alper’in verdiği örnek bu yüzden kıymetli. Hakikaten niye şaşırıyoruz ki… Aynı meslekten iki insanın birisi mağdur olduysa diğeri ona sahip çıkmalı. Bu kadar basit. Ayrışmalar başka zaman halledilecek şeyler.




Akman: Alper’in verdiği örnekte olduğu gibi Yenişafak muhabiri çalıştığı kurumla o kadar özdeşleşmiş ki Cumhuriyet muhabirinin kendisine yardımcı olmasını yadırgayabiliyor. Her şey bir yana gazetecilikten de önce insanlık sonuçta. Bunu bile unutur hale gelmişiz.




Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı kapsamında gazetecilerin de aralarında bulunduğu bazı mesleklerin sahip oldukları yıpranma hakkı kaldırılmak isteniyor. Meslek örgütleri de gazeteciler de tepkilerini dile getirdiler. Ancak yanıt alınamadı.






Turgut: Gazetecilerin elindeki bu yıpranma hakkı 30 yıllık bir şey. 30 yıl önce bu hak alınmış. “Hak verilmez, alınır” denir ya, gazeteciler bunu almışlar. Şimdi diyorlar ki “bu haktan feragat edin.” “Toplumsal bir mutakabat var” diyorlar ama kiminle mutabık kaldılar o da belli değil. TGS’nin bununla ilgili birkaç eylemine katıldım. Bu sadece gazetecilerle ilgili değil, bu yasa tasarısı kanun haline gelirse birçok emekçinin, birçok çalışanın da sosyal hakkı elinden alınmış olacak. Yıpranma hakkı sadece gazetecilere özgü bir şey değil. Anladığım kadarıyla sadece polis ve askerde yıpranma hakkı kalacak. Anayasa mahkemesinden dönmesi gerekir. Çünkü diyecekler ki “diğerlerinden alınmış olduğu halde polis ve askerde niye var?” Onları da al. Tasarı yasalaştıktan sonra kadrolu olacak bir insanı daha zorlu bir süreç bekliyor. Yaşı itibariyle, prim günü itibariyle ve yıpranma hakkının elinden alınması itibariyle –gerçe gazetecilik kolay kolay bırakılmaz ama- artık ölene kadar gazetecilik yapar herhalde. Bu tek yıpranma hakkıyla ele alınacak bir mesele değil. Bundan önceki dönemde, AKP öncesinde Ecevit döneminde bizim bazı haklarımız, mesela trene, vapura ücretsiz binme haklarımız elimizden almıştı. Trende hala yok ama belediye dedi ki “basın tekrar otobüslerden yararlanabilir.” Büyükşehir belediyesi de basınla iyi ilişkiler kurabilmek adına bu kararı aldı. Zaten gazetecilerin eski haklarıyla günümüz hakları arasında birçok değişiklik var. Gitgide gerileyen bir süreçten bahsediyoruz. Gazeteciler arasındaki tek sorun kamplaşma değil. Gruplar var. Mesela ben Hürriyet’ten atıldığımda gideceğim yer neresi?.. Anlatabiliyor muyum? Diğer kuruma gidemiyorum, kapalı.





Algan: Centilmenlik anlaşması var.




Turgut: Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi. Radikal’den atıldı, başka bir grup olmasına rağmen Sabah’a telefon açılıp “o daha önce çalışırken dava açmıştı hakları için” denildi. Direkt Sabah’tan da atıldı. Şimdi gazetecilik yapamıyor, Bilgi Üniversitesi’nde çalışıyor. Gazetecilik yaptırmazlar size. Ben toplumsal olaylar muhabirliğinden gelmeyim. Bir elin parmağını geçmezdik 90’lı yılların başında. Metin Göktepe, İrfan Kurt vardı. Sonra mesleği bıraktı. Birkaç adam daha sayabilirim. Ahmet Şık da bunların içindedir. Zaten var olan insanlar da zor haberlerin peşine düşer. İşkence olur, faili meçhul olur, yargısız infazlar olur. Bu işleri yapan insanların bir şekilde önleri kesilmiş oldu. Böylelikle hakkını arayan gazeteci modeli değil, kabullenen, kurumuyla özdeşleşen gazeteci kabul görüyor.





Algan: Sayfaya girecek haberleri yapan. Çünkü sayfaya giremeyecek haberler baştan belli.




Turgut: Mesela sponsorluk ilişkileri ya da benzer ilişkilerle ilgili haberleri yapmayan gazeteciler. Yapamazsınız, yaptırtmazlar. Niye? Oradan reklam alıyor adam. Büyük bir şirket hakkında yolsuzluk dosyası var elinizde, gelmiş. Nasıl yapacaksın? Yapamazsın. Yaparsan da kendi kendine onu okursun ya da çoğaltır eşe dosta verirsin.




Algan: Bu konuda o kadar çok örnek var ki… Yapıyorsun çöpe gidiyor haberler.




Turgut: Alanlarımız daraltılmış. Şimdi başka bir örnek söyleyeyim. Ben yargılanıyorum. 20 bin YTL’lik bir davam var Yargıtay’da. O da işkenceye beraatla ilgili. Öyle bir haber yaptım. Polisler beraat etti bu konuda, ki Yargıtay’ın onların davasına ‘evet, işkence yapmışlardır’ demesine rağmen. Tek ceza alan ben oldum. İşkence yapmanın cezası yok, işkence yapıldığını haber yapmak ceza. Ve bu cezayı kanunlara göre muhabir ödemek zorunda. Sorumlu yazı işleri müdürüne diyorlar ki sen düştün, gazete sahibi sen de düştün, muhabir sen suçlusun. Nasıl ödeyeceksin? O haberleri yapmıyorsun, diğer haberleri yapamıyorsun. Zaten habercilik ölmüş, yorumcularla bu meslek sürdürülmeye çalışılıyor. Yapı taşı muhabirliktir ama muhabirlik diye bir şey yok artık.




Söylediğiniz gibi muhabirler haberleri nedeniyle çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar. Bunun bir örneği de siz olduğunuz Emine Hanım. Önce ödül aldığınız ardından Vatan gazetesinden çıkarıldınız.





Algan: Roche haberlerinden sonra Sedat Simavi Ödülleri’nde haber ödülünü aldım. Gazete bunu çok iyi kullandı. Sonra iki ay sonra falan performans düşüklüğü neden gösterilerek işten attılar beni. Çok komik bir gerekçe bu.





Akman: İtiraz ettin mi?




E.A.- Tabii. Hala devam ediyor. Önce haksız yere işten atılma davası açtım, onu kazandım, çok kısa sürdü. Bir de ilahi adalet galiba. Çok komik bir şey oldu. Ben Roche davalarını takip ederken, Roche’den işten atılan iki kişinin İş Mahkemesi’nde davaları devam ediyordu, ben de onları takip ediyordum. O davalarda benim yazdığım haberler genellikle delil olarak kullanıldı. O davanın görüldüğü mahkemeye benim davam da düştü, aynı hakim. Birkaç ay önce o davayı takip ederken görmüştü beni ve birkaç ay sonra onun önüne benim işten atılma davam geldi, performansı düşük gerekçesiyle. Çok kısa sürede o davayı kazandım, Yargıtay onayladı. Gazete itiraz etti. O dava bitti. Sonra alacak davası açtım, o hala devam ediyor. Sonuçta şu kanıtlandı; haksız yere işten atıldığım net. Fakat bu neyi getirdi? Gazetecilik yapabiliyor muyum? Hayır. Sonuçta ben şimdi gazetecilik yapamıyorum. İsterdim evet ama şimdi daha da keyfim yerinde, uydurup yazıyorum. Madem gerçekleri yazamıyoruz, hiç değilse kendi uydurduğumuz hikayelerin peşine düşüyoruz.





Böyle bir durum yaşandığında gazetecinin pek dostu olmaz mı?




Turgut: Suya sabuna dokunmazsan evet, dostun olur. Ama mesleğin gerektirdiklerini yerine getirirsen zorlanırsın. Çünkü çok geniş bir kulvar ve gazete olsun, başkası olsun senin arkanda durmayacaktır.





Algan: Bunu çalışırken de yaşadık hepimiz. Ben 18 sene gazetecilik yaptım. Her çalıştığım kurumda da bunu yaşadım. Herkes bir noktadan sonra yılgınlık göstermeye başlıyor, bir haber konusunda ısrar ettiğin zaman. Doğrusu budur, bunu vermeliyiz, şöyle vermeliyiz dediğinde bıkıyorlar artık. “Sen de taktın buna” diyorlar. “Bunu bırak başka bir şey yok mu” diyorlar. Halbuki gazeteciliğin temel ilkelerinden biridir fikri takip. Bir şeyi ortaya attıysan onu sonuna kadar götürmelisin, bir sonuca varana kadar. Gazeteciliğin amacı ne? Madem dördüncü kuvvet diye çıktı. Olumsuz, yanlış bir şeyler varsa onları düzeltmek için çaba gösteriyoruz. Düzeltmek için de sonuna kadar gideceksin. Bir hak alınması gerekiyorsa o hakkı almak için elinden gelen ne varsa bütün katkıyı sunacaksın. Haber bu yüzden araç. Bunu bile yapamıyorsan o zaman sadece gazeteye biraz tiraj kazandırmak için birkaç adım atıyorsun ama sonuca kadar götürmene zaten fırsat verilemiyor. Bu çalışırken böyle, çalışamazken zaten hiçbiri yok.





Gazeteci, haber yaparken iki şekilde baskı altında kalıyor. Dışarıdan gelen baskılar var, bir de içeriden baskı geliyor.





Akman: Gazeteciliğin belli kısıtları var. Bir yasal kısıtlar var. Aşağı yukarı yedi temel yasa bizim haber yapmamızı çeşitli biçimlerde hizaya getiriyor, düzene sokuyor. Sıkıyönetim Yasası, YÖK Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Basın Yasası, Türk Ceza Yasası. Türk Ceza Yasası, 25 noktada gazeteciliğe kısıt getiriyor. Biz herhangi bir haberde bu yasaları göz önüne almadan haber yaparsak başımız derde giriyor. İkincisi gazeteciliğin parasal kısıtları var. Bu parasal kısıtların araçları da reklamcılar, reklamverenler. Dünyanın her tarafında böyledir. Hangi gazeteye gidersek gidelim böyle sorunlar var. Haber yaparken yukarıdan aşağıya hiyerarşiyi göz önüne aldığımızda genel yayın yönetmenleri eskiden daha özerk çalışabiliyorlardı. Küreselleşmenin bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde yayın yönetmenleri artık özerk değil. Patron gibi düşünüyorlar. Dolayısıyla yayın yönetmeninden aşağı doğru indiğimizde editöryal kadronun hepsi de yukarıdan aşağı belirlenmiş norma uygun davranmak zorunda. Alper Turgut, yüreği haberle çarpan bir muhabir olarak yarın editör olsa o da ya uyacak ya da oyunun dışında kalacak. Bunlar gazeteciliğin sorunları. Eminim ki gazetecilikten gelen her yayın yönetmeninin yüreği gazetede çok güzel haberler yer alsın diye çarpıyordur ama onun üstünde başka bir engel vardır ve o da ona basınç yapıyordur. Bu patronaj katından yukarıya yansıyan bir şey, yasaları bir yere bırakırsak. Çünkü artık herkes gerçeklerin ya da doğruların hakim kılınması değil para kazanmak için yapıyor bu mesleği.





Algan: Bulunduğu yeri koruyabilmek için yapıyor.




Akman: Patron para için yapıyor. Ona uygun bir yapı oluşturuyor. Bu yapıda da editöryal kadro içinde görev alan herkes vicdanı rahat bir şekilde gazetecilik yapmak istiyor. Ama bu arada yatay bir takım baskılar var. Onlar da gazetenin reklam servisi, reklam servisinin bağlı çalıştığı PR şirketleri. Burada sadece işi gazetecilik yapmak olan patronlar var. Bahisle anlatıyorum bunu. Bir de günümüzün gazete patronlarının, artık karlı bir iş olmayan gazeteciliğin dışında başka işleri var. Bu olmaz bir şey mi? Olabilir. Bununla sınırlı kalmadığı için ister istemez siyasetle içli dışlı olmaz zorunda hissediyor kendini. İktidarlarla haşır neşir oluyorlar. Bu da editöryal sürece yük getiriyor. Bu sorunlar gerçek, bunlar yaşanıyor. Bir muhabir haberini editöre getiriyor, editörden haber müdürüne gidiyor. Haber geldiği andan itibaren yukarı doğru bir yol izliyor. Saydığım bu noktalardan hareketle haberin için “sen bunu bir şekle sok, yumuşat” deniyor. Burada o editöryal kadro içinde yer alan kimse haksız mı? Hayır, değil. O da haklı. Muhabir de haklı. Çünkü muhabir gerçekle yüzyüze, editöryal kadro içinde olan kimse muhabirin olduğu gerçekle yüzyüze olmayı hissedemez. Ya yukarıdan aşağı söylenenlere muhabir uyacak ya da işte ödüllendirilecek. 1980’den beri süregelen çok ciddi bir sorun var. Dünyanın heryerinde gazeteciler bu sorunları yaşıyorlar ama bu sorunlara rağmen mesleklerini düzgün yapmaya uğraşıyorlar, bunları yaparken de yanlarında örgütleri var. Onların özlük haklarının sağlanmasında, bu hakların korunmasında ve sürekliliğinin sağlanmasında en temel işlevi gören araçlar sendikalar. Türkiye’ye baktığımız zaman bu bir işe yaramıyor.





Algan: Yaptırımları yok çünkü.




Akman: 1990’da en son sendikasızlaştırma operasyonu yaşandı. Cumhuriyet’te bile problem çıktı. İşçi emekçi haklarının savunucusu gazete bile göz yumdu. Sonra yeniden kazanıldı bu.
Algan: Çok cılız durumda.




Sendika şu an biraz daha güçleniyor gibi.




Turgut: Patrondan habersiz gazeteciler sendikalaşıyorlar. İnsanların tehdit edildiği, insanların zorlandığı bir dönemden geçildi. O sendikalaşma süreci yıkıldıktan sonra şimdi insanlar yeniden sendikalaşmaya başladılar. Toplu sözleşmeye yanaşılmıyor. Sosyalist olduğunu düşünen gazetelerde bile sendika yok, sendikal mücadeleye sıcak bakanlar da bile sendika yok. Şu tarihte bir Anadolu Ajansı’nda var. TRT’de var, KESK’e bağlı Haber-Sen’e üyeler onların durumu daha farklı. Yazılı basının sendikası Türkiye Gazeteciler Sendikası’na toplu sözleşme hakkı bir Anadolu Ajansı’nda bir de ANKA’da var. Eskiden birçok kurum sendikalıydı. Toplu sözleşmemiz olurdu. Çalışan Gazeteciler Günü’nde mesai alırdık.





Algan: Sendikanın yaptırımı olmak zorunda. Zaten varlık sebebi bu. Daha önce uçaklarda indirim varmış, otobüsler ücretsiz sarı basın kartına, buna baştan beri itiraz ediyorum ama bu böyle yerleşik bir şey. Sebepleri var. O zaman otobüsle gidiyorlarmış işe. O zaman gazetelerin arabaları falan da yok. Patronlar gazeteciyken çıkan bir şey o. Esasen sarı basın kartını sendikanın vermesi gerekir.




Turgut: Ya da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin




Algan: Evet. Yani gazeteci örgütlerinin vermesi gerekir. Bu mesela Almanya’da böyle. Türkiye’de kimin gazeteci olduğuna karar veren, sarı basın kartını veren kurum neresi? Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, o da Başbakanlığa bağlı. Zaten siyasete bağlısın. Senin gazeteci olup olmadığına karar veren kurumdan başlıyor. Niye hükümet bana gazetecisin ya da değilsin diyebilsin ki ya da niye ben onun verdiği kartla bir yere girebileyim ya da o kartı alamayayım ki… Böyle bir şey olmamalı.




Turgut: Mesleki kuruluşlarım bana ceza verebiliyor mu? Mesela, bir tabip odası gibi. Basın Konseyi arada bir ahkam kesiyor diye düşünüyorum ben. Çünkü o kimi kapsıyor belli değil. Biz şu gazeteciyi kınıyoruz. Ee, kına. Ben de seni kınıyorum. Eskiden Türkiye gazetesinde “Bir Sırp’ı vurdum” diye manşet vardı. Gazeteci gitmiş Sırp’ı vurmuş.




Algan: Kardak Kayalıkları’na bayrak dikmeye giden gazeteci arkadaşlarımız oldu.




Akman: Yayın yönetmeni oldu sonra.




Algan: Nasıl, niye? Senin işin ne esasen? Bunların bir yaptırımı olması gerekiyor. Bunu da gazetecilik örgütleri yapar ancak. Bizim en büyük sorunumuz zaten örgütlenememe sorunu ya da örgütü sürdürememe sorunu.




Turgut: Biz mücadele etmeyi bilmiyoruz, çok bireyseliz. Gazeteciler meclisi girişimi gibi bir şey yapıldı, onun da içine ettik. Ortada hiçbir şey yok. Bireysel davranmak durumunda gazeteciler. Eskiden, yanlış hatırlamıyorsam Habitat zamanıydı 1996’da. İstiklal Caddesi’nde 1000 kişi gözaltına alındı nerdeyse. Sıra gazetecilere geldi. Hep birlikte oturduk, eylem koyduk, bizi alamadılar ama şimdi herhangi bir şeyde gazeteci dövülse diğer meslektaşı onun fotoğrafını çeker halde. Biz kendimizi toplumdan ayıramayız, toplum ne haldeyse gazeteci de o halde.




Akman: Gazetecilerin özlük haklarını savunacak örgüt yok. Örgüt olmayınca da…




Mücadelenin yapılamadığını mı söylüyorsunuz?




Akman: Mücadele yapılır yine. Çünkü yasalar var. 212 sayılı yasa ile 1475 sayılı Çalışma Yasası var. İki farklı kategoride çalışıyor gazeteciler. Biri 212’ye tabii gazeteciler, bir kısmı da 212’ye bağlı çalışan gazetecilerin sahip olduğu imtiyazlardan kurtulmak için işverenlerin 1475 sayılı yasaya bağlı çalıştırdıkları gazeteciler. 2001 krizinden sonra da taşeron gazeteci kullanma alışkanlığı yaygınlaştı. Dışarıda işsiz kıyamet gibi gazeteci var. Dolayısıyla patronun sana ihtiyacı yok ki, telifli çalışırsın. Çalışma hayatını düzenleyen yasalar var ama bu yasalar işliyor mu? Hayır, işlemiyor. Neden işlemiyor? Çünkü gazeteler siyasi iktidarla içli dışlı vaziyetteler. Türkiye’de bugün herhangi bir yasa bir dolu şeyi düzenliyor. İşliyor mu? Birinin işine yarıyorsa işliyor. Gazeteler yargıyı da etkileme yeteneğini sahipler. Niye mesela üç yıldır Emine’nin davası çözülmesin ki… Nedir ki bir iş mahkemesinin iş yükü. Vardır tabii ama basit bir hikaye. Çünkü gazetesi başka bir şekilde çalışıyordur, uzuyordur iş. Benzer bir şey; ATV’nin Ankara Temsilcisiydi Erhan Karadağ. Attılar işten. Mahkemeyi kazandılar, işe geri döndüler. Bu sefer tuttular Ankara büroda çalışanı Antalya büroya sürdüler. Yasanın açıklarını da böyle kötü niyetli kullanmaya kalkabiliyor işveren. Bu tabi işverenin de hakkı. Bütün bunların düzene girmesi ve bizim gazeteci olarak özlük haklarımızı koruyacak ne var ortada? Sendika, sendikanın da hali ortada. O da varlık savaşı veriyor.





Biraz önce konuştuğumuz Basın Kartı haklarının yitirilmesiyle aslında gazeteciler de haklarının bir kısmını kaybetmiş olmadılar mı? Bu sürece sessiz mi kalındı?




Akman: Sarı basın kartı sahibi olmak diye bir kavram var. Bu kötü bir şey. Sarı basın kartı uygulaması 1960 yılında 27 Mayıs devrimi ya da darbesi ne diyeceksek, nerede duruyorsak onunla gazetecilere verilmiş bir imtiyaz. O zaman basının merkezi Cağoloğlu’ndaydı. Gazetecilere uçakta, telefonda indirim vardı. Vapur, tren, otobüs bedavaydı. Niye gazeteciler böyle bir imtiyaza sahip olsunlar? Çünkü gazeteciler ağırlıklı olarak 27 Mayıs hareketini desteklediler. Bu onlara ödül mü diyelim rüşvet mi diyelim böyle bir şeydi. Baştan beri buna itiraz etmek gerekirdi belki. Dolayısıyla Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon’daki adam kim ki beni değerlendirsin ve bana bu rüşvetin ya da ödülün belgesini versin. Buna itiraz etmedi kimse. Herkes attı cebine. Daha sonra çeşitli siyasi iktidarlar da bunu kullandı kendi çıkarları doğrultusunda. İktidarın yandaşı gazeteciler ve yandaş olmayan gazeteciler. Gazeteciler arasındaki birlik ruhu parçalandı.





Algan: Sarı basın kartı alanlar ve alamayanlar olarak ayrıldı.




Akman: Çünkü sarı basın kartı sahibi olan adam gazeteci sayılıyordu. Sosyalist basında çalışan adam sarı basın kartı sahibi olamıyordu. O yüzden de hapisteki gazetecileri sarı basın kartı taşımadıkları için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Sendikası göz ardı etti.




Turgut: Ben sarı basın kartına kan damladığını düşünüyorum. Çünkü Metin Göktepe sarı basın kartı olmadığı için gözaltına alındı o gün. Diğer meslektaşlar bırakılırken, o sarı basın kartı olmadığı için alındı.




Algan: Çünkü kimin gazeteci olacağına Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü karar veriyor.




Turgut: Eskiden, o zaman bizim sarı basın kartımız yoktu. Fotomuhabir arkadaşla gezerken sanırım Alınteri’nden gazetecileri gözaltına almaya çalışıyordu polis, biz müdahale ettik. Dedi ki “sarı basın kartları yok.” “Bizim de yok” dedik. “Olsun” dedi “sizi sima olarak tanıyorum, sizi almayacağım” dedi. Ama sarı basın kartı o tarihten beri yüktür. Bir eylem olur ya da başka bir şey olur, sarı basın kartı sahibi geçebilir. Diğeri gazeteci değil. Adamda 30 yıldır benimle aynı mesleği yapmış. Onun olmamış, kadrolu olamamış ki en büyük sorunlardan biri de odur. Kanun size der ki üç ay içinde stajyerdir, sonra kadroya alırsın. Adamın 3 yıl olmuş, 5 yıl olmuş adam hala kadrosuz. Askere gidecek diyor kadro vermiyor, başka şey diyor kadro vermiyor. Adam oradan başka kuruma gidiyor orada da zaman geçiyor. 30-35 yaşına gelmiş, değil sarı basın kartı, kadroya dahi girememiş. Böyle örnekler var önümüzde. Gazeteciliği belirleyen sarı basın kartı değil.




Algan: Olsa bile bunu veren kurumun değişmesi gerekiyor.




Turgut: Verilecekse TGC versin. Atıyorum hepsi birleşsin ortak bir kurum versin. Sarı basın kartı başka bir şey. Güvenlik soruşturmasından geçiyorsun, evine polis geliyor. Yani devlet size diyor ki ben seni onayladım, akredite ettim, sen gazeteci olabilirsin.




Algan: Bu nedenlerle itiraz etsen bile sarı basın kartının veriliş biçimine almak zorunda kalıyorsun. Çünkü yoksa giremezsin bazı yerlere. İşte Alper’in söylediği gibi polislerle karşı karşıya kaldıysan sarı basın kartın yoksa giremiyorsun ya da uluslar arası bir toplantıyı takip edebilmek için sarı basın kartının olması gerekiyor.




Turgut: Birçok yerde gazeteci sayılman için gerekiyor. Miting alanına giriyorsun, herkes aranıyor. O gün ben sarı basın kartı gösterirsem “buyurun geçin” diyor. Bu da bir şey. Adam diyor ki “ben İçişleri Bakanlığı’na bağlıyım, o Başbakanlığa bağlı.” Sana öyle bir yetki verilmiş ki devletin görevlisi gibisin, kamu görevlisi gibisin. Tamam, biz kamu işi yapıyoruz aslında ama bağımsız yapmalıyız. Şimdiki durumda bana verdiği şey nedir? Otobüse, vapura bedava biniyoruz. Paso yani. Beni gazeteci kılan bir şey değil ki yani.




Akman: Bedava yolculuk kartı. Belediyenin rüşveti




Turgut: Gazetecilikte başka sorunlarda var. Yıllarca kadrosuz çalışmak, çıkıntı hale gelmek. Bize Basın Yayın okullarında öğretilen gazeteci sorgulayan kişidir, araştıran kişidir. Hayır, sorgulayamazsın hiçbir şeyi. Sen kendi kurumun içinde çıkıntılık yapamazsın, bu doğrudur diyemezsin. Öyle bakarlar. Yazı işleri toplantısında müdürler bir şeyler anlatırken o öyle değil, böyle dediğin zaman bir iki üç dördüncüsünde olmaz.




Algan: Çok somut bir örnek anlatayım. Vatan’da yazı işlerindeydim galiba emin değilim. Bu Genel Sağlık Sigortası tasarısı görüşülürken buna karşı çıkmak gerektiğini söyledim. Çünkü sağlık hizmetlerini devlet karşılar ancak uzun vadede bu hakkın elimizden alınacağını söyledim. İlk tepki şu oldu: Buna da mı karşı çıkıyorsun. Özel hastaneler SSK’lılara bakacak dediler. Bu böyle olmayacak. Bu sonuçta özel hastanelerin aldığı sağlığa katkı payının giderek yükselmesi ve kişinin kendi cebinden çıkmasını getirecek bir şey. Sonuçta öyle oldu zaten. Herhangi bir konuda yapman gerekeni savunamıyorsun gazete içinde bile. Geçtim patronu, geçtim dış etkileri. Gazetenin içinde bile böyle. Gazeteciler durdukları yerden bakınca bazı şeyleri unuttular. Makas o kadar açıldı ki özellikle ara yöneticilerle toplumun arasındaki fark çok açıldı. Dolayısıyla anlayamaz hale geldiler. İnsanların nasıl yaşadığını herkes unuttu. SSK hastanesine kaç kişi gidiyor? Milyonlarca insan gidiyor.





Turgut: Adam plazada yazı yazıyor. Otobüse bindiği yok ki. Patron olmuş artık. Cumhuriyet siyasi bir gazete olarak biliniyor yeni gelen stajyerlerde gözlemlediğim şu; apolitikler. Bir gazetecinin olması gereken donanımda değiller. Bir örnek var çok gülerim ona. İstihbarat şefi genç bir kızı gönderiyor diyor ki “arşive git Behice Boran’ı getir.” Kızcağız aşağı iniyor ve diyor ki “Behice Boran buradaysa şef istiyor” Arşivdekiler diyor “Behice Boran’ın öldüğü kaç zaman oldu.” Kız “ben basın yayın mezunu değilim siyasal bilgiler mezunuyum” diyor. Siyasi bir kadını tanımayan bir siyasal bilgiler mezunu kadından bahsediyoruz. Çok örnek var böyle. Bu işi yapacak olan insanlar apolitik, bireysel olarak gelmeye başladılar. Basın yayın okulları da benim zamanımda 3 taneyse şimdi 21 ya da 22 tane. Bu kadar gazeteci yok ve gazetecilik böyle bir meslek değil. Orman fakültesinden gelen adam da gazetecilik yapabilir. Herkes yapabilir bu mesleği.




Akman: Meslek değil ki bu, iş




Turgut: Evet iş. İş olduğuna göre de herkes bu işi yapabilir. Böyle bir işten bahsediyoruz. Hekim gibi bunu ayıracak bir yasanın olması gerekiyor. Kime göre, neye göre der adam. Bir laf vardır sonu –ci’li bitenler meslek değildir diye. Avukat, doktor bunlar meslek. Ama gazeteci, oduncu, kömürcü bunlar meslek değil derler. Doğrudur belki.




Bir diğer konu da haberin taraflı olması ya da tarafsız olması konusu. Tarafsız haber var mıdır sizce yoksa haberi yazdığınız andan başlayarak gazeteci taraf mı olmaya başlar?


Turgut: Tarafsız habercilik dediğiniz şey bir ütopya.
Algan: Doğru da değil bence.

Turgut: Öyle bir şey olmaz zaten. Ezen var, ezilen var. Tarafsızım diyorsam ezenden yanasındır.


Algan: En azından olabilirsin.


Turgut: Sen susarsan ezen yine ezecektir. Sen taraf olursun. Dersin ki benim bir görüşüm var. Herkesin bir görüşü vardır. o habere yansır, mümkün değil yansımaması. Hayata bakış açındır, sen içinden geleni yazıyorsun.


Algan: Vicdanından yanadır sonuçta gazeteci. Tarafsız olmasını beklemem kimseden, doğru da bulmam.


Akman: Biz gazeteci olarak profesyonel insanlarız. Yenişafak gazetesiyle Cumhuriyet gazetesi arasında işin yerine getirilmesi açısından bence fark yok. Birey olarak bu işi seçmişim, böyle bir tercihte bulunmuşum. Bu işin kalıbı ne? Gerçeği gazete sayfasına taşımak. Biz gerçeğin bütününü değil, bir parçasını taşıyoruz zaten. Biri bize diyor ki şurada şöyle bir şey var. Sen gazeteci olarak gidiyorsun. Tabi ki bir dünya görüşün var. Bu dünya görüşünü bir tarafa bırakıyorum ben taraf tarifi yaparken. Gerçeğin bir kısmını kopartıyorsun, alıyorsun. Bunu yaparken şuna dikkat ediyorsun. Bu kopardığın parça bütünle ilişkisini koruyabiliyor mu? Sen buna azami çaba gösteriyorsun. Çünkü kopardığın parçanın bütün içinde oynattığı bir takım mekanizmalar vardır. Sen bir doğruyu yazarken o sırada bir başkasına haksızlık da ediyor olabilirsin. Sonra bunu götürdüğün adamlar, şefin, editörün, yazı işleri müdürün tayin edici hale geliyor. Dolayısıyla sen her halükarda hangi gazetede çalışırsan çalış oradan sana söylenmiş ya da senin görüp yazıyla çerçevelediğin şey bir taraf oluyor. Koptuğu bütünden bir taraf oluyor. Çünkü sen zaten orada var olan, şimdiye kadar kimsenin görmediği bir şeyi alıyorsun, bize gösteriyorsun. Bizim görmemizi sağlıyorsun. Bir kere sen gelene kadar dengede giden bir şeyi bozmuş oluyorsun. Dolayısıyla onu bir taraf kılıyorsun. Gazeteci milliyetsizdir, dinsizdir. Gittiğin zaman öyle bakarsın meseleye. Ondan sonra bu haberini yayınladığın yer ya haberini olduğu gibi koyar ya da kıvama sokmaya çalışır. Diğer türlü de gazeteler kendi markalarına, ideolojilerine göre şekillendirmeye başlarlar. Bir gazetecinin hiçbir şekilde ben tarafsız olacağım demesi mümkün değil. Klasik laf, “ben objektif bakarım habere.” Objektif de zaten bir açıdan bakar.

Turgut: Şimdi ben sinema eleştirisi yazıyorum. Nasıl objektif olabilirim? Bizim ülkede çok fazla bulaşmış siyasete gazeteciler. Gazeteci milletvekilleri var. Bazı ülkelerde gazetecinin oy verme hakkı bile yok. Gazeteci oy vermez, gazeteci politikaya bulaşmaz. Bizim ülkede böyle bir şey yok. Bazı gazetecilerimiz yazar olur, oradan yolunda ilerlemeye çalışır. Gazetecilik bir atlama taşıdır onun için. Adam kendini ona göre belirler.

Algan: 80’lerden itibaren bu iyice yaygınlaştı.

Turgut: Halkla ilişkiler şirketlerinin de araya girmesiyle iyice şey oldu. Bir şirketle geziye gidiyor. Gazeteci hiçbiriyle gitmemeli aslında.
Algan: Gitse de kendi cebinden vermesi gerekir.
Turgut: Ama yok öyle bir şey. Herkes bir yerde, herkes iş gezilerinde.

Algan: Sonuçta adam bir hafta Paris’te Londra’da gezdirdiyse oraya buraya götürdüyse ve bütün masraflarını karşıladıysa döndüğünde sen onunla ilgili onun reklamını yapacaksın.


Kuşkusuz ki gazetecilik her zaman zor iş oldu. Ancak çalıştığınız zaman içinde hangi dönemde daha iyi ve rahat gazetecilik yapılabildiğini düşünüyorsunuz?

Turgut: 90’lı yılların ortalarında ve biraz geçtiği dönemde. Benim seçimim Milliyet’ten ayrıldıktan sonra Cumhuriyet olmuştu. Çünkü insan hakları sayfası vardı. Sendika muhabirimiz vardı. O zaman sendikamız da vardı. Mesai, prim ve başka şeylerin olduğu sabah gidip akşam karanlığında çıksak bile bir enerjiyle dolduğumuz bir dönem yaşadık. O dönem benim için ayrıydı. O dönemi yaşayamayan meslektaşlarım olduğu için de hayıflanırım. Böyle bir dönemim oldu. 2000’li yılların ardından da bir çöküş olduğunu da düşünüyorum.

Algan: Bence 80’li yılların sonunda değişmeye başladı. Ben 1987’de başladım gazeteciliğe. Sonlarına yetiştim bugüne göre iyi gazeteciliğin. 90’ların başı artık sendikanın falan bitmek üzere olduğu dönemdi. İzmir’de çalışıyordum o zamanlar. Biraz daha iyi gazetecilik yapabiliyorduk ama bu çok göreceli bir kavram. Sonuçta yine otosansür uyguluyordun, yine bu var. Şimdi gittikçe gittikçe daha çok yerleşik oldu. Daha haberi yazma aşamasına gelmeden, haberi duyduğun anda otosansür uygulamaya başlıyorsun. Bu gazeteciliği gittikçe aşağı çeken bir şey. Bir de kalite konusunda söyleyebileceğim bir şey var. Her yıl bir sürü okuldan gazeteciler mezun oluyor ama onları içine alabilecek bir yapı zaten yok. Patron da doğal olarak ucuza çalıştıracağı adamı tercih eder. Dolayısıyla nitelik gittikçe düşmeye başladı. Bu sadece genç kuşaklardan kaynaklanan bir şey değil. Daha az bilen insanlar tercih edilmeye başlandı. Ben 23 yaşında yazı işlerine başladım ve hiç istemiyordum. Çünkü benim muhabirlikte yapacağım daha bir sürü şey vardı ve 23 yaşında daha 5-6 yıldır muhabirlik yaparken 15-20 yıldır muhabirlik yapan insanların haberlerini değerlendirecek pozisyonda hissetmiyordum kendimi. Sonuçta böyle böyle yazı işlerindeki kadronun niteliği düşmeye başladı. Şimdi iyice düşmüş vaziyette. Şimdi hiç muhabirlik yapmadan editör olanlar da var. Bu da olabilir. Öyle bir birikimi vardır, mümkün. Ancak hem birikimi olmayan hem de gazetecilik konusunda deneyimi olmayan insanlar editörlük yapmaya ve muhabirlerin yazdığı haberi hatta yazarların yazdığı yorumların üstüne yorum katmaya ve onları elemeye muktedir oldu. Bu da niteliği düşürdü. Giderek kriterler değiştiği için gazeteciye gerekli olan ne kadar özellik varsa onların hepsi önemsizleşmeye başladı. Bu niteliği düşüren bir de şu oldu: Gazetecilikte usta-çırak ilişkisi vardır. Senin üstündeki, senin haberini süzgeçten geçirecek olan kişiye güvenirdin. O kişi yazdığın haber için şuraya bir bak diyorsa oraya bakman gerekir. İşi öyle öğrenirdin. Şimdi işi öğretecek insanlar az.

Akman: Gazeteciliğin koşulları hiçbir zaman iyi olmadı. Sen dışarıdasın, koşturuyorsun falan filan. Buradaki esas soru belki ne zamandır gazeteciler mutsuz mutsuz çalışıyor olabilir. Herkes bu işi yapıyor ama mutsuz yapıyor. Yaptığın işten mutlu değilsin. Çünkü karşılığını görmüyorsun. Sen cam işçisisindir mesela, bardak yaparsın, karşındaki insanın su içtiğini görünce bardakla aranda bir bağ kurabilirsin, belki senin elinden çıkmıştır. Ama sen haber yaptığın zaman yaptığın haber o olmuyor ki zaten. Haber hiç değişmese bile basıldıktan sonra başka bir şeye dönüşüyor. 24 Ocak Kararları diye bir şey var bu ülkenin tarihinde. Eski ekonomi politikaları terk edilip yeni ekonomi politikaları izlenmeye başlanılıyor. Arkasından 12 Eylül darbesi oluyor ve bugüne doğru geliyoruz. O zamana kadar baktığında gazete patronlarının hepsi gazetecilikten gelmiş. Kardeş kardeş gidiyorsun yani. Gazetecilikten gelme adamların kurduğu kurumlarda gazetecilik yapılırdı. Sonra bu ekonomik politikayı seçince gazetenin işlevi ve tanımı değişti. Zafer Mutlu, “ne dördüncü kuvveti, ticari işletmeyiz biz” demişti. Bu biraz haddini aşan bir söz olmakla birlikte dönüşümü işaret etmek bakımından önemli bir söz. Serbest piyasa ekonomisini yaşayan her yerde mi böyle bozuk? Hayır değil. Kurumsal temellerini sağlam atmış, geleneklerini iyi oturtmuş başka ülkelerin gazetelerinde böyle sorunlar yaşanmıyor. Bire bir aynı sorunlar yaşanmıyor ya da yaşanıyorsa da gazetecinin editöryal bağımsızlığını koruyacak mekanizmalar var. Bizde muhabirle yazı işleri müdürü birbirine düşmandır. O benden fazla para alıyor diye başlar her şey. O ekonomik politika doğrultusunda mekanizmalar tam oturmadığı için bu ülkede ne oldu uzman muhabirlik önemini yitirdi. O dönemde basın sermayesi denen sermayeyi tasfiye etti dönemin hükümeti ve basına dışarıdan sermaye geldi. Her gelen güçlü hükümette bir öncekini tasfiye etti. Şimdi yeni patronlar geliyor.


GÜNCEL HUKUK / MAYIS 2008 5/53 AYLIK HUKUK DERGİSİ