tag:blogger.com,1999:blog-76480182094308026722024-03-12T20:23:44.752-07:00ALPER TURGUT / KARALAMALAR...Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.comBlogger376125tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-37052526087672805802011-02-11T15:17:00.000-08:002011-02-11T15:23:14.583-08:00“İnsandan, topraktan, hayattan uzak..."<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEha6cQxlLBHkvKvQOPKL3sX0f7wT4-ctu-IP2oYbSEDu4f_r2GAHyBQeyBygyMEiwOND0a07r6yJm3VwvtmhNUTar2s91y2Fc5GUI-chWWItsOKak6Hx9-vvx_TUBdDjGCp9G_yc-Gf6goA/s1600/Yuerueyues-buerosu-fotolar-25-12-10---6---KBnet.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEha6cQxlLBHkvKvQOPKL3sX0f7wT4-ctu-IP2oYbSEDu4f_r2GAHyBQeyBygyMEiwOND0a07r6yJm3VwvtmhNUTar2s91y2Fc5GUI-chWWItsOKak6Hx9-vvx_TUBdDjGCp9G_yc-Gf6goA/s400/Yuerueyues-buerosu-fotolar-25-12-10---6---KBnet.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5572576177741214130" /></a><br /><p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Tahoma; font-size: 19px; line-height: 28px; "><br /></span></p><p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span class="Apple-style-span" style="font-family: Tahoma; font-size: 19px; line-height: 28px; ">Merhaba Alper Bey,</span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><br /></span></p><p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Bu ülkede düşüncelerini söyleyenlerin yazanların yolu nereye çıkar? Sorumuzun cevabı düşüncelerin ne olduğuna bağlı. Eğer AKP gibi düşünüyorsanız bir zararı yok. Düşüncelerinizi istediğiniz yerde istediğiniz kadar ifade etmekte özgürsünüz. Ama AKP gibi düşünmüyor ve eleştiriyorsanız işte orada tehlike başlıyor. Ne gibi bir tehlike; Yürüyüş Dergisi – Ozan Yayıncılık’ın başına gelenler sizin de başınıza gelebilir.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><b>Yürüyüş Dergisi’ne ne oldu?</b><o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Geçtiğimiz Aralık ayının son günlerinde gecenin 03.00’ünde kapılar, duvarlar balyozlarla kırıldı, oksijen kaynaklarıyla kesildi. Büroda bulunan bilgisayarlara, teknik malzemelere, dergilere, kitaplara el konuldu. Çalışanlar ve misafirleri gözaltına alınıp tutuklandı. Ben de o gece büroda bulunan gözaltına alınıp tutuklanan Yürüyüş Dergisi misafirlerinden biriyim. O gece gözaltına alınan 12 kişiden 7’si tutuklandı, hem de hiçbir gerekçe gösterilmeden.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Şimdi Sorumu şöyle değiştiriyorum. Bizler neden gözaltına alındık ve tutuklandık? Yürüyüş Dergisi neden hukuksuz bir şekilde arama adı altında talan edildi?<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Aslında bu sorumun cevabı yazdıklarımın en başında ve tek cevabı var. O da savunduğu düşünceler. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Yürüyüş neleri yazıyor-savunuyor?<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">-Kentsel dönüşüm denen şeyin halk için bir yıkım olduğunu, halkın evlerini yıktırmamasını, direnmesini. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">-AKP’nin tekelleri nasıl beslediğini.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">-Açlıktan ölen çocukları.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">-Gençlerin nasıl yozlaştırıldığını.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">-19 Aralık’ta cezaevlerinde siyasi tutuklu ve hükümlülerin nasıl diri diri yakıldıklarını.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Yazdı ve yazmaya da devam ediyor. Ve en önemlisi de halkı tüm bu sorunlar karşısında örgütlenmeye birlik olmaya çağırıyor Yürüyüş. Tüm bu gerçekleri yazdığı için basılıp talan edildi, çalışanları tutuklandı. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Yürüyüş’e yapılan bu saldırı düşünce ve basın özgürlüğüne saldırıdır aslında. Düşünce özgürlüğü mü diyorsunuz? O zaman AKP gibi düşüneceksiniz. Basın özgürlüğü mü? AKP’yi yazmakta özgürsünüz ama eleştiremezsiniz. Oysa bunları yazmadığınızda demokrat bile olamazsınız. Ancak düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunanlar, demokrat olabilirler. Bu ülkede maalesef ki devrimci-demokrat olmanın bedelleri var. Bizler, tutuklanarak ve tecrit edilerek bu bedelleri ödüyoruz.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Bir şarkının sözlerinde denildiği gibi; “İnsandan, topraktan, hayattan uzak…”Ödüyoruz bu bedeli. Evet, insan ve insanca olan şeylerden uzaktayız burada. En insani hakkımız olan sohbetten uzağız. Çünkü 45/1 sayılı genelge uygulanmıyor. (Bu genelge; Haftalık 10 kişinin 10 saat tretmana bağlı olmaksızın sohbet hakkı olduğuna dairdir. 7 yıl süren ölüm orucu sonucunda kazanılan bir haktır.)<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Düşünce özgürlüğünüz hapishanede de yoktur! Düşüncelerinizi ifade eden sloganlar atamaz, marşlar türküler söyleyemezsiniz. Sevdiklerinizin, bu ülke için canını feda etmiş insanların fotoğraflarını asamazsınız duvarınıza. Tüm bunları yaparsanız, tecrit içinde tecrit edilirsiniz. Bunları yapmanız durumunda karşılaşacağınız yaptırımlar idarenin keyfine kalmıştır. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Baştan beri anlattıklarımı toparlarsam; Bu ülkede düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak suçtur. Bu büyük suçun (!) cezası olarak en tehlikeli terörist ilan edilir, tutuklanıp F tipi hücrelere konulursunuz. Ve suçunuzun (!) cezası F tipi ile de bitmez, eğer hala o düşünceleri savunursanız, F tipinde de cezalandırılır, haklarınızdan mahrum bırakılırsınız.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Biz Yürüyüş okurları, çalışanları, doğruların savunucusu olanlar; bedeli ne olursa olsun hiçbir hakkımızın gasp edilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü bu haklarımızı bize AKP bahşetmedi, her birini canımız pahasına mücadele edip bedeller ödeyerek kazandık. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Dileğimiz siz aydın, duyarlı, demokrat insanlarımızın da haklarımızı korumada ve savunmada bizlerle birlikte olmanızdır.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><o:p> </o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma"><b>NACİYE YAVUZ</b> / Kadın Kapalı Hapishane J-3 Sincan Ankara. <o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal" style="line-height:150%"><span style="font-size:14.0pt; line-height:150%;font-family:Tahoma">(Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Mektup Okuma Komisyonu: <b>GÖRÜLDÜ</b>) <o:p></o:p></span></p>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-28352473469765945022011-01-06T10:01:00.000-08:002011-01-06T10:09:04.780-08:00Yazar Nevin Berktaş Özgürlüğüne Kavuşturulmalıdır<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjuuIQGO6_q1ejtfTGyhectfqSpAU2XpHiFNtxTu9okkppJAnTZkLaUdmJrIni7u0jbD2KxTfPurTcChUGW2P3XDPC2DCPD1zPE6w2ed0r_EeVskM6qEkddQ76Hu14hbGOswJOzyl_hOQo_/s1600/SANY0566+-+Kopya_resize.JPG"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjuuIQGO6_q1ejtfTGyhectfqSpAU2XpHiFNtxTu9okkppJAnTZkLaUdmJrIni7u0jbD2KxTfPurTcChUGW2P3XDPC2DCPD1zPE6w2ed0r_EeVskM6qEkddQ76Hu14hbGOswJOzyl_hOQo_/s400/SANY0566+-+Kopya_resize.JPG" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5559136147373352754" /></a><br /><span class="Apple-style-span"><div style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; color: rgb(51, 51, 51); "><span class="Apple-style-span" style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; color: rgb(51, 51, 51); "><br /></span></div><div style="font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif; color: rgb(51, 51, 51); "><br /></div><span class="Apple-style-span" >12 Eylül yılları da dahil olmak üzere toplam 21 yılını cezaevinde geçirerek, kadın siyasi tutuklular içinde en uzun yıl içeride kalan Nevin Berktaş, 3 Kasım günü yeniden tutuklandı. Bu kez, 19 Aralık katliamı öncesi kaleme aldığı “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar: Hücreler” kitabı nedeniyle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kendisine verilen 10 ay hapis cezası için yeniden cezaevine kondu.</span></span><div><span class="Apple-style-span" ><br />1985-1987 yılları arasında Adana’daki hücreler konusundaki deneyimlerini paylaşmak amacıyla kaleme aldığı “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar: Hücreler” adlı kitap Türkiye’de F Tipi cezaevlerinin tartışıldığı, ölüm oruçlarının devam ettiği süreçte yayımlandı. Kitap hakkında verilen toplatma kararının ardından açılan davalar ise tam 9 yıl sürdü.<br />Ceza vermeye endeksli bu yargılamalar sonucu kitabın yazarı ve yayıncısı “adil olmayan” yargının hedefine oturtulmuştur. Geçtiğimiz yıl kitabın yazarı olarak Nevin Berktaş'a 10 ay hapis, 461 lira para cezası; ayrıca kitabı basan “Yediveren Yayınları” sahibi Elif Çamyar'a verilen hapis cezası paraya çevrilmişti. Bu karar, Yargıtay tarafından da onaylandı.</span></div><div><span class="Apple-style-span" ><br />“Hücreler” kitabı, piyasaya çıktıktan 7 gün sonra toplatıldı. Yazarı, yayınevi sahibi ve kitaba yazılarıyla katkıda bulunanlar hakkında peş peşe davalar açıldı. DGM Savcıları, kitapta üç farklı örgüte yardım-yataklık yapıldığını iddia ediyor, “Kürt halkının özgürlük mücadelesi” gibi cümleleri de “bölücülük” olarak gösteriyordu. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davaların önemli bir kısmı, beraat ya da para cezaları ile sonuçlandı. Istanbul 6 Nolu DGM’de TCK'nın 169. maddesinden açılan dava ise, (yasadışı örgüte yardım-yataklık etmek) 07.11.2001 tarihinde sonuçlandı ve yazarı Nevin Berktaş’a 3 yıl 16 ay 15 gün hapis ceza verildi. Fakat 169. maddede yapılan yasa değişikliği nedeniyle yapılan itiraz üzerine, 29.6.2007 tarihinde dava 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir kez daha görülmeye başlandı. Ve bu dava, geçtiğimiz yıl sonuçlandı: Terörle Mücadele Kanunu 7/2 maddesine muhalefetten 10 ay hapis, para cezası, kamusal haklardan men…</span></div><div><span class="Apple-style-span" ><br />Nevin Berktaş, muhalif kimliği nedeniyle daha önce yargılandığı davalardan kaynaklı olarak ömrünün 21 yılını cezaevinde geçirdi. 14. Ağır Ceza Mahkemesi dahil, yargılandığı mahkemelerin fazladan cezaevinde yattığını kabul etmelerine rağmen kitaptan dolayı verilen cezanın fazla yatırılan süreye mahsup edilemeyeceği görüşünde. Avukatın talebi de mahsup değil zaten. Çünkü Nevin Berktaş 10 aylık cezayı fiilen yatmıştır. Ağustos 2002 tarihinde Gebze Ağır Ceza Mahkemesi Hücreler kitabından verilen 3 yıl 16 ay 15 günlük ağır hapis cezası üzerine tekrar cezaların içtimasını yapmıştır. Yani ceza çektirilmeye başlanmıştır. Yani Nevin Berktaş, hukuka aykırı bir biçimde cezaevinde tutulmakta, fazladan ceza infazına maruz kalmaktadır.<br />Ülkemizde başta; Toplumla Mücadele Yasası olarakta bilinen Terörle Mücadele Yasası (TMY) olmak üzere çeşitli yasal düzenlemelerle düşünce ve ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne yönelik saldırılar her geçen gün artıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında açılan davaların sayısı 1200’ü geçmiş durumdadır. Nevin Berktaş dahil halen cezaevlerinde 10’u yazı işleri müdürü 40’ın üzerinde gazeteci ve yazar tutuklu bulunmaktadır.</span></div><div><span class="Apple-style-span" ><br />Nevin Berktaş’ın yazdığı kitaptan dolayı hem haksız olarak cezalandırılması hem de fazladan cezaevinde tutulması kabul edilemez.<br /><br /></span></div><div><span class="Apple-style-span" >Bizler, Nevin Berktaş’ın maruz kaldığı bu hukuk dışılığa kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla bir araya geldik. Nevin Berktaş özgürlüğüne kavuşuncaya kadar da çabalarımızı sürdüreceğiz. Çünkü bir kişinin dahi düşünce ve ifade özgürlüğünden kaynaklı olarak tutuklanmasını, yargılanmasını ve ceza almasını, istemiyoruz.<br />Çok geç olmadan Nevin Berktaş özgürlüğüne kavuşturulmalı ve aramıza katılmalıdır.</span></div><div><span class="Apple-style-span" ><br />PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi<br />Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu<br />Nevin Berktaş’ın arkadaşları, dostları</span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-57155668415932885822010-12-30T05:50:00.000-08:002010-12-30T05:54:56.770-08:00AH CANLAR, ULUCANLAR...<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiBIMqdo-F2bbQU3VDVMZMsh_S51eQL51BDmk4dVTtXZgRpcOBrOqXyGx05VUINSm19FiOc6QhHJcgXWmDt-G7DaNaiAPzl3BvKZjh6Fh6WhgkNsVjCbGIU_54MUk4It4vZubTJqGTY-iMv/s1600/images.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 269px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiBIMqdo-F2bbQU3VDVMZMsh_S51eQL51BDmk4dVTtXZgRpcOBrOqXyGx05VUINSm19FiOc6QhHJcgXWmDt-G7DaNaiAPzl3BvKZjh6Fh6WhgkNsVjCbGIU_54MUk4It4vZubTJqGTY-iMv/s400/images.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5556473057351805922" /></a><br /><span class="Apple-style-span" ><span class="apple-style-span"><span style="font-family: 'Trebuchet MS'; "><div><br /></div><div><span class="Apple-style-span" ><b>ALPER TURGUT</b></span></div><div><span class="Apple-style-span" ><span class="apple-style-span"><span style="font-family: 'Trebuchet MS'; "><br /></span></span></span></div>Türkiye, sonbaharı iliklerine dek yaşıyordu. Hızla sararan yapraklar, solacak canları hatırlatıyordu. Hüzün sinmişti hayata. Ve gerçek, hiç bu kadar gaddar, hiç bu kadar medetsiz olmamıştı. Besbelli kış erken gelip, gözyaşlarını dahi donduracaktı. Alemdağ, Buca, Ümraniye, Diyarbakır... Tutuklu ve hükümlü aileleri yıllardır perişandı, sürekli “Ölüm kuşu hangi cezaevine konacak” diye haykırıyorlardı. Sadece 1997 ve 1998’de 66 cenaze çıkmıştı cezaevlerinden...</span></span><span style="font-family: 'Trebuchet MS'; "><br /><br /><span class="apple-style-span">Sıra, ülkenin başkentindeki Ulucanlar Cezaevi’ndeydi. Ve liste uzayıp gideceğe benziyordu. Resmi adı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi olan Ulucanlar Hapishanesi’ndeki, 40 kişi kapasiteli koğuşta, tam 100 kişi kalıyordu ve bir yatakta üç kişi uyuyamaya çalışıyordu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, duruma itiraz ederek, koğuş mevcudunun azaltılması için hapishane idaresine başvuruda bulundular, insani koşullarda yaşama isteklerini ilettiler. Ancak her hangi bir sonuç alamadılar. Cezaevinden kötü kokular yükselmeye başlamıştı. Herkes tedirgindi.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">2 Eylül 1999 günü başlayan ve giderek artan gerginlik, 26 Eylül 1999 gecesi kâbusa dönüştü. Baskından yarım saat önceydi, evlatlarının hayatından endişe eden ve bunun için bir haftadır hapishanenin karşısındaki parkta sabahlayan aileler gözaltına alındı. Onlar çığlık çığlığa yavrularının adlarını haykırırken, özel timler, ilk defa MP5, G–3, Beratta, Kaleşnikof gibi silahların da kullanıldığı bir operasyonla, 10 ana kuzusunu öldürüyordu. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in, ABD’de “resmi temaslarda” bulunmak üzere yola çıktığı gündü. 18 yaşındaki Aziz Dönmez, 40 yaşındaki Feyzullah Koca, sonra Habib Gül (Nevzat Çiftçi), Zafer Kırbıyık, Erkan Özkan, Mahir Emsalsiz, Ahmet Savran, Halil Türker, Ahmet (Abuzer) Çat, Ümit Altıntaş ve Önder Gençaslan yaşamlarından oldu, 30 tutuklu ve hükümlü de ağır yaralandı.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Ulucanlar’daki baskından bir saat önce Aydın Hapishanesi’nde de, siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldıkları koğuşlara operasyon düzenlendi. Elektrik ve suların kesilmesinin ardından koğuş duvarları yıkıldı, içeriye gaz bombası atılıp, tazyikli su sıkıldı. Tam üç saat süren baskın sonucunda, koğuşlara giren güvenlik güçleri, cop, demir çubuk ve dipçiklerle mahkûmları hastanelik etti.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Aydın Cezaevi fırtınayı atlatmıştı ancak Ulucanlar’da tam anlamıyla kıyamet kopmuştu. Baskın bitmiş, canlar yitmişti. Operasyonun nedenlerini kamuoyuyla paylaşmak isteyen yetkililer, her zamanki gibi, çelişkili açıklamalara başvurdular. Önce koğuş yetersizliği nedeniyle 33’ü kadın 76 mahkûmun başka cezaevlerine nakledilmesi için operasyon yapıldığı belirtildi. Sonra Adalet Bakanlığı, “tünel kazıldığı” ihbarı üzerine baskın düzenleyen askerlere karşı, mahkûmların silah kullandıklarını öne sürdü. Peki, bitti mi? Kesinlikle hayır! “ölümlerin mahkûmlar arasındaki iç hesaplaşmadan kaynaklanmış olabileceği” ve “cezaevinde örgüt üyelerinin, sorgu odalarının bulunduğu” da iddialar arasındaydı.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Baskının ertesi günü, ülkenin en büyük gazetelerinden biri, altında “kanlı isyanı başlatmadan beş dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler” yazan bir fotoğraf yayımladı. Sonra bu fotoğrafın beş yıl önce çekildiğini belirtip, özür dilediler. Baskın yapılmasına neden olduğu savlanan “tünel” ise, operasyondan 10 gün sonra gözetleme kulesine <st1:metricconverter productid="20 metre" st="on">20 metre</st1:metricconverter> mesafede, koğuş avlusunun tam ortasında bulundu! Cezaevini gezen gazetecilerin, tünelin kazıldığı yerin, gözcüler tarafından rahatlıkla görülebileceğini söylemesi üzerine yetkililer, insanı hayrete düşüren bir yanıt verdiler:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Mahkûmlar, tünel kazılırken dikkat çekmemek ve gözcülere yakalanmamak için, avlunun üzerini brandayla kapatmışlar. Kazı esnasında çıkan sesi engellemek için de, avluda daktilo ile çalışarak gürültü çıkarmışlar.”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Avlunun ortasındaki tünelin, 10 gün sonra bulunması “hikâyesi”ne çocukların bile inanmayacağını iddia eden tutuklu ve hükümlüler, tünelin, hapishane idaresi tarafından kazdırıldığını öne sürdüler. Hazırlanan resmi raporlar ve otopsi tutanakları ise, ülkeyi yönetenlerin açıklamalarını suya düşürüyor, yaşanan dramı tüm ayrıntılarıyla belgeliyordu. Bilirkişi raporunda, “Öldürme amacıyla ateş edildiği”, “Cesetlerde kimyasal madde yanıkları bulunduğu” ve “İşkence yapıldığı" yazıyordu. Aziz Dönmez, Zafer Kırbıyık ve İsmet Kavaklıoğlu, av tüfeğiyle, diğerleri ise değişik tipte silahlarla yakın mesafeden açılan ateşle öldürülmüştü. Çoğu kalbinden kurşunlanmış, Ahmet Savran ve Halil Türker, kafalarından vurulmuştu. Habib Gül (Nevzat Çiftçi), kan kaybından hayatını kaybederken, mahkûmların hepsinde darp izi bulunuyordu. Öldürülen mahkûmların elbiseleri de sırra kadem basmıştı! TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı alt komisyonun 28 Haziran 2000 tarihli raporunda şu görüşlere yer verilmişti:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Elbiselerin kaybolması, atış mesafesi başta olmak üzere, ateşli silah yaralarının tam olarak yorumlanmasını engellemektedir. Olay, planlı yapılmıştır. Müdahale için günlerce hazırlanılmış, yeterli sayıda personel getirilmiş, hatta Özel Harekât Birliği’nden de takviye alınmıştır. Cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği devlete, dolayısıyla da güvenlik güçlerine emanet edilmiştir. Yani bu operasyonda ölen insanların can güvenliğinden devlet sorumludur.”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Söz sırası artık kanlı baskından yaralı kurtulan, üstlük bir de haklarında dava açılanlardaydı:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Güvenlik güçleri, ‘arama yapma’ bahanesiyle, hiçbir uyarıda bulunmadan sabaha karşı 04.00’de baskın düzenledi. Hemen hemen hepimiz uyuyorduk. Arkadaşlarımız çatılarda, askerleri gördüklerini söyleyince uyandık. Aynı anda 6. ve 7. koğuşların çatılarından, hiçbir uyarı yapılmadan tarama atışı başladı. Gözetleme kulelerinden ‘Sizin kanınızı içmeye geldik’ anonsu yapıldı. Hedef, 4. ve 5. koğuşlardı. İlk atışlar sırasında, Halil Türker ve Abuzer Çat adlı arkadaşlarımız yaşamlarını yitirdi, Ümit Altıntaş ve Zafer Kırbıyık ise yaralandı. Yaralı arkadaşlarımızı taşıyarak, 4. koğuşun havalandırmasına ve koğuş içine çekilmeye çalıştık. Ancak güvenlik güçleri, yaylım ateşini sürdürüyorlardı. Bu sırada Nevzat Çiftçi ve Önder Gençaslan da yaralandı.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Çatılar dışında, müşahede dediğimiz 14. koğuşun camlarından da, makineli tüfeklerle rasgele ateş ediliyordu. 3 No’lu gözetleme kulesindeki sivil giyimli kişiler ise, av tüfeği ile hedef gözeterek atış yapıyordu. Gaz bombaları ve silahların kullanıldığı baskın sabaha dek sürdü. Sonra içeriye, itfaiye hortumlarıyla önce su ardından da köpük sıkmaya başladılar. Saat 10.00 civarında sıkılan köpük, adam boyuna ulaştı. Boğulma tehlikesi geçirdik. Güvenlik güçleri, daha sonra havalandırma ve koğuş duvarlarını patlayıcılarla patlatarak, açılan deliklerden üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler. Yoğun bir şekilde, kükürt gazı sıkıyorlar, göz yaşartıcı bomba atıyorlardı. Köpüğe ve ateş yağmuruna karşın yaralanmayı göze alarak koğuşa çekildik.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Saat 11.00 sıralarında içerde kalmamamız daha fazla mümkün olmadığı için dışarı çıkmaya karar verdik. Kol kola girerek, dışarı çıktık. Üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler ve birçok arkadaşımız yaralandı. Koğuştan yaralı oldukları için çıkamayan yaralı arkadaşlarımız, gaz maskeleriyle içeriye giren görevlilerden tarafından tarandı. Aziz Dönmez bu esnada öldürüldü. Havalandırmaya çıkınca, kar ve gaz maskeleri takmış, robokop giysili yüzlerce görevli tarafından, demir ve plastik coplarla, itfaiyenin kullandığı kancalı demirlerle ve silah dipçikleriyle dövüldük. 4. koğuşun havalandırmasından, <st1:metricconverter productid="500 metre" st="on">500 metre</st1:metricconverter> mesafedeki hamama dek, sürüklenerek götürüldük.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Ölüler ve yaralıların tamamını üst üste yığdılar. Hamam, işkencehaneye dönüştürülmüştü. İşkence tam altı saat sürdü. Cenk Aslan gözünü kaybetmişti aldığı darbeler sonucunda. Sürekli slogan atanlardan Özgür Saltık’ın ağzı askerler tarafından yırtıldı. Ellerindeki listeden, koğuş ve siyasi temsilcilerin adlarını okuyup, ‘Habib Gül, İsmet Kavaklıoğlu, Cemal Çakmak... Bunları öldüreceğiz’ diyorlardı, telsizlerden ‘30–40 kişiyi gözden çıkarın’ anonslarını duyuyorduk. ‘Burada Deniz Gezmiş’leri bile astık, sizi de öldürelim mi?’ şeklinde konuşuyorlardı. Saatler süren ağır işkencenin ardından özellikle ellerindeki listede ismi geçen arkadaşlarımızı, yakın mesafeden kafalarına sıktıkları kurşunlarla öldürdüler..."</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Baskınının ardından tedavileri tam anlamıyla yapılamadan hücrelere konulan, 11’i kadın 28 tutuklu ve hükümlü, açlık grevine başladı. Eylem, mahkûmların, “Başka cezaevlerine sevkedilemeyecek durumda olanların tedavi edilmesi ve sevk için sağlık raporu verilmesi” istemine, Adalet Bakanlığı’nın “evet” demesi üzerine, operasyondan 19 gün sonra bitirildi. Lakin Yozgat, Amasya, Konya Ermenek, Burdur, Tokat Zile, Niğde, Nevşehir ve Gaziantep cezaevlerine gönderilen tutuklu ve hükümlüler, aylarca tedavi göremediler. Örneğin, Bartın Hapishanesi’ne gönderilen Özgür Saltuk, çenesi kırık olduğu ve tel takıldığı için sıvı ile beslenebiliyordu. Aynı hapishanede bulunan Kemal Yarar ve Nihat Konak vücutlarının çeşitli yerlerinden yaralı oldukları halde hastaneye kaldırılmadılar.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Yukarıda söylemiştik. Ankara Cumhuriyet Savcılığı olayların ardından sağ kurtulan 85 tutuklu ve hükümlü hakkında, “adam öldürmek, faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek, adam öldürmeye teşebbüs etmek, adam yaralamak, cezaevi yönetimine karşı ayaklanmak, silah bulundurmak ve cezaevi binasına zarar vermek” iddiasıyla dava açtı. Savcılık, operasyona katılan 145 jandarma hakkında ise “yasadan kaynaklanan yetkilerini kullandıkları” gerekçesiyle görevsizlik kararı verdi.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">İddianamede, baskını gerçekleştiren ekibi yöneten 15 subay ve astsubay, “mağdurlar” arasında sayılırken, sadece bir tutuklu “mağdur-sanık” olarak yer aldı. İddianamede, karman çormandı. Somut hatalar sanık avukatları aracılığıyla saptanabildi. Yargılanan mahkûmlardan Rahmi Eren’in, olaydan dört gün sonra, baskında yaralanan Behzat Örs’ün eşi Saime Örs’ün de bir gün sonra tutuklandığı ortaya çıktı. Erkek mahkûmlar Duygu Mutlu ve Deniz Akkaş ise kadın tutuklu ve hükümlüler arasında gösterildi. Ölümlerin beşinden sorumlu oldukları öne sürülen mahkûmlardan Cemal Çakmak hakkında önce idam, sonra ağır müebbet, diğer mahkûmlar hakkında da 12 yıl ile 47 yıl arasında hapis cezası istendi.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Kadın mahkûmlara 108 yıl, erkek mahkûmlara 162 yıl ve toplamda 12 bin yıl hapis cezası istenen dava, 22 Şubat 2000 günü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Mahkeme Heyeti, dava dosyasını, görevsizlik kaarı vererek Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) gönderdi. İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül tepkisini şu sözlerle dile getiriyordu:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Çok istisnai bir dava… Anlaşılmaz bir dava ve tam bir skandal. Davanın Ankara DGM’ye gönderilmesi ise hukuki değil siyasi bir karardır.”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Ankara DGM’nin de görevsizlik kararı vermesi üzerine, dosya bu kez Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay incelemesi sonucunda, davanın tekrar, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesine karar verildi. Olaydan aylar sonra başlayan davanın, hemen hemen hepsi olaylı geçen duruşmaları sırasında söz alan, sanık avukatlarından Zeki Rüzgar, 1147 sayfalık dosyada, tek bir silah dahi yakalandığına ilişkin belge bulunmadığını söyledi. Tutuklu sanıklardan Devrim Turan, askerlerin sürekli olay gecesinde kadın mahkûmların suratlarına biber gazı sıktığını, gardiyanların da kendilerine saldırdıktan sonra alkışlarla, ıslıklarla bunu kutladıklarını iddia etti. Bir yıldır halen tedavilerinin yapılmadığını vurgulayan sanık Turan, “Yaralarımızın birisi kapanıyor, diğeri açılıyor. Katillerin yerine bizler yargılanıyoruz” diye tepki gösterirken, bir diğer sanık Aynur Sis ise şöyle konuşuyordu:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Daha önceden planladıkları katliamı, hayata geçirdiler. Suçsusuz, devlete karşı ayaklanmadık, cezaevine zarar vermedik, kimseyi öldürmedik.”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Yine bir başka duruşmada sanık Sevinç Şahingöz, tesadüfen yaşadıklarını belirtirken, “Ölmediğimiz için mi suçluyuz. Hizbullah vahşeti karşısında dudaklarını ısıranlar, Türkiye’nin başkentinde bu katliama nasıl izin verdi” diyordu. Sanık Cemaat Ocak, o gece bazı adli tutuklulara da gardiyan elbisesi giydirildiğini öne sürerek, askerlerle komutanları arasında geçtiğini iddia ettiği, konuşmayı aktarıyordu:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Asker: Komutanım kol bacak kırmak serbest mi?</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Komutan: Öldürmeyin de ne yaparsanız yapın.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Asker: Sağ olun. Komutanım.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Cemaat Ocak’ın, “bana işkence yapan kadın gardiyan şu an salonda bulunuyor” demesi üzerine, jandarmalar,</span><br /><span class="apple-style-span">Dilek isimli infaz koruma memurunu, mahkeme salonundan kaçırdılar.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Sanık Yıldırım Doğan da, mahkûmların, o gece saat 06.00’da cezaevi hamamına götürüldüğünü, burada delici aletlerle vücutlarının kesildiğini, açık yaralarına ne olduğunu bilmedikleri kimyasal madde sürüldüğünü anlattı. Doğan, “Bu dava, tarihin ve insanlığın önünde şimdiden mahkûm olmuştur” diye konuşuyordu. Operasyon sırasında isimlerinin megafonla teker teker anons edildiğini iddia eden Yıldırım Doğan, görevlilerin “Buradan canlı çıkamayacaksınız” sözlerinin ardından ise dört kişinin yaralı vaziyette hamamdaki özel bir bölüme alındıklarını ve ateşli silahla öldürüldüklerini öne sürdü.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Sanıklardan Hatice Yürekli, savunmasına, ölüm orucunun 41. gününde olduğunu belirterek başladı. Mahkeme heyetinden su isteyen Yürekli, altı sayfalık dilekçesini ise yorgun olduğu için oturarak okudu. 29 Aralık 1998 günü Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındığını ifade eden Yürekli, bir ay önce de hapis cezasına çarptırıldığını söyledi. Cezaevindeki olaylar sırasında yaralanan Yürekli, “26 Eylül 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşananlar, tarihe bir katliam olarak geçececektir” dedi.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Ateş saçan yürekli yoldaş</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“bu bir örgü:</span><br /><span class="apple-style-span">alev bir saç örgüsü</span><br /><span class="apple-style-span">kıvranıyor</span><br /><span class="apple-style-span">kanlı; kızıl bir meşale gibi yanıyor</span><br /><span class="apple-style-span">esmer alınlarında</span><br /><span class="apple-style-span">bakır ayakları çıplak kahramanların!”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Ezgi” ve “Hazal” kod adlı Hatice Yürekli’nin 33 yıllık kısa ömrü, açlık greviyle tamamlandı. Tokat Almus doğumlu olan Yürekli, eyleminin son iki ayında, doğru dürüst su ve şeker bile alamıyordu. Direnişinin 180. gününde, Ankara Numune Hastanesi’nde, bilinci açık bir şekilde bu dünyadan ayrıldı. İzmir'de toprağa verdiler onu...</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Fatma Hülya Tümgan, savunma yapmak istediğini ve</span><br /><span class="apple-style-span">savunmasıyla bağlantılı olarak da, F tipi cezaevleri ve ölüm orucu eylemi ilgili hazırladığı dilekçesini okumak istedi. Mahkeme heyeti, sanık avukatlarının tüm itirazlarına rağmen bu talebi kabul etmedi. Fatma Hülya Tümgan, öldüğünde 35 yaşındaydı. Yani ortasındaydı ömrünün. Gözaltına alınmadan önce, Mücadele Dergisi’nin Samsun temsilcisiydi. Hükümlüydü Tümgan, DHKP-C davasından 12,5 yıl hapis cezası almıştı. Tamı tamına sekiz yıldır, Ulucanlar Cezaevi’ndeydi.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Kanlı operasyon sırasında yaralanmıştı. “Öldürülen, hastaneye kaldırılan ve sürgüne gönderilen arkadaşlarımızdan sonra Ulucanlar’da kala kala 10 kadın tutuklu kalmıştık. Hepimiz yaralıydık ve görüş yerinde bekletiliyorduk. Ellerimiz kelepçeli, üstümüz başımız yırtık, ıslak ve kan içinde, yüzümüz tanınmaz haldeydi. Tedavilerimiz engellendiği gibi hiçbir insani ihtiyacımız da karşılanmıyordu. Kırık parmaklarımın yanlış kaynadığı için sağ elimi tam olarak kullanamıyordum. Kelepçeli halimizle yaralarımızı tedavi etmeye çalışıyorduk. Yırtılmış olan iç çamaşırlarımızdan kırıklara askı vb. şeyler yaptık. Su ve kan öbekleri arasında, çıplak betonda saatlerce bekletildik. İdarenin emri ile yaralı olmamıza karşın tekme, dipçik, cop ve yumruklarla hücrelere götürüldük. Görevliler, özellikle karnımıza ve bacak aralarımıza vuruyorlar, sözlü tacizde bulunuyorlardı.”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Ölüm orucu eylemine 1. ekipte başladı Fatma Hülya Tümgan ve 187 gün boyunca sürdürdü direnişini. Durumu ağırlaşınca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı.</span><br /><span class="apple-style-span">Adalet Bakanlığı’nın “Refakatçi Genelgesi”nin ardından Tümgan’ın hakkında “işkence yaptığı” gerekçesiyle dava açtığı, kadın gardiyanı Onun refakatçisi(!) olarak görevlendirdiler. Ailesi, kızlarının, hastanenin tek kişilik odasında tutulduğunu ve yattığı yatağın altında, iğneler, cam kırıkları konulduğunu iddia edince, kadın gardiyan görevden alındı. Kendisine zorla takılan serumu çıkarınca, üzeri ve yatağı ıslanan Tümgan, zatürreeye yakalandı. Ölmeden 4 gün önce bilinci tamamen kapanan Fatma Hülya Tümgan, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde defnedildi.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Bir diğer sanık Cafer Tayyar Bektaş da, ölüm orucu eylemindeydi. 6 Mayıs 2001’de, direnişinin 200. günü hayata veda etti. 25 yaşındaydı. Tunceli’nin Pülümür ilçesinde dünyaya gelmişti. Yakalandığında, üniversite öğrencisiydi. “Hasan” kod adlı Cafer Tayyar, Ulucanlar’da ağır yaralandı. Ulucanlar’dan Amasya Cezaevi’ne nakledilirken slogan attığı için hayaları sıkılarak bir yumurtalığı patlatıldı. Hayata Dönüş operasyonundan sonra Sincan F Tipi Cezaevi’ne sevkedildi. Sağlığı bozulunca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Bilincini yitirdi, 10 gün makineye bağlı kaldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Heyeti, Ankara’da ölüm orucuyla ilgili görüşmeler yaparken Hüseyin Kayacı ile birlikte yaşamları sonlanıyordu. Cafer Tayyar Bektaş, Ankara Karşıya Mezarlığı’nda düzenlenen cenaze törenin ardından Ulucanlar’da baskınında öldürülen arkadaşları Mahir Emsalsiz ve Önder Gençarslan’ın yanına toprağa verildi.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Tunceli’de 2005 yılının yaz aylarında gerçekleştirilen Maoist Komünist Parti (MKP) baskınında, yaşamını yitiren 17 kişiden biri olan Cemal Çakmak, İstanbul Gazi Mahallesi’nde iki bin kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından Sarıgazi’de gömüldü. Ulucanlar Cezaevi’ndeki olayların ardından hakkında idam istenen tek kişi olan Cemal Çakmak aslında yıllar önce hapishanede ölümden dönmüştü:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Hamamın yakınındaki özel bölmede, 30 kişilik bir tim tarafından haya burma, çivili sopayla vurma, kancalı demirlerle sırt bölgesini parçalama gibi çeşitli işkencelere tabii tutuldum. Sürekli ‘Cezaevinde cep telefonu var mı, tünel var mı?’ şeklinde sorular sordular. Ellerinde karışımını bilmediğim bir sıvı vardı ve neşteri bu sıvıya batırarak vücudumu çizdiler. Uyuştum. Görevlilerden biri en sonunda, ‘Buraya kadar’ dedikten sonra her iki bacağıma ve kafama birer kurşun sıktı. Kurşun kafamı sıyırmış, kendimden geçmişim. Arkadaşlarımın anlatımına göre, beni öldü sanarak ‘Bu... Yozgat’a gömülsün’ demişler ve beni, yani cenazeyi Yozgat Cezaevi’ne sevk edilenler ile birlikte göndermişler. Gerçek Yozgat’ta ortaya çıkmış, ölü olmadığımı oradaki gardiyanlar fark etmişler. Yarım yamalak bir tedavinin ardından, vücudumdaki metal parçalarının hepsi çıkarılmadan Burdur Cezaevi’ne sevkedildim.”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Burdur Cezaevi’nde de aylarca tedavi edilmeyen Cemal Çakmak, felç tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Ailesi, Cemal Çakmak’ın sağlığı için çırpınıyordu. Kardeşi Güler Çakmak, 1992’de gözaltında gördüğü ağır işkence sonucunda ağabeyinin sağ gözünü kaybettiğini belirterek, “Başına aldığı darbeler, damar tıkanıklığına yol açtı. Beynine yeterli oksijen gitmiyor” diyordu. Oğlu için eylem yaparken kelepçelenen anne Zekiye Çakmak, sık sık Cemal Çakmak’ın resmini öperek, onun ölüme terk edilmemesi için yetkililerden yardım istiyordu.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Sanki devletin sopası, Cemal Çakmak’ı takip ediyordu. Burdur Cezaevi’nde gerçekleştirilen müdahale sonrası, bacağı kırıldı ve vücudunda ağır darp izleri oluştu. Burdur’dan Bursa Cezaevi’ne sevkedilen Cemal Çakmak için ailesi, tedavi görebilsin diye imza kampanyası başlattı. Kanlı Hayata Dönüş’ü de yaşadı Çakmak, F tipi hücre sürecini de. Tavır Dergisi’nde Cevahir Özden, 1996 yazında kendisi gibi ölüm orucu eylemcisi olan, “ölüm şerbeti dolu bardaklarla birlikte yan yana uzandıkları” Cemal Çakmak’ı anlatıyor:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Açlığı göğsümüze yasladığımız Cemal ağabey... Hastane odasına ilk gittiğimiz anı hatırladım birden. Serum takıldıktan kısa bir süre sonra, Hayati Can’ın haberini (Hayati Can, 96 ölüm orucu eylemindeki 12. ölümdü, anlaşma sağlandıktan sonra hayatını kaybetti) almıştık. Senin, o an seruma bakışını hiç unutmam. İnsan hiç kendinden nefret eder mi? Sen o anda etmiştin. Yoldaşını yitirirken kendin yaşamaya devam ediyordun, bunun için kendinden nefret ediyordun. İçinde biriken hüznü, dışarı yansıtmıştın ve sevginin kutsallığına inanan bir insanın yüreğine tanık olmanın huzuruyla, ellerimi uzatıp ellerini sıkmıştım. Bir damla yaş akmıştı tek gözünden. O anda lanet yağdırmıştım içimden, iki gözünle yaş dökemiyordun yoldaşına...”</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Ulucanlar’da yaşamını yitiren Nevzat Çiftçi, Habip Gül olarak biliniyordu. Gözaltına alındığında sahte kimliğinde diretmiş ve Habip Gül ismiyle anılır olmuştu. Üç kez tutuklanmış, cezaevinden firar etmiş, ölüm orucu eylemine katılmıştı. Çiftçi, hapishanedeyken gıyabında TKİP Merkez Komite üyeliğine getirilmişti.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Ali Rıza Dermanlı, Ulucanlar, Burdur ve Gebze cezaevlerinde yaralandı. Eşi Birsen Erdoğan Dermanlı da öyle... Son ölüm orucu direnişine katılmıştı Ali Rıza Dermanlı, Birsen Dermanlı ise kalp ve astım hastasıydı. Yine mahkûmlardan Erdal Gökoğlu ve Mustafa Selçuk önce Ulucanlar sonra Burdur hapishanelerinde yaralandılar.</span><br /><br /><span class="apple-style-span">Mahkeme heyetinin değiştiği, sanıkların birçok kez dövüldüğü, avukatlarının ise tartaklandığı duruşmalar sırasında, dışarıda bekleyen tutuklu ve hükümlü yakınları ise sürekli gözaltına alındı. Yavrularının mağdur olmasına karşın sanık koltuğuna oturtulduğunu dile getiren aileler, Ankara Valiliği’nin baskında görevli jandarmaların yargılanmalarına gerek olmadığı yönündeki kararına ise itiraz etti. Ankara Bölge İdare Mahkemesi itirazı onaylayarak, Valilik tarafından verilen “Men-i Muhakeme kararı”nı kaldırdı. Olaylar sırasında görevli polislere ise soruşturma dahi açılmadı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 85 tutuklu ve hükümlü, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 161 güvenlik görevlisi hakkında açılan davalar, o gündür, bugündür hala sürüyor. Davada yargılanan Ercan Akpınar, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin yıkılmak istenmesiyle ilgili duygularını aktarıyor:</span><br /><br /><span class="apple-style-span">“Ulucanlar'ın hamamında dökülen kanlarımızı duyduk ki temizleyememiş ve çareyi zemindeki fayansları toptan değiştirmekte bulmuşlar. Belki bu şekilde kan izlerimiz ‘temizlenmiştir’. Peki, bizlerin bilincinde derin bir nefret ve haklı gururla kodlanmış izleri nasıl sileceksiniz? Silemezsiniz! Bizler orada yaşananları asla unutmayacak, asla bağışlamayacağız!</span><br /><span class="apple-style-span">Kanlarımızla beton zemini ıslattığımız, kahkalarımızla köhne duvarlarını çınlattığımız bir zindan yıkılıyor. ‘Zindanlar Yıkılsın!’ elbette. Ama onu, işçi ve emekçilerin devrimci öfke ve nefreti yıkmalı…”</span></span></span><div><span class="Apple-style-span" ><span style="font-family: 'Trebuchet MS'; "><span class="apple-style-span"><br /></span></span></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-82749329984905526962010-11-24T11:54:00.000-08:002010-11-24T12:11:33.768-08:00İki elim kızıl kandadır kanda…<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3lx5ZilgHkAbVgDw9zz3OBFv7gMscqpJdC0ouxg08AaxRDTqbvgUIpvum54YSOPtMARb-tIeP6_cmlBseGNRDvN0rybX7JsQ-vLxtkfaT3lpPDf2-1I7hVOQ6sYCV47SNX9vHX6K6w44k/s1600/hayata-d%2525C3%2525B6n%2525C3%2525BC%2525C5%25259F.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5543211302537374802" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 266px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3lx5ZilgHkAbVgDw9zz3OBFv7gMscqpJdC0ouxg08AaxRDTqbvgUIpvum54YSOPtMARb-tIeP6_cmlBseGNRDvN0rybX7JsQ-vLxtkfaT3lpPDf2-1I7hVOQ6sYCV47SNX9vHX6K6w44k/s400/hayata-d%2525C3%2525B6n%2525C3%2525BC%2525C5%25259F.jpg" border="0" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">ALPER TURGUT</span></strong><br /></span></div><div><span style="font-size:130%;"><br />19 Aralık 2000’di tarih… Tam 83 saat sürdü operasyon. Dile kolay... Ciğerlerin söküldüğü andı… Sarmıştı her yanı yangın yalazı... Komando birlikleri, polisler, infaz koruma memurları… İş makineleri, greyderler, dozerler, ambulanslar, itfaiye araçları… Sıvı yağ ve kolonya ile kendilerini yakanlar… Ateşe verilen yataklar… Barikatlar, ranza demirinden çubuklar, dolap kapağından kalkanlar… Delinen tavanlar, yıkılan duvarlar... Ağır silahlar, hafif silahlar, çeşit çeşit silahlar… Havada uçuşan helikopterler, askeri marşlar ve psikolojik savaş teknikleri… Köpük ve su... Ateş ve kurşun... Göz yaşartıcı bomba, sinir gazı, kimyasal sıvılar… Kirli yeşil, sarı, gri, rengârenk gazlar… Yanma, yaralanma, boğulma, zehirlenme, ölme… Müdahale, müdahale, müdahale…<br /><br />Evet, kör edici bir yangının ortasındaydılar. Ve ateş harlandı, derilerine yapıştı. Korlaştı bedenleri, köze çevrildi yürekleri. Oysa aylardan Aralık, iliklere dek işleyen bir ayaz, buz gibi soğuk, dışarısı kış, karakış… Zemheri yangına dönüşmüş. Nasıl bir cehennemdi bu? Karbon monoksit havada asılı duruyordu. Nefes almak bile mümkün değildi. Soludukları tek şey dumandı. Bağırtı, cayırtı, gürültü, patırtı, korkunç bir hengâme...<br /><br />Bir yandan da ölüm orucundaki tutuklu ve hükümlüleri koruyorlardı. Kucaklarında, sırtlarında, omuzlarında taşıyorlardı onları… Yangından, gaz ve kurşun yağmurundan uzak tutmak için…<br /><br />Yerlerde kan birikintileri vardı ve pompalı tüfekler susmuyordu. Saçmalar bedenleri delik deşik etmişti. Ve onlarca insan yaralanmıştı, şarapnel denizinde…<br /><br />Konferans salonu, koğuşlar, koridorlar, malta… Yangın sarmıştı dört bir yanı… Ardından son bir hamle ile yüklendiler demir kapıya, açamadılar. Labirentin içinde dönüp durdular, küçüldükçe küçüldü alan ve sonunda sıkışıp kaldılar. Çöktüler oldukları yere, birbirlerine kenetlendiler. Sinir gazı soluk almalarını engelliyordu, bedenler istemsiz bir şekilde kasılıyordu.<br /><br />Şoka girenlere, sayıklayanlara, bağırıp çağıranlara, saçma sapan konuşanlara moral aşılamak gayretiyle, seslerin dahi anlamsızlaştığı bir ortamda, türküler söylediler;<br /><br />“Mahsus mahal dedikleri zindanda<br />Kalırım kalırım kardeş dostlar yandadır<br />İki elim kızıl kandadır kanda<br />Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir”<br /><br />İs ve yanık içindeki yüzleri aydınlanmıştı. Devam ettiler türkülere;<br /><br />“Mahpusun içinde üç ağaç incir<br />Elimde kelepçe boynumda zincir<br />Zincir sallandıkça her yanım sancır<br />Düştüm bir ormana yol belli değil<br />Oy zulüm zulüm, başımda zulüm<br />Uzak git ölüm.<br />Mahpusun içinde mermerden direk<br />Kimimiz onbeşlik kimimiz kürek<br />Oy zulüm zulüm, başımda zulüm<br />Nedir bu halim<br />İnsanın zulmüne dayanmaz yürek<br />Yatarım yatarım gün belli değil<br />Oy zulüm zulüm, başımda zulüm<br />Uzak git ölüm.<br />Mahpusun içinde bir ulu çınar<br />Kırılsın zincirler yıkılsın duvar<br />Oy zulüm zulüm, başımda zulüm<br />Uzak git ölüm”<br /><br />Bu, 83 saat süren Ümraniye Cezaevi baskınında meydana gelen olayların sadece kısa bir özetiydi.<br /><br />Hüseyin Akpınar, Ümraniye Cezaevi’nde yatıyordu. O, operasyon sırasında yaşadıklarını hayal meyal anımsıyor: “Yaklaşık 30 metre karelik bir alanda 300 kişi kadardık. Bizi korkutmak için dışarıdan ‘Sizin için 200 ceset torbası hazırladık’ diye sesleniyorlardı. Biz de onlara ‘Az hazırlamışsınız. Burada 300 kişiyiz’ diye seslendik. Neyi teslim etmemizi istiyorlardı. Bizler zaten hapiste ve eli kolu bağlı insanlardık. Tavandaki delikten içeri gaz sıkıldığı an, ‘Herkes kıvranmaya başlamıştı. Ben o an şu gaz öldürecekse öldürsün bayıltacaksa bayıltsın’ diye düşündüm”<br /><br />Mehmet Akdemir de Ümraniye Cezaevi’ndeydi:<br />“Nefes aldığımda boğazımızdan mideme kadar aynı yanmayı hissetim... Bir ara geriye dönüp baktım... Tablo korkunçtu... Aynı Nazi Toplama Kamplarının "Gaz Odaları"nda olduğu gibi, tavandan ölüm kusan gazlar püskürüyor, insanlar birbirlerinin üstüne üstüne düşmüş... Kimisi kriz geçiriyor, ellerini-kollarını çırpıyor, kimi boğazını tutuyor iki eliyle, kimi kendinden geçmiş, anlamsız sözler haykırıyor... Tam bir vahşet görüntüsüydü...”<br /><br />Eski ölüm orucu eylemcisi Gamze Turan, Ümraniye’deki Hayata Dönüş’ün tanığıydı:<br />“Operasyon sırasında henüz 1,5 aylık tutukluydum. Üzerimize incecik bir sıvı sıktılar. Bir süre sonra sıvının değdiği yerler yanmaya başladı. Sonra tazyikli su, sonra yine aynı sıvı... Bu bir süre böyle devam etti. Ardından ateş etmeye ve gaz bombaları yağdırmaya başladılar. Çok yakıcı, kas gerilmesi yaratan bir duman arasında kaldık. Ölüm orucundakileri ve yaralılarımızı ayırdık. Asker kurşunuyla ölenler oldu. Ercan’ı o cehennemden çıkarıp aldığımızda ölmüştü. Rıza için ise çok uğraştık.”<br /><br />Cezaevinden çıkınca uzun bir tedavi maratonuna giren ölüm orucu direnişçisi Nezahat Turan Gündoğan yaşananları aktarıyor: “Silah sesleri ve ‘saldırı var’ haykırışlarıyla uyandık. Askeri helikopterler, taciz ateşi, kesilen su ve elektrik. Adeta bir psikolojik savaş... Önce plastik kurşunlar ardından da gerçek kurşunlar sıkıldı üzerimize... Gaz bombaları yağıyordu dört bir yandan. Sinir gazları, içeride durulamayacak kadar çok yoğunlaşmıştı. Vücutlarımızda kontrol dışı hareketler ve kasılmalar başladı. Bu sırada bombanın isabet etmesi nedeniyle kardeşimin eli parçalandı. Silahımız yoktu. Operasyona karşı sadece plastik pet şişelerle yaptığımız gaz maskeleriyle direndik. Saldırıya uğrayan bir hayvan bile kendisini savunur. Bizler düşünen birer insan olarak meşru müdafaada bulunduk, bu da bizim en doğal hakkımızdı. Kendini yakarak koridora çıkan Ahmet İbili, karşılıklı olarak siper alan jandarmaların yaylım ateşiyle yaşamını yitirdi. Oysa onu kurtarabilirlerdi. Jandarma eri de işte bu karşılıklı ateş nedeniyle öldü”<br /><br />Gardiyan Yıldız Ercan, 19–22 Aralık baskını sırasında Ümraniye Cezaevi’nde görevliydi daha sonra “yaşadıklarına daha fazla dayanamadığı” gerekçesiyle istifa etti. Ercan, kanlı operasyonu anlatıyor:<br />“Uzun bir askeri aracın üzerine yerleştirilmiş iki ayrı silah vardı. Öndeki silah topa benziyordu. Namlusu yaklaşık 1,5 metre boyundaydı. Ana gövdesi ise aşağı yukarı 1,70 metre idi. İkinci silah üç ayrı bölümden oluşuyordu ve namlusu yine topa benziyordu. Ancak ilk silahtan daha ince ve uzundu. Cezaevinin avlusunda bir vincin ucunda asılı olarak gördüğüm şey ise her şeyden farklıydı. Cezaevinin çatısına uzanmıştı. Dış yüzü cam ya da mika gibi saydamdı. İçinde mutfak tüplerine benzeyen ama alakası olmayan bir tüp vardı. Bende bıraktığı izlenim bir kimyasal silah olabileceğiydi. Devlet operasyona değil de bir ülkeyle savaşa gider gibi hazırlık yapmıştı.”<br /><br />(Hayata Dönüş Operasyonu'ndan önce 1995 ve 1996 yıllarında 4 kişinin yaşamını yitirdiği, yaklaşık 200 kişinin yaralandığı 2 baskın daha yaşayan Ümraniye Cezaevi, 70’i kadın 423 siyasi tutuklu ve hükümlü ile (eyleme katılmayan PKK’li mahkûmlar hariç) Türkiye'nin en büyük cezaevlerinden biriydi. Ümraniye Cezaevi, yaklaşık 3,5 gün süren sıcak çatışmaların sonucunda adeta savaş alanına döndü. Sivil giyimli askeri yetkililer (Belki de JİTEM), jandarma komando özel harekât timlerinin düzenlediği operasyonda, tutuklu ve hükümlülerin ok atma makinesi ve 20 metrelik mesafeye alev püskürten tüpten yapılmış silahlarla karşılık verdiğini öne sürdüler. Ümraniye (Nam-ı diğer Üsküdar E Tipi) hapishanesi gazetecilere gösterilecek halde değildi. Cezaevinin duvarları iş makineleri ile delik deşik edilmiş, çatılar balyozlarla parçalanmıştı. Patlayan borular, itfaiyenin sıktığı sular ve yağmur nedeniyle bloklar “bataklık” haline gelmişti.)<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">“HAYATTAN GÖÇÜRÜŞ…”</span></strong><br /><br />Ahmet İbili, ölüm orucu 1. ekibindeydi. Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Çaltıbozkır köyünde doğdu. 32 yaşındaydı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde okuduğu yıllarda devrimcilerle tanıştı. Mücadele dergisinin Mersin temsilcisiydi. Gıda mühendisi Ahmet İbili bir süre öğretmenlik de yaptı. İlk tutukluluğunu 1993 yılında yaşadı. Son tutukluğu ise 1997 yılı 1 Mayıs çalışmaları nedeniyle oldu. Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonu sırasında kendini yakma kararı aldı. İki kere çakmağı çaktı yanmadı. “Hay aksi” dedi. Yedek çakmağı çıkardı. Bedeni tutuşunca operasyona katılan birliklerin bulunduğu yere doğru koştu. Üzerine jandarmalar tarafından ateş açıldı. Yanmasına karşın bedeninden çıkartılan sekiz kurşundan dördü öldürücü nitelikteydi.<br /><br />Rıza Poyraz, 16 Temmuz 1971 günü Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı Dağönü köyünde doğdu. Rıza henüz 10 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göç ettiler. Gazi Mahallesi’ne yerleştiler. Konfeksiyon işçiliği ve avizecilik gibi çeşitli işlerde çalıştı. Aralık 1999’da gözaltına alındı. Sorgusu sürerken İstanbul Emniyet Müdürlüğünün 5. katından düştü! Yaraları tam iyileşemeden tutuklandı. Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonu sırasında ağır yaralandı. Ümraniye Cezaevi’nde göğsünü delen kurşun, iç organlarını parçaladı. Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılan Rıza Poyraz’ın dalak, mide ve kalın bağırsağı alındı.<br /><br />Tam 12 gün hastanede yaşama tutunmaya çabaladı Rıza… Solunum cihazına bağlıydı… Anne Elif Poyraz, “Oğlum hastaneye çok geç getirildi. Çok kan kaybetti. Görüştürmüyorlar evladımla beni. Son bir defa elini tutmak istiyorum. Bu çok mu zor bir şey?” diyerek ağlıyordu. Doktorlar da Rıza’nın hastaneye geç getirildiğini onaylıyordu. Ölmeseydi. Şartlı Salıverilme Yasası'ndan yararlanabilecekti.<br />Rıza Poyraz’ın ablası Zeynep Poyraz ise Gazi Mahallesi olaylarında öldürülmüştü.<br /><br />Ercan Polat, 26 yaşındaydı. Tunceli Mazgirt Ataçınar köyü doğumluydu. İstanbul Tepecik’te oturuyordu. Konfeksiyon işçisi Ercan Polat, folklor kursuna gidiyordu. 1996 yılında gözaltına alındı. 13 gün şubede işkence gördü. İşkencecilerin birbirlerine “Rambo”, “Hans” ve “Karadayı” diye seslendiğini söylüyordu. Tutuklanan Ercan Polat, Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonunun ikinci gününde C–8 ve C–9 koğuşları arasında koşarken karnından kurşunlandı. Gazi Mahallesi’ndeki cenazesine 2 bin 500 kişi katıldı.</span></div><span style="font-size:130%;"><br /><div><br />23 yaşındaki Umut Gedik, Trabzon doğumluydu. O daha küçükken İstanbul’a taşındılar. Büyükçekmece Lisesi öğrenciyken eylemlere katıldı ve gözaltına alındı. 1996 Mayıs ayında tutuklanarak Ümraniye Cezaevi’ne konulduğunda 19 yaşındaydı. Hayata Dönüş operasyonu canını aldı. Yaşamını yitirmesinin nedeni: “Akciğer ödemine bağlı solunum yetmezliği sonucu zehirlenerek ölümdü.” Kısacası boğulmuştu.<br /><br />İşçi kızıyla evliydi Alp Ata Akçayöz. 30 yaşındaydı. Kars’ın Merkez Çakmak Köyünde doğmuştu. Kızı Berfin 6 yaşındaydı. Alp Ata, esnaftı ve bal ticareti yapıyordu. Ümraniye Cezaevi’nde 8 aydır tutukluydu. Alp, tahliyesine gün sayıyordu.<br />Hayata Dönüş operasyonu tam gaz sürerken Alp Ata Akçayöz, ıslak battaniyeleri sıkarak su elde ediyordu. Ölüm orucu eylemcilerine vermek için…<br />83 saat dayandı genç adam, nihayet operasyon bitmişti. Tam çıkarken vuruldu cezaevinden… İki G–3 mermisi bedenini deldi. Babası Avukat Kemal Akçayöz eski bir savcıydı. “Hayattan Göçürüş” koydu kanlı baskının adını. Yılların öğretmeni anne Güler Akçayöz, “Benim oğlumun ellerini arkadan kelepçeleyip öldürdüler.” diyordu. Otopsi raporu aylar sonra alınabildi. Ailesi, devletten 55 milyar lira maddi ve manevi tazminat kazandı. Çünkü idarenin “yaşam hakkı”nın korunmasında yükümlülükleri vardı. Devlet kendi cezaevlerini yıktı, üstüne operasyon mağdurlarına dava açıldı. Yetmedi hazine geldi, “devleti zarara uğrattınız” diye sadece Ümraniye Cezaevi sanıklarından 398 milyar lira talep etti.<br /><br />Ümraniye ile kanlı baskın sona erdi, namluların ucunda, ateş altında, korun içinde ikisi asker 32 can yitip gitti, yüzlerce kişi yaralandı, çok sayıda tutuklu ve hükümlü ise şarapnel parçaları nedeniyle gözünü, parmaklarını ve diğer uzuvlarını kaybetti. Bu, Türkiye cezaevleri tarihinin en büyük baskınıydı. Ölüm orucu eylemini sonlandırmaktı iddiaları ve saçma sapan bir ironi ile operasyonun adını “Hayata Dönüş” koydular. Mahkûmları “ölü ele geçirdiler”...</div><br /><div></div><br /><div><strong><span style="color:#ff0000;">ÇANAKKALE…<br /></span></strong><br />Çanakkale E Tipi Cezaevi, “it durmaz” tepesinin yamacına kurulmuştu. Bu cezaevinde kullanılan gaz bombası sayısı 5 bin 48 adetti. Operasyona İstanbul ve Balıkesir’den takviye gelen jandarma timleri de katıldı. Dışarıda toplanan bine yakın tutuklu ve hükümlü yakını, siperlere yatmış eli tetikte bekleyen askerler, havada uçan helikopter… Tam 56 sürdü operasyon… Biri asker beş kişi yaşamını yitirdi, 26 ağır yaralı hastanelere kaldırıldı.<br /><br />Ölüm orucu 1. ekip eylemcisi Hemşire Fidan Kalşen, Hayata Dönüş baskını sırasında Çanakkale Cezaevi’nde kendini yaktı. 36 yaşındaydı. Tunceli doğumluydu. 1995 yılında tutuklanmıştı. “Fidan Kalşen’i arkadaşları yaktı sonra çevresinde Afrika kabilelerinin üyeleri gibi ayin yaptılar.” yazdı gazeteler…<br />Operasyonda kolu kopan Vefa Serdar da söz: “Fidan Kalşen’i arkadaşlarının yaktığı iddiaları tamamen yalandır. Olayın tanığıyım. Fidan, operasyonun durdurulmaması halinde kendisini yakacağını söyledi. Baskın devam edince de kendisini yaktı.”<br />Jandarma Kameraman Mehmet Küçük anlatıyor: “Fidan Kalşen barikatların önüne geldi. Alev aldı. Alevlerin içinde iken ellerini havaya kaldırıp marşlar söyledi. Daha sonra fiziki yapısı bozuldu ve yere düştü.”<br />Fidan Kalşen’in babası Kekil Kalşen, yakalandığı kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirdi. Vasiyeti üzerine kızı Fidan’ın mezarının yanında defnedildi. Fidan Kalşen’in ölmeden önce babasına hediye ettiği üzerinde ‘biz kazanacağız’ yazılı karanfil işlemeli mendil ve kızının hırkasının bir parçası ailesi tarafından tabutun içine konuldu.<br /><br />Fahri Sarı ateşli silahla, Sultan Sarı ise gaz bombası parçasının göğsüne çarpmasıyla yaşamlarını yitirdiler. Çanakkale E Tipi Kapalı Cezaevi’nde öldürüldüler. PKK Devrimci Çizgi Savaşçıları davasından yargılandılar. 34 yaşındaki Fahri Sarı'nın cenazesi Konya'nın Ereğli ilçesinde toprağa verildi. Ailesi, Fahri’yi Askeri Şehitliğe gömmek istedi ancak ilçe halkının itirazları nedeniyle başka bir mezarlık bulundu.<br /><br />İlker Babacan, ölüm orucu 3. ekip direnişçisiydi. İstanbul’da doğdu. 22 yaşındaydı. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilkokulu bitirdikten sonra çalışmaya başladı. 1996 yılında 18 yaşındayken tutuklandı. Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde başının sol tarafından giren göz yaşartıcı gaz bombasının kafatasını kırması ve akabinde beyin kanaması sonucu can verdi.<br /><br />Çanakkale Cezaevi’nde Hayata Dönüş’e yakalanan Semra Askeri’nin ablası aktarıyor: “Kardeşimle karşılaştığımda onu tanıyamadım. Yüzü şiş, ağız bölgesi yanıktı. Nefes almakta zorlanıyordu. Bunun atılan bombalardan kaynaklı olduğunu söyledi. Ayrıca bilekleri sevk sırasında sıkılan kelepçeden dolayı morarmış, işlevini göremez hale gelmişti... Aslında şu anda insanların yaşadıklarını anlatacak kelime bulamıyorum. Tam bir Nazi kampı… İnsanlıkla bağdaşacak bir yanı yok.”<br /><br />Ölüm orucunda yaşamını yitiren Fatma Ersoy’un tanıklığı: “Hem üst kattaki spor salonunun tabanı deliniyordu, hem de pencerelerden ateş açılıyordu. Çok sayıda yaralımız vardı. Arkadaşlarımızın tümü biz ölüm orucu eylemcileri için kendilerini siper ediyorlardı. Üzerimizde ıslak çarşaflar, etrafımızda etten bir duvar vardı. Gaz bombaları yüzünden ciğerlerimizin iflas edeceğini sandık. Gazlar insanın halüsinasyon görmesine neden oluyordu. Ortamla hiçbir ilgisi olmayan pek çok görüntü geçiyordu gözlerimin önünden…”<br /><br /><span style="color:#ff0000;"><strong>ÇANKIRI…<br /></strong></span><br />Hasan Güngörmez, 28 Ağustos 1964’de Konya Cihanbeyli Gölyazı köyünde doğdu. 1987'de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya bölümüne girdi. Aynı yıl TKP/ML’ye katıldı. Güngörmez, 1992’de Devrimci Sol üyesi oldu ve tutuklandı. 1996 yılındaki ölüm orucu eylemine katıldı. 2000’de ise gönüllüydü. Operasyonun 10 saat boyunca sürdüğü Çankırı Cezaevi’nde kendisini yaktı. Operasyon sürüyordu. Herkesle vedalaştı sonra çaktı çakmağı... Yanarken zafer işareti yapıyordu. 4. derecede yanıklarla kaldırıldığı hastanede on günü aşkın süre dayandı. Güngörmez'in Konya’daki cenazesinde imam bulunamadı. Bir yakını kıldırdı cenaze namazını...<br /><br />İrfan Ortakçı 29 yaşındaydı. Çorumluydu. İmam Hatip Lisesi mezunuydu. Ankara’da tutuklandı. Ölüm orucu 1. ekip üyesi İrfan Ortakçı, baskın sırasında kendini yaktı. Operasyona katılan timlerin kiremit yağmuru altındaydı ve yanarken semaha dönüyordu. Sonra üzerine tazyikli su sıktılar. Ağır yaralanan Ortakçı, kaldırıldığı hastanede bir gün sonra canını soludu.<br /><br /><span style="color:#ff0000;"><strong>BURSA…</strong><br /></span><br />Ali İhsan Özkan, Bursa Cezaevi’nde yatıyordu. 1974 Çorum Alaca doğumluydu. 15 yaşında ailesinin yanına gitmişti Almanya’ya… 18 yaşında sınır dışı edilmişti. Ankara Yeni Demokrat Gazetesi’nde muhabirlik yaptı. TKP(ML) davasından tutuklandı. Ölüm orucu 1. ekip direnişçisiydi. Kod adı Salih’ti. Hayata Dönüş yaşamını aldı.<br /><br />Murat Özdemir, 1961 İstanbul Kumburgaz doğumluydu. Basın Yayın Yüksek Okulunu mezunuydu. Birçok gazetede çalıştıktan sonra Mücadele gazetesinde göreve başladı. 1992 yılında kısa süreli bir tutukluluk yaşadı. Ertesi yıl İzmir’de tekrar tutuklanarak cezaevine konuldu. Kurtuluş Gazetesi’nin İzmir Temsilcisiydi. 30 yıla hüküm giydi. Bursa Cezaevi’nde 1. ölüm orucu ekibi içerisinde yeraldı. Murat, “operasyon sona ersin” diye kendini yaktı.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">UŞAK…</span></strong><br /><br />Berrin Bıçkılar 1978 yılında İzmir'de doğdu. Yunanistan göçmeni bir ailenin tek kızıydı. Üç kardeştiler. 1994’te lise öğrencisiyken eylemlere katıldı. Aynı yıl 16 yaşında tutuklandı. Reşit bile değildi. Buca’da üç tutuklunun yaşamını yitirdiği operasyonu yaşadı. Daha sonra Uşak Hapishanesi'ne sevk oldu. 1996 yılında ölüm orucuna gönüllüydü. Berrin Bıçkılar 2000 ölüm orucu eyleminde birinci ekip üyesiydi. 23 yaşında kaybetti hayatını...<br />Operasyon sırasında Uşak E Tipi Cezaevi'nde Yasemin Cancı ile birlikte kendilerini yaktılar. Çaktılar kibriti, ellerindeki gazete kâğıtlarıyla birlikte kolonya döktükleri saçları da tutuştu. Kısa bir sürede küçük bir kıvılcım, yangına dönüştü, sardı bedenlerini... İkisinin de vücutlarında yüzde 80 oranında yanık vardı. Tam 6 gün dayandı Berrin. Yanık tedavisine "hayır" demedi ancak serum istemedi. Bilincini kaybetti müdahale ettiler. Uyandı, serumu koparttı.<br /><br />2001 yılında ölüm orucu eyleminde yaşamını yitiren Gökhan Özocak, Berrin’i anlatıyor:<br /><br />"Eğer birgün ararsanve hani nerde umut nerde güneş diyeBerrin'in yüzüne bakacaksınve gözlerinin gülüşüne..."<br /><br />Berrin gibi hastanede ölen 33 yaşındaki Yasemin Cancı ise, 1992 yılında Denizli kırsalında gerçekleştirilen operasyonda yakalanmış ve ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilmişti. Ailesi Çanakkaleli olan Yasemin Cancı, İstanbul’da doğdu. Cancı, 1989’da Devrimci Solcu oldu ve Kadıköy Kültür Araştırma Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. Tutuklandıktan sonra Buca cezaevine konulan Yasemin Cancı, 1996 yılındaki ölüm orucu eylemine katıldı. 69 gün süren açlığının ardından Uşak Cezaevi’ne sevk edildi. Kendini yakacağı güne dek orada kaldı.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">ADANA…</span></strong><br /><br />30 yaşındaki Halil Önder, tutuklanmadan önce Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. Osmaniye Düziçi doğumluydu. Ölüm orucu direnişçisi Önder, 8,5 saat süren Hayata Dönüş baskınında Ceyhan Cezaevi’ndeydi. “Canım halkıma ve vatanıma feda olsun” dedi kendini yakarken... Hastanede 8 gün dayandı:<br />“Sabaha karşı 03.00–04.00 sıralarıydı. Pencerelerden gaz bombaları içeriye attılar, daha sonra her yerden saldırmaya başladılar. Ben de saldırıyı durdurmak için kendimi yakmaya çalıştım. Beni bir yere götürdüler, taşlar vardı. Taşların üzerinde sürüklediler, yüzlerce kişi üzerime basmaya ve vurmaya başladılar. Daha sonra hiçbir şey hatırlamıyorum...”<br />Halil’in cenazesinde ağabeyinin de aralarında bulunduğu 11 kişi gözaltına alındı. Kardeşi Faik Önder ise kanlı baskın sırasında Ümraniye Cezaevi’ndeydi. İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi'ne sevk edilen Faik Önder Hepatit B ve Akdeniz anemisiydi. Ölüm orucunda sakat kaldı Faik öğretmen.<br /><br /><br /><br />Haydar Akbaba ve Muharrem Buldukoğlu, Hayata Dönüş baskını sırasında Ümraniye Cezaevi’nde yanarak yaşamlarını yitirdiler. MLKP davasından yargılanan Akbaba ve Buldukoğlu, “ajan oldukları” iddiasıyla arkadaşları tarafından öldürülmüştü. Yıllar sonra bu “trajedi”yle ilgili kamuoyuna ve ölenlerin ailelerine şöyle bir açıklama yapıldı:<br />“19 Aralık operasyonu olmasaydı, bu telafisi imkânsız, vahim hatanın meydana gelmeyeceği kesindir. Soruşturmamız bunu tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. İki ölümden derin bir üzüntü ve acı duyduğunu açıklamayı önemli bir görev ve borç sayar; ölümler ve gerçeğin bu kadar geç duyurulmasından ötürü baş sağlığı ve özür dileriz.”<br /><br />Hayata Dönüş operasyonunda Çanakkale ve Ümraniye cezaevlerinde iki de asker yaşamını yitirdi. Jandarma Nurettin Kurt, “yüksek kinetik enerjili” bir silahla vuruldu. Ancak tutuklulardan ele geçirildiği iddia edilen 5 tabanca bu kapsama girmiyordu. Jandarma Mustafa Mutlu’nun ölümü de uzun namlulu yüksek enerjili bir tüfek nedeniyle olmuştu. Mermi, asker Mutlu’nun bedenini delip geçmişti.<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">ÖLÜMDEN DÖNMEK…<br /></span></strong><br /><br />Ölüm orucu 3. ekip üyesi Mızrap Ateş, Ümraniye Cezaevi’ndeydi: “Ölüm orucu direnişçilerine ayrılan B–7 koğuşunda kalıyordum. Daha sonra Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde kendini feda eden İbrahim Erler’in içeri girip ‘operasyon oluyor arkadaşlar’ demesiyle üzerimi giyindim ve hazırlandım. Devlet bizi ‘Hayata döndürmek’ için operasyon düzenliyordu. Askerler bir yandan ‘teslim olun’ diyor bir yandan da otomatik silahlarla üzerimize kurşun yağdırıyordu. İlk ateş esnasında vücudunun çeşitli yerlerinden yüzlerce saçma yarası alan arkadaşlarımız vardı. ‘Arkadaşlarıma yardım edeyim, onlara destek olayım’ derken bacağımın eklem yerinden vuruldum. Vücudum alev alev yanıyor, kanım boşalıyordu”<br />Hastanede Mızrap Ateş’in sol bacağını diz kapağından kestiler.<br /><br />Eli, kolu, kafası, burnu kırılanları, kulak zarı patlayanları, yüzü, gözü, bedeni moraranları yazmak sayfalar sürer... Diğer yaralanmalardan bahsedelim. Sadece Bayrampaşa Cezaevi’nde 77 kişi yaranmıştı.<br /><br />Özlem Civelek’in bedeninde 3 şarapnel parçası vardı. Birini arkadaşları çıkardı. Haydarpasa Numune Hastenesi’ne kaldırılan Bülent Özdemir’in dalak ve bazi iç organlari alındı. Zeki Demir, elinde patlayan gaz bombasıyla yaralandı. Ayhan Engin, sırtından yedi mermiyi… Serdar Salman sağ omzundan, Veysel Bulut elinden, Feyzi Saygılı sol bacağından, Aslan Bahar sağ topuğundan, Dinçer Otluçimen ve Erol Arıkan sağ bacaklarından, Engin Çoban sol kolundan, Bekir Şimşek kalçasından, Serdar Karaçelik sağ ayak bileğinden kurşunlandı.<br /><br />Muhabbet Kurt, kulak ve bacaklarından, Düzgün Demirpençe omzundan, Gülay Boran sol diz altından, Dursun Önder kafasından, Işıl Eylem Bardak göğsünden bomba yarası aldı. Doğan Çelik, Hanım Harman ve Binali Sarıelmas, şarapnel yağmuruna yakalandı. Serdar Turan’ın sag elinin üç parmağı koptu. Hücresinde kendisini yakan ölüm orucu eylemcisi İbrahim Erler’in parmakları da...<br /><br />Songül İnce’nin sol koluna önce bomba pimi sonra kurşun isabet etti. Aylarca tedavi görmediği için neredeyse kolunu kaybediyordu. Ölüm orucu eylemcisi Bülent Özdemir, üç kurşunla ağır yaralandı. Hasan Türkal’ın kalbinin yakınına girdi kurşun… Ciğerlerindeki kanı tüple boşaltabildiler.<br /><br />Mehmet Kulaksız’a beş kurşun isabet etti, Bülent Özdemir’e ise üç… Kenan Taybora’nın kafasına saplandı kurşun… Karnından yaralanan Okan Barış Ekinci, bazı iç organlarını ameliyat masasında bıraktı. Aslan Aksoy'un sol ayak topuğundan giren kurşun ayak parmaklarını parçalayarak çıktı. Orhan Dağdelen, Özgür Sağlam ve Mehmet Doğan birer gözlerini yitirdiler. Çanakkale’de Vefa Serdar’ın kolu koptu. Cuma Şat’ın dirseği parçalandı. Kurşun Rasim Öztaş’ın sağ bacağının kalça hizasından girip çıkmıştı.<br /><br />Başının üstünde bomba patlayan Yıldız Baguş iki kere beyin ameliyatı oldu. Kısmi felç geçiren Baguç’un tedavisi yıllarca sürdü. İbrahim Türker, Nurettin Pekan, Tayyar Sürül, Yunus Boluçay, Bahar Aslan, Ümit Günger, Deniz Kurt, İsmail Altun, Ahmet Akyüz, Elif Vural, Aydın Hambayat, İbrahim Dalkaya, Güldede Çeven, Fevzi Saygılı da yaralılar arasındaydı. Uşak Cezaevi’nde Devran çocuk da hırpalandı. 4 yaşındaydı...<br /><br /></span></div><strong><span style="font-size:180%;color:#ff0000;">Sessizliğe Karşı</span></strong>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-45102950235974375122010-11-23T10:06:00.000-08:002010-11-23T10:17:26.241-08:00Kan rengiyle boyanan koğuşlar...<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpMYiHosKb0qaygWCbsMepNoLznFgDjlh2qO7FFwiJD3Ibku70_oyq5cw9IyY_rzTj_KDlg0n2wDepAD1tVltTeZIcriUx6WkwKtv8YUjtPY1dMdjg4XYBtUWX_vvkHijrmbWSFsSTwepF/s1600/hdonus.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5542810623823104130" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; CURSOR: hand; HEIGHT: 239px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpMYiHosKb0qaygWCbsMepNoLznFgDjlh2qO7FFwiJD3Ibku70_oyq5cw9IyY_rzTj_KDlg0n2wDepAD1tVltTeZIcriUx6WkwKtv8YUjtPY1dMdjg4XYBtUWX_vvkHijrmbWSFsSTwepF/s400/hdonus.jpg" border="0" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong></strong></span></div><br /><div><strong><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"></span></strong></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong>ALPER TURGUT</strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">Bayrampaşa Cezaevi’nde, insanı dehşete düşüren bir gerçek, hayat buluyordu. Siyasi tutuklu ve hükümlülerin tutulduğu C bloğun bir numaralı koğuşunda yatan 27 kadın, iliklerine dek cehennemi yaşıyordu. En çılgın ressamların iflahını kesen, kan rengiyle boyanmıştı el kadar koğuş. Ateş altındaki yaşama alanı, duman karasıyla çevrelenmişti. Mazgallardan alevler fışkırıyor, kendi etlerinin kokusu sarıyordu genizlerini... Çatılardan yapılan atışlar ise cehennemin kadevesiydi. İtiş kakış içerisinde, saatler birbirini kovalıyor, eriyen bedenler çaresizce koşuşturuyordu. Göz gözü görmüyordu. İstemsiz hareketler, çığlık çığlığa haykırışlar sarmıştı dört yanı. Deterjan torbaları ve sebze kolileri ile oluşturulan barikatlar… Dolap kapağından kalkanlar… Pamuk, sargı bezi, terlik lastiği ve kömür ihtiva eden el yapımı ilkel gaz maskeleri ve gözlükler… Karbonatlı suda ıslatılmış havlular… Hiçbiri kendilerini koruyamamıştı.<br /><br />(1996 yılındaki ölüm orucu eylemi sırasında, bini aşkın siyasi tutuklu ve hükümlünün bulunduğu Bayrampaşa Cezaevi, direnişin ardından “resmen” hedef haline geldi. Sol örgütlerin içeriden yönetildiği ve bazı mahkûmların dışarıya yönelik eylem planları hazırladığı iddiasıyla Bayrampaşa Cezaevi, devlet, hükümetler, güvenlik güçleri ve medya tarafından tukaka ilan edildi. Hayata Dönüş baskınına kadar yaşanan dört yıllık süreçte, bir daha hiç bir tutuklu Bayrampaşa’ya getirilmedi. Sevkler ve tahliyeler ile cezaevindeki siyasi mahkûm sayısı 300’e düştü. Özellikle 1999 yılında “cezaevleri terör yuvası” haberleri ayyuka çıkmıştı.)<br /><br />Çelik yelekli, dürbünlü ve gaz maskeli özel timler, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın “operasyon için bir yıldır hazırlanıyorduk” sözünü kanıtlarcasına sanki savaşa girer gibi, sert bir şekilde müdahale ettiler Bayrampaşa’ya... Kum torbaları ve çelik kalkanlar desteğindeki askerler, her türden yüksek enerjili uzun namlulu otomatik silahlar ve pompalı tüfekler ile donatılmışlardı. Bir Skorsky helikopter, cezaevinin üzerinde taciz uçuşu yapıyordu. Aynı ilçede bulunan İstanbul Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne bağlı polisler ise, hapishanenin çevresini abluka altına alıyordu. Ambulanslar hazır bekletilirken, itfaiye ekipleri de “olası bir yangını” söndürmek için cezaevinde görevlendiriliyordu. Üzerinde “kapalı yerde kullanmayın”, “İnsan ve yanacak malzeme olmayan sahaya fırlat” yazan gaz ve gözyaşartıcı bombalar kısa sürede tükendi. Jandarmaların elinde atacak bomba kalmayınca, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden takviye donanım istediler. Baskına katılan Yarbay D. E. ise, emri direk bakanlıktan aldıklarını belirterek, “Sanıklar bize karşı ayaklandı. Kalaşnikof tabancalarla, kendi yaptıkları ateşli silahlar, şırınga uçlarından yaptıkları oklarla saldırdılar. Biz bu saldırılara kesinlikle güç kullanarak müdahale etmedik.” diyordu.<br /><br />“Hayata Dönüş” baskını Bayrampaşa Cezaevi’nde aralıksız 14 saat sürdü. Avukat Behiç Aşçı’nın iddiasına göre Kıbrıs Savaşı’ndan bu yana en büyük silahlı güç kullanılmıştı.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">“YANARAK ÖLÜRKEN BİZLERE EL SALLIYORDU” </span></strong><br /><br />“Nilüfer, Seyhan ve Özlem, yoğun gaz bombardımanı ve kesif duman nedeniyle baygın düşmüştü. Gülser tam kapının önündeydi ve tutuşmuştu bedeni. Şefinur, yanarken ayağa kalkmış ve zafer işareti yapıyordu. Sürekli atılan bombaları dışarı fırlatmaktan yorgun düşen Seyhan, son gördüğümde el sallıyordu.”… Tanıklıklar böyleydi.<br /><br />Altı kadın, alev alev yanan koğuşun içinde kaldı. Seyhan Doğan, Nilüfer Alcan, Şefinur Tezgel, Özlem Ercan ile ölüm orucu eylemcileri Gülser Tuzcu ve Yazgülü Güder Öztürk, “Diri diri yandı.” Avrupa Ortaçağ karanlığına mahkûmken kadınlar cadı oldukları iddiasıyla ateşe atılırlardı, kast sisteminin en yoğun hissedildiği bir dönemlerin Hindistan’ında ise dul kalan kadınlar ölmüş eşleriyle birlikte yakılırlardı. Peki, milenyum çağında devletin güvencesindeki bir cezaevinde yaşananlar da neyin nesiydi?<br /><br />Biyolog Nilüfer Alcan, Bolu doğumluydu ve 36 yaşındaydı, yaşam bilimin uzmanıydı diğer anlamda. Ama ölümdü, bu kez yakasına yapışan. Onu en son gören ise koğuş arkadaşı Hacer Arıkan idi: “Nilüfer'i gördüm. Ona seslendim. Oturuyor gibiydi. Yanına vardığımda sanırım duman zehirlenmesinden ölmüştü.”<br /><br />Malatyalı Muhasebeci Şefinur Tezgel (29), neyin hesabını yapacaktı yağan bombaların mı? Samsun’lu yoksul bir ailenin kızı olan 27 yaşındaki Seyhan Doğan’ın başı, kolları ve bacakları, gövdesinden ayrılmıştı. Buca, Ümraniye ve Ulucanlar’daki kanlı baskınların tanığıydı Seyhan Doğan, içeri düşmeden önce ise konfeksiyon atölyelerinde, fabrikalarda çalışmıştı. Onun yaratan emekçi elleri artık yoktu.<br /><br />Operasyonun ardından bedeni tanınmayacak hale gelen Özlem Ercan’ın kimliği DNA testi ile belirlendi. Oysa ailesi yaklaşık üç hafta boyunca 23 yaşındaki kızlarının yaşadığını düşünmüştü. Özlem Ercan üniversite öğrencisiyken ve daha henüz 18 yaşındayken cezaevi ile tanışmıştı. Beş yıllık hapisliğin ardından her an tahliye edilmeyi bekliyordu genç kız. C–1 koğuşundaki dehşetin tanıkları, Özlem’in bir ölüm orucu eylemcisini kurtarmak isterken alev silahıyla yakıldığını iddia ediyorlardı.<br />Gülser Tuzcu, 34 yaşındaydı. Kastamonu’daki ilkokul öğretmeni Kemalist idi. Etkilenmişti Gülser. Her 10 Kasım günü ağlardı. Ailesi, sonra Gülser’i Kuran kursuna yolladı. Sevmedi hocasını. Kendisine cetvel atan adamın kafasını yardı. Kadıköy’de tezgâhtarlık yaptı bir dönem. Sonra hapse düştü. Demir kapının önünde yanıp tükendi. Ölüm orucu eylemcisi Gülser Tuzcu’nun ömrü elinden sökülüp alınırken aklına geliyor muydu dokumakta usta olduğu halılar?<br /><br />28 yaşındaki Gülseren Yazgülü Güder Öztürk gazeteciydi. Dezenformasyon desen gırla gidiyordu. Sahi kim yapacaktı artık haberini. Ağabeyi Mazlum Güder ile aynı kaderi paylaşıyordu genç kadın. Mazlum Güder, 1983’te Elazığ Cezaevi’nde öldürülmüştü. Yazgülü, kocası Ali Öztürk’ü de 1994 yılında hücre evi baskınında kaybetmişti. Hayata Dönüş sırasında, açlığının 55. günündeydi Yazgülü Güder Öztürk, kocasının kız kardeşi Hamide Öztürk ile aynı koğuşu paylaşıyorlardı. Hamide Öztürk’ün gözlerinin önünde yengesi Yazgülü, yitip gitti. Hamide, operasyonun ardından Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi'ne götürüldü ve 3 Haziran 2001 günü 5. ekip üyesi olarak ölüm orucuna başladı. 463 gün sonra 10 Eylül 2002 günü canını verdiğinde, 32 yaşındaydı. Yengesi Yazgülü gibi Kurtuluş gazetesi muhabiriydi Hamide Öztürk, 11 kez gözaltına alınmıştı. Hamide Öztürk, Hatay’da ağabeyi Ali ve yengesi Yazgülü’nün yanında defnedildi.<br /><br />Hamide Öztürk’ün Hayata Dönüş’te yaşadıklarından:<br /><br />“En son çıktığımızda artık alevlerden hiçbir şey görülmüyordu. Hepimizi yakmaya çalıştılar. Biz aşağıya inince, bu sefer yemekhaneye yoğun bomba attılar. Hepimiz havalandırmanın ortasına geçtik ve halay çekmeye başladık. Görevlilere, ‘Gelin hepimizi tarayın, ama hiçbirimizi teslim alamazsınız’ diye bağırdık.”<br /><br />Ölüm orucundaki arkadaşlarına yardımcı olmak isteyen Birsen Kars, baskını ağır yanıklarla atlattı. Hastaneye kaldırıldı. Cankurtarandan indirilirken “Bizi diri diri yaktılar” diye haykırıyordu. Gazeteler ve televizyonlar, hemen verdi haberi: “Örgüt üyeleri arkadaşlarını yaktı.”<br />Birsen Kars, beş ay boyunca hastanede yattı. Yanıklar, kornea erozyonuna yol açmıştı. Çok sayıda ameliyat geçirdi: “Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı.”<br /><br />Nasıl yandığını anlatıyor Birsen Kars:<br />“Bomba atmak için deldikleri koğuş tavanından demir kafes içerisinde bir cisim indirdiler. Kara bir duman çıkaran bu farklı nesne nedeniyle plastik gibi eridiğimi hissediyordum. Kimyasal gazla yakılıyorduk. Üstüm başım sapasağlamdı ancak derim adeta sıvılaşmıştı. Çevremden saç ve deri yanığı kokusu geliyordu. Sonra önümde saçlar uçuşmaya başladı. Uzandım, benim saçlarımdı. Önce gaz odalarından geçirildik, sonra fırınlarda yakıldık.”<br /><br />Operasyon sonucunda, Hacer Arıkan’ın, tüm yüzü, başı, elleri, sırtı, bacakları yandı, sol akciğeri söndü, kalça kemiği kırıldı, sağ ayağı 3 santimetre kısaldı. Vücudunun yüzde 40’ı yanan öğretmen Hacer Arıkan, “Sinir gazı, biber gazı, el bombası, üzerimize bir sürü bomba atılıyordu. Yatakhanede artık duramaz hale gelmiştik. Tam çıkışa yöneldiğimizde çıkış noktasına üç dört tane yangın bombası fırlatıldı, aynı anda tavandaki deliklerden gaz verdiler. Giysilerimde hiç yanık yoktu. Kimyasal bir gaz olduğunu anladım. Ateşin sıcağını hissedemedim. Baskından sonraki günlerde gazetelere bakarken operasyonun adının ‘Hayata Dönüş’ olduğunu görünce güldüm. Ölümün kenarından döndüğüm için bana o anda komik geldi. Çünkü yaşıyor olmamız bile tesadüftü.” diye konuşuyordu.<br /><br />Arkadaşı Şefinur Tezgel’i kurtarmak isterken yanan Hacer Öğretmen, rüyalarındaki labirentte uzun süre kendini aradı, halen hayata tutunmaya çalışıyor:<br />“Kafam yanıyordu. Arkadaşlarım kalkamadığımı görünce bir arkadaş içeriye daldı, beni çıkardı. Aşağı indirildim. Üzerimdeki giysilerde yanık yoktu. Bizi yakanın kimyasal maddeler olduğunu o zaman anladım. Hani yanarken bir ateşin sıcaklığını duyarsınız ya da söndürmeye çalışırsınız, ben öyle bir şey yaşamadım. Alevle gazın birleşiminden yandım ben. Bana hiçbir zaman, eski güzelliğime kavuşamayacağım söylendi. Burnum yok şu an. Ama ben hastanedeyken ağabeyim demiş ki, ‘Biz devamlı gülmeliyiz, daima gülmeliyiz ki daha çabuk iyileşebilelim.’ Gözlerimi yeni yeni açtığımda hemşire bana, ‘Yeşil gözlüymüşsün. Çok güzel gözlerin var’ dedi. Ben de ona dış görünüşün önemli olmadığını söyledim. Yaşama sevincimi kaybetmedim.”<br /><br />Hacer Arıkan’ın iki ağabeyi aynı cezaevindeydi. Erol Arıkan, “Kardeşini kurtarmak için kadınlar koğuşuna koşarken” bacağından vuruldu, ölüm orucunun 200’üncü gününde “Zorla müdahale” edilen en büyük ağabeyi Erdal Arıkan ise “Wernicke Korsakoff” hastası oldu. Beden öğretmeni Erdal Arıkan, hatırladığı tek şeyin yanarken çığlık atan Hacer’in yüzü ve onu kurtarmaya giderken vurulan kardeşi Erol olduğunu anlatıyordu. Hafızasına yeni bilgiler kaydedemeyen Erdal Arıkan, yıllarca hatırlamak için yanından not defterini ayırmadı.<br /><br />Ebru Dinçer de baskın sırasında C–1 koğuşundaydı. Genç kızın yüzünde, kafa derisinde, sırtında ve kolunda yanıklar oluştu:<br />“Yarı baygın durumdaydık. Kendimizi gazdan savunacak ıslak havlu dışında bir şey yoktu elimizde. Deliklerden sinir gazı ve biber gazı püskürtmeye başladılar. Sinir gazı boğulma etkisi yaratıyor. Öleceğinizi sanıyorsunuz, çıldıracak gibi oluyorsunuz. Artık nefes alamaz hale gelmiştik. Koğuştan kurtulmalıydık. Sürüne sürene kapıya yaklaştık. İşte o anda kapı girişini yaktılar. Tavandan yayılan bir yangındı bu. Çığlıklar yükseldi. Vücudum alev almadı ama ani bir sıcaklık hissettim. Bazı arkadaşlar alev makinesi tutulduğunu görmüş. Yananların çoğunun elbiselerinde yanık izi yoktu. Ancak bedenlerimiz kavrulmuştu. Yandığımı hissetmedim. Elimi başıma götürdüğümde derimin sıvı gibi eridiğini gördüm. Alev yok. Sıvı ya da gaz, yakıcı bir kimyasal madde olabilir. Tavandan üzerimize döküldü ve yüksek ısıyla birleştiğinde kafa derimi, yüzümü, kollarımı ve sırtımı kavurdu. Kendimi kaybetmişim.”<br /><br />Birsen Kars, Hacer Arıkan, Ebru Dinçer, Münire Demirel ve Gülizar Kesici’nin de aralarında bulunduğu 12 kadın, faciayı ağır yanıklarla atlattılar. Aylarca hastane hastane dolaştılar, sayısız ameliyat geçirdiler. Bakırköy Cezaevi’ne sevkedilenler ise, ellerini kullanamadıkları için birbirlerine yardım ettiler. Onları enkaz haline getiren, elbiseleri yakmayan fakat bedenleri dağlayan kimyasal maddenin ne olduğunu, Adli Tıp Kurumu’nun bilirkişi heyeti dahi çözemedi. Adli Tıp Kurumu Raporu’nda C–1 koğuşundan alınan kısmen yanık, isli, beyaz ve bazı kısımları tabakalar halindeki materyallerin niteliğinin tespit edilemediği ve koğuşta öldürücü dozun çok üzerinde gaz bombası kullanıldığı açıklandı.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">ARALIK GÜNCESİ</span></strong> </span></div><div><span style="font-size:130%;"><br />Kavuşmanın en güzel yerindeydik o gün ve aşkın<br />rüzgârın serinliğinde, dans ederek geceye yayılan,<br />saçlarını aldık terlemiş tuzlu avuçlarımıza sevdanın,<br />zehir bir düş biriktirmek için ceplerimize<br />doldurduğumuz taşları,<br />dizmiştik yollara tek tek.<br />Durmuştuk karanfil halaylarına sabahın seherinde<br />dile gelse yol ve susabilir mi demir,<br />utancından başını öne eğmez mi duvar,<br />kurşun girer mi yerin dibine,<br />mahpushane çeşmesi yandan mı akar,<br />insan hangi renkte kanar,<br />insan hangi renkte yanar,<br />çok iyi biliriz...<br />Belleğindeydik tarihin<br />Acılara izdüşüren, aşksız, sabahsız<br />Varna önleri’nde, Madrid’de<br />ve Bayrampaşa’da, Ümraniye'de<br />ve ülkemin cümle mahpushanelerinde...<br />Tüm dillerdeydi sevdamız,<br />erguvan dalları boyun eğmezdi ki fırtınalara.<br />Yaydık dudaklarımıza,<br />yaşamın baharından çaldığımız aşkı ve umudu<br />inceden bir ağıt bilense de dilimizin altında<br />su ve özlem kelimeleri döktük<br />zaferin çiçekleriyle yazdığımız kitaplara<br />Aralık güncesidir kavgaya yazılan ve sevdaya<br />“bu ilk yangın yeri değil<br />bedenimizi kömür eden böyle<br />elbet bizim de göğümüz yarılır bir gün<br />gün olur,<br />biz de cehennemi koyarız avuçlarınıza”<br />Gün olur biz de o büyük günde<br />erguvan dalları gibi dururuz hayata...<br />TAYAD üyesi Ömür Cerrahoğlu<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">“HOŞÇAKALIN YOLDAŞLAR…”<br /></span></strong><br />Bayrampaşa Cezaevi’nin erkekler bölümünde yaşananlar bir savaşın kesiti gibiydi…<br />“Cezaevinin çatılarına ve kuleye yerleştirilen keskin nişancılar ile şebeke kapısından içeri giren tam teçhizatlı özel timler, otomatik silahlarla hedef gözeterek maltaya, koğuşlara ve avluya ateş ediyordu. Yanlarında harp amaçlı ağır silahlar ve saçma atan pompalı tüfekler vardı. Yüzlerce kurşun harcandılar ve asla ‘Teslim olun’ çağrısında bulunmadılar. İlk atışların ardından 13. koğuşun önündeki üç arkadaşımız yaralandı. Bir kurşun da baskın tehlikesine karşı bizi uyarmak için nöbet tutan Güldede Çeven’in başını sıyırdı. Kanlar içinde yere yığılınca ‘öldü’ sandık. Sağlıkçı arkadaşlarımız, yaralılara tampon yapıp, serum bağladılar. Ölüm orucu eylemcilerini, yaralı, hasta ve yaşlı olan arkadaşlarımızı en güvenilir yer olan merdiven altına ve daktilo odasına yerleştirdik. Merdiven altı küçük bir revire dönmüştü. Namlular susmuyordu. Yüzlerce kurşun harcadılar. Ölüm orucu direnişçisi Fırat Tavuk arkadaşımız, şebeke girişindeki askerlere ‘Eğer operasyonu durdurmazsanız kendimi yakacağım’ diye seslendi. Ancak timlerin, baskını sona erdirmek gibi bir niyetleri yoktu. Fırat Tavuk, bize dönüp gülümseyerek, ‘hoşçakalın yoldaşlar’ dedi. Kendini tutuşturdu ve ateş yağmuru altında, şebekeye doğru yürüdü. Ölürken ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye’ sloganını atıyordu. Aradan çok zaman geçmedi. Aşur Korkmaz da, özel timlere ‘Ülkemizi, vatanımızı sevmek katletmeyi mi gerektirir? Eğer bunu onaylıyorsanız, operasyonu durdurmazsanız kendimi yakacağım’ diye haykırdı. Aşur, daha sonra hazırlıklarını yaptı ve bedenini ateşe verdi. C–14 ve C–15 koğuşlarının havalandırmasına çıkıp, ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye, kurtuluşa kadar savaş’ diye slogan attı yanıp, kül olurken. İki arkadaşımızın kendini yakması operasyonu durduramadı. Koğuşların tavanı balyozlarla deliniyor ve gaz bombası yağmuru aralıksız sürüyordu. Her yer, kusanlar ve baygınlık geçirenlerle dolmuştu. Duvarlar da delinmeye başlanınca, masa, dolap, sandalye, sıra, çöp arabası, dergi ve gazeteleri kullanarak barikatlar kurduk. Kendimizi korumaktan başka düşüncemiz yoktu. Koğuşları yaktıkları için uzun süre maltada bekledik. Malta, duman, gaz bombaları ve kurşun yağmuru altında da olsa, yaşam koridorumuzdu. O esnada direnişe katılmayan PKK davası tutuklu ve hükümlüleri, elleri başlarının üzerinde dışarı çıktılar. Askerler de, onları alıp götürdü. ‘Operasyon mağduru olmasınlar’ diye beslediğimiz güvercinlerin kafesini açtık. Özgürce uçup uzaklaştılar. Saatler geçmesine karşın baskın sona ermeyince, hızlı bir şekilde ölüm halayı için avluya çıktık. Geniş bir çemberde halay çekerken ortamızda kalan iki arkadaş, zeybek oynuyordu. Yaralılar da halay çemberinin tam ortasındaydılar. Binanın çatısındaki askerler, 15 dakika boyunca bizi izlediler. Sonra korkunç bir gaz bombası sağanağı başladı. Durumu iyi olan arkadaşlar C–15 ve C–16 koğuşlarının merdiven altlarına çekildi. Havalandırmanın tam göbeğinde savunmasız kalan 80’e yakın arkadaşımızın üzerine, koğuşlara geri dönmesinler diye ateş açıldı. Arkadaşlarımız, el, kol, bacak, karın bölgelerine isabet eden mermiler nedeniyle teker teker yere düşüyordu. Murat Ördekçi burada yaralandı. Murat’ı koğuşa almamız engellendi. Bir süre sonra da kan kaybından öldü. Kurşunlara slogan ve marşlarımızla karşılık verdik. Jandarmalar, 15. koğuşun mazgalından toplu halde bulunduğumuz yeri tarıyordu. Baskının ilk saatlerinde bacağından kurşunlanan Mustafa Yılmaz, ikinci kez vuruldu. Arkadaşlarımız, bedenine dört kurşun isabet eden Mustafa’yı merdiven boşluğuna çektiler. Kafasını trabzana dayadı. Konuşmuyordu. Kısa bir süre sonra derin derin nefes almaya başladı. ‘Mustafa, Mustafa’ diye tüm çağrılarımıza rağmen cevap alamadık. Bir dakika sonra nabzı atmaz oldu. Ardından bir seri tarama daha yaşandı. Kurşunlar vızır vızır uçuşuyordu. Cengiz Çalıkoparan da yaralandı bir kez daha... Ali Ateş ise çok sayıda kurşun aldı. Ve atış devam ederken oracıkta son soluğunu verdi. Yine sloganlarımızı haykırdık. ‘Telaş etmeyin ben ölmem’ diyen Cengiz’i de merdiven boşluğuna aldık. Ağır yaralıydı... Bir süre sonra ‘yaralı ve ölülerimizi dışarı çıkaracağız’ dedik. Namlular hala üzerimize doğruluydu. Yaralanan 20 arkadaşımızı avludaki bir köşeye yan yana dizdik. Yaralılar soğuktan ve kan kaybından sapsarıydı. Bir yandan gözyaşları, bir yandan 'dayan yoldaşım' sözleriyle dolaşıyorduk yaralıları. Havalandırmanın arka duvarı kepçeyle yıkılınca, askerlerin uzattıkları merdivenle yaralılarımızı tahliye ettik. Cengiz, tam çıkarılırken hayatını kaybetti. Eğer tıbbi müdahale geciktirilmeden yapılmış olsaydı yaralı arkadaşımız kurtulabilirdi.”<br /><br />İki otobüs jandarma özel timi, 30 otobüs jandarma komando ekibi, ikisi minibüs olmak üzere 4 jandarma aracı Bayrampaşa Cezaevi’ne giriş yapmıştı. “Hayat güzeldir, canınıza kıymayın” anonslarının yapıldığı hayat sonlandıran operasyona katılan yaklaşık dört bin askerden birinin anlatımı:<br />“...O an gördüğüm tek şey insanların karşılıklı asker çemberine alınmalarıydı. Vurulup düşen insanlar gördüm, çığlık sesleri duydum. Yanarak ölenler gördüm. Hissettiğim tek şey kindi! Nefret! İnsanlar ‘yakmayın’ diye bağırıyordu. Ama bizlere denilen tek şey de, ‘Ateş serbest, gördüğünüz herkesi vurun, sağ çıkmasınlar’ idi. Bu arada ölen asker vardı. Yalnız asker askeri vurdu. Karşılıklı yaylım ateşinde vuruldu. Operasyon bitiminde 4 bin askerin tamamı ve gardiyanlar birlikte çıkanları dövüyorlardı. Aklımda kalan en kötü şeylerden biri de insanların tazyikli suya tutulmaları, çırılçıplak soyularak dayaktan geçirilmeleriydi...”<br /><br />Eski Türkiye Komünist Emek Partisi (TKEP) Genel Sekreteri Teslim Töre, bir döneme damgasını vuran önemli isimlerden... 11 Eylül 2001 günü tahliye edildi. Operasyon sırasında Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunduğunu söyleyen Töre, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “C–11 koğuşunda 16 kişiydik. Aramızda ölüm orucu ve açlık grevi yapan kimse yoktu. Balyozla duvarları kırdılar ve ateş ettiler. Ardından da bomba yağmuru başladı. Yan koğuşun yanması üzerine duman altında kaldık. Öleceğimizi sanıp birbirimizle helalleşmeye başladık. Cehennem ortamında saatlerce kaldıktan sonra bizi dışarı çıkardılar. Ancak koğuşta beslediğimiz kediler baskın sırasında öldü.”<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">“KAHREDEN BİR ÇİZGİ FİLM”</span></strong><br /><br />Ressam Sait Oral Uyan, aynı zamanda arkeolog… Cezaevine girmeden önce tam 5 resim sergisi açan içerde de 50'ye yakın tablo çizen bir sanatçı. Örgüt davasından müebbet hapis cezası aldı ve ölüm orucunun 205. gününde bilinci kapandı. Ölüm orucu eylemine başlarken 80 olan kilosu daha sonra 30’a indi. Zorla müdahale onun Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanmasına neden oldu. Tahliyesi ardından geldi. Uyan, düşüncelerini zor da olsa ifade edebilenlerden… Operasyonu şöyle anlatıyordu:<br />“Çizgi filmlerde kurgulanan silahlarla taradılar bizi… El bombaları, lav silahları, gaz bombalarıyla üzerimize geldiler. Garip silahlar kullandılar. Çünkü 3 milimetre kalınlığında 2 ayrı sacı delen kurşun, bizim kapının arkasına koyduğumuz dolabı delip geçiyor. Her türlü hileli savaş oyununu oynadılar. Bir ordu vardı orada.”<br /><br />Yine başka bir Korsakoff hastası Ganime Bozlu da, Hayata Dönüş Operasyonu’nu abartılan bir filme benzetiyordu. “Böyle bir film yazılsa ve yapılsa ‘bu kadarı da olmaz’ diyebileceğiniz sahneler olurdu.” diyordu.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">“YAŞAM HAKKINI İHLAL…”</span></strong><br /><br />Biyolog, gazeteci, halı işçisi, vaiz, öğrenci, inşaat işçisi, muhasebeci, konfeksiyon işçisi, işportacı, tekstil işçisi, pastacı, berber, öğretmen, sanatçı, gündelikçi, mühendis, iktisatçı, maden işçisi... Tam 32 can almıştı Hayata Dönüş…<br /><br />Fırat Tavuk bedeninin yüzde 90’ı yandı ancak ölümü kurşunla oldu. 29 yaşındaki Fırat’ın annesi Huriye Tavuk, oğlu 1996 yılındaki eylemin ardından ikinci kez ölüm orucuna başladığında “Çocuklarımızı morglara vermeyeceğiz. Hücre yapacaklarına, depremzedelere ev yapsınlar” demişti.<br /><br />Fırat Tavuk’un daha sonra Grup Yorum tarafından bestelenen ve seslendirilen “Bir mevsim aç olacağız” şiiri:<br /><br />Yine düştük yollara<br />Yine uzun yollara<br />Yine çıktık yollara<br />Yine uzun yollara<br />Uzun ve zorlu ama onurlu<br />Yattık ölüm orucuna<br />Açlığımız kadar onurlu<br />Açlığımız kadar gururlu<br />Açlığımız kadar dik başımız<br />Açlığımız kadar<br />İnancı ve sevgiyi<br />Halkımızı ve düşlerimizi<br />Umut dolu beynimizi<br />Tedarik ettik, bileyledik<br />Onlarla, beslenecek, direnecek<br />Onlarla öleceğiz<br />Göçmen kuşlar giderken uzaklara<br />Hoşça kalın diyecek bizlere<br />Uğurlarken onları aç olacağız<br />Döndüklerinde aç olacağız<br />Belki az kalacak, belki hiç kalmayacak<br />Kalırsak dik, ölürsek yiğit olacağız<br />Bu mevsim aç olacağız<br />Bu mevsim öleceğiz<br />Zulmü yere yere serecek<br />Boyun eğmeyip öleceğiz<br />Ölüm bizim gelecek sizin olsun<br />Hoş çakalın halkımız<br />Bu mevsim aç olacağız<br />Her mevsim onurlu olmak için<br /><br />Aşur Korkmaz, 1972 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Aslen Sivaslı olan Aşur Korkmaz, F tipi cezaevlerine karşı eyleme geçen 99 kişilik birinci ölüm orucu ekibi içerisinde yer aldı. Adanalı Ali Ateş de Fırat Tavuk ve Aşur Korkmaz ile aynı ekipteydi. Hacettepe Üniversitesi öğrencisiyken okulunu bırakmak zorunda kalan 30 yaşındaki Ali Ateş, dört yıldır cezaevinde bulunuyordu. Yaşamı yoksulluk içinde geçen 32 yaşındaki Cengiz Çalıkoparan, bir dönem İstanbul’un meydanlarında işportacılık yapmıştı. 1994 yılında tutuklanan Çalıkoparan, iki sene sonra Ümraniye Cezaevi’nde yaşanan kanlı baskında ağır yaralandı. Ümraniye’den kurtulan ve Bayrampaşa Hapishanesi’ne nakledilen Cengiz Çalıkoparan, adı Hayata Dönüş olan baskında can verdi. Fatsalı Mustafa Yılmaz, ailesiyle birlikte İstanbul’a göçünce Küçükarmutlu’daki gecekondu direnişlerine katıldı. 1996’daki ölüm orucu eyleminde yer alan Mustafa Yılmaz, 32 yaşındaydı.<br /><br />Türkiye Komünist Emek Partisi / Leninist (TKEP/L) davasından yargılanan 28 yaşındaki Mahmut Murat Ördekçi, Adıyaman’da dünyaya gelmişti. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul’daki bir elektrik atölyesinde işçi olarak çalışan Murat, Boğaziçi Ekin Sanat Derneği’nin (BESD) üyesiydi. Sol örgüt adına yürüttüğü faaliyetler nedeniyle tutuklanan ve idamı istenen Murat Ördekçi, altı yıldır cezaevinde bulunuyordu. Murat Ördekçi’nin ailesi, oğullarının ölümü üzerine İçişleri ve Adalet bakanlıklarına açtıkları tazminat davasını kazandı. İstanbul 2. İdare Mahkemesi, devletin, Murat Ördekçi’nin yaşam hakkını ihlal ettiğini belirterek, anne ve babaya 109 milyar liralık maddi ve manevi tazminat ödenmesine karar verdi.<br /><br />Şerif Kartoğlu, Murat Ördekçi ile aynı dava nedeniyle yargılanıyordu… “Namlular ölüm kusuyordu. Murat ağır yaralanmış, kan içinde kalmıştı. Benim de kalçama saplandı şarapnel parçaları. Sürüne sürüne gittim arkadaşımın yanına. Can çekişen Murat’ı kucağıma aldım.” diyen Şerif Kartoğlu, Hayata Dönüş’ün ardından ölüm orucu eylemine girdi. 400 gün süren direnişi, hafızasının silinmesiyle sonuçlandı. Mahkeme, Şerif Kartoğlu’na müebbet hapis cezası verdi. Sonra Ördekçi davadan düşürüldü, Kartoğlu'nun cezası ise kaldırıldı. İki arkadaştan biri ölmüş, diğeri sakat kalmıştı. </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"></span></div><br /><div><span style="font-size:180%;color:#ff0000;"><strong>Sessizliğe Karşı<span style="color:#000000;">'dan</span><span style="color:#000000;">...</span></strong></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-4112569967008422682010-10-17T02:15:00.000-07:002010-10-17T02:21:09.891-07:00"80'lerde Çocuk Olmak"<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTPRhcTFbWo9mTgrSPgwcFqSVN3sgevsrD-ri1nEIWjUP_6aCDXgyRGixZ8iUNUxTLqE6GDVLO5YQxhYzSGq28stwghiUQvdVjj8Gk6jxseALFxBcn-lzHg-NkDgQYfYiE12oHwOT06Euz/s1600/36162_443380287874_636877874_5459196_1736033_n.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5528942228976105618" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 278px; CURSOR: hand; HEIGHT: 400px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTPRhcTFbWo9mTgrSPgwcFqSVN3sgevsrD-ri1nEIWjUP_6aCDXgyRGixZ8iUNUxTLqE6GDVLO5YQxhYzSGq28stwghiUQvdVjj8Gk6jxseALFxBcn-lzHg-NkDgQYfYiE12oHwOT06Euz/s400/36162_443380287874_636877874_5459196_1736033_n.jpg" border="0" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">Bu sadece bir kitap mı? Hayır! Bu kitap, canlı bir şey! Yaşayan tarihin ta kendisi! Dikkatle, özenle okuyun...<br /><br />80’lerde Çocuk Olmak, hem bir kitap ismi, hem de bir kuşağın en büyük özlemlerini, yaşanmışlıklarını içinde barındıran yolculuğun özel ve güzel adı. Bu kitapta bir araya gelmiş 90 kadar yazar var. 1980’lerde çocuktu onlar... Hepsi aynı kuşaktan… Sayfalarda gizlenen anılarda herkes kendinden bir şeyler buluyor. Fazıl Say’dan Gürgen Öz’e, Eylül Duru’dan Bülent Çolak’a, Onur Behramoğlu’ndan Erdem Aksakal’a, Göksel Bekmezci’den Ahmet Büke’ye, Barış Müstecaplıoğlu’ndan Yiğit Değer Bengi’ye dek, adları buraya sığmayacak onlarca yazar ve sanatçı bu kitap için çocukluklarını, anılarını, aşklarını, oynadıkları oyunları, 1980 darbesinin kendilerinde ve ailelerinde bıraktıkları kara tortuyu, yüzlerce ayrıntıyı bazen bir çocuk, bazen bir yetişkin gözüyle kaleme aldı. Yaklaşık üç yıllık bir çalışma sonucu doğan 80’lerde Çocuk Olmak kitabı, her kuşağın el kitabı olacak nitelikte. Dönemin pembe dizileri, ünlü oyuncuları, en çok izlenen çizgi filmleri, mahalle abileri, sokak kavgaları ve oynanan unutulmaz oyunlar, atari salonları, fırlamalıklar ve ergenliğe geçiş hikâyeleri, birbirimizle konuşurmuş gibi doğal bir şekilde anlatılıyor. Evet, bizler büyüyoruz ama çocukluğumuz ve yaşanmışlıklar orada öylece duruyor. Yolculuğumuza siz de katılın...<br /><br />Kitabımızı 80’lerin aydın insanlarına, halk kahramanlarına, üniversite gençliğine ve 80’lerde doğup kaybettiğimiz tüm çocuklara ithaf ediyoruz.<br /><br />Kadir Aydemir’in yayına hazırladığı bu kitap ayrıca anlamlı bir doğum günü hediyesi. 80’ler çocuklarının hiç yaşlanmadığının, hep çocuk kalacağımızın bir ispatı... Bu yıl, Türkiye sanal âleminin en eski ve köklü şiir-edebiyat sitelerinden Yitik Ülke’nin <strong>(<span style="color:#ff0000;">www.yitikulke.com</span>)</strong> 10. yaşını kutlarken, bu kitapla, anılarına sahip çıkan herkesin de doğum gününü kutluyoruz.<br /><br />Bu toplum belleksiz değil! Bizler de unutmadık ve yazdık!<br /><br />Yaşasın 80’lerde çocuk olmak!<br /><br />“80’lerde Çocuk Olmak” kitabında yazılarıyla, anı ve anlatılarıyla yer alan 80’lerin çocukları:<br /><br />Yeşim Ağaoğlu, Onur Akbudak, Alper Akdeniz, Erdem Aksakal, Neyran Savaşman Akyıldız, Çiğdem Aldatmaz, Figen Alkaç, Sema Aslan, Hürcan Âşık, Mustafa Atapay, Kadir Aydemir, Eda Aytekin, Nil Esra Başaran, Ezgi Başkır, Suat Başkır, Barış Behramoğlu, Onur Behramoğlu, Göksel Bekmezci, Sinem Bengi, Yiğit Değer Bengi, Ersan Bengisu, Hasip Bingöl, Ahmet Büke, Elmira Cancan, Gökçenur Ç., Şebnem Çağlayan, Tunca Çaylant, Kader Çekerek, Serdar Çekinmez, Murad Çobanoğlu, Bülent Çolak, Elçin Demiröz, Özge Ç. Denizci, Ömer Faruk Dizdar, Eylül Duru, Galip Dursun, Sine Ergün, Azim Raşit Ersoy, Elif Savaş Felsen, İdil Giray, Pınar Gözpınar, Nilay Sağ Gülalp, Eda Günay, Koray Günyaşar, Yasemin Gürkan, Sanem Güven, Nefin Huvaj, Aydın İleri, Necla İret, Deniz Yalım Kadıoğlu, Gülay Kalkan, Bekir Arslan Kopuz, Ulaş Kurugüllü, Ahmet Küçükkayalı, Ece Erdoğuş Levi, Barış Müstecaplıoğlu, Engin Neşeli, Pınar Nurhan, Pelin Onay, Esra Ovalı, Yaprak Öz, Gürgen Öz, Şahin Özbay, Özlem Özyurt, Hatice Topal Özçoban, Nilüfer Özgeren, Sedef Özkan, Erol Özyiğit, Murat Prosciler, Tomris Sakman, Fazıl Say, Hakan Sim, Güray Süngü, Melih Süsleyen, Müjgan Şah, Melike Aslı Şahinsoy, Ümit Şener, Seda Tansuker, Filiz Tanya, Erkut Tokman, Alper Turgut, Murat Türkücüoğlu, Serkan Türk, Papyon Tayfun Türkkan, Ferhat Uludere, Gül Yaşartürk, Özlem Yıldız, Hande Yöremen, Zeynep Zişan ve Güncem Topçu.<br /></div></span>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-6238468927217698872010-07-15T14:27:00.000-07:002010-07-15T14:38:00.510-07:00KARADENİZ’İN AYDINLIK YÜZLERİ KONUŞUYOR<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZeeO6xvs3xQwA0dcz2bxfOziSWOEVNVdtYz7HFw6IEGiGjFl6LVN6lf4iFHAJOOokjmURqxtkm2GVoLsRv7V2BPhtFPthrfetnJrA9blaNNPGDjurlUePS0zyxO43Lq74761Oz7UKr7tB/s1600/fft5_mf225302.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 265px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5494250312948807602" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZeeO6xvs3xQwA0dcz2bxfOziSWOEVNVdtYz7HFw6IEGiGjFl6LVN6lf4iFHAJOOokjmURqxtkm2GVoLsRv7V2BPhtFPthrfetnJrA9blaNNPGDjurlUePS0zyxO43Lq74761Oz7UKr7tB/s400/fft5_mf225302.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">GÜLŞEN İŞERİ</span></strong> </span></div><span style="font-size:130%;"><br /><div><br /><a href="mailto:gulseniseri@gmail.com"><strong>gulseniseri@gmail.com</strong></a><br /></div><br /><div></div><br /><div>Son yıllarda Güney Doğu’dan Karadeniz’e fındık toplamaya giden mevsimlik işçilere psikolojik baskı uygulanaduruyordu. Buna rağmen, çileli yolculuklarına devam ettiler, bazen kamyon kasalarında, bazen tuttukları araçla… Bazen bu çileli yol onlara mezar oldu. Ama yine de devam ettiler yol almaya. Her yıl fındık mevsimi geldiğinde, bizlerde onlarla yol aldık… Bazı yıllarda Diyarbakır’dan trenle Giresun’a gittiğimizde, Kürt işçilerle birlikte ne kadar mutluyduk. Adapazarı-Düzce’deki fındık bahçelerinde Çerkezlerle bir arada yaşayan, Kürt işçilerle röportaj yaparken… Arifiye Tren İstasyonu’nda denk geldiğimiz mevsimlik işçilerle hasbıhal ederken... Bu sene de Güneydoğu’dan bir trene binip işçilerle Ordu’ya gitmek ne güzel olacaktı. O hasatı güle oynaya kaldırıp, “Lazlar, Kürtlerin deniz görmüşüdür...” deyimiyle kahkaha atacaktık… Atar mıyız yine? </div><br /><div></div><br /><div><br />Haftalardır Güneydoğu’dan Karadeniz’e üç kuruş için mevsimlik işçi olarak fındık toplamaya gidenlere bu yıl yine bir ambargo uygulanıyor; Kürt kimliklerinden dolayı! Ne acı değil mi? Belki de pek çoğunuzun haberi yok, oysa son yıllarda can yakıcı ve ne yazık ki iç acıtan bir mesele olmaya başladı mevsimlik işçilerin durumu.<br />Duyduk, okuduk ki Devlet erkânı bir araya gelmiş Giresun’da, (5 Mayıs 2010) (İstanbul, Dersim, Sivas ve Bingöl’den emniyet, istihbarat ve askerî yetkililerinin yanı sıra, Amasya, Sivas, Giresun, Ordu, Gümüşhane ve Tokat illerinin üst düzey askerî ve sivil yetkilileri) ‘PKK Zirvesi’ yapılmış, hazır bunu konuşurken de, mevsimlik işçilerin durumunu da masaya yatırıp bir dizi karar çıkartılmış! Karadeniz bölgesine girecek Kürt işçilerin sıkı kontrol altına alınması, Karadeniz’e girmeyi başaran işçilerin ise fişleneceği vs vs… </div><br /><div></div><br /><div><br />Bu karar Karadenizlilerin kararı mı? Hayır. Onlar bu yılki fındığı da birlikte paylaşmak istiyorlar. Emeği bölüşmek, kardeşlik tohumlarını pekiştirmek istiyorlar… Peki, ‘açılım’ diyerek bölücük tohumu ekenler, siz gerçekten ne istiyorsunuz?<br />Karadeniz’in aydınları, sanatçıları, yazarları, fındık üreticileri 2007 yılında nasıl ki İsmail Türüt’ün ‘Plan Yapmayın Plan’ şarkısına tepki gösterip Ermeni kardeşlerine sahip çıktılarsa, Hrant Dink’e sahip çıktılarsa, bu kez de yıllardır kardeşçe yaşadıkları Kürt kardeşlerine sahip çıkıyorlar. Çünkü Karadenizliler halkların kardeşliğinden yanalar, Türkler, Kürtler, Ermeniler, Gürcüler, Lazlar, Çerkezler ve Megrellerin binlerce yıldır birlikte yaşadığı bu topraklarda ‘bu bölücük tohumunu’ ektirmemeye kararlılar… </div><br /><div></div><br /><div><br />Tabii tüm gelişmeler olurken Kürtlerin de kırgınlığı vardı… Şeyhmus Diken; (20 Haziran 2010 BirGün) Karadeniz’e Git(me)mek! başlıklı yazısında dile getirmişti bu kırgınlığını: “Fındığınızı siz yiyin, içi de kabuğu da sizin olsun...” dedi… Diken yazısında bir de soru sormuştu: “Acaba bir finduğin içuni, yar senden ayri yemem" diyen Laz uşakları ne diyeceklerdi bu ‘güvenlik gerekçeli’ devlet politikasına?” İşte Diken’in bu sorusuna yanıtlar Karadenizli aydınlardan geldi bile… Önce Karadenizli Dilek Dindar, BirGün’de yazdığı (29 Haziran 2010) ‘Kürtçe Dido Nana söylemek zamanı’ başlıklı yazısıyla biz hepimiz kardeşiz diyordu… </div><br /><div></div><br /><div><br />Sonra tepkiler arttı ve Karadenizli aydın, sanatçı, yazar… Kaygılarını dile getirdiler. Bu süreci hızlandıran Dilek Dindar, Karadenizli, aydın, sanatçı ve yazarlarla ortak bir deklarasyon yayınlayacaklarını dile getirdi. Dindar süreci anlattı; aydın, sanatçı ve yazarlar “bir finduğin içuni yar senden ayri yemem” dedi…<br /><br /></div><br /><div><strong><span style="color:#ff0000;">Mircan Kaya</span></strong> Müzisyen / İnsanız, insanlık öldü mü?<br /><br /><br />Otuz altı yüzyıl kadar önce, Babil’in kurucusu Hammurabi güçlülerin güçsüzlere haksızlık yapmasını önlemek için adaleti ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Musa, Firavun’un karşısına çıkıp insanların kendilerine sahip çıkma hakkını talep etmişti.<br />12 Eylül 1980’de devlet Kürt halkına savaş ilan etmişti, yok sayarak. İleri yıllarda ise, dönemin iktidarı Kürt realitesini tanıdığını ilan ederek Kürt halkına kendi olabilmek hakkını sözde geri verdi. O vakte kadar ise Kürt lafı etmek bile mümkün değildi. Bütün çocukluk ve genç kızlık yıllarım boyunca çevremin bana enjekte ettiği bir düşünce vardı. Türk dışında herhangi bir kimlik (Kürt, Poşa-Ermeni, Laz, Gürcü vs. farketmez) aşağı sınıftan insanları temsil ediyordu. Yaşadığım şehirdeki Kafkas Ermeni çingeneleri olan Poşalar toplumun iyice dışında yaşarlar, gündüzleri ikinci sınıf hizmetlerde çalışırlar (temizlikçilik, kalaycılık, hademe vs.), akşamları ise Kafkas dağlarının tepesine çekilirlerdi. Kürt oldukları halde bunu saklayan çok değerli arkadaşlarım oldu. </div><br /><div><br />İktidar (hangisi olduğu önemli değil) pintice verdiği hakları bir taraftan kendine bağımlı kılarak, bu toplumu teşkil eden halklara verdiğinden fazlasını talep ederek veya fazlasından yoksun bırakarak toplumu kendisi bölmüştür. Türk ulus bilincinin yaratılmasının temelinde aşırı pompalanmış bir milliyetçilik ve bunun kaçınılmaz sonucu olan ayrımcılık yatar.<br /></div><br /><div>Özgür olmak, kendini kendi gibi ifade etmek, kendi olarak var olmak hakları ellerinden alınmış insanlar iktidarın yarattığı dolaylı şiddette karşı kaçınılmaz olarak şu ya da bu biçimde karşı koyarlar. İnsana bağlı olduğu halde insanı unutan hiçbir sistem ayakta duramaz, eninde sonunda başarısızlığa uğrar. </div><br /><div><br />Peki ya Doğu Karadeniz insanına ne oluyor? Bu aşırı milliyetçi ve kör tavır nasıl açıklanabilir? Bölge halkının bilinci tevekkül ve konformizmle körelmiş durumda. Bana dokunmayan bin yaşasın zihniyeti bölge halkını iktidarın kollarında pışpışlatmaktadır. Eğer bu insanlar Laz ise ben değilim. Eğer bu insanlar Gürcü ise ben değilim. Ben insanım. Dedem yanında çalıştırdığı Kürt aileyi toprak sahibi yapmıştı. Ben onlarla büyüdüm. Hepimiz önce insanız. Kadın, erkek, işçi, yabancı, yurttaş, mülteci, Kürt, Türk, Laz, Gürcü, Ermeni vs. vs. gibi kategorilere indirgenmeden önce insanız! İnsanlık öldü mü?<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Yılmaz Okumuş</span></strong> Mizah yazarı / İnsan kardeşini dışlar mı?<br /><br />Valİlİk ve emniyet yetkilileri belli ki Nazilerden kopya çekiyor. Korkum şudur; bu uygulanan ambargoyu yeterli bulmayıp Kürt vatandaşların kapılarına çarpı işareti koymaya kalkabilirler. </div><br /><div><br />Egemenler bazen “Asırlardır bir arada kardeşçe yaşadık” derler Kürtler için.<br />Eğer biz iddia ettiğiniz gibi Kürtlerle kardeşsek, kardeşlerimizin Karadeniz’de çalışmasına neden engel oluyorsunuz? İnsan kardeşini dışlar mı?<br />Bu kararınızla, düşmanlık tohumlarına elverişli bir ortam hazırladığınızın ve o tohumları gübrelediğinizin farkında mısınız?<br /></div><br /><div>Tut ki kışkırtmaya hazır vaziyette hassas! Birkaç Karadenizli vatandaşımız, “Kürtleri </div><br /><div>Karadeniz’de istemezük” dedi... Peki siz devlet olarak niye onları pışpışlıyorsunuz? Mevsimlik Kürt işçilerini çalıştırmak isteyen, aldığınız bu karara karşı çıkan yüzbinlerce Karadenizli var, onların sesini neden duymuyorsunuz? Niye bütün çözümleriniz bu hassas vatandaşların isteği doğrultusunda oluyor? Orada kimse var mı?<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Mehmet Gümüş</span></strong> Müzisyen / Kürtlerle birlikte biz de inciniyoruz<br /><br />Her fındık mevsiminde bu ırkçı ve şoven yaklaşımlara tanık oluyoruz. Bu yaklaşımlar önce halk arasında yaygınlaştırıyor, sonra da resmî ağızlardan dillendiriliyor. Ne yazık ki çoğu zaman bu yaklaşımların merkezinde devlet yöneticileri oluyor. Kürt vatandaşlarımız inciniyor, aşağılanıyor; onlarla birlikte bizlerde inciniyoruz. Hepimizin içi acıyor. Hem hamasi söylemlerle devlet bütünlüğünden vs’den söz edeceksiniz, hem de ayrımcılığın, ötekileştirmenin, dışlamanın zemini hazırlayacaksınız. Böylece “Terörü önleme”nin bir yolu olarak kendi vatandaşınıza Kırmızı Kart göstermeyi düşüneceksiniz; Urfa’dan gelip Ordu’ya , Giresun’a, Trabzon’a giremezsiniz diyerek. Bu ve benzeri yaklaşımların Kürt Sorunu’nun çözümüne hiçbir katkı sunmadığını herkes biliyor aslında. Bırakın katkı sunmayı, sorunu derinleştiren yaklaşımlar bunlar. Bu dezenformasyondan etkilenen ve konunun özünü göremeyen kimi insanlarımızı ayrı tutarak sunu söyleyebilirim ki; bu yaklaşımı savunan ve servis edenler bu ülkenin bu tür sorunlarla birlikte yaşamasını isteyenlerdir bence. Bu sorunun çözümünden rahatsız olanlardır, çıkarları zedelenenlerdir. </div><br /><div><br />Yıllardır Karadeniz’de Kürt vatandaşlarımız fındık topladı. Hangi sorun yaşandı? Hangi olay çıktı? Kime ne zararları oldu? Ben fındık üreticisi Ordulu bir sanatçı olarak yıllardır fındığın Kürt vatandaşlarımızın toplamasından hiçbir sıkıntı duymuyorum.<br />Ülkemizde dostluğun, kardeşliğin , barışın , sevginin ve birlikte yaşama arzusunun yaşam biçimine dönüşmesini isteyen herkes bu anlayışa karşı çıkmalıdır. Bizleri ayrıştıran anlayışları değil, birleştiren anlayışları savunmalıyız.<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Niyazi Koyuncu</span></strong> Müzisyen / Emeği de fındığı da paylaşacağız<br /><br />Böyle bir idea olması bile tamamen utanç verici bir durum. Güney doğudan iş ve ekmek için gelen Kürt kardeşlerimize konulmaya çalışılan ambargoyu kınıyorum. Bu tamamen insanlık dışı ırkçı şovenist bir yaklaşımdır…<br />Bu kararı alan ya da almaya çalışan yöneticilerdir. Karadeniz’de yaratmaya çalıştıkları halkları birbirine düşman etmektir...<br />Ama Karadeniz halkı kesinlikle oyuna gelmeyecektir. Ekmeğini de fındığını da paylaşacaktır. Son olarak işin, ekmeğin rengi, dini, dili yoktur. Karadeniz’deki yöneticilerin anlaması dileğiyle.<br /></div><br /><div><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Özcan Alper</span></strong> Yönetmen / Açık şekilde suç işleniyor<br /></div><br /><div></div><br /><div>AçIkçasI uygulama ve öncesinde yapılan toplantıyı duyduğumda inanamadım. Diyarbakır’daydım ve Şehmus Diken’in BirGün gazetesindeki yazısından öğrendim. Bu kararı devlet erkinden birileri almış olsa da açıkçası bu çifte standarttan dolayı öncelikle bir Karadenizli olarak kendimi de suçlu hissettim. Ve sonrasında süreci yakından takip etmeye çalıştım. Kararın kendisi hiç şüphesiz Nazi Almanyası döneminin kararlarını aratmayan bir uygulama. Birincisi bu kararı alanlar bence açık şekilde suç işlemişlerdir. Kim neye dayanarak insanların çalışma için ülke içinde bir yerden başka bir yere gitme hakkını alabilir. Sürekli bölücülük paranoyası yaratanlar kendileri açık şekilde ayrımcılık ve bölücülük yapıyorlar. Soruna yaklaşımın kendisi, tabii devletin ve hükümetin Kürt meselesine genel yaklaşımın dışında değil. Halen daha soruna güvenlik meselesi içerisinde yaklaşıyorlar. Yıllardır uyguladıkları askerî çözümün bu sorunu çözmediğini görmek istemiyorlar. Hatta bırakın devlet ve hükümeti, solun değil sadece sosyalistlerin bile alkış tuttuğu Kılıçdaroğlu bile sorunun bu tarafları ile uğraşmaktansa gidip mevzide poz verecek kadar olayı basitleştirebiliyor... Oysa şimdi öncelikli olarak biz Karadenizliler ve ülkedeki tüm kamuoyu bu insanların neden üç kuruş için zaten insanlık dışı bu koşullarda çalışmaya geldiğini (yani doksanlı yıllar boyunca bu insanların köylerinin nasıl yakıldığını ve zorunlu göçe tabi tutulmalarını) ve neden devletin bunu bile onlara çok gördüğünü daha çok anlatmamız gerek. Bu arada bu insanlar daha önceki yıllarda da burada şehir dışında tutulup, günlerce GBT taramasından geçirilip hatta şehir içine sokulmuyorlardı. Özellikle bu bölgedeki demokrat insanların bu dönemde çalışma için gelen insanlarla dayanışma ve daha çok temas kurmaları gerekiyor oysa.<br />Ve biz şimdi sahip çıkmasak yarın sanırım Rize belediye başkanı olduğu söylenen o zattan daha pervasız, ırkçı zihniyette kişilerin insanlığa sığmayacak açıklamalarına maruz kalacağız hep beraber. Bu yüzden yıllardır Karadeniz üzerine özellikle dayatılan bu politikalara karşı, Karadeniz halkları, ekmeğini ve kardeşliğini yeryüzünün tüm halkları paylaşmaya hazırdır demek gerek.<br /><br /><br />“Karadeniz’in aydınları onuruna sahip çıkıyor”<br /></div><br /><div><strong><span style="color:#ff0000;">DİLEK DİNDAR</span></strong><br /><br />Karadenİz kimliği benim için önemlidir. Çünkü tıpkı VİYA gibi özgürlük sembolüdür. Kazım gibi, Fikri Amca gibi devrimcidir. Kardeşlik gereksiz bir sözcüktür bizim oralarda, çünkü zaten kardeşçe yaşarız. O yüzden son yıllarda yaşananları anlamak zor geliyor bana. Başka şeyler oluyor artık topraklarımda. Kanser, göç, HES’ler, fındık taban fiyatları... </div><br /><div><br />Çernobil meyvelerini ölümlerle vermeye başladı; sahil yolu bağrımıza bıçak gibi saplandı; HES’ler Demokles’in kılıcı gibi tepemizde. Derken bir de ırkçılık tohumları ekilmeye çalışılıyor. Birileri Kürtleri kimliklerinden dolayı sokmayalım buraya diyor, kimileri işten atıyor, belediye başkanıyım diyen bir zat “ikinci eşi Kürtlerden alalım” diyecek kadar pervasızlaşıyor, Diyarbakır’dan Baro Başkanı Rize Belediye başkanı ile düzeysizlik konusunda yarışa giriyor. Aklın almadığı bir nokta... </div><br /><div><br />Neresinden bakarsanız bana, bize yabancılaşıyor artık. O nedenle geçtiğimiz günlerde, her daim barışa ve kardeşliğe dair yazdıklarıyla umudumu diri tutanlardan sevgili Şeyhmus Diken’in kırgınlığı, beni de ve sanırım pek çoğumuzu da derinden yaraladı. BirGün’de buna dair yazdığım bir yazı yayınlanınca konuya dair tepkiler gelmeye başladı. Karadenizli hemşerilerimin yanı sıra pek çok sanatçı, yazar, aydın konuyu tartışmaya başladı. Şu sıralar Karadeniz’in gerçekten aydınlık yüzleri kendi onurlarına sahip çıkma hazırlığı içerisinde. Önümüzdeki günlerde ortak imzalı bir deklarasyonla bir Karadeniz ziyareti hedefleniyor. Özetle, şimdi hep birlikte Kürtçe ‘Dido’ söylemeye hazırlanıyoruz.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Onur Gülbudak</span></strong> Psikolog - Fındık üreticisi / Bu iç içelik, fındık hasatının bir ritüeli<br /><br />Bİlmeyen için, bilmeden konuşan için söyleyeyim, fındık köylüsü yoksuldur. Dahası, ülkenin en yoksul köylülüğü bu bölgededir. Şimdi… Yoksulların yaşadığı ve fiyat politikaları ile alabildiğine mağdur edilmiş bir tarım bölgesine, yoksullar yoksulu ve mağdurlar mağduru başka bir grup olan Kürt tarım işçileri geliyor. Böylesi girift yoksulluk varyasyonlarının doğal bir sonucu olarak kâh itişerek, kâh sevişerek bir şekilde bir arada yaşıyoruz kaç yıldır… Her şey bir yana, bu iç içelik, fındık hasatının bir ritüeli, hatta, bazı bölgeler için –işgücünün göç etmiş olması nedeniyle– zorunlu koşulu haline dahi gelmiş durumda. Sonra birileri çıkıyor, bu gruplardan birinin üzerinde netame rüzgarları estirerek bu, “bir arada emek üretme” eylemini kriminalize ediyor. Bu netame rüzgârı biz fındık üreticilerinin kanaati ve gündemi değildir. Bu, Kürt sorununda, Ermeni, Rum sorununda korku yaymaktan başka mahareti olmayanların gündemidir. Fakat, bölgede yaşanan yoksulluğun, bu yoksul iki grup arasında çarpık, problemli bir sosyal pratiğe neden olduğunun da altını çizmek gerek. Fındık köylüleri, “konar göçer” olarak gördükleri Kürt tarım işçileri karşısında kendilerini yerleşik, muasır, görgülü ve trajikomik olarak “zengin” hissediyor. Bu, 5 kuruşu olanın, daha doğrusu “5 kuruşu dahi olmayanlar” kategorisinin dışında kalanların, 3 kuruşu olanlara göre kendilerini iyi ve zaman zaman üstün hissetmeleri gibi bir şey… </div><br /><div><br />Bu his, yoksul olanın, diğer yoksulun insan emeği üzerine mülkiyet geliştirme hevesi gibi trajik bir sosyal sıkıntıyı beraberinde getiriyor. Bunun en somut göstergesi Karadenizli köylülerin “dışarıdan gelmiş” olan Kürt tarım işçilerini, yerli tarım işçilerine göre daha az ücretle, daha ağır şartlarda çalıştırma eğilimi olarak ortaya çıkıyor. Yoksulluğun bulandırdığı bu çarpık algıdan kurtulmak gerek. Ben bize ait gündemin bu olduğuna inanıyorum. Yoksa, fındık köylülerinin Kürt kardeşleri ile aralarında Kürtlükleri nedeniyle objektif olarak bir sorun yok, hiç de olmadı. Burada mesele, yoksul olanın, daha yoksul olanı (dışarıdan geleni) kendi mağduriyetine ortak ederek derdini hafifletme yönelimidir. Bunu aşmak için Kürt tarım işçilerinin çalışma şartları ve ücret belirleme konularında söz söyleme ve tayin hakkını tesis edecek bir zemin yaratılmalıdır. Mevsimlik işçilerin öz örgütlenmeye yönelmeleri uzak bir hedef gibi dursa da, bu çözüm üzerine esaslıca durmak gerekiyor. Kürt işçilerin bölgemize, dayıbaşı, çavuş vs. denilen soyguncu aracılarla, ağaların, beylerin aracılığıyla, nerede nasıl çalışacağını dahi bilmeksizin gelmeleri yerine bir öz örgütün gücü ile gelmeleri, orada burada alınan güvenlik bahaneli zirveleri de zorlaştıracaktır. Öz örgütlenmeye giden yolda bir ilk adım olarak, tarım işçilerinin çalışma şartlarını belli standartlara koşullamak, bu standartları belirlerken Kürt işçilerin söz söyleme hakkını tesis etmek onların ekmeklerini risk altında bırakan zirveleri boşa çıkarmak adına da önemli bir adım olacaktır.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Tülin Özen</span></strong> Oyuncu / Yalnızlaştırılıyoruz<br /><br />Son zamanlarda giderek artan ayrımcılığı, kini, birbirine tahammül edememe, birbirini dinlememe halini büyük bir mutsuzlukla ben de herkes gibi takip ediyor ve üzülüyorum...<br />Ama bir taraftan biliyorum ki; biz ortak sorunları, ortak mutlulukları,ortak esprileri,şarkıları, masalları, yemekleri olan, birçok kültürün birleştiği bir toprakta yasıyoruz ve bu ‘ortaklık’ bizi, aslında birbirimize kulaklarımızı, yüreklerimizi açtığımız anda, anlamaya başlayacağımız bir noktaya getiriyor.<br />Karadeniz’den, yani bu değişik kültürlerin, evden eve, mahalleden mahalleye değişebildiği bir coğrafyadan böyle bir haber almak, cennet gibi bir güzellikte yaşayan insanların böyle sert, ayrımcı bir tepki verebileceğini görmek, yaşadığımız topraklarda güdülen siyasetin, tarım sektöründe giderek artan sorunların, ekonomik durumun zorlaşmasının insanların kulaklarını, yüreklerini birbirine nasıl kapattığına şahit olmak ne yazık ki ne hale geldiğimizi, getirilmek istediğimizi acı bir şekilde gösteriyor.<br />Ortak problemlerimize karşı beraber hareket etmek yerine, sorunun kaynağını ırka, dine, dile dayandırmaya çalışmak bizi ne yazık ki çözümlerimizden, insani sorumluluklarımızdan her geçen gün daha da uzaklaştırıyor, acımasızlaştırıyor ve yalnızlaştırıyor. Karadeniz’e ait fotoğraflarda ‘yeşilin her tonunun’ görülmesi bize nasıl bir mutluluk ve gurur veriyorsa, birbirimize baktığımızda da aynı çeşitliliği görmenin mutluluğunu yaşamalı ve belki de hayatta bulup bulabileceğimiz bu en büyük zenginliğin tadını çıkarmalıyız.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Alper Turgut</span></strong> Gazeteci-yazar / Fındık kadar bir mesele değil<br /><br /><br />IrkçIlIk, kuşkusuz insanlığın ortak düşmanıdır. Halkların kardeşliği şiarından bir adım öte durmak dahi, sakıncalı sonuçlar doğurabilir ve aşırı milliyetçilik, emperyalizmin koşulsuz dayanağıdır. Halkları birbirine düşman et, çekil ve seyret. Neyse konuyu fazla dağıtmaya gerek yok ancak özellikle Karadeniz’de ziyadesiyle milliyetçi bir tırmanış var. Üstelik yeni de değil. Sanırım 1996’da Ordu’da başlayan, Trabzon, Samsun derken bugün Giresun’a uzanan bir hat izleyen bu sorun, Doğu’da, Güneydoğu’da çatışmaların yeniden alevlendiği bir süreçte, elbette yakıcılığını koruyor, koruyacak. Mevsimlik fındık işçileri, yıllardan beri üç otuz paraya çalışan Kürt emekçilerinden oluşur. Yurttaşlık derken, kimlikteki doğum yeri hanen nedeniyle ambargo yemek, hiçbir durumda Türkiye halklarının çıkarına değildir.<br />Şimdi ortak hareket etmenin tam zamanı, şayet karşı çıkmazsak, kıvılcım bir anda büyür ve bir bakarız ki; ülke yangın yerine dönüvermiş. Evet, Ahmed Arif’in dediği gibi, “Kız alıp, kız vermişiz, tavuklarımız birbirine karışmış”, halkların kardeşliği adına, fındık kadar bir mesele değil bu, dağlar kadar büyük ve acil çözüm gerek.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">KARMATE</span></strong> Müzik grubu / Bu ambargo çözümsüzlük düğümü<br /><br />Çözüm bekleyen birçok sorunun, kanayan yaranın üzerine; her geçen gün yeni hatalar, yeni sorunlar ilmik ilmik işleniyor. Her yaz çoluğuyla çocuğuyla bir parça ekmek umuduyla yollara düşen işçilerin çektikleri zorlukların üzerine bir de kimlik sorununun eklenmesi, devletin Karadeniz’e kapılarını kapatması kabul edilebilir bir durum değil. İddialara göre; Kürt işçi yerine Gürcistan’dan fındık işçisi getirilmesi konuşulmuş. Türkiye’de işsizlik sorunu varken öncelik Doğu ve Güneydoğu’daki işçilere verilmelidir. Söylenenlere göre yapılacak denetimlere rağmen Karadeniz’e girmeyi başaran işçilerin ise fişleneceği iddiaları çok çirkin,aşağılayıcı bir durum.<br />Kürt açılımının içinin boş oluşu ve toplumda doğurduğu kaos üzerine işçilere uygulanan bu ambargo çözümsüzlükler üzerine bir düğüm daha atmaktadır. Aşsız, işsiz kalan insanların devlete öfkesini kabartmaktadır. Kürtlere uygulanan şimdi de iş sahasındaki engeller “biz” olabilme yolundaki çabaları hiçe saymaktadır. Bizler üstlendiğimiz misyon itibariyle Karadeniz’de konuşulmakta olan çeşitli dillerdeki ezgilere albümümüzde yer vererek coğrafyamızın kültürlerini bir arada tutmak ve bütünlüğü korumak için çabalıyoruz. Uygulanan stratejilere, dayatmalara inat müziğin evrenselliğine olan inancımızla tüm halkları kucaklamayı hedeflerken yani çözümsüzlüklere müzik aracılığıyla cevap vermeye çabalarken, farklı mecralarda da olsa bu şekilde yıkıcı gücün uygulanması ikilemleri çoğaltmakta ve taraflar yaratmaktadır. Ayrıca rahat koltuklarında oturan dar görüşlü insanların etnik kimliklerinden dolayı işçilere ambargo koymaları toplumdaki ayrımcılığı ve öfkeyi de tırmandırmaktadır...(Biz Karadeniz’de Gürcü, Laz, Hemşin, Rum… Yıllarca bir arada yaşadık... </div><br /><div><br />Hiçbir zaman aramızda kimlik çatışması olmadı. Hep dışarıdan bazı etkenler bizleri birbirimize düşürmeye çalıştı ama olmadı da, bakın hâlâ bir aradayız ve hâlâ gelin ve damatlarız birbirlerimize. Bu renkli coğrafya içerisinde bu kadar çeşit kültürü bağrında barındıran Karadeniz’in üzerinden artık kalksın, gitsin kara bulutlar... İçimizdeki her kültür bu bütünün bir parçası, her gelen misafir de başımızın tacıdır...)<br /></div><br /><div><strong><span style="color:#ff0000;">Yaşar Kurt</span></strong> Müzisyen / Sinsi bir tuzak bu<br /><br />Ne oluyor Karadeniz’de... Ne olmuyor ki... Güzelim akarsuların önü kesiliyor, zaten az olan toprak artan nüfusu beslemiyor. Sahil boyuna çirkin ve kötü yapılar birbiri ardına inşa ediliyor. Yoğun bir genç nüfus eğitim olanaklarından yoksun ve işsiz kahveleri dolduruyor. Çayın ve fındığın getirisi sorunları çözmüyor. Her gün daha da yoksullaşan kitlelerin bu öfkesi birileri tarafından ötekileştirilmiş insanlara yöneltiliyor. Her gün medyamızda Kürt sorunu üzerine yorum üreten kanaat önderleri yeni hainler ve düşmanlar yaratma da şiddetin ekmeğine yağ sürüyor. Bu gün Kürt işçilere yönelen şiddet yarın kimbilir daha kimlere yönlenecek. Karadeniz’de şiddet yeni bir şey de değildir; üstelik biraz tarihi karıştıranlar daha önce başkalarına da aynı sinsi tuzakların kurulduğunu açıkça görür.<br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">Rüştü Baş</span></strong> Gazeteci-Yazar / Fındık dalda kalsın mı?<br /><br />Öncekİ yıllarda Karadeniz’e ülkenin her tarafından toplama işçisi geliyordu. Bu defa ‘zapt-u rapt’ altına alınıyor? Kim ki dayıbaşı, yasal kurumlara uğrayacak, kimlik bildirimlerini sunacak ondan sonra bahçeye girecek...<br />Aslında önceki yıllarda da yapılan bu idi. PKK “terörü” tırmanışa geçince idari makamlarda işi biraz daha sıkı tutma gayreti görülüyor. (Örneğin sokaktaki adam: “800 milyon toplama parasını alıp götürdüler, teröre yatırdılar” söylemine öylesine inandırılmış ki, aksini söylemeye kalksanız ve deseniz ki: “fındığın satışından Ordu’nun tamamına bu kadar para girmedi” ne yazar!) Atış serbest, bu ve benzeri söylemlerle birliktelik yerine, ayrıştırma gayreti güdenlere medyanın da iltifat etmemesi, en azından doğru rakamları bulup, yazması gerekmez mi? Yangına körükle gitmek ne kazandırıyor? Anlamakta zorlanıyorum! Fındık toplama zamanı gelince, çalıştıracak işçi bulamayacaklarını, bulanların da 50-60 lira günlük vereceğini hesap etmiyor? </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong>Halkın Gazetesi BİRGÜN</strong><br /></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-89481832326005762042010-06-30T05:04:00.000-07:002010-06-30T05:49:17.940-07:00Bir konserin çok ötesinde..<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMAaZwedtpEvMjKA4UVZIfqTLiF9nV-DW8hZOFuDtQ1g8BTVQVkZajCApmwRiItw0qbqtcfQfWKbzs5dXpDGd30PU7W0EM7obx0rmLF-bDN9iPeyMyzMwsae6tGjjar8Et-2s8HrxJlNO2/s1600/10847406.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 231px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5488547622765206322" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMAaZwedtpEvMjKA4UVZIfqTLiF9nV-DW8hZOFuDtQ1g8BTVQVkZajCApmwRiItw0qbqtcfQfWKbzs5dXpDGd30PU7W0EM7obx0rmLF-bDN9iPeyMyzMwsae6tGjjar8Et-2s8HrxJlNO2/s400/10847406.jpg" /></a>
<br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div>
<br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div>
<br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div>
<br /><div><span style="font-size:130%;">Grup Yorum ile birlikte 55 bin “Adalı” isyanın, umudun ve sevginin türkülerini söyledi. </span></div><span style="font-size:130%;">
<br /><div>
<br />25 yıl çekilmezdi Grup Yorum olmasa
<br /></div>
<br /><div><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong> </div><div><strong><span style="color:#ff0000;">HATİCE TUNCER
<br /></div></span></strong>
<br /><div>“Adalılar türkü söyler susar bütün namlular” diye bir ağıt söylenir 1971’den bu yana dilden dile. “3-5 kişi ile koskoca karanlıklar imparatorluğuna kafa tutan” Adalılar’a yakılmış bir türküdür. “Karanlık denizinin ortasında, güneşi batmayan bir ada”nın sakinlerini anlatır Maltepe Cezaevi’ndeki hücresinde yazdığı şiirinde Mahir Çayan... Dünyanın dört bir yanında zulme, kahpeliğe, sömürüye karşı “özgürlüğün türküsünü söyleyen”dir Adalılar... “55 bin Adalı” önceki akşam İnönü Stadı’nda Grup Yorum ile birlikte isyanın, özlemin, umudun ve sevginin türkülerini söyledi. 25 yılın baskısına, gözaltına, cezaevine genç müzisyenlerin, dinleyicilerinin yürekleriyle bugünlere taşıdığı marşlardan şarkılardan bir ışık yaydılar Taksim Meydanı’na İstanbul Boğazı’na. </div>
<br /><div>
<br />12 Eylül’ün üzerinden henüz 5 yıl geçmişti. Üniversiteli 4 müzisyen genç isyanlarının, sevdalarının şarkılarını yazdılar. 1985’ten bu yana 25 yıl durmadan “türküler susmaz halaylar sürer” dediler ve 25 yıl hiç durmadan gecekondu direnişlerin işçi memur grevlerine, mitinglere, öğrencilerin gösterilerine, tutuklu yakınlarının eylemlerine ezgilerini kattılar. </div>
<br /><div>
<br />Türkiye’nin birçok kentinden, İstanbul’un her yerinden her yaştan, her meslekten 25. yıl buluşmasına gelenler konser saatinden çok önce İnönü Stadı’nın çevresini doldurdular. Devrimci gençler, yaşamlarının bir döneminde Mozambik’teki, Angola’daki devrimci mücadeleye selam gönderenler, işkence tezgahlarından geçip hala ayakta durmaya çalışanlar, devrimci günlerini nostalji ile ananlar, hala direnenler, işçiler, memurlar, işsizler, yoksullar, cezaevlerinden yeni çıkanlar, ölüm oruçlarının izlerini taşıyanlar, devrimci ortamda bulunmak isteyenler, başörtülüler, askılı giysili kadınlar, uzun saçlı genç erkekler, çocuklu kadınlar, aynı heyecanı yaşamanın dostluğuyla birbirlerine gülümseyerek, selamlaşarak beklediler. “Bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan çok güçlüdürler” pankartıyla karşılandılar statta.
<br /></div></span>
<br /><span style="font-size:130%;">
<br />
<br /><strong><span style="color:#ff0000;">Sevda kuşananlar</span></strong>
<br />
<br /><p> </p><p>Grup Yorum’un gencecik müzisyenleri de heyecanlıydılar, kolay değildi yalnızca Türkiye’nin değil, dünya starlarının dahi hayallerini süsleyen stat konserinde binlerce kişinin karşısına çıkmak. Ama disiplinli, özverili ve arkalarında büyük bir ailenin imecesiyle alınlarının akıyla çıktılar büyük buluşma gecesinden.
<br />Grup Yorum, Şef Orhan Şallıel yönetimindeki 60 kişilik İstanbul Syhmphonic Project Senfoni Orkestrası, Grup Yorum Korosu, Ladies Centlmen Korosu eşliğinde saat 21.00’e doğru “Göç Destanı”yla sahnedeki yerini alırken, stat maytaflarla, çakmaklarla aydınlandı, alkışlarla, sloganlarla inledi. Yorum efsanelerinden biri Uğurlama’yda ilk şarkı: “Ey sevda kuşanıp yollara düşen/Bilesin bu yollar dağlar dolanır..Yare ulaşmadan düşersen eğer/Yarına sesinin yankısı kalır.”</p>
<br />
<br /><strong><span style="color:#ff0000;">Yorumcular dinleyicilerini selamlarken</span></strong>
<br />
<br /></span><span style="font-size:130%;">
<br />
<br />“Halkın haklı kavgasını, umudunu yüreklerde taşıyanlar, toprağa ter akından emekçiler, işsiz bırakılanlar için söylüyoruz” diye konuşurlarken statta “Maden işçileri onurumuzdur” sloganları yayıldı, TEKEL direnişini anlatıldı. 12 Eylül’ün karanlık örtüsünü kaldıranlara selam gönderilirken Yasemin Göksu, geceye Yorum’un “Yiğitler Bitmez Bizde” şarkısıyla konuk oldu. Sahnenin iki yanıdaki büyük ekranlara büyük ozan Ruhi Su’nun görüntüleri yansıtılırken Yorum “Şişli Meydanı’nda Üç Kız” ağıtını “Ruhi Su Dostlar Korosu” ile birlikte seslendirdi. Yılların usta oyuncusu Tuncel Kurtiz, halen cezaevinde ağır hastalığıyla mücadele eden Ümit İlter’in “Bağdatlıyız, Bağdat’tayız” şiirini okurken Suavi “Defol Amerika” şarkısını seslendirdi. 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’in için yazılan “Büyü” şarkısını söyleyen Nejat Yavaşoğulları “25 yıl çekilmezdi Grup Yorum olmasa..” sözleriyle Yorum’un mücadelesinin anlamını özetleyiverdi.
<br />
<br />
<br />
<br /><strong><span style="color:#ff0000;">Sanatçı korosu</span></strong>
<br />
<br /><p> </p><p>Çocuklarını ölüm orucu direnişlerinde kaybeden, cezaevleri kapısında insanca yaşam koşulları için mücadele veren Tutuklu ve Hükümlü Yardımlaşma Derneği’nden (TAYAD) başları beyaz tülbentli kırmızı bantlı anneler, Yorum’un en saygın konukları arasındaydı. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım ile çok sayıda sanatçı, yönetmen, gazeteci, yazar, sendikacı Yorum’un 25. yıl şölenine ortak oldu. Beşiktaş Çarşı grubu da tribünleri dolduran en hareketli gruplardan biriydi. </p>
<br />Yorum’un “Başeğmeden” albümüne sesleriyle katılan onlarca sanatçı, 25 yıllık mücadeleye desteklerini konsere gelerek gösterdiler ve Suavi, Nejat Yavaşoğulları, Haluk Levent, Birol Topaloğlu, Erdal Bayrakoğlu, İbrahim Karaca, Murat Kekilli, Grup Marsis, Uğur Karataş ve onlarca sanatçı “Defol Amerika” korosunu yeniden oluşturdu. Sanatçı korosu, “Bella Çav” marşını okurken sahayı hınca hınç dolduran binlerce kişi, deniz gibi dalgalandı.
<br />
<br />
<br />
<br /><strong><span style="color:#ff0000;">Devrimci ozanlar</span></strong>
<br />
<br />
<br />
<br />Aşık Mahzuni’yi ekranlarda izlenirken “Çeşmi Siyahım” şarkısını söyleyen Yorum, konserini Cem Karaca, Moğollar, Selda, Tülay German, Ahmet Kaya gibi isyanı, sözü olan sanatçıların görüntüleri eşliğinde sürdürürken “Dadallar, Pir Sultanlar ve devrimci ozanlara” saygıların dile getirdiler. 1968’lerde kabaran isyan dalgasının liderleri Deniz Gezmişler, Mahir Çayan’lar, İbrahim Kaypakkayalar’ın görüntüleri akarken “Mahir Hüseyin Ulaş kurtuluşa kadar savaş” sloganları yükseldi.
<br />“Munzur” türküsünün ardından And Dağları’na uzanıp “Yeni Şarkı” akımının yaratıcıları Victor Jara’yı, Carlos Pueblo’yu selamlarken Venezuela’nın tanınmış sanatçılarından Ali Primera bir şarkısıyla Latin Amerika rüzgarı getirdi. Venezuela Komünist Partisi Genel Sekreteri’nin görüntülü mesajındaki “Chavez’den selamlar” sözlerine binlerce kişi “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarıyla karşılık verdi.
<br />
<br />
<br />
<br /><strong><span style="color:#ff0000;">Bir yanımız tutsaklık
<br /></span></strong>
<br />
<br />
<br />Halen Trabzon Cezaevi’nde bulunan Muharrem Cengiz’in konsere gönderdiği sesli mesajda “25 yıllık bir düş...Bir yanımız hep tutsaklık” diyordu. Yurtdışında yaşamak zorundaki İhsan Cibelik geceye “Ulaş Bardakçı’ya ağıt” ile katıldı.
<br />Konserin ikinci yarısında “Dağlara Gel Dağlara”, “Gel ki Şafaklar Tutuşsun”, “Keça Kurdan” şarkılarıyla sahada halay halkaları kurulurken tribünlerdekiler de yerleri dar olsa da halaydan geri kalmadılar. Filistin halkının mücadesine Arapça bir şarkıyla selam gönderilirken dünya halklarının önderi Che Guevara, “Comandante Che” şarkısıyla anıldı. DİSK’e bağlı Genel İş Sendikası Başkanı Erol Ekici’nin konuşmasının ardından 1 Mayıs marşıyla bütün stat bir anda ayağa kalktı.
<br />Ve sonlara doğru yaklaşırken 55 bin kişilik koro “Cemo”yu bir ağızdan söyleyerek İnönü Stadı’ndaki tarihi bir konsere ortak olurken “Haklıyız Kazanacağız” gecenin son sözü oldu.
<br />
<br />
<br />
<br />Bir düştü önceki gün Grup Yorum’un ve 55 bin kişinin İnönü Stadı’nda yaşadığı ve yaşattığı. Bir konserin çok ötesinde...Hayal kurabilenlerin, hayallerinin peşinde koşabilenlerin, görmek isteyenlerin görebileceği bir düştü...Yalnızca düşlerini buluşturabilenlerin, düşlere ortak olmak isteyenlerin gecesiydi.
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br /><strong>Cumhuriyet Gazetesi</strong></span>
<br /></span>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-78547400009785922732010-06-07T12:24:00.000-07:002010-06-07T12:28:30.678-07:00Erdoğan Tokatlı'yı yitirdik...<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBMKvGus13DaVBV6cwD6oW2G9u-3mxdcxvcDlrTT70d2CCy1nPmkMO0pioNhLje3c-_xS30-qozYduA-9l31KJ_8pLXNDL1lpM7hSs3wR_5hw9jnfzpIGhVkPtehn0xO1yFxj6aIeXh3nP/s1600/erdogantokatl_02.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 240px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5480115634493294466" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBMKvGus13DaVBV6cwD6oW2G9u-3mxdcxvcDlrTT70d2CCy1nPmkMO0pioNhLje3c-_xS30-qozYduA-9l31KJ_8pLXNDL1lpM7hSs3wR_5hw9jnfzpIGhVkPtehn0xO1yFxj6aIeXh3nP/s400/erdogantokatl_02.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">Türk Sineması’nın kan kaybı sürüyor, Yeşilçam’ın kaleleri teker teker düşüyor. Son kaybımız ise yönetmen, senaryo yazarı ve çevirmen <strong><span style="color:#ff0000;">Erdoğan Tokatlı</span></strong>. Galatasaray Lisesi’nde açılan sinematek ile birlikte sinema sevdasına yakalanan ve hatta bir dönem film eleştirmenliği de yapan Tokatlı, tam yarım asır önce Memduh Ün’ün asistanı olarak ilk kez bir film setine ayakbastı. Elbette, sinema yapmak, sette soluklanmaktan geçer. O, Ertem Eğilmez ve Halit Refiğ ile de çalışarak kamera arkası için deneyim kazandı.</span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">“Son Kuşlar” ile yönetmenlik koltuğuna oturan ve alkışa layık bir iş kotaran Tokatlı, ardından uzun bir süre piyasa filmleri ve fotoromanlar çekti, çevirmenlik yaptı. Erdoğan Tokatlı, “72. Koğuş”, “Seyyid”, “Suçumuz İnsan Olmak”, “Fidan”, “Eşrefpaşalı” ve “El Kapıları” gibi ses getiren yapımlara imza atmasını da bildi. Beyazperdeyi hiç bırakmasa da 20 yıl önce TV’ye geçti ve pek çok dizi projesini hayata geçirdi. Eski Film Yönetmenleri Derneği Başkanı Erdoğan Tokatlı’nın belki de sinemamıza en büyük katkısı, filmlerimizi yurtdışına tanıtmak amacıyla bazı meslektaşlarıyla işbirliğine girmesidir. 1980'li yıllarda Beyoğlu'nda arkadaşlarıyla ofis kuran Tokatlı, başta “Sürü” olmak üzere filmlerimizi Avrupa’yla tanışmasına aracılık etti. Yeni kuşak, Erdoğan Tokatlı’yı pek tanımaz, o, sinemamızın isimsiz kahramanlarından biriydi.<br /><br /><strong>Alper Turgut</strong></span><strong> </strong></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-16681250878420462902010-03-25T13:04:00.000-07:002010-03-25T13:10:57.773-07:00Evlenmek, boşanmak ve günah keçisi Facebook<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjv7TE8vGtVmml8xkAsVMIY192TtmmOPllW6J_E8uUIJKub-8d7-SDBAXQ0j8nzIoX4A1bHYmqGPxDXxc7T5r_Jn5zMfocMgKIHSnEWuqMFhAsOqU13ROBenZT_w0892NqbzvGGYGNXxWlQ/s1600/090826-bosanmak02_hlarge.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 240px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5452666473067974578" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjv7TE8vGtVmml8xkAsVMIY192TtmmOPllW6J_E8uUIJKub-8d7-SDBAXQ0j8nzIoX4A1bHYmqGPxDXxc7T5r_Jn5zMfocMgKIHSnEWuqMFhAsOqU13ROBenZT_w0892NqbzvGGYGNXxWlQ/s400/090826-bosanmak02_hlarge.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">ABD’de Facebook’un boşanma nedenleri arasında sayılması ve bunun giderek artan bir ivme izlemesiyle ilgili soru soran kadın dergisi “<strong><span style="color:#ff0000;">Seninle</span></strong>”ye verdiğim yanıt;<br /></div></span><span style="font-size:130%;"><br /><div><br /><em>“Facebook, evlilik kurumunu derinden sarsan sanal bir çılgınlıktır. Böyle saçma sapan bir önerme olabilir mi? Kesinlikle hayır. Boşanmak mevzubahisse tükenen aslen ilişkidir, böylesi bir durumda Facebook da olsa olsa günah keçisi olur. Ya da koskocaman soyut bir bahane... Sebep bambaşkadır, adını koymak gerek. Misal kıskançlık... Peki, anlayışsızlık nasıl? İsterseniz, kuruntu, sabit fikirlilik ve dahası da var. Evlilik kurumu, insanların özgürlüklerini kısıtlayan, kompleksleri açığa çıkaran, çiftlerin birbirini gönüllü-gönülsüz zapturapt altına aldığı bir işlevselsizlik ile resmedilecekse şayet, muhakkak bir tükeniş ve çırpınış sürecine girilmiştir. “Biz”i ister istemez unutan ve zamanla “sen” ve “ben” şeklindeki adı konulmamış bir rekabete dönüşüveren birliktelikten artık ne hayır gelir? Gelmez, gelemez...<br /><br />“Makyaj malzemelerin benden daha önemli mi?”, “Tuttuğun takım mı değerli yoksa ben mi?” gibi sorular ile senin ailen, benim ailem minvalindeki sayıklamalar ve bilcümle gereksiz ayrıntı varken Facebook’un suçu olsa kaç yazar. Üstelik Facebook’ta her şey sere serpe... Asla bir koruma kalkanı yok... Herkes birbirini tanıyor, ilişki durumunu biliyor, fotoğraflarını görüyor ve paylaştığı videolardan karakter tahlili yapabiliyor. Yaşı, işi, hobileri, dini, siyasi görüşü... Her şey ayan beyan... Merak kediyi öldürür de, insanın yakasını rahat bırakır mı? İlkokul arkadaşını buluyor biri, diğeri eski sevgilisini... Eskiden neydi, bugün ne hale geldi? Statü, medeni hal, ulaştıkları mertebe... Asıl kıskançlık, çiftler arasında yaşanan değil, bireyin içinde saklanan oluyor. Ve ister evli, ister bekâr, bir noktadan sonra hepimiz iliğimize dek yalnızız. O yüzden hatırlanmayı diliyoruz, en büyük korkumuz ise fark edilememek. Kurt olmak cesaret ve maharet ister, bizimse tek derdimiz ve telaşımız sürüden kopmamak, gerisi laf-ı güzaf...” <strong><span style="color:#ff0000;">Alper Turgut</span></strong></em></div><br /><div></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-41531724036749556282010-03-08T10:37:00.000-08:002010-03-08T10:45:11.069-08:00Her depremin ardından aklıma takılan adam<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYw2Xth_YFFG7oBB1OnQTp27121YMgFzm8rkALQycuNgzisAmkGajDO3PqgOjQ6umwV95fquYsQUayYBHcjdpLlFX4arMTZ6iq5CheH24Lc8PYQLoWmm05UUt2uczGFcsVZomm2N3xhrGN/s1600-h/50.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 305px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5446335885825705538" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYw2Xth_YFFG7oBB1OnQTp27121YMgFzm8rkALQycuNgzisAmkGajDO3PqgOjQ6umwV95fquYsQUayYBHcjdpLlFX4arMTZ6iq5CheH24Lc8PYQLoWmm05UUt2uczGFcsVZomm2N3xhrGN/s400/50.jpg" /></a><br /><div></div><div></div><div></div><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong></strong></span> </div><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong>ALPER TURGUT</strong></span></div><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">Büyük Marmara Depremi sonrasıydı. Hiç unutmam, unutamam. Kapatıp yüreklerinin gözlerini, Ege’de, Akdeniz’de harala gürele eğlenenleri bilmem söylememe gerek var mı? Sanmam. Hikâyeme döneyim. Gölcük’teyim. Nasıl da sıcak, cehennem misali… Ve yorgunum ölesiye… Tişörtümden vazgeçeli birkaç gün olmuştu. Toza, tere, dumana bulanmış ve ceset kokusu tamamına sinmişti. Kir pas içindeki beyaz atletim ise tümden renk değiştirmişti. Enkaz hükümdarlığında çevremi kolaçan ediyorum. Ağlamalar çoktan tükenmiş, sesler kısılmış, sadece derin ve içten saygınlığıyla mahveden ağır bir matem havası vuku bulmuştu. Ne menem bir tartıydı bu. Canlı olması canı yakan, insanı dermansız bırakan bir yas tablosuydu…<br /><br />Yüzünde her hangi bir mimiğin yakalanması adeta imkânsız olan bir adam yaklaştı yanıma. Omuzlarında sanki yılların yükünü taşıyordu. Hafif kamburdu. Beyaza çalan kirli sakalı, dağınık saçları aklımda kalmış. Ve ayaklarını sürüye sürüye yürümesi… Titriyordu.<br /><br /><strong><em>— Gazeteci misiniz?<br /></em></strong><br /><em><strong>— Evet, Cumhuriyet’te çalışıyorum. </strong></em><br /><br />Ben sormadan o başladı anlatmaya, “Yaz günü. Uzaktan dostlarımız gelmişti, muhabbet ediyorduk. İçki masasını kurmuştuk. Rakı bitince, eşofmanlarımla içki almaya indim. Üzerimde kimliğim dahi yoktu. O esnada deprem oldu. Eve koştum. Yıkılmıştı. Eşim ve çocuklarımı yitirdim. Ailem yok oldu. İki veya üç gün sonra işyerime gittim, orası da enkaza dönmüştü. Evim, işim, eşim, çocuklarım, dostlarım, iş arkadaşlarım her şeyimi kaybettim. Günlerdir apartmanın enkazında ailemle çektirdiğimiz fotoğrafları arıyorum, bulamıyorum. Sevdiklerimin yüzlerini unutmaktan korkuyorum. Artık hissetmiyorum. Belki sonra ama şimdi değil. Ve sanırım en acısı hatıralarımı yitirmek olacak.”<br /><br />Gözyaşları anıların izleriyse şayet göz pınarları kurumuştu onun. Sorgusuz sualsiz ifadesini vermişti. Denizi çekilmiş, kumu kalmıştı. Suskun bir dramdı tam karşımdaki… Zamanın insafına bırakılmış ve sadece soluk olan bir harabe… Hayatın sillesi bu kadar mı ağırdır?<br /><br />Ölümün, acının, kanın, gözyaşının, şiddetin tarifini bilirdim. Notlarımı alır, fotoğraf çeker ve haberimi yazardım. Dramlara yoldaşlık edip, yansıtmak… Evet, işimdi bu benim. Ama tam bu noktada durmak lazım… Gazeteciden önce insanım ben. Karşımdaki adam, tepeden tırnağa azap içinde… Hangi üzüntüsünden alıkoyayım, hangi derdine merhem olayım? Ne anlatayım, ne şekilde avutayım? Anılarına ulaşmasına nasıl yardım edeyim? Kahretsin…</span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong>Sessizliğe Karşı</strong>'dan</span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-73295945073766421472010-02-19T16:41:00.000-08:002010-02-19T16:55:42.633-08:00Sanatçı cephesi, “açılım”a kısmen hazır...<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg-dYBS3XozsoV_nKPVgbv5QWpT2R6cFlmxoAPRcP3EyrwSqmkDbJpnitAJhBpG5LuaoE5xo5UFjUChU1uqHYYsqvFDIqjUG14ALgiSWXfr0JeFuIiOyXSNCD42ZUy85vHhhA4CZWvtLOnr/s1600-h/freedom.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 332px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5440122869600210162" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg-dYBS3XozsoV_nKPVgbv5QWpT2R6cFlmxoAPRcP3EyrwSqmkDbJpnitAJhBpG5LuaoE5xo5UFjUChU1uqHYYsqvFDIqjUG14ALgiSWXfr0JeFuIiOyXSNCD42ZUy85vHhhA4CZWvtLOnr/s400/freedom.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><strong><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"></span></strong></div><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">ALPER TURGUT<br /></span></strong></span></div><div><span style="font-size:130%;"><br />Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile sanatçı ve aydınların “demokratik açılım” buluşması bugün başlıyor. Erdoğan ilk etapta, ses sanatçılarını, Dolmabahçe Sarayı bitişiğindeki ofisinin müştemilatında saat 10.00’da ağırlayacak. Yuvarlak masa toplantısı, bir brunch (geç kahvaltı) şeklinde gerçekleştirilecek ve etkinlikte güncel ülke meseleleri konuşulacak. İkinci toplantı ise sinemacılar ve sahne sanatçılarının katılımıyla önümüzdeki günlerde yapılacak. Üçüncü ve son toplantının konukları ise yazarlar...<br /><br />AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Sağcı-solcu-arabeskçi ayrımı yapmadan herkesi çağırdık” diyor ancak çağırılacakların isimlerin nasıl belirlendiği ayrı bir muamma... Kaç gündür, listeler ile uğraşıyoruz, çünkü ortada kesinleşmiş isimler yok. Başbakanlık Kalemi dâhil kimse bilmiyor. Ama ilginçtir, ortada isim listeleri dolaşıyor. Sanki seçilmişler için şifreli bir V.İ.P. partisi... İsim listesi olmayınca, işe körlemesine girmekten başkaca bir çare de kalmıyor. Sırayla Deniz Türkali, Sinan Çetin, Sırrı Süreyya Önder’i arıyoruz, davet edilmemişler. Eski manken, yeni şarkıcı Demet Akalın ise davetliler arasında... Akalın’ın daha sonra özür dilemesine neden olan gafı ise hala akıllarda. Akalın, 2008 yılının Mayıs ayında verdiği konser sırasında, “Ne oldu, soğuktan ağzınız diliniz tutulmuş olabilir de bari tempo, alkış filan yapın. Diyarbakır'dan mı geldiniz hepiniz? Dağdan mı? Nereden geldiniz anlamadım yani” demişti. Evet, nereden nereye...<br /><br />Sonra adını vermeyeceğimiz biri, “Ferhat Göçer’in ne işi var orada, politika ile ilgisi yok ki onun” diyor, bir başkası, AKP’nin parti binalarından çıkmadığını söylediği Murat Göğebakan’ın davetliler arasında olmasına bozuluyor. Ve bir diğeri, çağrılanlardan bir bölümünün apolitikliğinden bahisle, “Açılım yerine, acaba telif haklarında mı ısrarcı olacaklar?” diye soruyor. Kimi katılmayı boyun borcu biliyor, kimi katılacaklar için üzülüyor. Kimi yandaş olarak nitelendirme kaygısı taşıyor, kimi “barış” ve “özgürlük” için her şeye hazırım diyor.<br /><br />Biz, bazı sanatçılara menajer kalkanı yüzünden ulaşamadık, bir kısmını sağdan soldan derlemek durumunda kaldık. Hüseyin Çelik; “Katılım daha yüksek olsun isterdik ama o zaman toplantı amacına hizmet etmiş olmazdı. Amaç yüz yüze olmak ve sanatçılara söz vererek katkı sağlamaları” şeklinde konuşuyor. Katılımın sınırlı olmasının bir başka nedeni ise daveti reddedenler ile davetli olduğu halde gitmek istemeyenlerin varlığından kaynaklanıyor.<br /><br />Birçok görüşün birleştiği nokta ise; yeni bir anayasa istemi ile hak ve özgürlüklerin iadesi... Sanatçı cephesinde, toplantının heyecan yarattığı kesin. Başbakan ile Kürtçe konuşmak isteyenler, dosya hazırlayanlar ve dahası... Anlaşılacağı üzere ülke gündeminin her an değişmesine, her şeyin toz duman içinde kalmasına karşın sisler arasında dahi olsa “umut” hep var. Ve bugün direnişteki Tekel işçileri, aydın ve sanatçıları Ankara’ya bekliyor. “Demokratik Açılım”, kapalı kapılar ardında değil, meydanlarda konuşulsun diyerek...<br /><br />Hükümet ve sanatçıların buluşmasında geleceğe dair somut bir adım mı atılacak yoksa toplantı, AKP’nin sanatçılar aracılığıyla gerçekleştirdiği gösteriye mi dönüşecek? Herkesin kafasındaki asıl soru ise bu...<br /><br /><strong>Tarık Akan</strong>; “Beni çağıran olmadı, zaten çağırsalar dahi gitmem. Çünkü bu politik bir harekettir. Dünyada sanatçıları toplayarak böyle bir hareketin içine giren inanın hiçbir ülke yoktur. Başbakan, yine yandaş olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölmeyi başardı. Tamam, edebiyatçıları toplarsınız ama sanatçıları bir araya getirip, bunu bir gösteriye dönüştüremezsiniz. Ve sanatçıların görsel bir malzeme olma hakları yoktur. Oraya katılacak sanatçı arkadaşlarım adına gerçekten çok üzülüyorum. Fethullah Gülen Ödülleri’ni çıkıp alanlar, bir ibret belgesi olarak tarihe geçtiler bile... Bu da elbette tarihe kalacaktır. 12 Eylül 1980 Cuntası’nın ardından darbeci generallerle fotoğraf çektiren sinemacı arkadaşlar vardı, biz tepki gösterdik ve onlardan koptuk. Gidip çağdaş sinemacılar olarak örgütlendik.”<br /><br /><strong>Arif Sağ</strong>; “Sonuçta bu ülkede demokrasi istiyoruz, insanların özgürce yaşamasını istiyoruz. O yüzden gidip yerinde görmek lazım. Gidelim ve aklımıza gelenleri söyleyelim. Bu tür olaylardan kaçmakla, protesto etmekle olmaz. 28 yıldır, 12 Eylül anayasası ile koyun koyuna yaşıyoruz ve şimdi gidip sorun, asker bile bu anayasayı onaylamaz. Parlamentonun şu andaki yapısı hiç iç açıcı değil. Bu parlamentonun, 1982 Anayasası’nı değiştirecek bir hali var mı? Yok. Önemli olan niyet etmek ve meselenin çözümlenmesi için uğraşmaktır. Türkiye’deki sanatçılar çok da müdahil değildir. Saysanız, politikaya kafa yoran 10 sanatçı çıkmaz. Bizim sanatçılarımız, dünya ve ülke meseleleriyle uğraşmaz, politize olmuş sanatçılarımız yok. Sanatçılarımız, genellikle eğlence sektörüne hizmet ederler.”<br /><br /><strong>Rojin;</strong> “Karadeniz’e gidip Kürtçe konser veren ilk müzisyenlerden biriyim. Sanatçı olarak daha özgür bir ortamda, ülkenin her yanında konser verebilmek istiyorum. Tüm gerilimlerin ortadan kalksın, herkese eşit muamele yapılsın. Toplantı için çalıştım ve 7, 8 maddelik bir liste hazırladım. Ayrıca bunu bir dosya olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sunacağım...”<br /><br /><strong>Vedat Yıldırım;</strong> “Türkiye’nin toplumsal barışa ihtiyacı var. Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, Rumların, işçi sınıfının yani herkesin özgürlük ve haklar konusunda sorunları mevcut. Ve ortada da 1982 Anayasası... AKP, kaç yıldır iktidarda, herkesin aklında bir kuşku bulunuyor. Temel şeyler yapmak ve anayasayı değiştirmek bu kadar zor mu? AKP’ye sorarsanız, ‘Tabanımızı biliyorsunuz, muhafazakârları dengede tutmaya çalıyoruz’ diyorlar. Siyasiler, korku imparatorluğundan vazgeçmeli. Demokratik açılım ve kardeşlik projesi, Türkiye adına gerekli ancak geç kalınmış bir adımdır. Sanatçı olarak benim umudum yine de var.”<br /><br /><strong>Orhan Aydın:</strong> “Ortada açılım adıyla tanımlayabileceğimiz herhangi bir olgu yok. Bizim açılım adıyla algıladığımız, Kürt halkı üzerinden siyaset yapanların baskısı olduğudur. AKP’nin açılımı, ülkede ve bölgede oy peşine düşmesinden kaynaklanıyor ve seçim öncesi bu iyi bir değerlendirmedir. Öncelikle kendisinin dahi bilmediği ve uydurduğu bir durumdur. Davet edilseydim bile gitmezdim. Zaten katılmanın da düşünce belirtmenin de bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Daha önce de yapılan uygulamalarda AKP'nin bildiğini okumakta olduğunu en net biçimde Ankara'da, Sakarya'da, Tekel işçilerine yaptıklarında gördük. Ülkedeki demokratik hak ve özgürlükleri polis önlemleriyle görüyoruz. Kültür sanat anlamında yaptıklarını da görüyoruz. Ortada açılım yok dolayısıyla konuşulacak bir şey de yoktur diye düşünüyorum. Sanatçı, aydın düşüncelerini özgürce ifade eder. Şerbetli toplantılara gerek yok. Sanatçı ve aydınlar örgütlenir ve düşüncelerini de bu şekilde ifade ederler. Aksi düzen kuyrukçuluğudur. AKP kendisine yandaş arama peşinde. Düşünce açılımı değil bu. Yoksulluk, işsizlik almış başını giderken, bunları örtmek ve göz boyamaktır. Aynı gün Tekel işçileri, emek örgütleri ve sendikalar, aydınları, yazarları ve çizerleri Ankara'ya çağırıyor. Bize düşen onların yanında olmak, onurlu ellerini sıkmaktır. Çünkü ülkenin geleceği onların elinde... Şerbetli toplantıda başbakanın elini sıkmakta değil.”<br /><br /><strong>Gülsen Tuncer;</strong> “Davetli değilim. Hükümet sanatçı kimdir, sanat politikası nedir bunu irdelemeli. Orada neler konuşulacak ve çağırdıkları hangi konuları dile getirecek beni bu ilgilendiriyor. AKP'nin sanatçı, sanat politikası gibi bazı konulardaki ilgisini merak ediyorum. Sanatçıyı vitrin süsü olarak kullanıyorsa, bu hiç etik değil. Ülkemizde sanat örgütleri var. Buralara başvuru yapılmamış. Oysa sanat örgütleriyle görüşülse ve örgütlerin yönetim kurullarının kararıyla temsilciler göndersek bu çok daha doğru olurdu. Demokratik bir ülkede hükümetin ilişkisi, örgütler üzerinden olmalı. Film-San’ın ikinci başkanıyım. Ben çağırılsam gitmem ancak örgütümüzün yönetim kurulu görevlendirirse temsili olarak giderim, düşüncelerimizi iletirim.”<br /><br /><strong>Sırrı Süreyya Önder:</strong> “Davet edenin niyeti önemli değil. Orada nasıl bir duruş ve ne söylediğiniz çok önemli. Bunlar tarihe kalacak. Gönlü barıştan ve demokrasiden yana olan herkes, her zemin ve platformu bunun için değerlendirmek zorundadır; bu onların boynunun borcudur.”<br /><br /><strong>Ayşe Kulin</strong>: “Toplantıya elbette katılacağım. Demokratik açılım projesini sonuna kadar destekliyorum. Bu sorunu çözmek kesinlikle şart... Başbakanımız da öncü oluyor bu sürece. Bu, cesaret isteyen bir durum ve kendisini cesaretinden dolayı kutluyorum. Herkesin elinden geleni de yapacağını tahmin ediyorum. Sanatçıların bu sürece dâhil edilmesi de gayet isabetli bir karar. İç barış yaşanıp anlaşmazlıklar sona erdirilmeli. İki tarafın da iyi niyet ve çaba göstermesi gerekiyor."<br /><br /><strong>İclal Aydın:</strong> “Ben bir anneyim ve yıllar süren bu çatışmanın hesabını sorarım. Babamın bütün yaşamı böyle geçmiş. Benim çocukluğum böyle geçmiş. Kızım 8 yaşına geldi, aynı savaş devam ediyor. Bu süreci yokuşa süren herkese aynı öfkeyi besliyorum.”<br /><br /><strong>Yılmaz Erdoğan:</strong> “Yandaş sanatçı damgası yemeyi önemsemiyorum. Ben ilk defa Ankara’dan, merkezî idareden önemli ciddi, ısrarlı bir çaba olduğunu görüyor ve bunu önemsiyorum. Herkes bilir ki; bizim nesil böyle şeyler görmedi. Kimse bizim fikrimizi sormadı. Biz işi çözecek değiliz ama öfkesinin tutsağı olmayan büyük kalabalığa meseleyi anlatmak için sanatçıların etkili olabileceğini düşünüyorum. Üzerime düşeni de yaparım. Toplantıya katılacağım ve görüşlerini paylaşacağım. Benim konuyla ilgili bir reçetem yok. Fakat niyet önemli, üzerimize düşeni yapma iradesi önemli.”<br /><br /><strong>Haldun Dormen:</strong> "Bu girişim, sorunun çözümü konusundaki samimiyeti gösteriyor. Böyle bir sürece sanatçıların da dâhil edilmesini çok iyi buluyorum. Barışı ve dostluğu yarınlara taşıma noktasında kilit rol oynayacak sanatçılardır. Toplumsal sorunların çözümü konusunda elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Diyarbakır'da Kürtçe oyun sergileyeceğiz. Umarım bu işin başında bulunanlar da sanatçıların söylediklerini değerlendirir, bu doğrultuda çözüm geliştirir.”<br /><br /><strong>Yavuz Bingöl:</strong> “Açılım görüşmelere katılacağım ve terörün bitmesi için nereye çağırılırsam çağırılayım gideceğim. Benim derdim şu aslında. Silahların susması için, bu kanın akmaması için özellikle bu son 7 şehit geldiği zaman, sırtımdan hançerlenmiş hissettim kendimi. Bu işin bitmesi için kim nereye çağırıyorsa giderim. Onun samimi olup olmaması, onun ne amaçla çağırdığı, önemli değil. Ben kendi vicdanımdan hareketle yapıyorum bunu. Kenan Evren'de zamanında sanatçıları çağırmıştı. Biz gitmeyiz, Kenan Evren çağırmış olsa. Ama yüzde 47 oyla seçilmiş bu ülkenin Başbakan'ı ülkenin en önemli sorunuyla ilgili bir konuyu konuşmak için çağırıyor. Kendisinin üslubunu hiç sevmem ben açık söyleyeyim. Ama bunu gidip yüzüne söylemek istemiyorum”<br /><br /><strong>Seher Dilovan:</strong> "Demokratikleşme, sanatçılarla birlikte hız kazanır. Toplumda sanatçıların siyasetçilerden daha çok dikkat çektiği bir gerçek... Gerek yaşam tarzı gerekse de söylemleriyle çok çabuk benimseniyorlar. Demokratik açılım sürecinde sanatçıların davet edilip görüşlerine başvurulması, süreci taçlandıracaktır. Hükümetin de bu konuda eli güçlenmiş olacak. Bu ülkede yaşanacak bir sıkıntı, toplumu ilgilendirdiği gibi sanatçıyı da ilgilendiriyor. Demokratikleşme sürecinde bizler daha duyarlı olmak zorundayız, çünkü sözüne değer verilen bir konumdayız.”<br /><br /><strong>Murat Göğebakan:</strong> “Önce büyüklerimizi dinlememiz lazım. Ağzımızdan yanlış bir şey çıkmasın. Açılımla ilgili Başbakanımızın daveti üzerine cumartesi günü bir araya geleceğiz. Görüşmenin faydalı olacağını ümit ediyorum.”<br /><br /><strong>Rojda:</strong> “Toplantıya davet edildiğim gün, söylediğim bir şarkı nedeniyle gözaltına alındım. Sıradan bir ifade diye lanse edildi ancak Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüldüm. Benim adresim belli, çalıştığım kurum belli. Ancak böyle bir muamele ile karşı karşıya kaldım. Bizi gözaltına alan polisler, medyadaki diğer sanatçıların korumalığını yapıyorlar. Vicdanı olan sanatçılar, bu toplantıya katılmasın.”<br /><br /><strong>Barış İçin Sanat Girişimi:</strong> (Bine yakın sanatçı, sanatsal üretim ve eylemleriyle barışa katkıda bulunmak amacıyla oluşturdu), Bizler, sizi gerçek ve samimi bir barışa katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Başbakanın çağrısıyla, "Demokratik Açılım" politikasını sanatçılarla paylaşmak ve onların düşüncelerini almak için düzenlenen toplantıda barışın sesini yükselteceğinize inanıyoruz. Toplumun nabzını tutan duyarlı sanatçılar olarak, lütfen kendisine bu topraklarda barışı ne çok özlediğimizi, oysaki son gelişmelerin ne denli umutlarımızı kırdığını belirtin. O toplantıda barışın gözü kulağı sizde olacak. Lütfen barışa bir ses verin, barışı seslendirin.<br /><br /><strong>Kürt sanatçılar adına Koma Çiya’dan Genim:</strong> “Açılım adı altında Kürtlere ve demokrasi güçlerine dayattığınız siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel soykırım bir ölüm çukurudur. Biz bu çukura girmeyeceğiz. Sanatçılar olarak Kürt halkına ve demokratik güçlere uygulanan tasfiye değirmenine su taşımayacağız. Halkımızın bin bir emekle yarattığı demokratik değerlerinin AKP’nin kirli politikasına ve seçim rantına alet etmesine izin vermeyeceğiz. AKP hükümeti Kürt halkına karşı samimiyse, operasyonlar durdurulmalı, tutuklananlar serbest bırakılmalı, Kürt idaresi muhatap alınmalı, TEKEL işçileri şahsında işçi ve emekçilere yönelik hak gasplarına son verilmelidir.” </span></div><br /><div></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-7838985933718112202010-02-02T11:56:00.000-08:002010-02-02T12:02:11.951-08:00Sessizliğe Karşı - Birinci Bölüm<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvdcJyGUTVHuxuIaRZSZZIBhTtcnv4t8FlnI2O_s9l71kJc1IRVqB7-aNKJapge4hsLRDqt9aeJVp19IFmDyLj5AYNeA-hIPSoX9bRHWGJrdBbd-prkK8aH03_ndBv3usfb_mrAj4qWWBQ/s1600-h/kapak+son+copy_cr.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 331px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5433738876557246994" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvdcJyGUTVHuxuIaRZSZZIBhTtcnv4t8FlnI2O_s9l71kJc1IRVqB7-aNKJapge4hsLRDqt9aeJVp19IFmDyLj5AYNeA-hIPSoX9bRHWGJrdBbd-prkK8aH03_ndBv3usfb_mrAj4qWWBQ/s400/kapak+son+copy_cr.jpg" /></a><br /><div><br /><br /><br /><span style="font-size:130%;">Ramon, artık yükünü taşımayı reddeden ayaklarının üzerinde güçlükle duruyordu. Zor bir andı. Yine de insanüstü bir gayretle kan oturan gözlerini olabildiğince açtı. Başını döndüren binlerce şimşek çaktı sanki ve o hiçbir şey göremedi. Sonra ağır ağır kapattı gözlerini, ardından bileklerinde hala kelepçe izleri bulunan ellerini, götürdü yüzüne, iyice bir ovuşturdu. Aslında farkındaydı, lanet hücresinde olmadığının...<br />Sadece ne zamandır yumuluydu gözleri, işte onu bilmiyordu, bilemiyordu. Karanlık adamakıllı bulaşıcıydı, nasıl da sirayet etmişti hücrelerine. Ruhu ise tarifsiz bir cenderedeydi. Sıkılıyordu ha bire ve hiç durmadan. </span></div><span style="font-size:130%;"><br /><div><br />Belki tükenmişliğin sınırında belki de yasaklı kentin kapılarındaydı. Tekrar tekrar denedi, görmek için. Ve en nihayetinde zifiri delebildi, açtı acıyan gözlerini olabildiğince... Yaşamı bir kara delik gibi içine çeken sinsi ve kuzguni koyuluk, ağır ağır dağıldı. Bulanıklık kayboldu, görüntü netleşti. Yanılmamıştı. Dışarıdaydı. Hiç görmediği kuzey ışıklarından çok uzakta, yoğun duyguların kucağındaydı. Dudağının kenarına yapıştı, hafif bir gülümseme.<br /><br />Nedenini henüz kavrayamadığı, anlatılmaz bir rahatlamayla birlikte, ter içindeki sıkılı yumrukları gevşedi. Kendine gelebilmek için şöyle bir silkelendi, ardından ellerini alnına siper etti, taradı ufku. Fırtınaya yakalanmış gemicilere özgü fevkalade bir ciddiyetle kendi limanını aradı. Sanrılar çağında, hudutsuz bir laciverdin kıyısında, ıssızlığın tam ortasında ve her hangi bir yerdeydi. Tam tepedeydi güneş, tümden kızıla kesmiş ve belki de hiç bu kadar parlak olmamıştı. Yağmur ise yeni dinmişti besbelli, çünkü toprağın genzini yakan kokusunu alıyordu. Gökkuşağını bulmak için çabaladı ama nafile... Artık yoktu. </div><br /><div><br />Çırılçıplaktı bedeni. Yabancı bir dünyada, anadan üryan bir başına kalakalmıştı. Hafif bir yel esti, tüyleri diken diken oldu. Ürperdi. Tarak girmeyen, dalgalı, ak düşmüş saçlarını rüzgâra bıraktı, gözlerinde bin anlam hüzünlü hüzünlü baktı. Fasit bir daire içindeydi bilinci. Kısırdöngüdeydi. Bir türlü sıyrılamıyordu, ne yapsa kurtulamıyordu. Beynindeki labirentte dolaşmaktan, yıkıcı yorgunluğunun farkına varamamıştı. Tökezledi. Kendine uygun bir yer arama zahmetine katlanmadan, çöktü kaldı. Göğüs kafesi körük gibiydi. Derin derin soludu. Dinlenmeliydi.<br /><br />Gölgeler ardındaydı hala, sırra erişmek şöyle dursun, içini kemiren duygular sise dönüp, sarmıştı bilincini...<br />“Boşver... Sisi dağıtamazsın, ellerini, kollarını çılgınca sallayarak, ya da avurtlarını tüm gücünle şişirip püf diye üfleyerek...” diye söylendi kendi kendine, hınzır gülüşüyle yüzü aydınlanmadan hemen önce...<br />Olmayan saatine baktı, durmuştu çoktan. Saat, gün, ay bir yana bulunduğu yılı dahi hatırlamıyordu. Kulak kabarttı, gümbür gümbür çarpan kalbinin sesini duydu, başka hiçbir şey... Bedenini mahkûm eden fanusundan kurtulmuştu kurtulmasına ancak bilmecesini çözecek güce erişememişti henüz. Gerçek veya hayal, uğursuz zindanının yoz hücresinde değildi. Keyiflendi.<br /><br />“Kafam durdu sanırım, hem ben burada ne arıyorum?” diye huysuzlanmaktan da geri kalmadı. Çaresizce kaşıdı başını, hafızasını yokladı. Düşündü, düşündü, düşündü. Ve birden kendi hikâyesi en ince detayına dek usuna üşüştü. Doldu kara gözleri, derinden sarsıldı. Sicim gibi indi ne zamandır biriktirdiği gözyaşları;<br /><br />— Ah yaşam dediğimiz en kutsal hazinemiz. İşte ben onu kaybettim.<br /><br />Anılar canlanıyordu eksiksiz. Topyekûn hatıralar... Acı ama gerçek, öyküsüne noktayı kendisi koymuştu. Ve hayatı bir film şeridi gibi aktı gözlerinin önünden. Çocukluğu, gençliği, öğrenciliği, işi, eşi, eylemler, cezaevi, açlık grevi, ölüm. Evet, kendi ölümünü gördü, sonra cenaze törenini…<br /><br />Çarçabuk karalanmış kızıl pankartlarda kendi ismini seçti, hayal meyal. Sonra orak çekiçli bayraklarıyla gençler ve kapkara giyinmiş analar göründü. En son tabutu geçti önünden, dalgalar gibi çoğalan eller üstünde. Devasa topluluk, yeri sarsan kararlı adımlarla tozu dumana katıp yürüyordu, mezarlık istikametinde. Ağır silahlarını kuşanmış ve yüzleri miğferleri altında daha da kararmış askerlerin yakınından kol kola geçtiler. Cani bakışlı keskin nişancılar yerleştirilmişti dört bir yana ve onların pis parmakları, usul usul okşuyordu, cinayete meyilli tetikleri. Ancak hedefte olmalarına rağmen kimse onlara aldırmadı. “İsterlerse vursunlar hem nasıl olsa bizim katiller arkadan saldırmaya alışkındır” diyerek döndüler sırtlarını.<br /><br />Herkesin yakasında, yıllar önce çekilmiş bir fotoğrafını gördü. “Hım” dedi. “Tam isabet! En sevdiğim resmim.” Sonra mahşeri kalabalığın arasından kar maskeli bir adamı seçti gözleri. Çevresindekiler, gizemli adamın güvenliğini almıştı. Ramon, “kim olabilir?” diye düşündü. Bulamadı. Tören başlıyordu. Adam heybetli sesiyle konuşmaya başladı. Herkes sustu, pür dikkat kesildi. Kod adı “Direnç Yoldaş” olan Ramon’u anlatıyordu adam. Özellikle de, O’nun son anlarını. Duygulandıkça titreyen sesi tanıdı Ramon. </div><br /><div><br />Salazar’dı bu. Önce düşmanı, sonra dostu, hem gardiyanı hem de yoldaşıydı. Uzun uzun konuştu Salazar. Anlattıkları doğru mu yanlış mı, tastamam mı, yoksa eksik gedik mi, cümleler sade mi süslü mü? Hiç biriyle ilgilenmedi Ramon. Bildiklerini dinlemek istemedi. Zihni meşguldü. Tanıdık birilerini arıyordu gözleri. Salazar, “Ağaca kökler, gerçeğe ise ayakta ölenler hayat verir” diyerek Jose Marti’yle bitirdi konuşmasını. İnsanlar birbirine daha da sokuldu. Yumruklar sıkıldı, göğe yükseldi. Alkış ve sloganlarla can buldu mezarlık. Kendine adanan sloganlar, ağızlarda şiir olmuş, coşkuyla söylenen şarkılar ve marşlar, matem törenini, kısa sürede şenliğe çevirmişti. Onlar, Meksika’da kutlanan “Ölüler Bayramı”nda olduğu gibi, akşam evlerine gidince, Ramon için de masalarında mutlaka yer ayıracaklardı. Sandalyesi boş da olsa, sofranın en özel yerine yerleştirilecek, önüne ise Güney Amerika mutfağından nadide eser niteliğinde yemekler ile alkolü kanı kaynatan kıpkırmızı bir şarap konulacaktı.<br /><br />Ramon, hep böyle bir cenaze merasimi istemişti. Mücadelenin en kor zamanıydı, ölüm her an yanı başlarındaydı. Yoldaşlarına söylemişti bu arzusunu... Onlar, “Hayır sen ölmeyeceksin” çiğliğine düşmemişler, sadece “olur” anlamında başlarını sallamışlardı. Daha dün gibiydi, nasıl unutabilirdi ki. Sevdikleriyle birlikteydi.<br />Güney Amerika’nın aman vermez cangılında kır kadrolarını eğitiyorlardı. Yeni yetme gerillaların iz bırakmadan sıçma, yemek yeme, ateş yakma talimleri henüz yeni sona ermişti. Yorgundular, ölesiye... Nöbetçiler dışında tam tekmil kamp ateşinin çevresine toplanmışlardı. Birbirlerini gözleriyle seven bir avuç adam ve kadın, tınısı iç acıtan gitarlarının eşliğinde özgürlük kavgasının türküsünü söylüyordu. Doğa bile susmamış, sesin her rengini içeren kendi şarkısıyla katılmıştı, yüreklerini yarına ayarlamış olanlara. Ramon, kütüklüğünü düzeltmiş, otomatik tüfeğini dizine dayamıştı. Tadı bozuk, hafif ılık, çokça acı kahvesini yudumluyordu;<br />“Ben de sizler gibi bu davanın gönüllüsüyüm. Mücadeleye, her türlü riski göze alarak girdim. Kavga içinde işkence görmek, hapislik, sakat kalmak ve elbet ölüm de var. Bunlar kaçınılmaz. Gerilla, adanmışlığın ete, kemiğe bürünmüş halidir ve çoktan Amerika’nın tarihine geçmiştir. Utkusu kurtuluş olanın, bugünden bir şey bekleme hakkı asla yoktur. Unutmayın, Che, bir mitralyöz sesi ister, cenazelere ağıt yaksın diye, bir de düşen gerillaların kemiklerini örtmek için Kübalıların gözyaşlarından mendil. Ve ‘başka hiçbir şey’ diye ekler. Aynı şekilde ölmek tüm devrimcilerin düşüdür aslında... Hislerim kuvvetlidir. İçime doğuyor, devrime ulaştığımız günü göremeden öleceğim. Kadercilik değil bu. Cüretkârlık. Daha doğrusu kendimi bilmek… Söz verin bana yoldaşlar. Düşman almasın cesedimi, beni vatanımıza kendi ellerinizle gömün. Mezarımın başında sadece ama sadece şunu söyleyin. O, bugün için yaşadı, bayrak artık bizdedir…”<br /><br />Buğulu gözlerle kendi cenaze törenini izliyordu. Kuşbakışı. Uğurlama sürüyordu. Katafalk kurulmuş, sırasıyla tanıyıp, tanımadıkları, saygı duruşunda bulunmak üzere, çiçek bahçesine dönüştürülmüş tabutunun başındaki yerlerini almışlardı. Annesi ve kız kardeşleri el ele çıkageldi. Güçlükle ayakta durmaya çalışıyorlardı. O seslendi, bulunduğu yerden;<br /><br />— Metin ol anam, metin ol.<br /><br />Bir evlat ölürken bir evlat doğardı. Bin yıllardan beri bu böyleydi. Analar bizi biz eden toprak gibiydi. Doğurganlıksa mevzu bahis, onlar birbirleriyle durmadan yarışırlardı.<br /><br />Ramon, “Ayrılık zor, bensiz ben daha zor” dedi ve devam etti; Tarifesiz bir sefere çıkıyorum...<br /><br />Bavulumda itinayla derleyip topladığım<br />Hayallerim, hatıralarım ve umutlarım<br />Elimde eskimiş tek gidiş bileti<br />Ve muğlâk bir maske suratımda<br /><br />Gemi koptu iskeleden<br />Benden çok uzak artık<br />El sallıyorum arkamdan<br />Yana yakıla tarifsiz<br /><br />Taşıyamadım boşluğumu<br />Çöktüm olduğum yere<br />Puslu bir günün,<br />En zamansız saatinde<br /><br />Kalabalık kaynaştı ve tek bir kırmızı gül elinde, Dolores göründü, onun kalbi durdu. Ramon’un en sevdiği ve ona en çok yakıştırdığı gök mavisi rengi elbisesini, üzerine biraz dar gelse de giyip gelmişti. Hamileydi karısı. O güzelim zülfünü düzeltti elinin tersiyle, devrimci kocasının şövalye ruhuna taziyelerini sunmak için emin adımlarla ilerledi, vakur. Yılların ağırlığı ve katmerleşen acısı, yüzlerinde suret bulmuş iki yaşlı kadın, Dolores’in kollarına girmek için öne çıktı. Yıkılmasın diye. Dolores mağrurdu, tek kelime etmeden tereddütsüz reddetti. O, Ramon’un bebeği dışında, yüreğini de taşıyordu. Kadınlar anladı, geriye dönüp kalabalığa karıştılar.<br />Tabutunun önünde durdu Dolores, bir tanrıça kadar güzel ve içinde fırtınalar kopsa da bir heykel gibi dimdikti. Seslendi kocasının yoldaşlarına, “Son bir kez görmek ve öperek uğurlamak istiyorum.”<br />Gurur duydu onunla Ramon.<br /><br />Emiliano Zapata… “Dizler üstünde yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir” diyen Meksikalı adam. Zapatistalara adını veren, köylü hareketinin ışıklı ismi... Ve bir kadın, 5. Alay canı ve kanı pahasına Madrid’i savunurken Zapata’nın bu sözünün üzerine No Pasaran’ı (geçit yok!) ekleyen... 1930’lu yılların sonuydu, yer İspanya... Faşizm destekçisi uğursuz Kondor Lejyonu’na karşı, Uluslararası Tugay’ın yaratıldığı, farklı uluslardan komünist, sosyalist, anarşist ve devrimcilerin akın akın ordularını “Kahrolsun Halk” diye yüreten Franco faşizmine karşı savaşmak ve ölmek için koştuğu ülke. Zil, şal ve gülden daha çok, kan rengiyle anılan, yıkılan barikatlarına rağmen direniş, isyan ve cesaretin yurdu. Dolores İbarruri idi kadının adı, “La Passionaria” denilirdi ona yani nam-ı diğer “İhtiras Çiçeği”... Ramon’un sevgili eşi Dolores, adını işte böyle bir kadından almıştı.<br /><br />Vatan, devrim, özgürlük, emek, ekmek ve iki canlı karısı... Aşk acısı böğründe, avaz avaz bağırdı Ramon, sesi duyulamadı. Kucaklamak gayretiyle açtı kollarını, kocaman. Başaramadı. Dava bayrağına sarmadan önce, ona gösterdiler kocasını. O sevdi yüzünü, Ramon ağladı. Dolores’in gözlerine son defa bakabilmek için çabaladı. Nafile... Yas gözyaşlarının kalbe gittiğini anımsadı. İç geçirdi. Her hangi bir dokunuşa, söze ihtiyaç duyarak, ıstırap içinde “Zincirleri kıralım, düşenleri gömelim. Hayat hüküm sürsün” diye feryat etti. Ve nedense devrimci olmasına yol açan babası düştü aklına, onu onurlandırdığını hissetti, hüznü bir anda tebessüme dönüştü. Pişmanlık duymadığına emindi. Yaşayamadıklarına hayıflandı o kadar. Biliyordu hayatla olan bağını ölümün bile çözemeyeceğini... Dolores’e son defa el sallarken ıslıkla bildik bir şarkı tutturdu. Kendi gösterisine katıldıkları için alkışlarla uğurladı, yaşayanları. Sonra onu toprağa verdiler.<br /><br />Sahne değişti. Oturduğu yerde buldu kendini; “Eh işte son perdeyi de kapattık. Şanslı sayılırım. Çünkü ne istediğimi bilerek büyüdüm, yaşadım ve öldüm. Uyanmaksa bin yıllık uykudan uyandım, gülmekse ağız dolusu güldüm ama en çok kendime hazırladığım sonu beğendim.”<br /><br />Ardından can alıcı “çektiğimiz bunca acıya değer mi?” sorusu bir kez daha döküldü dudaklarından... Gönülden yanıtladı; Evet. Evet, kocaman bir evet… “Ya delicesine severken arkada bıraktıklarımız ne olacak?” sorusunu ise gereksiz buldu. Daha doğrusu sormaya ihtiyaç duymadı. Yanıt veya kanıt peşinde değildi hani...<br /><br />İnsanoğlunun yapamayacağı şey yok diye düşündü; “Tercihlerimiz bizi kanatır veya yeniden yepyeni bir şekilde yaratır. Bizler gibi olanlar da var, hiçbir değere saygı duymayan, tapon duygularla ömürlerini heba eden, sömürü çarkına destek veren, işkenceyi meslek edinen ve çıkarları dışında kıllarını kıpırdatmayanlar da var. En kötüsü ise kendilerini ‘tarafsız’ payesiyle ödüllendiren tepkisizler.”<br />“Yavaşça ölür onlar” dedi ve ezberinden okudu Pablo Neruda’nın şiirini;<br /><br />Yavaş yavaş ölürler<br />seyahat etmeyenler,<br />yavaş yavaş ölürler okumayanlar,<br />müzik dinlemeyenler,<br />vicdanlarında hoşgörmeyi barındırmayanlar.<br />Yavaş yavaş ölürler,<br />izzetinefislerini yıkanlar<br />hiçbir zaman yardım<br />istemeyenler.<br /><br />Yavaş yavaş ölürler<br />alışkanlıklara esir olanlar,<br />hergün aynı yolları<br />yürüyenler,<br />ufuklarını genişletmeyen ve<br />değiştirmeyenler,<br />elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile<br />girmeyen,<br />veya bir yabancı ile konuşmayanlar.<br /><br />Yavaş yavaş ölürler<br />ihtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan<br />kaçınanlar,<br />tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı<br />görmek istemekten kaçınanlar<br />yavaş yavaş ölürler.<br /><br />Yavaş yavaş ölürler<br />aşkta ve işte bedbaht olup istikamet<br />değiştirmeyenler,<br />rüyalarını gerçekleştirmek için risk<br />almayanlar,<br />hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin<br />dışına çıkmamış olanlar.<br />Yavaş yavaş ölürler.<br /><br />Sınırsız bir rahatlama hissetti. Bıraktı kendini huzurun kollarına, uyuya kaldı. Düş mü gerçek mi, uzak mı yakın mı, dün mü bugün mü yarın mı, hiçbir şeyin tam olarak kavranamadığı yarı uyku halinden, insanın iflahını kesen, deli dolu bir yağmurla uyandı. “Ama ne sağanak” dedi içinden. Silkelendi. Üzerine düşen her damlayla birlikte, sulusepken kurgular ve kevgir etkili anılar sükûn etti, zihni bulamaca çevrildi. O, hatıralar denizinde yüzerken dekorun değiştiğinin farkına varması imkânsızdı.<br /><br />Tılsımından mıdır bilinmez, bazen görülmezi görür insan. İşte öyle bir andı. Önce en sızılı yerinde öyküleri bitenleri, buldu gözleri. Onlar, sağlıklı insan bedeninden çoktan vazgeçmiş artık bir deri, bir kemiktiler. Aceleleri varmış gibi, sanki yeniden nefes alıyorlarmış gibi, aç ve susuz koşturdular önünden, olmayan ekmeğin kokusunu hissetmiş, çalmayan yemek kampanasını duymuşçasına...<br />Kıyaslamak için bir onlara baktı bir de kendisine, benzerlikleri kaçınılmaz buldu. Her zaman övündüğü kendi sağlam bünyesinden de artık eser yoktu.<br /><br />Onları kaybettiğinde gözleri, daha neler görebileceğinin farkında bile değildi. Çok geçmedi, karşısında belli belirsiz siluetler belirdi, o serap sandı. Aynı anda bugüne dek hiç duymadığı bir dilden yapılan konuşmalar ilişti kulağına. Fısıltıydı önceleri, sonra büyüdükçe büyüdü ses, gök gürültüsü oldu. Kısa bir süre sonra çıkageldiler. Gördükleri karşısında Ramon’un göz bebekleri büyüdü, şaşkınlıktan az daha küçük dilini yutacaktı.<br /><br />Emeklemekten sendelemeye terfi eden bebek irisi çocuklar gibiydiler. Düştüler, kalktılar, adımlarını yalpalaya yalpalaya attılar, zikzaklar çizdiler. Sonra yere kapaklandılar yine. Soluklanıp, tekrar tekrar tekrar denediler. Kâh umutsuzluğa kapılıp ağladılar, kâh sevinçten kanat çırptılar. Yürüdüler sonra…<br /><br />Ramon’un kuşkusu kalmadı. Dünya saydam bir cam küreydi. Ölüm ve yaşam arasındaki perde ise şeffaftı ve birden aralanmıştı. Anlam yüklemedi Ramon, zaten onların, ağırdan alıp Araf’ta kalanlar, hafızalarını yitirip sakatlananlar, yani Korsakofflular ordusu olduğunu bilemezdi.<br /><br />Yolculuk süreceğe benziyordu. Artık belirli bir hat ve istasyon yoktu. Ramon kendisini, insanlık tarihinin gördüğü veya görebileceği en ihtişamlı sofrada buldu. Nedense bunu bekliyordu. Bu yüzden pek de şaşırmadı. Çölde bir vahaydı adeta, bir palmiyeler bir de develer eksikti.<br /><br />Ramon ellerini ovuşturdu. “Meçhul son durağa dek, sanırım tüm aç ve susuzlar için ihtiyaç molası burada veriliyor” diye düşünmekten de kendini alamadı. Hiçbir detayı kaçırmak istemiyordu. Yaşlı gözlerle taradı etrafını, “Deliriyor muyum yoksa?” sözleri döküldü ağzından. Çevresinde şiş karınlı, güler yüzlü, kapkara gözlü, adeta şirinlik muskası bir sürü çocuk. Saldırıyorlardı, tepeleme dolu yemeklere... Acımak değil asla, belki hüzünlü bir sevecenlik o kadar.<br /><br />Ne ararsan vardı, sebze, meyve, et, balık, şeker, pasta, dondurma. “Açlar için iyi bir ödül” dedi. Oturdu çocukların arasına, dilin hükmünü yitirdiği yerde, kaynaştılar çarçabuk. Kahkahalar zincirlerinden boşaldı, aynı kaderin destek verdiği dostlukla, derin bir sohbete daldılar. Güneş ısıtırken kemiklerini, ölümün soğukluğundan arındıklarını hissediyorlardı. Ramon, elleriyle besledi onları, kendisinden sonra doğacak çocuğunun yerine koydu istisnasız hepsini...<br />Kendi kendine söyleniyordu; “Dünyada her dakika 12 çocuk açlıktan ölüyor. Demek bir saatte 720, bir günde 17 bin 280 çocuk. Bunun haftası, ayı, mevsimi, yılı var. Ortalama bir insan ömründe kaç bebek, kaç çocuk can verir. ‘Açlık kılıçtan keskindir’ derler. Boşuna dememişler. Tanrı belasını versin kapitalizmin ve parasını çarçur eden zebanilerin...”<br /><br />Tatlı uğraş sürerken, nefesinin koktuğunu fark etti. Bomboştu midesi, kazındıkça kazınıyordu. Kaçan öğünlerden vazgeçti, en son ne vakit karnını doyurmuştu. Bilmek mümkün değildi. Üzerinden bir ömür geçmişti neredeyse. Kaybolan açlık hissi, korkunç bir şekilde geri dönmüştü. Gözü döndü ve kararını aniden verdi, o da, çocuklar gibi ne varsa hepsinden tatmalıydı.<br /><br />İlk lokmayı ağzına atmadan önce çok eskilere gitti. Bir zamanlar yeni arkadaşları gibi o da çocuktu. Parası yoktu. Pamuk şeker yapan satıcının karşısındaki yerini alır, kendisi gibi fakir akranlarıyla yalanıp dururdu. Yırtık cebini karıştırırdı, büyük bir umutla, olmadığını bildiği meteliği arardı. Kendi yavrularına ekmek parası götürmekten başka çaresi olmayan adam, onları kovar, onlar da sadece hayallerini doyurmuş olmanın verdiği buruklukla yoksul evlerinin yolunu tutarlardı. Her ne hikmetse bazı alışkanlıklarından kurtulamıyor insan, yaladı dudaklarını...<br /><br />Kekremsi bir tat ile haşır neşirdi damağı ve çoktan unutulmuştu aromalar. Kıtlıktan çıkmışlara özgü bir iştahla son yemeğini yedi. Tıka basa doldurunca midesini, yerde kuru bir ot bulup, karıştırdı dişlerini. Yine de eksikti bir şeyler. Demli bir çay doldurdu kendine, üstüne bir de sigara yaktı. Nasıl da keyiflendi. Kısa bir süre sonra üzerine büyük bir ağırlık çöktü. Hazımsızlığın bile özlenecek bir şey olmasına hayret ederek, mutlulukla gözlerini yumdu. Tekrar açtığında hücresindeydi. Açlık grevi sürüyordu Ramon’un, hayal gücüne alkış tutacak mecali yoktu. Che’nin “herkes düşlerinin büyüklüğü oranında özgürdür” sözünü hatırladı, hücresinden hem büyük ufkuna hem de düş tanrısına övgüler yolladı, canı gönülden...<br /></div><br /><div>Hücrenin demir kapısı ağır ağır açıldı. Belki de hayalden gerçeğe açılan tek kapıydı bu...<br /><br />Gardiyanlar önde askeri doktor arkalarında, mezarlıktan bozma el kadar hücreye doluştular. Ramon, kan, ter ve irin içerisindeki şiltesine sırt üstü uzanmış, gözlerini tavana çakmıştı. Her türlü hareketten muaf, kıpırtısız duruyordu. Yıldızlarını omzuna almış, subay kıyafetli doktor, saçı, sakalı birbirine karışmış, iskelet görünümündeki adama baktı, duygusuzluğa teknik yaklaşım adını veren birçok meslektaşı gibi mimiksiz görevini yaptı. Sonra gardiyanlara döndü, robotlara bile rahmet okutan bir tonla verdi komutunu:<br /><br />— Mahkûm ölüyor, hastaneye kaldırılsın.<br /><br />Emir onları hareketlendirdi. Onu özensiz, alelacele hatta karga tulumba sedyeye yerleştirdiler. Ramon’un bedeni, ağrının acısıyla kasıldı, artık ender bulunan tarihi bir kristal vazo gibi hassas ve kırılgandı. Düşeceğini ve tuz buz olacağını sandı. Yılların, yaşanmışlıkların, darda kalmanın, işkencenin ve yaraya tuz basmanın yıkamadığı beden, açlık greviyle eriyip tükenmişti.<br /><br />Sedye kapıdan çıkıp, maltaya vardığında, her hücreden harikulade bir dayanışma senfonisi yükselmeye başladı. Vurulan demir kapılardan çıkan sesler, sloganlara tempo tuttu. Çünkü aynı özlemle yoğrulanlar, son bir kez sarılamadıklarına veda ediyorlardı. Kimi ağlıyor, kimi öfkeden tepiniyor, kimi yakışıklı bir sesin başlattığı baş döndüren bir direniş şarkısına, coşkuyla katılıyordu. Her açıdan değişik bir merasim töreniydi. Açlık grevindeki diğer yoldaşları ise, sessizce ve sadece ve sadece yürekleriyle uğurluyordu Ramon’u...<br /><br />Kaburgaları sayılan göğsü, gururla doldu, taştı. Dudakları kıpırdadı, sayıklar gibiydi. Açlık kokan ağzından cılız bir ses güçlükle çıkabildi:<br /><br />— Direnin, sonuna kadar direnin. Başlarınızı ve sıkılı yumruklarınızı dik tutun. Zaferin er ya da geç bizim olacağını, asla unutmayın. Son sözümüzü daha söylemedik. Şimdilik elveda yoldaşlarım, kurtuluş günü görüşeceğiz.<br /><br />Yüreği çifte su verilmişçesine çelikleşmişti. Her vedalaşmada olduğu gibi Ostrovski ile seslendi;<br /><br />Uygun adım yürüyelim yoldaşlar<br />Yürüyelim ateşe, göz kırpmadan<br />Kurşunların ötesinde<br />Bizi bekleyen hürriyet var<br /><br />Söylediklerinin duyulup, duyulamadığını öğrenemedi. Canının çekildiğini hissediyordu. Artık tepki veremiyordu. Ölümün eşiğinde, yaşamın kıyısındaydı. Esmer gülümsemesi yüzünde dondu kaldı. Aklına son düşen biricik aşkı Dolores idi. Bayılmıştı.<br /><br />Cezaevi insan eliyle yapılmış cehennemi bir yapıydı. Yürek yangını esaretin yansıması, soluksuz ve sonuçsuz suskunluğun adıydı hücreler. Ramon ve yoldaşlarını, şeytani dişleri arasına alıp öğütmüş, yiyip bitirmişti.<br /><br />Tıpkı efsanevi İngiliz şairi Lord Byron'un Cihillon Mahpusu şiirindeki gibi;<br /><br />Zindandaki en küçük kardeşimin<br />Tertemiz bir ruhu vardı<br />Savaşmayı da bilirdi öğrenmişti bizimkilerden<br />Yapılıydı, geniş omuzlu, yiğitti<br />Alçakça ölmektense prangalar içinde<br />Savaşta dünyaya meydan okuyup<br />En ön safta can vermeye hazırdı<br /><br />Sevgili baba ocağımızın<br />Dumanını tüttürsün istedim, olmadı<br />Ruhu zincir şakırtıları içinde<br />Bir yıldız gibi kaydı<br />Sessizce yığıldığını gördüm<br /><br />Burçların, yüksek dağların avcısıydı oysa<br />Geyikleri, kurtları kovalardı<br />Ayakları prangalı yaşamak onun için<br />En büyüğüydü mutsuzlukların<br />Felaketi oldu bu zindan...<br /><br /><br />Güney Amerika’nın omurgası, And dağlarıydı. Heybetli, mağrur. Tam yedi ülkede uzanırdı. Ve yeryüzünün en büyük yüzey şeklini oluştururdu bu görkemli sıradağlar. Her ezen ve ezilen hikâyesinde olduğu üzere, düzlüklerde kol gezen zalimlikten kaçanlar, onun yalçın kayalıklarını da mesken eylemişti. Yüksek geçitleri, erişilmez patikaları tek adresiydi, sığınmacıların. Kim ne derse desin, dağların da hafızası vardır. O nice nesiller görmüş, nice nesiller gömmüştür. Kahramanlarıyla anılır dağlar ve bitip, tükenmeyen efsaneleriyle. Her çağda, destanlara yataklık yapar ve dört bir yanı, baştan çıkarıcı hurafeler sarar. Basbayağı, sıradan algılarla kavranılmaz sanılır. Oysa apaçık ortadadır gerçek. Yatar sere serpe...<br />Hayatın suyu da ondadır. Ab-ı hayat. Katliamlara karşı, içindeki pınar taşar, gözyaşları sel olur, akıp gider, yamaçlarından. Ta ezelden beri bir baba, bir ana gibidir. Deniz görmemiş tüm şehirler, kasabalar ve köyler, ona sırtını dayamıştır. Geçmişin kâfi gelmediği noktada geleceğin yükünü de kabullenmiştir.<br /><br />Ramon’un kasabası da bunlardan biriydi. Yerli ırkın bütün güzelliklerini taşıyan anası, gebeydi kaç zamandır. Günü gelmişti. Tohum çatlayacak, Ramon hayata “merhaba” diyecekti. Guruldayan küçücük midelerini doldurmak isteyen kuşların, çığlık çığlığa kanatlarını çırptığı saatlerde, yüzünü güneşe dönmüş kendine özgü tahtadan küçük bir dağ kulübesinde, doğuma yatmıştı annesi. Hava sıcak mı sıcaktı ve envayi çeşit meyve vardı ağaçlarda… Bereket, fışkırıyordu topraktan.<br /><br />Sancı anasının yüzünü ekşitmiş, buram buram terlemişti kadın. Küçük evi dolduran endişenin, kendine has kokusu, kaynayan suyun buharıyla çoktan buluşmuştu. Yardım için çırpınan genç kızların koşuşturmaları, bilmiş, sert suratlı yaşlı kadınların, ters bakışları altında duraksıyor, anne adayının feryatları yoksul odanın duvarlarında yankılanıyordu. Kan ter içinde, sancılı, zor bir doğumdu.<br /><br />Evin reisi, kapının önünde ilk çocuğunun muştusunu beklerken, sıkıntısı had safhaya ulaştı, titreyen elleriyle sigara üstüne sigara yakmaya başladı. Yüreğinin daraldığını hissediyordu. Karısı her haykırdığında irkiliyor, hüznü ve endişesi katlanıyordu. Sarı renkli yamalı bir gömleği ısırıyordu kadın, her ıkınışında boncuk boncuk terliyor, kıpkırmızı olan yüzü ve gerim gerim gerilen damarlarıyla göreni dehşete düşüren bir sahneyi tamamlıyordu. Kendi adına hamile kalmaktan pişman olmuş, ucunda ölüm de olsa yaşadığı cehennemin sonlanması için çözümü tanrıya yakarmakta bulmuştu. Zaman ise çoktan durmuştu.<br /><br />Ve nihayet, ebenin hünerli, usta elleri çekip aldı onu anasından, yaşama bağladı. Göbek bağı kesildi bebeğin, kıçına atılan onca şaplağa rağmen, ağlamamak için uzun bir süre direndi. Sarıp, sarmaladılar onu… Kötülükler uzak dursun hep sağlıklı kalsın diye de bildikleri tüm duaları kulağına mırıldandılar. Anasının koynuna verdiklerinde ise, yüz hatları yumuşadı, tanıdık kokunun yarattığı güvenle deliksiz uykuya daldı.<br /><br />Oğlu olduğunu öğrenen baba, sevinçten aklını oynatacağını sandı, köyün erkeklerinin hararetli kutlamaları arasında mutluluğunu pekiştiren haberi getiren ebeyi kucakladı. Dağ gibi heybetli adam, ağlamamak için dilini ısırdı. Ardından ebenin ayaklarını yerden kesip, görenleri coşturan ilkel bir dansa başladı. Sırtını sıvazlarken dostları, o güçlü kollarıyla neredeyse boğacaktı ihtiyar kadını. Sonunda aklı bir parçada olsa yerine geldi ve cebine bir tutam para sıkıştırdığı ebeyi bir kenara bıraktı. “Haydi” deyip ekledi: “Daha ne bekliyoruz” Ve kasabanın bütün erkekleriyle birlikte körkütük sarhoş olup, Ramon'un doğumunu kutlamak için patikadan aşağı naralar atarak koştu.<br /><br />Katolik Kilise’nin misyoner soslu papazı, hengâmenin tam ortasına düştü. Yer yer ak düşmüş uzun kara sakalını çekiştirerek, ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. İpleri iyice çözülen topluluk, kasabalarına eğlencenin nadiren uğradığı bilinciyle, her doğumun ardından çılgınlar gibi sevinmeyi adet haline getirmişti. “Hedef meyhane” diyen insan seline, peder de iştirak etti, tozu toprağa katarak yaklaşan kalabalığı gören meyhaneci ise keyifle ellerini ovuşturdu ve hantal bedeninden beklenmeyecek bir süratle içki şişelerini masalara dizdi.<br /><br />Ramon’un babası, hayatının en mesut günündeydi ve keyiften ışıl ışıldı gözleri, kahkahalar içinde evinin kapısında belirdiğinde, akşam olmuştu. Onun görünmesiyle birlikte doğuma yardımcı olan komşu kadınlar, çil yavrusu gibi dağılıp, kulübeyi bir anda boşalttılar. İnsan irisi adam, odaya eğilerek girdi. Uzun bir süre, beşiğinde melekler gibi mışıl mışıl uyuyan oğlunu seyretti. Sonra kendisine sevgiyle bakıp, geniş bir gülümsemeyle izleyen eşinin yanına oturdu. Gelirken kopardığı kır çiçeklerini verip, alnından öpüp kutladı.<br /><br />Karısı, “ilk çocuğumuzun adı ne olsun” diye sorunca, adam bebeğin kulağına eğildi;<br /><br />— Adı Ramon olsun.<br /><br />Karı koca, Ramon’a ve ondan sonra doğacak çocuklarına, yaşamlarını adayacaklarına dair birbirlerine söz verdiler.<br /><br />Mehtaplı bir geceydi, adam karısının uyuduğuna kanaat getirince usulca ayağa kalktı, Ramon'u beşiğinden alıp, sallanan sandalyesine götürdü, sabaha dek kucağında uyuyan bebeğe, babasından öğrendiği öyküleri anlattı.<br /><br />Ramon, çok erken yaşta kaybetti babasını, 11 yaşında vardı veya yoktu. İlk kahramanıydı babası, öyle düşsel değil ete ve kemiğe bürünmüş gerçek bir kahraman. Devrimciydi babası, büyük çiftlik sahiplerine, yani 20. yüzyılın gerçek derebeyleri olan toprak ağalarına karşı örgütlenen savaşa katılmıştı. Direnmek onlar için soylu bir gelenekti. Ramon’un babası da, kendi babası ve dedesi gibi isyanı seçmişti.<br /><br />Ellerinde eski tüfekler ve göğüslerini saran çapraz fişekliklerle dağa çıkmışlar, aylarca süren mücadelenin sıra neferleri olmuşlardı. Birlik ve dayanışmanın doruğa çıktığı o sıcak günlerden izler kalmıştı babasında... Birçok kez yaralanmış, her zaman sızım sızım sızlayan yara izlerini, cevherleşen yüreğiyle birlikte onurla taşımıştı. Çok can alıp, çok can vermişlerdi. Sonunda kara kışın soğuttuğu, kardan beyaz bir günde, ağaların yardımına koşan ordu birlikleri, onları donmuş bir dere yatağında sıkıştırmıştı. Kanlı ve zalim bir pusuydu. Mitralyözler ölüm kusmuş, ekilecek bir avuç toprak için yaşamlarını ortaya koyan ve yıllar yılı çapa sallayıp sonunda silaha sarılmak zorunda kalan ırgatları, olgunlaşmaya yüz tutan başaklar gibi biçmişti. Kaybetmişlerdi. Ama yüreklerine, Zapata, Villa, Marti, Sandino ve diğer halk önderlerince yerleştirilen ateş hiç sönmemişti.<br /><br />Yaşayanlar, boyunları bükük bir halde kasabalarına ve köylerine geri dönmüş, ağalara hizmet etmeye mahkûm kalmanın verdiği kahır ve hırs ile yeni bir kıvılcımı bekleyerek tekdüze yaşamlarına devam etmişlerdi.<br /><br />Ramon, akşam olmasını ve babasının işten dönmesini iple çekerdi. Öykünürdü ona, yürüyüşüne, sıcacık gülüşüne, bacaklarını verandaya dayayarak oturmasına, sinirlendiği zaman kaşlarını çatmasına...<br /><br />Bir pervaneydi o, dönüp dururdu babasının etrafında, işi başından aşkın adamı soru yağmuruna tutar, ilgisinin üzerinden hiç eksilmemesini umardı. Hatta anası dahi kıskanır olmuştu, onun babasına sevdasını.<br />Yoksul sofralarının bereketi kaçmasın diye hep beraber yemek yenilir ve sonra babası sallanan sandalyesindeki, Ramon ise hemen onun dizinin dibindeki yerini alırdı. O büyük bir keyif ve beklentiyle nasırlı ellerin saçlarını karıştırmasını beklerdi.<br /><br />Baba, nasihat ederdi oğluna; “Her gerçek insan, başkasının suratında patlayan tokadı kendi yüzünde hissedebilendir”...<br />Şair, devrimci, yurtsever Jose Marti'ye aitti bu sözler. Onun, Küba için 42 yaşında öldüğünü anlatırdı babası, koskoca bir kıtaya sirayet edecek özgürlük yangınını körüklediğini unutmadan. Ramon, ilk öğretmeni olan babasının çizdiği yoldan ayrılmayacaktı. O, kararını daha çok küçükken vermişti. Asla boyun eğmeyecekti. Yıllar sonra açlık grevi eylemine gönüllü olmadan önce yine Marti’nin bir başka sözü gelecekti Ramon’un aklına;<br />“Bugün akkor zamanıdır, yakında yalnız ışık görünecektir. Onurumla yaşadım, yüzüm güneşe dönük öleceğim”...<br /><br />Bir gün babası, eve kara tahtayla geldi ve elinde tebeşir anlatmayı sürdürdü. Babanın tavrı kesindi, ağaç yaşken eğilmeliydi. “Yaşamın renkleri kirlenmesin, başkaları için ölenler huzur bulsun” diye, gerçekler öğrenilmeliydi. Ramon, bilgiye aç, bilgiye susamış, pür dikkat dinliyordu. Tarihsel önderlikler arasında kimler yoktu ki, Latin Amerika'nın efsanevi Libertador’u (kurtarıcı) Simon Bolivar da vardı, ABD'nin şanlı! ve bir o kadar da kanlı denizcilerine, Orta Amerika'yı dar eden Agusto Cesar Sandino da... Sandino, daha 29 yaşındaydı ABD’ye ve onun yerli işbirlikçilerine savaş açtığında. Onlar, elle sayılacak kadar azdılar. Vatan sevgisi, azimle birleşmişti. Bir avuç insanla yola çıkan genç Sandino, göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa sürede, “özgür insanların generali” olmuştu. Tarih yaratmaya yeminli “küçük çılgın ordusuyla” Nikaragua'da hürriyete giden yolu açtı. Küçük Ramon, diktatör Somoza’nın, Sandino’yu kahpece katlettirmesine karşın devrim yürüyüşünün asla ama asla durmayacağını notları arasına düştü. Ve yıllar sonra Nikaragua'da Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) kurulacak, liderliği devralan Carlos Fonseca'nın kesik başı, kan emici Somoza'ya takdim edilirken bile gerilla atılımını sürdürecek, başkent Managua kapılarına dayanacaktı.<br /><br />Devrim tarihi dersi, hava güzel olduğu günler, insanlardan uzakta, doğanın bağrında kesintiye uğramadan devam ediyordu. Ramon, büyük bir ciddiyetle karatahtayı koltuğunun altına alıp önüne düşen babasını takip ediyor, öğretmen ve öğrencisi birlikte kıra çıkıyorlardı.<br />Ayılar tarafından yıllar önce boşaltılmış, kısmen ışık alan geniş mağarada öğlen uykusuna yatıyorlar, uyanınca aç kurtlar gibi evin anasının hazırladığı usta işi yemeklere saldırıyorlardı. Lokmalar, sohbetlere katık ediliyor, baba oğul arasında her geçen gün kopmaz bağlar kuruluyordu. Ve paylaşmayı orada öğrendi Ramon, önce kuşlarla sonra da çoban babalarından meslek öğrenme telaşıyla, salya sümük sürülerin peşinden koşuşup kısa sürede acıkan diğer köylü çocuklarıyla bölüştü ekmeğini...<br /><br />Geniş ağızlı bir tüfek taşıyan, uzun bukle bukle saçlı adamdan söz ettiğinde babası, manzarası müthiş bir akşamüstüydü. Çöreklenen Yılan anlamına gelen İnka Tupac Amaru... Jose Gabriel Condorcanqui idi asıl adı ve son İnka Kralı olarak Peru'daki Kızılderilileri ayaklandırmıştı. İspanyol askerleri, Tupac Amaru'yu, “Altın Şehir” diye adlandırılan Cuzco’da yakaladılar. Yıl 1781... Ki o İspanyol askerleri, 1532’de aynı bölgeyi kana bulayan cani ve kanlı denizci Francisco Pizarro’nun soyundandılar.<br /><br />Tupac’ın dilini kesti sömürgeciler, sonra atlara bağlayıp çekiştirdiler vücudunu, ikiye ayırdılar. Yetmedi. Kafasını kopardılar, güzel adamın. Kan emicilerin, kahpeliği çoktur. Tupac’ın beden parçalarını, 3 ayrı eyalete gönderip, teşhir ettiler. Aynı İskoçya'ya ayaklanmayı aşılayan, yurtsever lider William Wallece gibi...<br /><br />“Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.” Göçüp giden sadece İnka kralının bedeniydi, ruhu ve idealleri, yerli halkların gönlünde ve bilincinde yaşamaya devam etti. Efsaneler ölmezdi, ölemezdi. “Efendiler duymasın” diye, kulaktan kulağa yayıldı, kendine beden bulup, tekrar döneceği... Güney Amerika’nın gerçek sahipleri, yıllar yılı beklediler onu, nam-ı diğer İnka Tupac Amaru 2’yi... Devrimciler ise boş durmadı. Peru'da Tupac Amaru Devrimci Hareketi (MRTA), Uruguay'da ise Tupamorolar görevi devraldı.<br /><br />Şilili Miguel Enriquez, Brezilyalı Carlos Marighella, “Yeni İnsan”ın cisimleşmiş modeli, tam adı Ernesto Guevara De La Serna Liynch olan Che ile yola çıkan Peredo kardeşler. Öldürülmüştü iki kardeş. Biri Coco Peredo idi, diğeri İnti Peredo. İnti, “dağlara geri dönelim” çağrısıyla tanınırdı ve hepsi de babasının yakından tanıdığı devrimcilerdi. Ramon, Peredo kardeşlerin annesi Selvira Leigue’nin, “Eğer doğurma yeteneğimi yitirmemiş olsaydım, Latin Amerika’nın özgürlüğü için birkaç çocuk daha doğururdum!” sözlerini kendisine aktaran babasının, gözlerinin dolduğunu ve kafasını çevirip bir süre sustuğunu gördü.<br /><br />Pancho Villa, Vicente Guerrero, Miguel Costillo, Camilo Torres Restrepo, Jose Morelos, Francisko Miranda, Jose de San Martin... Meksika’dan başlayıp Patagonya’ya dek rengârenk Amerika kıtasını saran ekmek, toprak, özgürlük mücadelesi. Ramon, böylelikle devrim ateşiyle tutuşan emekçi bir babanın çocuğu olarak, halk için kutsal bütün değer ve olguları hayatının merkezine koymayı öğrendi.<br /><br />Okuma yazmayı çok erken söken Ramon, babasının, ‘acaba anlıyor mu?’ der gibi bakışları altında, yaşından beklenmedik bir olgunlukla kafasını sallar, kendisine öğretilen her şeyi, hiç çıkmasınlar diye beynine kazırdı. Ama çocuk belleği, kuru bilgilerden daha çok babasının davranışlarını ve olaylar karşısındaki tutum ve tepkilerini kaydederdi. Babasının katkılarını sonraları daha iyi anlayacaktı. Aşı tutmuştu. Sarsılmayacak bir yapı inşa ediliyor, rota erken de olsa çiziliyor ve gelecek, o günden kuruluyordu. Ramon ise çok hoşnuttu bundan.<br /><br /><br />Arada sırada pipo içerdi babası. Aromalı nefis bir koku, genzini sarar, dumanın ışıkla dansını büyülenmişçesine izlerdi. Gözlerini uzaklara dikerdi adam, dumanı savurur, derin derin iç geçirirdi. Ramon, babasının kabına sığamadığını, yerinde duramadığını hissederdi. Nice yangından geçmişti adam. Bu sebeple hep buğuluydu gözleri. Gözleri, sözleri gibiydi. Dile gelirdi. Gözleri, dostlarına, içtenlikle ve sevecenlikle konuşurdu. Bilirdi Ramon, aynı zamanda gözleriyle severdi babası. Ona kalırsa asıl öfkeliyken görülmeye değerdi. Kaşlar çatılır, bakışlar keskinleşir adeta ateş saçardı. Nerede haksızlık varsa ardı isyandı. İhaneti, hıyaneti sezerse, yaman bir avcıya dönüşürdü. Yüreği yansırdı gözlerine, kin ve nefret en çok ona yakışırdı. İrimi iri koyu kara gözler, düşmanının karşısında hiç sekmez bir anda kızıla dönerdi, gözbebekleri hiddetten titrerdi.<br /><br />Günlerden bir gün, karşı komşularının büyük oğlu ki o kasabalarının delifişek delikanlısı, fakir köylülerin gönüllü koruyucusuydu. Ağanın sağ kolu, çanak yalayıcısı kâhya, tecavüz etmişti sevdiği kadına. Duramazdı artık. Silahını kuşandı, atlayıp atına sürdü tıpkı Don Kişot gibi... Tek başınaydı, zalimliğiyle meşhur, zengin ağanın çiftliğini bastı. Bir anda karabasanı oldu ağanın, baş eğenlerin sayesinde büyüyen adam, öfkesini kalkan yapıp gelenin karşısında küçüldükçe küçüldü, kaçacak delik aradı. Delikanlının hınç dolu intikam ateşinden, ancak paralı askerleri sayesinde korunabildi. Yaralanmasına rağmen, cansiperane dövüştü genç adam, ırz düşmanı kâhya ile paralı askerlerden üçünü öldürdü ve saatler sonra vuruşarak geri çekildi. Artık her şey, gözlerinin önünde sahneleniyordu. Kasabanın tam ortasında kurşunlar vızır vızır uçuşuyor, genç adam kininden başka bir siper alma ihtiyacı bile duymuyordu. Çevresini saranlar çoğalırken o cephanesinin bitmek üzere olduğunu biliyordu. Aldırmadı, silahındaki son kurşunu da sıktı.<br /><br />Düşmanları hala korkuyordu, “Teslim ol” çağrısı duyuldu megafondan... O ise dizlerini tutarak, katıla katıla güldü. Ardından şapkasını geri attı, çekip bıçağını kınından korkusuz barbarlar gibi, Amok koşucusu gibi atıldı düşmanlarının üzerine... Tüfekler ona doğruldu. Alev alev yanan kalleş namlulardan fırlayan kurşunlar, kuşkusuz korkusuzca, sinesini açıp ilerleyen hedefini buldu, çeliğin soğuğu titretti genç bedenini...<br /><br />Hemen yıkılmadı, birkaç adım attı. Açtı kollarını, ölümü kucaklar gibi, tozun, toprağın üstüne sırtüstü düştü.<br />Güzel yüzü solmuş, delik deşik bedenini saran apak gömleği al al olmuştu. Öldürülmüştü. Köylülerin gözü korksun, kendilerine karşı koyanlar ne hale getirilir, görülsün diye kan revan içindeki cesedini uzun süre beklettiler. Yaşam çekilmiş, çürüme başlamıştı. Koku dayanılmazdı. Görüntü desen hepten acıklıydı. Cesede yüzlerce karasinek konup, kalkıyor, akbabalar gökte ve tetikte bekliyorlardı. Ramon yıllar sonra, “Kalleşti ölüm ve bizi gençliğimizden yakalardı” diyecekti.<br /><br />Birden hava bozdu, kara bulutlar peydah oldu. Hıçkırık tutmuştu günü. Kasabanın kadınları, gözyaşları içinde, oğul ölümünün yarattığı şokla bayılan ananın etrafında kümelenmişlerdi. Ağıtlar yükseliyordu, belirli, belirsiz. Erkekler ise karşı koyamamanın ve bir şeyler yapamamanın verdiği öfke ve eziklik içinde mırıldanıyorlardı; “Mezbaha önünde bekleşen kuzular gibiyiz. Susmak kaderimiz mi? Daha kaç evlat vereceğiz zalimlere?”… Yerlerinde duramıyor, bir ileri bir geri dolanıyorlardı.<br /><br />Tam o esnada, Ramon’un babası göründü ta uzaktan. Bir haftadır işi için kentteydi ve şimdi eve dönmenin verdiği neşeyle şarkı söylüyordu. Yaklaştıkça uğursuzluğu sezdi, ne olduğunu kavramaya çabaladı adam. Anlar anlamaz, taşıdığı paketleri yere atıp, hızla cesede doğru koştu. Ağanın köpekleri bir anda çevresini sardılar. Yaklaşmaması için onu uyarıp, tehdit ettiler.<br /><br />Ramon’un kulağına, babasının, “Kanı bozuklar. Kırdınız fidanı, katlettiniz” diye yeri göğü inleten feryadı çalındı. Babası, cesedi yerde bırakmamaya kararlıydı, onca itiş kakışa rağmen asla geri adım atmadı. Sonra çoktan tutuşmuş gözlerini, köylülere dikti, “Korkaklar, biraz cesaretli olup yanıma gelin. Dirisini savunamadınız bari ölüsüne sahip çıkın. O, bizlerden biri ne çabuk unuttunuz…” diyerek tısladı.<br /><br />Onlar da sanki çoktandır bunu bekliyordu. Kendilerini harekete geçirecek işareti aldılar, kâbustan uyanıp Ramon’un babasının arkasında toplandılar. Artık delikanlının ölü bedeni, köylüler ve katillerin tam ortasındaydı.<br /><br />Dakikalar uzadıkça uzuyor, gerginlik tırmandıkça tırmanıyordu. Hınç bileylendi, tavır netleşti. Sanki her iki tarafta kanı kanla yıkamaya yemin etmişti. Pes etmek yoktu, çatışma kaçınılmazdı. Duruma müdahale edebilecek tek kişi olan ağa, işlerin ters gittiğini fark eder etmez, harekete geçti. Ayaklanmayı göze alamazdı. Efendilerine karşı başkaldıran kölelere, bunun hesabı nasıl olsa ödetilirdi ama şimdi geri adım atılmalıydı. Elindeki bilmem ne derisinden kırbacını şaklatıp araya girdi, köpeklerine dönüp çekilmeleri için buyruk verdi.<br /><br />Ramon, babasının, genç ölüyü kucağına aldığını gördü, adam yükünü incitmemeye özen gösteriyor gibiydi. Ardında kalabalık, yürüdü büyük adımlarla. Baygın anne ise çoktan ayılmıştı, onun kucağına verdi, iliklerine dek kanı boşalmış taze bedeni...<br /><br />Acılı kadın dövünüyor, bağırıp çağırıyor, geçirdiği şoktan dolayı söz yitimine uğramışçasına anlamsız sesler çıkarıyordu. Sonra suspus oldu kadın, bitikti, çaresizdi. Öpücüklere boğdu oğlunu ve ardından yaşıyormuşçasına sohbet edip, dertleşmeye başladı onunla. Sözlerin tükendiği yerde, konuşan ananın gözleri ve elleriydi.<br /><br />Ramon’un babası ise, ayakta dikilmiş anayı ve oğlunu izliyordu Gördükleri karşısında sinirleri boşaldı adamın, sarsıla sarsıla ağladı, yumruklarını sıkıp iri, tuzlu gözyaşlarını döktü. Ramon, ilk kez ulaşılmaz tepeler gibi dik, granit kayalar gibi sert duran babasını ağlarken gördü, çocuk dünyası yıkıldı. </span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-31937244303956705922010-01-17T04:48:00.000-08:002010-01-17T04:56:39.755-08:00Bir kaza, bir dram ve adalet arayışı<div><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiQOhu-8IYNyAwFDst1ZDUazgYnpYkTalpOwEgDhf3iwWbnvvTVVIyO9T-NRcpQhNqwPbxv2C0MR8TfDwAbj_Cknqe9JM3L7iAlH-MH69m2So6LV5OpUGtl_nAGL4HWILf7bSWRHU3e0Mvz/s1600-h/GELINLIKCI+AILE5.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 263px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427691010535596578" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiQOhu-8IYNyAwFDst1ZDUazgYnpYkTalpOwEgDhf3iwWbnvvTVVIyO9T-NRcpQhNqwPbxv2C0MR8TfDwAbj_Cknqe9JM3L7iAlH-MH69m2So6LV5OpUGtl_nAGL4HWILf7bSWRHU3e0Mvz/s400/GELINLIKCI+AILE5.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">ALPER TURGUT</span></strong><br /><br />Tam iki yıl önceydi. 14 Ocak 2008 günü, yaşanan bir trafik kazası, gencecik moda tasarımcısı Sinem Reyhan Yalçın'ın hayatını çaldı. Ve o gün, “leydim”, “prensesim” diye sevdikleri yavrularını yitiren Yalçın ailesinin ocağına ateş düştü. Türkiye'nin en ünlü armatör ailesinin özel bir üniversitede okuyan oğulları F.K., kazaya yol açtığı için yargılanmaya başladı. Sanık, 8’de 8 suçlu bulundu ancak kısa bir süre cezaevinde yatıp özgürlüğüne kavuştu. Sonrasında yaşananlar ise adeta komplo teorisi gibiydi. 12 yaşındayken babasını bir trafik kazasında kaybeden F.K.’nın hayli ünlü amcası, ulemaya sorup kan parası ödemek istediklerini söyledi. Acılı aile, sert tepki gösterdi; “Şeriat devleti miyiz? Biz para verelim, kızımızı geri getirsinler.” Sanığın salıverilmesinin kamu vicdanını zedelediğini vurgulayan CHP, soru önergesi verdi, Adalet Bakanlığı’ndan yerlerde sürüklenerek çıkartılan Yalçın’lardan, eski bakan Mehmet Ali Şahin, özür diledi. Acı gün geçtikçe daha da büyüdü, sorguladıkça başlarına gelmeyen kalmadı. Aile, saldırıya uğradı, dükkânlarının camları kırıldı. Çalışan işçileri ve Sinem’in yanında bulunan tanık, ne hikmetse bir süre sonra karşı tavır aldılar. Dava süresince dört avukat eskittiler. Hatta evleri soyuldu, talihsiz genç kızın özel eşyaları çalındı. Yılların modacısı anne Neşe Yalçın ile ekonomist baba Sinan Yalçın'ın, adalet arayışı bugün hala sürüyor. </span></div><span style="font-size:130%;"></span></div><span style="font-size:130%;"></span><br /><p><span style="font-size:130%;"> </p><p><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 274px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427691419918215138" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj90XvnDMsQ28jZMcm130-YNrq1_k99ui7vMm2oIEjwKYeJJSPafo7AApYRBOgxUGeP8sRDkc9KK1te53oFWcla-zJ1K7ZtmKjhwAViZ45lKmyMB5MPuE9xVsAj6ybTlJPHiPEGZ-T9Gxux/s400/292528-1+++2ad++6x9.jpg" /><br /><strong><em></em></strong></p><p><strong><em>—Başınız sağ olsun. Sinem’i sizden dinlemek istiyoruz. (Söyleşi boyunca gözyaşları hiç dinmedi. Evlat acısı, her şeyden ağırmış, bir kez daha şahitlik etmiş oldum)</em></strong><br /><br />Neşe Yalçın; Sinem, 29 yaşındaydı. Üç lisan bilen, geleceği parlak bir moda tasarımcısıydı. Tanrı vergisi bir yeteneği vardı. Dünyanın sayılı üniversitelerinde okuyabilirdi, Türkiye’yi seçti. Önce İngiliz edebiyatı okudu ardından da güzel sanatlar akademisine gitti. Roma’da okurken Pelin Batu ile aynı evi paylaştılar. Bizim için eğitim gördüğü Viyana’dan geldi. Marmara Üniversitesi’nin tekstil bölümünde yüksek lisansa devam ediyordu. Firmamız Şafak Gelinlik ve Moda Evi’nin ihracat ve ithalat bölümüyle de ilgileniyordu. Keşke onu, Viyana’dan hiç çağırmasaydık.<br /><br /><strong><em>—Kaza gününe dönebilir miyiz?<br /></em></strong><br />Sinan Yalçın; O gün, alışveriş merkezine gitmek için evden çıktı. Kızım, huzurevinde kalan yaşlılara yardım ederdi, oraya uğramış. Kurumun santralinde çalışan genç bir kadın, beni de yanına al deyince birlikte atlamışlar arabaya, yola koyulmuşlar. Sinem, dalgınlık sonucu Boğaziçi Köprüsü yoluna girmiş. O esnada, otomobiline, arkadan gelen bir araç çarpmış. Hasara bakmak için Altunizade Köprüsü’nün altındaki emniyet şeridine arabasını çekmiş. Otomobilinden inen kızıma, bir arazi aracı son sürat çarpmış ve yan yatan arabanın sürücüsü olay yerinden kaçmış. Sinem, hastaneye götürülünce eşimle birlikte yanına koştuk. Sedyedeki kızım, bizlere, “Ne olur beni kurtarın, ölmek istemiyorum’ diyordu. Ona, ‘Ölmeyeceksin kızım. Bak iyisin’ diyerek, güç vermeye çalıştık. Ameliyatı altı saat sürdü ve biz, yavrumuzu kaybettik.<br /><br /><strong><em>—Sanık ne kadar cezaevinde kaldı?</em></strong><br /><br />S. Yalçın; Ümraniye Cezaevi’nde 3 ay 10 gün yattıktan sonra ilk duruşmada salıverildi. Gemici belgesi alıp, Güney Kıbrıs’a kaçtığını ve orada ismini değiştirdiğini öğrendik. O, içerideyken de krallar gibi yaşadı, özel bir koğuşta kaldı. Su yatağı, dizüstü bilgisayarı, doktoru, masajcısı her şeyi vardı. Neredeyse nişanlısı her gün yanındaymış. Cezaevinde uyuşturucu krizi geçirdiğini duyduk. Ralli ile uğraşan bu genç, daha önce de benzer bir kazaya karışmış ve olayda bir kişi yaşamını yitirmiş. Kazadan sonra da ehliyetine el konulmuş. Açıkçası o gün, ehliyetsiz bir şekilde direksiyona geçmiş. Kurtulmak için bahçıvanlarını bile öne sürdüler (suçu başkası üstlenmek istemiş) ama adam alacağı cezayı öğrenince korkup kaçtı. 24 saat sonra teslim olan sanık, alkol müydü yoksa uyuşturucu mu kullanmıştı, bilinemedi. Çünkü tahlil yapılamaması için saçını kazıtmıştı. Peruğundan örnek alındığı için de herhangi bir sonuç çıkmadı.<br /><br /><strong><em>—Peki, şu an dava ne durumda?</em></strong><br /><br />Üsküdar 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde sanık F.K.’ye "bilinçli taksirle bir kişinin ölümüne neden olmak" suçlamasıyla dava açıldı. Mahkeme, Aralık 2008’de sonuçlandı ve sanık, 5 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezayı az bulduk ve temyize başvurduk. Dosya, aylarca Yargıtay’da kaldı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, F.K.’ye cezayı fazla bulan ailesinin yaptığı itirazı reddetti. Ardından cezanın onanması istenen tebliğname, dosyaya bakacak olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gönderildi. Onanması durumunda, sanık, tekrar cezaevine girecek.<br /><br /><strong><em>—Hırsızlık meselesi nedir?</em></strong><br /><br />N. Yalçın; Üsküdar Salacak’taki kale gibi korunaklı evimize, geçtiğimiz yıl Temmuz ayında hırsız girdi. Güvenlik görevlisi ile kameralar bulunmasına karşın, çelik kapının kilidini kırmışlar. Evden yaklaşık 500 bin TL değerinde altın ve mücevher çalındı. Ama asıl bizi üzen daha değerli takılar ve kasayla uğraşmayıp, kızımın özel eşyalarını almaları. Eşimin bilgisayarını çalmamışlar, Sinem’inkini ise götürmüşler. CD’lerini, takılarını, koleksiyonunu ve kitap yazmak için aldığı notlarını da... Resmen onunla ilgili ne varsa yok etmek istemişler. Polis soruşturma başlattı ancak hala bir sonuç alınamadı. Sinem’in eşyalarına bakarak avunuyorduk. İlk önce kızımızı aldılar elimizden şimdi de hatıralarımızı...<br /><br /><strong><em>Baba Sinan Yalçın, cep telefonundaki siyam kedisi “Osman”ın fotoğrafını gösteriyor. Soruyorum, kızınızın kedisi miydi?</em></strong><br /><br />S. Yalçın; Sinem’in üç siyam kedisi vardı. Ona en bağlı olan ise Osman idi. Kızım, hayatını kaybedince, Osman, depresyona girdi ve fazla yaşamadı. Osman’ı, Sinem’in başucuna gömdük.<br /><br /><strong><em>—Sanırım günleriniz, adaletin peşine düşmek ve mücadele etmekle geçiyor. </em></strong><br /><br />S.Yalçın; Nişantaşı’ndaki dükkânı kapattık, Üsküdar’da devam ediyoruz. Madden ve manen, çok büyük hasarlar gördük, yıkılmadık. Bizimle çok uğraştılar ama yılmadık. Giderek daha da güçlendik, bilendik. Eskiden daha çok ağlıyorduk, şimdi daha az ağlıyoruz.<br /><br /><em><strong>—Son olarak ne söylemek istersiniz?<br /></strong></em><br />N.Yalçın; Çoğu trafik kazasının cinayetten hiçbir farkı yok. Trafik cezalarının ağırlaştırılması için Sinem’i kaybettiğim yerde, büyük bir defile yapacağım. Önce trafik kazalarıyla ilgili çıkan haberlerini toplayıp, kumaşlara işleyeceğim. Sonra bu kumaşlardan çeşitli elbiseler yapıp, mankenlere giydireceğim. Sanık, şayet cezasını çekmezse, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmayı düşünüyorum, gerekirse mahkemenin bulunduğu Strasbourg’a kadar da yürüyeceğim. Bugüne dek binlerce genç kıza gelinlik diktim, kendi kızıma dikemedim. İnanın, yüreğim yanıyor. Hiçbir şeyden keyif almıyorum. Sadece Sinem için bir şeyler yapınca rahatlayabiliyorum. Şimdi muhtaç durumda olan 100 genç kıza gelinlik vermek istiyorum. Muhtarlıktan fakirlik kâğıdı getirmeleri kâfi...<br /><br />S. Yalçın; Kızımızın adını yaşatmak için Sinem Reyhan Yalçın Güzel Sanatlar ve Öğrenim Vakfı’nı kurduk. Şu an maddi durumu iyi olmayan ancak okumak isteyen 18 öğrenciye destek oluyoruz. Daha çok öğrenci okutabilmek için yardıma ihtiyacımız var. (Ziraat Bankası Üsküdar Şubesi Hesap Numarası: 403 2428632-5002)<br /></span><br /><br /><span style="font-size:130%;"><strong>Cumhuriyet Pazar Dergi / 17 Ocak 2010</strong></p></span>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-21503650853907276482010-01-16T12:06:00.000-08:002010-01-16T12:25:42.685-08:00Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 5 ve son<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhaCKm4McEylP-40bM3s76NrzhjQ7hrLGMhEXSZ799Orm74qQwLJOSi1A2p4VxpxRGrp8DbnisZT58UlbcmZNPiXnYIt77Uq0DkRw9OC6ldc-Mnbg5jPIASo-rFCV7Lp_QNNGvWWnKk8dzl/s1600-h/hapis_tutuklu_.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 267px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427434511995380498" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhaCKm4McEylP-40bM3s76NrzhjQ7hrLGMhEXSZ799Orm74qQwLJOSi1A2p4VxpxRGrp8DbnisZT58UlbcmZNPiXnYIt77Uq0DkRw9OC6ldc-Mnbg5jPIASo-rFCV7Lp_QNNGvWWnKk8dzl/s400/hapis_tutuklu_.jpg" /></a><br /><div></div><br /><div></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">“EVRENİN EN GELİŞMİŞ ALETLERİ”</span></strong><br /><br /><br /><br />Ulucanlar Cezaevi’ndeki kanlı baskının ardından Burdur E Tipi Hapishanesi’ne nakledilen yaralı tutuklu ve hükümlülerin, çekilecek çileleri henüz bitmemişti. Yakınları baskı görüyor, günde bir saat süreyle su verilen cezaevinde, hastalık kol geziyordu. Günler, sağ görüşlü adli tutukluların saldırı girişimleri, kantin alışverişinin kısıtlanması, koğuş temsilcilerinin birbirleriyle görüşmelerinin yasaklanması, radyo ve teyplerin toplatılmasıyla geçiyordu. Mahkûmlara, ne olduğu belli olmayan sarı bir sıvının zorla enjekte edildiği öne sürülüyor, ayrıca koğuş kapılarına siyasi tutuklu ve hükümlülerin fotoğraflarının asıldığı, bazılarının üzerine de çarpı işareti konulduğu iddia ediliyordu.<br /><br />Çok geçmedi aradan... Beklenen operasyon, 5 Temmuz 2000 günü bağıra bağıra geldi. Burdur Cezaevi’nde “F tipi cezaevleri uygulamasını protesto etmek isteyen 11 tutuklunun mahkemelere çıkmadığını” gerekçe gösteren güvenlik güçleri, dozerlerle(!) baskın düzenlendi. Operasyon için Isparta, Konya ve Antalya’dan takviye jandarma birlikleri getirilmişti. Sabah saat 08.00 idi. Askerlerin, çatılara çıktığını ve koğuş bölgesinde toplandığını gören 16 kadın ve 45 erkek mahkûm barikat kurdu. Sonrasını tanıkların anlatımlarından okuyalım:<br /><br />“Barikatları, Ulucanlar’da yaşananların tekrarlanacağını kurduk. Yarım saat sonra gaz, ses ve sis bombaları atılmaya başladı. Tazyikli su püskürtüyorlardı. Suda yapışkan bir madde vardı. Bariyerleri biz yakmadık. Bizi dumanda boğmak için kendileri yaktılar. Ellerinde ateş püskürten bir makina vardı. Yunus Aydemir ve Cemil Aksu arkadaşlarımızın yüzü yandı. Başına gaz bombası isabet eden Sadık Türk, beyin kanaması geçirdi. Güvenlik görevlileri, duvar yıkılınca kepçeyle bizi çekmeye çalışıyorlardı. Kolumuz, bacağımız, kafamız neremiz denk gelirse almaya çalışırken Veli Saçılık’ın kolu koptu. Kol tamamen yoktu. Biz kopan kolu suyun içinden çıkardık. Ama kopan yerden hiç kan akmıyordu.<br /><br />Jandarmalar daha sonra içeri çengel atmaya başladı. Çengeller, yaralanmalara ve arkadaşlarımızın gözlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarına yol açtı. Sonrasında, İnayet Kandemir ve Makbule Akdeniz, iş makinesinin kepçesine konularak, sanki topraklarmış gibi hücreler tarafına boşaltıldılar. Halil Tiryaki, cop ve kalasla dövüldü. Yere yatırılıp, üstünde tepinildi. Ali Mitil ve Hüseyin Kilit’in ayakları, Özgür Kılınç'ın kolu, Hülya Tulunç’un da kaburgaları, demir ve kalas darbeleriyle kırıldı. Yusuf Demir’in kafası ve yüzünde derin yara izleri oluştu. Asiye Güden, çenesinden yaralandı. Şahin Geçit’in eli, çarpan sis bombası nedeniyle parçalandı. Baskın bitiminde, sevkler yapılırken gardiyanlar, cezaevi girişindeki boşlukta ‘işkence tezgâhı’ kurdular. A. A. T. ismindeki kadın arkadaşımıza gardiyanlar, floresan lamba ile tecavüze etti.”<br /><br />Cezayirli Cemile Bupaşa'nın rahmine bira şişesi sokmuştu Fransız Gizli Ordusu. Türkiye’de ise F.D., M.C., H.E., E.P., A.Z.G. ve daha niceleri, florasanla, copla, elektrikli copla, parmakla, şişeyle, hortumla, sopayla, silah namlusuyla tecavüze uğradı. M.K., N.T., Ü.Ç., İ.U., D.U., L.İ. ve D.Ö., işkence ve tecavüz sonucu çocuklarını düşürdüler. Tecavüze uğrayan lise öğrencisi ise birde üstüne okulundan atıldı.<br /><br />El Salvador devrimci hareketinin kadın komutanlarından Ana Guadalupe Martinez’in “gizli zindanlarda” yaşadıkları aşağı yukarı şöyledir:<br /><br />“Beni soymaya ve belden aşağı davranmaya başladılar. Göğüslerimi, cinsel bölgelerimi, bacaklarımı elleyip sıkmak için her fırsattan yararlanıyorlardı. Daha fazla elleyip, sıkmalarından kurtulmak için sandalyede oturur kaldım, herkesin eli üzerimde geziniyordu çünkü...<br /><br />Görevim susmaktı. Devrimcilerin işkenceye karşı direnmesini sağlayan etken, bedensel güç değildir. İşkence uşakları, bedensel dayancı nasıl yıkacaklarını bilselerde, moral ve inanç dik tutuldukça, ne işkence ne de ilaç direnci kıramaz!<br /><br />Çığlıklarım hücrenin duvarlarına çarparak kayboldu. Astsubay Rosales, askerlerden birini, beni sıkıca tutması için çağırdı ve bu şekilde tecavüz edebildi. Sarhoştular. Hücredeki alkol kokusu iğrençti. Tam bir şok içinde yatıyordum yerde. Bunun er ya da geç başıma geleceğini biliyordum.”<br /><br />El Salvador’u Burdur’a bağlamak hiç te zor değildir. Dört yıl arayla iki ölüm orucu eylemine de katılan ve hafızasını yitiren erkek tutuklu F.L.’nin, Burdur Cezaevi’nde başından geçenlerden özetle:<br /><br />“Gardiyanlar üstüme çullandılar. Bir yandan kaba dayak atıyor, diğer taraftan pantolonumu indiriyorlardı. Gardiyanlardan birisi de soyunuyordu. Beni yüzüstü yere düşürdüler. Küfürler yağdırıyor, bir yandan da bacaklarıma bastırıyorlardı. Üzerimde, soyunan gardiyanın ağırlığını hissettim. Bana tecavüz etmeye başlamıştı ki, bir ses, ‘durun!’ diye seslenince toparlandılar...<br /><br />F.L., arkadaşı Deniz Bakır ile birlikte cezaevinden çıktıktan sonra Gazi Mahallesi’nde ölüm orucunu sürdürmüştü bir dönem. Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan kanlı baskının 3. yıldönümünde ise, F.L., kendini yakmaya çalıştı. Operasyonda can veren Ümit Altıntaş’ın Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabri başında, üstüne kolanyayı döken ve çakmağı çakan F.L., birinci derece yanıkla hastaneye kaldırıldı.<br /><br />Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okurken “Kahrolsun faşizm” yazılı pankart açtığı gerekçesiyle, Ankara DGM’de, 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Barış Gönülşen ise, hem Ulucanlar Hapishanesi’nde, hem de Burdur Cezaevi’nde yaralanmıştı:<br /><br />“Onlar, kompresör ve buldozerler vasıtasıyla duvarları deliyorlar, bizler kapatmaya çalışıyorduk. Sürekli gaz bombası atıyorlardı. Bir bomba, Sadık Türk’ün, başının delinmesine neden oldu. Kadınlar koğuşuna geri çekilmeye mecbur kaldık. Altmış kişiydik, koğuşta 4 saat direndik. Yer, dar olduğu için sinir gazları etkili oldu. Gazlar, vücuda sirayet ediyorlardı. Astımlılar sinir krizleri geçiriyorlardı. Sonra, büyük bir kepçeyle duvarı delmeye başladılar. Kepçe, Veli Saçılık’ın kolunu kopardı.”<br /><br />Olaylardan sonra cezaevindeki 70 mahkûm açlık grevine başladı. 18 erkek tutuklu ve hükümlü, içerisinden kanalizasyon geçen yerin iki metre altındaki kör hücrelere konuldu. Havalandırması bulunmayan hücrelerde, ıslak beton üzerinde ranza, yatak, battaniye olmadan kalıyorlardı. Kadın tutuklular ise sadece ranza bulunan müşahede hücresinde tıkıldılar. Baskında yaralanan 61 kişiye verilen raporlarda, “darp, gaz zehirlenmesi, vücuttan parça kopması, taciz ve tecavüze maruz kalma, kafada travma” gibi bulgulara rastlanıldığı belirtildi.<br /><br />Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler cephesinde bunlar yaşanırken, aynı hapishanede kalan Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer’in katili C.B., lüks içinde hayatını sürdürüyordu. Denizer’i 40 milyon lira borcu olduğu için öldürdüğünü iddia eden ve 27,5 yıl hapis cezası alan B.’nin koğuşunda, yok yoktu! Ne yaman çelişki. Birileri yeraltında, bokun, sidiğin içerisinde hayat mücadelesi veriyor, bir diğerinin, havadar odasında, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, şofben, müzik seti, cep telefonu bulunuyordu. Çete üyeleri, mafya liderleri, bunu aslında hep yapardı. Rant kavgalarını, hapishaneye taşırlar, içerisini, birilerinin himayesinde cennete çevirirlerdi. Bayrampaşa Cezaevi’nde sekiz, Metris’te beş kişiyi, gözlerini bile kırpmadan öldüren onlardı. Uşak Cezaevi’nde beş mahkûmu katleden, cesetleri çatılardan atıp devlete meydan okuyan, siyasi kadın tutukluların bulunduğu yere “sıra sizde” pankartını asan yine çetelerdi. Bergama Hapishanesi’ne ring aracı yerine ambulanslarla nakledilen çete üyelerinin, üzerlerindeki ateşli silahlarla yolculuk etmelerine göz yumuluyor, hatta “Asker bunu, siz istediniz” diye döviz açma cesaretini bulabiliyorlardı.<br /><br />Yine Burdur’a dönelim. Benzer kanlı olaylarda olduğu üzere, Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlülere de, 'cezaevi idaresine karşı toplu isyan' suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede operasyonun, cezaevinde 30 milyar liralık zarar meydana geldiği öne sürüldü. Tüm mahkûmlara Türk Ceza Yasası’nın 304/1. maddesi uyarınca, 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası verilmesi istendi. Jandarma hakkında yapılan soruşturma neticesinde ise “Olaylara mahkûmların sebep olması” gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi.<br /><br />Baskında yaralananlardan ve aralarında Tuncay Yıldırım ve Ali Aycen’in de bulunduğu sekiz kişi, Bergama Özel Tip Cezaevi’ne sevkedildi. Yaralıydılar. Burdur Cezaevi’nde yaşadıklarını, kamuoyu iyi paylaşmak istediler. İçeride çektikleri fotoğraflar, gazetelerde yayımlanınca, haklarında Adalet Bakanlığı’nca disiplin soruşturması açıldı. Soruşturma sonucunda, hepsi de suçlu bulundu ve 15’er gün hücre cezasına çarptırıldılar: “Filmlerin negatiflerini, yönetimin izni ve bilgisi olmadan dışarıya çıkartıp, ulusal gazetelerde yayınlanmasına sebep oldukları ve bu hareketlerinden dolayı cezaevimiz idaresini zor duruma düşürerek, üzücü bir olaya mahal verdikleri ve cezaevimizin güven ve itibarını sarstıklarından dolayı…” Doğrusu bu ya, karar, bu topraklarda doğan herkese, daha küçük yaşlarda belletilen “kol kırılır, yen içinde kalır” düsturu ile birebir örtüşüyordu. “Kendi yarasını, kendine saklaması gerekenlerden” tanık Ali Aycen’e verelim sözü, O da, Burdur Hapishanesi’nde yaşadıklarını dile getirsin:<br /><br />“Gardiyanlar sayıma gelmeden, 3. ve 4. koğuşların kapılarını, mazgalları ve ara malta kapılarını kapattılar. Elektrik ve sularımızı kestiler. Uyarı dahi yapmadan 4. koğuşun kapısına bomba attılar. Çatıdaki askerler ise, kafamıza kiremit yağdırıyordu. Kadın arkadaşlarımız, kendi koğuşlarının mazgalını patlatarak, yanımıza geldiler. Hep birlikte, 3. koğuşta kurduğumuz barikatların arkasına geçtik. Askerler ve gardiyanlar, barikat olarak kullandığımız battaniye ve yatakların üzerine mazot döküp, ateşe verdiler. Attıkları gaz bombaları, bütün vücudu yakıyor, bilinci kapatıyordu. Barikatlara özellikle uzun itfaiye kancaları ve tazyikli sularla yükleniyorlardı. 60, 70 kişi vardık, bin kişinin katıldığı operasyonla, katledilmeye çalışıldık. Saatler süren direnişin ardından, ‘Allah Allah’ sesleriyle içeri girdiler. Ya yaralı ya da baygın durumdaydık. ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek’ sloganlarını arasında, vakit geçirmeden işkenceye başladılar.”<br /><br />Mahpushanede, insana ait öyküler bitmez. Mutsuz sonlar desen hiç tükenmez. Önce Bergama Cezaevi’ne ardından da Buca’ya sevkedilen Tuncay Yıldırım, Burdur Hapishanesi baskınında yaralanmıştı. MLKP davasından hüküm giyen, Tuncay Yıldırım, Buca Cezaevi’nde hücre tipi yaşamı protesto etmek için ölüm orucuna başladı. Çok geçmedi, İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi'ne konuldu. Eylemcilerin günlük su, şeker ve tuz ihtiyacı, bir buçuk milyon liraydı. Tuncay Yıldırım, beş gün boyunca bu ihtiyaçlarını alamadı. Önemli mi bilemem. Tuncay, sevgililer gününde tahliye edildi. Ancak eylemini, İzmir Yamanlar'daki bir evde sürdürdü. 2002 yılının nevruzunda canından oldu.<br /><br />Fotoğrafların gazetelerde yayımlanmasının ardından, ‘hazımsızlık’tan olsa gerek, Bergama Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler ile onların ailelerine yönelik hak ihlalleri hız kazandı. Cezaevi yönetiminin öncelikli görevi, suç unsuru fotoğraf makinesine el koymaktı. Jandarma ve gardiyanların katılacağı ‘genel arama’ isteğine, mahkûmlar itirazda bulunmadı. Tutuklu ve hükümlüler, hapishane idaresinin, koğuşlardaki kişisel eşyaları alma talebine de ‘evet’ dediler. İsteklerinin kabul edildiğini gören idare, bu kez de, tutuklu ve hükümlülerin yeni yapılan hücrelere konulmasında diretti. Mahkûmlar hücre uygulamasına karşı çıkınca, 26 Temmuz 2000 günü sabahı, baskın düzenlendi. Cezaevindeki siyasilere ait koğuşlar tahrip edildi. Avukatların itirazı üzerine askeri yetkililer, “Operasyon yapılmadığını, tutuklu ve hükümlülerin dirençlerinin kırılmaya çalışıldığını” söylediler. Sonunda anlaşma sağlandı. Bergama’daki 77 siyasi tutuklu ve hükümlü, Buca Cezaevi’ne sevkedildi. Burdur ve Bergama’dan önce aslında 2000 yılının ilk operasyonu Bandırma Cezaevi’nde yaşanmıştı. 7 Ocak 2000 günü, Bandırma Cezaevi’ndeki İslamcı tutuklu ve hükümlülere müdahale edildi. Baskında, İBDA-C davası tutuklusu Ayhan Sönmez, jandarma kurşunuyla öldürülürken üçü ağır altı kişi de yaralanıyordu. Hayata Dönüş operasyonu için artık start verilmişti.<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">“KOPAN BİR KOLU ARAMAK”</span></strong><br /><br /><br />Burdur Cezaevi operasyonunda, Devlet Su İşleri’ne (DSİ) ait dozerin kepçesiyle, sağ kolu kopartılan ve kopan kolu başka bir şehirde, komşu kent Isparta’da bir sokak köpeğinin ağzında bulunan Veli Saçılık dehşet anlarını aktarıyor:<br /><br />“İş makinesinin operatörü, bilerek ve isteyerek, kepçenin başıyla beni duvara sıkıştırdı. O esnada, kolumun koptuğunu gördüm. Yere düştüm. İki saat boyunca, koğuşa sıkılan suyun içinde kaldım. Bir arkadaşım, kolu bulup üzerime koydu. Engels, insan ellerine ‘evrenin en gelişmiş aletleri’ diyordu ve benim üretmek için gerekli ellerimden biri yoktu artık... Demek ki ömrüm boyunca işçi olamayacaktım. Bayılmamı önlemek için beni sürekli konuşturmaya çalışan ihtiyara, bunu söyledim. Beni, ‘üzülme yoldaşım, işçi olacaksın, iyileşeceksin’ diye yanıtladı. Yeni bir şeyi keşfetmenin heyecanıyla, ‘olsun ihtiyar, onlar da artık bana kelepçe takamayacaklar’ dedim.”<br /><br />Ancak Saçılık yanılıyordu. Sağ kolu kopmuştu ama sol kolu duruyordu. Kalan koluna zinciri doladılar ve onu nakil aracına bağladılar. Genç adam, 1995 senesinde, Emek gazetesi satarken gözaltına alınmıştı. 17 yaşındaydı. O dışarıdayken davası sürmüş ve 1998 yılında yardım ve yataklık suçlamasıyla üç yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Özgürlüğüne ise, cezasının bitimine yedi ay kala, Şartla Tahliye Yasası’ndan yararlanarak kavuşabilecekti.<br /><br />“Burdur Devlet Hastanesi’nde sadece bir tetanos iğnesi vurmakla yetindiler. Isparta’ya sevkedildim. Beni tedavi eden doktor, kolumun artık dikilemeyeceğini belirterek ‘Çok zaman geçmiş. Ayrıca kopan kolunu naylon torbaya koyup yollamışlar. Eğer buzlu bir torbaya konulsaydı, yerine dikilebilirdi’ dedi. Tekrar Burdur Devlet Hastanesi'ne sevk edilmeme karşın beni cezaevine geri götürdüler. Revir diye, boş bir odaya attılar. Getirdikleri yatak ve battaniye ıslaktı. Açlık grevine başlayınca, beni hastaneye kaldırdılar. Adalet Bakanlığı müfettişi gelene kadar, tedavi edilmedim. 15 gün banyo yaptirmadılar, üzerime atılan gaz bombasının bıraktığı islerle durdum. Hastanede ifademi alan müfettiş, operasyonun, devletin otoritesini göstermek için yapıldığı söyledi. Ben de ‘Devlet otoritesini kolumu kopararak mı gösterdi?’ diyerek devletin tavrına isyan ediyordu, Veli Saçılık...<br /><br />Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi doktorları, hastanelerinde tedavi altına alınan Saçılık’ın kolunu dikemediklerini açıklıyordu. Yavrusunun sağlık durumunu öğrenmek için hastaneye koşan Anne Kezban Saçılık ise, görevlilerin “Teyze oğlunun kolu morgda, istersen al!” sözleri karşısında şok geçiriyordu. Hastane personeli, jandarmanın istemi üzerine kolu gömmediklerini ve askeri yetkililere teslim ettiklerini öne sürdüler. Jandarmalar ise kolu teslim almadıklarını iddia ediyorlardı. Tartışmadan çıkan her hangi bir sonuç yoktu. Mesele, arapsaçına döndürülmek isteniyordu. Tek gerçek vardı. Genç bir adam, hayatı boyunca sakat kalacaktı. Saçılık'ın kolu, sokak köpeğinin ağzından alındıktan üniversite görevlilerince, Doğancı Mahalle Mezarlığı’na gömüldü. Isparta Valiliği, olayı ‘trajikomedi’ olarak nitelendirdi! İçişleri Bakanlığı ise, çalışmasına engel olmak istemiyle iş makinesine saldıran! Saçılık’ın, kolunu makineye kaptırmasının, gözyaşartıcı gaz ortamında ve olay anındaki aydınlatma yetersizliği nedeniyle engellenemediği açıklıyordu.<br /><br />Adalet Bakanlığı, Saçılık’a, ‘protez kol’ sözü verdi. Fakat sözlerini, ‘ödenek yokluğunu’ gerekçe göstererek tutmadılar. Saçılık’ın takma kolu, aylar aylar sonra takılabildi. Kolun parası uzun süre ödenmediği için genç adam zor günler geçirdi. Ankara Mamak’ta yoksul bir gecekonduda kalıyorlar, evin geçimini ihtiyar babası inşaatlarda gece bekçiliği yaparak sağlamaya çalışıyordu. Saçılık, yıllarca iş bulamadı: “Cezaevinde yattığım ve tek kollu olduğum için zaten iş bulamıyorum; iş bulduğumda da polis işyerine ‘bu tehlikelidir’ diye baskı yapıyor’ diyordu. Devlet, O’nun peşini bırakmamaya kararlıydı sanki. Adına açılan ‘bağış kampanyası’ nedeniyle Veli Saçılık, gıyabında yargılanarak 3 ay hapis, 249 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Saçılık’ın, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi aleyhine Antalya 1. İdare Mahkemesi’nde açtığı davada, hastanenin, Saçılık için 2 milyar lira, annesi Kezban Saçılık ve babası Cemal Saçılık için de 500’er milyon lira tazminat ödemesi öngörüldü. </span></div><span style="font-size:130%;"><div><br />Gelelim en sinir bozucu ayrıntıya... Yardım ve yataklık suçlaması nedeniyle hüküm giyen ve içerideyken sakat kalan Saçılık, AİHM kararları doğrultusunda, yeniden yargılanmak istemiyle mahkemeye başvurdu. Ve ne oldu? Beraat etti genç adam. Boşyere bir insanın hayatıyla oynanmıştı. Pisipisine cezaevine düşmüş, insanın içine işleyen bir dramın kurbanı olmuş, sakat kalmıştı. </div><div><br />BEKSAV Sinema Atölyesi, Saçılık’ın hayatını 60 dakikalık belgesel filme taşıdı. Sedat Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı filmin adı, “Kelepçe” idi…<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">CEZAEVİNDE SANAT…</span></strong><br /><br /><br />Yeniden de olsa dönüp geri<br />Geçerdim yine o yoldan<br />Zincirlerden yükselen ses<br />Söz ediyor yarınlardan<br /><br />“Kavai Köprüsü”nden, “Kelebek”e, “Alcatraz Kuşçusu”ndan, “Carandiru”ya, “Babam İçin”den, “O da Bir Ana”ya, “Duvar”dan, “Uçurtmayı Vurmasınlar”a toplama kamplarını, cezaevlerini, hasreti ve esareti anlatır filmler. Romanlar yazılır adına... Saygon zindanlarını “direnme savaşı” ile tanırız. Sonra günü gelir “Salvador’un gizli zindanları” olur eserin adı. Ülkemizde ise “Tatar Ramazan”, “72. Koğuş”, “Bizim Koğuş”, “Esir Şehrin Mahpusu”, “İçerdeki Oğul”, “Yaralısın” ve daha niceleri... Hikâyeler, mektuplar ve elbette şiir, dört duvar arasından sıyrılır gelir.<br /><br />Hırsla çakarım kibriti<br />İlk nefeste yarılanır cigaram<br />Bir duman alırım dolu<br />Bir duman kendimi öldüresiye<br />Biliyorum “Sen de mi” diyeceksin<br />Ama akşam erken iner mapushaneye<br />Ve dışarda delikanlı bir bahar<br />Seviyorum seni çıldırasıya.<br /><br />Ahmed Arif </div><div><br />“Hasretinden Prangalar Eskittim”, “Tutuklunun Günlüğü”, “Bir Siyasinin Şiirleri”, “Saat 21–22 Şiirleri”, “Mahpushane Şiirleri” ve “Zindan Duvarları”... Hasretin yakıcılığı daha nasıl resmedilir.<br /><br />Haberin var mı taş duvar?<br />Demir kapı, kör pencere,<br />Yastığım, ranzam, zincirim,<br />Uğruna ölümlere gidip geldiğim,<br />Zulamdaki mahzun resim,<br />Haberin var mı?<br />Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,<br />Karanfil kokuyor cıgaram<br />Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…<br /><br />Ahmed Arif<br /><br /><br />“Görülecek günler var daha” der Sabahattin Ali ve devam eder:<br /><br />Kurşun ata ata biter<br />Yollar gide gide biter<br />Mapus yata yata biter<br />Aldırma gönül aldırma<br /><br /><br />Lord Byron, Paul Eluard, Victor Hugo, Paul Verlaine, Baudelaire, Federico Garcia Lorca, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Ziya Gökalp, Kemal Tahir, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Ahmed Arif, Yılmaz Güney, Attila İlhan, Can Yücel... Onlar demir parmaklıklar ve taş duvarlar arasında eğitimlerini aldılar. Sinop Kalesi’nden Yedikule Zindanları’na, Drama Mapushanesi’nden bugüne uzanan bir kültürdür bu…<br /><br />Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi; </div><div><br />Tek suçumuz hür insanlar gibi konuşmak<br />Kitaplar suç ortağımız.<br /><br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">KAYNAKÇA</span></strong><br /><br /><br /><br />. TECRİT Yaşayanlar Anlatıyor – Selami Karnaz – Boran Yayınları.<br />. Hücremde Bir Gün - Boby SANDS – Sosyalist Yayınlar<br />. Salvador’un Gizli Zindanları - Ana Guadalupe MARTİNEZ<br />. Zulüm Politikaları - Kate MILETT – Metis Yayınları<br />. Türkiye Solunun Hapishane Tarihi - Şaban Öztürk - Yar Yayınları<br />. Hücrem - Yılmaz GÜNEY – Güney Yayınları<br />. Hapishane Şiirleri - Erdoğan Alkan - Kaynak Yayınları<br />. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek - Adnan Yücel - Yurt Kitap/Yayın<br />. Bir Direniş Odağı Metris - Sinan KUKUL – Yar Yayınları<br />. Firar Öyküleri - Adnan GERGER – Başak Basın Yayın<br />. Sessiz Ölüm - Ümit KOŞAN – Belge Yayınevi<br />. Sessiz Ölüm – Hüseyin Karabey – Metis Yayınları<br />. Venceremos - Şili'ye Evet, Pinoçet'e Hayır<br />. Spartaküs - Howard Fast – Sosyalist Yayınlar<br />. Tutsak Dergiler – Boran Yayınevi<br />. Başeğmeyen Kadınlar – Boran Yayınevi<br />. Direniş, Ölüm ve Yaşam 1 – Boran Yayınevi<br />. Direniş, Ölüm ve Yaşam 2 – Boran Yayinevi<br />. Fırtınadan Sonra - Howard Fast - Oda Yayınları<br />. Gözaltında Tecavüz - Meryem Erdal - Çivi Yazıları<br />. Direnme Savaşı - Nguen Duc Thuan - Oda Yayınları<br />. Hapishanelerde Katliam – Anadolu Yayıncılık<br />. İnancın Sınandığı Zor Mekânlar HÜCRELER - Nevin Berktaş - Yediveren Yayın<br />. 78’liler Vakfı, kuruluş senedi taslağı.<br />. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cemil Kutlu (Ada hapishaneleri)<br />. Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğuna - Çağdaş Hukukçular Derneği<br />. Yaşatmak İçin Öldüler – Şenay Dönmez – Boran Yayınevi<br />. Nikaragua Sandinist Devrimi - Henri Weber - Belge Yayınları<br />. Haydari Kampı - Themos Kornaros - Can Yayınları<br />. Hıdır ve İlyas – A. Kadir Konuk - Belge Yayınları<br />. Nevin Bektaş, İnancın Sınandığı Zor Mekânlar: Hücreler...<br />. Tecrit Karşıtı Yoldaş Mektupları) Damlada Okyanus - Derleyen Tuncay Günel - Şubat Basım Yayım<br />. Ölümsüz Şarkı - Victor Jara – Parantez Yayınları.<br />. Ökselerin Yöresinde – Şükran Kurdakul – Ümit Yayıncılık. . Didar Abla - Yayına Hazırlayanlar: Ayşe Hülya Özzümrüt/Ümit Efe - BARİKAT Dergi ve Yayıncılık.<br />. Demir Parmaklıklar Ortak Düşler – Mukaddes Erdoğdu Çelik – Ceylan Yayınları<br />. Benim Hapishanelerim – Zeki Sarıhan Berfin Yayınları.<br />. Umut Yağmuru - Ümit İlter – Boran Yayıncılık<br />. Cumhuriyet, Birgün, Evrensel, Ülkede Özgür Gündem, Demokrasi, Hürriyet, Sabah, Milliyet gazeteleri…<br />. Yaşadığımız Vatan, Yürüyüş, Alınteri, Atılım, İşçi Köylü, Tavır dergileri<br />. Haklar ve Özgürlükler bülteni<br />. Sivil toplum örgütleri raporları<br />. Tecrit karşıtı internet siteleri </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong>Devam edecek...</strong></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-12900536091325867692010-01-16T11:57:00.000-08:002010-01-16T12:03:45.505-08:00Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 4<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjc6-07Hk5dzteN7NWJgGm7uLkGM6KDPKoM7DBNZXSmXKlZ89faOO9sT0gmJZ7yg5DJjYVXn5LFP2UN17qwnvNEOBiBr2fwAFXViObNb8_o_acYAXYSDnx5U_h51OuE69dGQv1XMiQlK9Am/s1600-h/ULUCANLAR-26091999.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 220px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427430817282590146" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjc6-07Hk5dzteN7NWJgGm7uLkGM6KDPKoM7DBNZXSmXKlZ89faOO9sT0gmJZ7yg5DJjYVXn5LFP2UN17qwnvNEOBiBr2fwAFXViObNb8_o_acYAXYSDnx5U_h51OuE69dGQv1XMiQlK9Am/s400/ULUCANLAR-26091999.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">“ÇEKME KURŞUNU YERSİN”</span></strong><br /><br /><br /><br /><strong><em>1996 ÖLÜM ORUCU EYLEMİ…<br /></em></strong><br /><br />Bin operasyon, Gazi olayları, kanlı 1996 1 Mayıs’ı, gitgide tırmanan bir ivme kazanan faili meçhul cinayetler, insan haklarından sorumlu bakanın bile tiyatro gösterisi izler gibi seyreylediği “hücre evi” baskınları, çoğu genç bedenleri kana bulayan yargısız infazlar ve Cumartesi Anneleri’nin eylemleriyle sokağa taşınan kayıp gerçeği. Dahası varoşlarda kurulan barikatlar, yükselen öğrenci muhalefeti ve cezaevleri… Kirli ilişkilerin, kısmen açığa çıkacağı Susurluk kazasına giden yoldaydı ülke. 1990’lı yılların ortalarında yaşam, kâğıttan bir gemiydi, gözyaşlarıyla dolu bir leğende, batmamak için çabalıyordu.<br /><br />Hapishaneler cephesinde de, durum kötüleşmeye yüz tutmuştu. Büyük bir eylem kapıdaydı. Cezaevleri, can almaktan zevk alan, insan etine hasret bir canavara dönüşmüştü. İçeride, 12 hayat daha sonlanacaktı. Direnişin nedenlerine kısaca bir değinecek olursak, filmi biraz başa sarmalıyız:<br /><br />ANAYOL Koalisyon Hükümeti’nde Adalet Bakanı olarak göreve başlayan Mehmet Ağar, ilk olarak cezaevlerindeki tüm tutuklu ve hükümlülerin tepkisini çeken 6-8-10 Mayıs genelgelerini yayınladı. Genelgenin, “Tutukluların yargılandıkları yerin dışındaki başka bir kente sevkini” içeren maddesi, büyük tepkilere neden oldu. İçerisi kaynarken REFAHYOL Koalisyon Hükümeti iktidara geldi. Ağar’ın koltuğuna, Şevket Kazan oturdu. Kazan’ın ilk icraatı ise genelgeleri daha da ağırlaştırmak oldu. Ve ardından zoraki “göç” başladı. Tutuklu ve hükümlüler, “tabutluk” adını verdikleri, bitmeyen hikâye formatındaki Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nin tekrar açılmasına, ölüm orucu ve süresiz açlık greviyle yanıt verdiler.<br /><br />‘Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu’nun ülke çapındaki 41 cezaevinde başlattığı eyleme, bin 500 siyasi tutuklu ve hükümlü katıldı. 20 Mayıs 1996 günü, DHKP-C, MLKP, TKP(ML), TİKB, TKEP-L, Direniş Hareketi, Ekim, THKP-C/HDÖ, TKP/ML ve TDP davalarından tutuklu ve hükümlülerin, başlattığı direniş, 45. gününde ölüm orucuna çevrildi. Ekim davası tutuklu ve hükümlüleri 55. günde eylemlerini ölüm orucuna dönüştürürken, TİKB davası tutuklu ve hükümlüleri eylemlerini süresiz açlık grevi olarak sürdürdü. PKK davası tutuklu ve hükümlüleri ise destek amacıyla açlık grevi yaptı. Ayrı bir talep listesini kamuoyuna açıklayan PKK davası tutuklu ve hükümlüleri, bir süre sonra açlık grevi eylemlerine son verdiler.<br /><br /><br />Başbakan Necmettin Erbakan, ölüm orucunda bulunan tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde çekilmiş görüntülerini, “sansür hakkını” kullanarak televizyonlarda gösterilmesini engelledi. Sincan davası sanıklarını ziyaret etmekten çekinmeyen bakan Şevket Kazan’ın, “Ölüm orucu için itirafçıları seçiyorlar. Koğuşlarda ‘biz’ değil, örgütler hâkim. Silahları ve faksları var” gibi açıklamaları, gerginliğin daha da artmasına sebep oldu.<br /><br />Sivil toplum örgütlerinin tepkisi üzerine Kazan, Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ndeki 102 siyasi mahkûmun, İstanbul’daki cezaevlerine nakli yerine, Sakarya’ya gönderilebileceklerini söyledi. Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu bu öneriyi reddedince, operasyon hazırlıklarına başlandı. Uluslararası Af Örgütü, Erbakan ve Kazan’a çağrı yaparak, ölümlerin durdurulmasını istedi. Torun Kaya, Çankırı Cezaevi’ndeki oğluna, eylemin 53. gününde kefen yolladı.<br /><br />Hayati öneme hayız B–1 vitamini kullanılmadığı için ölümler erken ve peş peşe geldi. Bir haftada, tam 12 can gitti. Öfke meydanlara taştı. Korsan gösteriler, tutuklu ve hükümlü ailelerinin eylemleri, işgaller ve cenaze törenleri. Destek eylemlerine katılan binlerce kişi, gözaltına alındı, yüzlercesi yaralandı. İnsanlığın sınandığı günlerdi. Cağaloğlu’nda Cumhuriyet’e yüz, TGC’ye on metre mesafede bir hengâmenin ortasına düşmüştüm. İstanbul’un göbeğinde ölüm orucuyla ilgili bir gösteriydi. Nasıl sert bir müdahaleydi. Anlatamam… Sivil polisler, ana kucağındaki çocukları bile yere atıp, tekmeleyebiliyordu. Elim fotoğraf makinesine gitmişti, gayri ihtiyari… Polisin biri, Zeballah gibi dikildi başımda, “çekme” dedi. “Çekme kurşunu yersin.” Neyse ki sadece coplamakla yetindiler. Sanırım 15 gazeteci vardık o gün pataklanan…<br /><br />(Galatasaray’da, Beyazıt’ta, Kadıköy’de veya herhangi bir yerde… Dört mevsim… Gece, gündüz… Sıcak, soğuk… kar, yağmur, çamur… Çeşit çeşit eylem, protesto gösterileri, mitingler ve illa korsanlar… Dünyanın en zor mesleklerinden biridir gazetecilik. Toplumsal olaylarda görevli olmak başlı başına suç kabilindendir. Ne koşullarda gazetecilik yaptığımıza ancak varoş, meydan ve sokaklar tanıktır. Az mı dayak yedim. Tartaklandım, itilip kakıldım, dövüldüm. Aynı gün iki ayrı olayda coplandığımı hatırlarım. Gözaltıları saymadım, aldığım darbeleri de…)<br /><br />Bir kere zıvanadan çıkılmıştı. Polis, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni basarak, gazeteci avlıyordu. “Tarihe geçen belge” diye, neredeyse yarım sayfayı işgal ediyordu, çektiğin fotoğraf. Ve sen, ertesini gün tekrar eyleme koşacağından, iyice hedef olmamak için fotoğrafın altına imzanı bile atamıyordun. Uykusuz geceler, tehlikeli gündüzler, görev seni bekliyordu. Ceviz kırmaktan başka işe yaramayan telsizlerle, ankesörlü telefonlarla veya iki coplanma seansı arasında, börekçiden, kahvehaneden yazdırılıyordu haberler...<br /><br />Sonra Gazi Mahallesi’nde ikinci kez barikatlar kuruldu, sokaklar tutuştu. Güzel Şahin, Nadire Çelik ve Ali Rıza Eroğlu, evlatları için ölüm orucuna başladı.<br /><br />Şevket Kazan’ın “içeride gizli gizli yiyorlar” demecini yalanlarcasına, 21 Temmuz’da Ümraniye Cezaevi’nde kalan Aygün Uğur, eylemin 63. gününde yaşamını yitirdi. Bayrampaşa Cezaevi’nde yatan Altan Berdan Kerimgiller ise iki gün sonra son kez kapadı gözlerini. Yine aynı cezaevinde kalan İlginç Özkeskin ise ertesi gün. Eylemin 67. gününde üç ölüm haberi arka arkaya ulaştı, yürekleri ağızlarında, evlatlarından haber bekleyen tutuklu ailelerine. Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde Hüseyin Demircioğlu, Bursa Cezaevi’nde Ali Ayata ve Aydın E Tipi Cezaevi’nden “Gerçek ayrılık özlemlerin bittiği yerde başlar, Biz hiç ayrılmayacağız” diyen Müjdat Yanat soluksuz kaldılar. Yine bir gün sonra dünya tarihinde ilk kez, bir kadın ölüm orucu ve açlık grevi eylemcisi yaşamını yitirdi. Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde Ayçe İdil Erkmen ve yine aynı gün Bayrampaşa Cezaevi’nde Tahsin Yılmaz öldüler. Çanakkale Belediyesi’nin hoparlöründen, Erkmen’in cenazesi için çağrı yapıldı.<br /><br />RP Genel Başkan Yardımcısı Bahri Zengin ile yine aynı partiden İstanbul milletvekili Mukadder Başeğmez, aydınlar Eşber Yağmurdereli, Yaşar Kemal, Oral Çalışlar ve Zülfü Livaneli, Cezaevi Merkezi Koordinasyonu ile görüşmeleri sürdürdü. Taleplerin en önemli maddesi olan “nakillerin durdurulması” ve “sevk edilenlerin yerlerine gönderilmesi” konusunda anlaştılar. Cezaevlerinde yaşanan sorunların bir komite tarafından izlenmesi koşulunu kabul ettiren tutuklu ve hükümlüler, eylemlerini sonlandırdılar. Direnişin bitirildiği 27 Temmuz 1996 günü, Bayrampaşa Cezaevi’nde Yemliha Kaya, Bursa Cezaevi’nde Ulaş Hicabi Küçük, Ümraniye Cezaevi’nde Osman Akgün hayatlarını kaybettiler. Bir deri bir kemik halindeki onlarca direnişçi, vakit kaybedilmeden hastanelere taşındı. Bursa Cezaevi’nden hastaneye sevk edilen Hayati Can ise, anlaşma sağlanmasından birkaç saat sonra, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.<br /><br />Yer Bayrampaşa Cezaevi'nin önü... Sıcak mı sıcak bir temmuz gecesinde, eylemin sonuçlanmasını ve arabulucuların dışarı çıkmasını bekliyoruz. Devamını ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde çıkan izlenimlerimden okuyalım:<br /><br />“Bir beşik sallandı cezaevleri kapısında 10 saat boyunca ölümle yaşam arasında gidip, gelen. Bu 10 saatlik gergin süre boyunca bir ölüme yakalandı, bir yaşama. Ölümle yaşam hiç bu kadar yakın olmamıştı. Bayrampaşa Cezaevi’nin soğuk duvarlarının kenarlarındaki lambalardan süzülen ışık, üzüntü ve merak içerisindeki annelerin, babaların, kardeşlerin, halaların, teyzelerin yüzünde ölümün acısını ortaya çıkarıyor. Kaldırımlarda ölümün kaskatı acısı içerisinde sessizce bekliyorlar. Gazetecilerin gürültülü telaşını izliyorlar. Gözleri kapıda... Yedikleri dayaklar, coplar, yaşadıkları tüm acılar... Onların hiçbirini şimdi düşünmüyorlar.<br /><br />Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın sert açıklamasından sonra ‘operasyon’ beklentisi içerisindeki kederli ailelerin düşündükleri tek ama tek şey kasvetli cezaevlerinin duvarları arkasında, sabahtan bu yana süren görüşmeler... Ne oluyor acaba? Yeni bir ölüm duymadan anlaşma olacak mı? Hemen önlerinde kask, kalkan ve coplarıyla polisin ördüğü etten duvarın arasından Bayrampaşa Cezaevi’nin demir kapısının ağır ağır açılıp kapanışlarına gözlerini kenetlemişler. Sürekli olarak polis otolarının sirenleri çalıyor, protokol araçları giriyor çıkıyor, ambulanslar kapıda hazır bekliyor. Eşber Yağmurdereli’nin yüreklere su serpen olumlu sinyalinden sonra içeriye giren yazarlar ve politikacılardan bir teki bile dışarı çıkmıyor. Dakikalar, saatler geçiyor. Uzadıkça uzuyor saniyeler...<br /><br />Saatler 23.00’e yaklaşırken İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, CHP İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş ve anlaşmanın mimarı Eşber Yağmurdereli cezaevi kapısında görülüyorlar. Gazeteciler haber telaşı, aileler yaşam umudu içinde çevrelerinde düğüm oluyor.<br /><br />Haberler yaşam umudunu yeşertiyor. Sevinmek ve sevinmemek... Hem çok mutluydu aileler, sonunda anlaşma sağlanmıştı ya... Hem de çok üzgündüler. Çünkü bedeli çok ağır olmuştu. 69 günlük direnişin sonunda hücreleri tek tek eriyip gidenlerden 12’si yitip gitmiş, geri kalanların vücudunda ise geri dönülmez izler bırakmıştı. Çocuklarının yaşatılması için sokaklardaki haykırışlarında yedikleri cop ve tekmelerin acısı bu ağır bedelin yanında hiç kalırdı. Anlaşma sağlandığı haberi ailelerin sessizliğini bozuyor. Kameralara, teyplere içlerini döküyorlar.<br /><br />Ölüm orucu direnişçisi Birol Abatay’ın babası Şehzat Abatay, buruk bir sevinç içinde olduklarını belirterek, ‘Çocuklarımızı ve bizi perişan ettiler. 12 yavrumuzu kaybettik. Aileler, hastanede çocuklarının ölmeyeceğini nereden bilsin? Kendi oğlumdan ölenleri asla ayırmam. Çünkü onlar da bizim evladımız. Benim ve bizim için artık hiçbir şey fark etmez. Talepler kabul edildi, fakat uygulama aşamasında pürüzler çıkarsa ne olacak. Çocuklarımız tekrar ölüme yatacak’ diye endişesini dile getiriyor.<br /><br />Açlık grevindeki Mehmet Can Targay’ın polis baskısından korktuğunu söyleyerek isim vermek istemeyen halası, ‘Şu an dünyanın en mutlu insanıyım. Sevinçten ağlamak istiyorum. En son Cuma günü görüşebilmiştik. Mehmet’im kan kusuyordu. Halkımıza, askerlerimize ve polisimize geçmiş olsun diliyorum. Onlar da ana kuzusu. Allah’a şükrediyorum. Ölmek fakirlere mahsus bir şey midir? Zenginler, oturmuş, gülerek seyrederken biz birbirimizi öldürüyoruz. Bu dünyada hep iyiler mi ölür’ diye konuşuyor.<br /><br />Açlık grevindeki Mehmet Can Targay ve Murat Targay’ın amcaoğlu Mümtaz Targay ve yakını Hüseyin Polat, insanların bedel ödeyerek bazı haklara kavuştuğunu söyleyip devam ediyor: ‘Keşke bu olaylar hiç olmasaydı, keşke canlar ölmeseydi. Çocuklarımız hastanede mi, revirde mi, bilemiyoruz. Adalet Bakanı Kazan, geç kalmıştır. Çözüme yönelik adım atmak için Kadir gecesini beklemesi lazımdı. Belki de geri dönülemeyecek bir noktada anlaşmaya gitmek, çıkarlarına denk geldi. Tutukluların insanca yaşam için ölüm oruçlarına girmesi ve haklı talepleri vardı.<br />Bu basit ve insani taleplerin kabul edilmesi için 2 ay 10 gün beklenmesinin amacı neydi’<br /><br />Bayrampaşa Cezaevi'nde açlık grevi yapan Serdar Yılmaz'ın babası Sedat Yılmaz, yürek acısıyla Adalet Bakanı Şevket Kazan'ı dinsizlikle suçlayıp sitem ediyor: ‘Dini olan bir insan bunları yapmaz. Çocuklarımıza 69 gün resmen işkence yaptılar. Oğlumuzun sağlık durumu çok kötüydü, ailecek biz de öldük. Asıl Şevket Kazan'ın tedaviye ihtiyacı var. Onun öbür tarafta da işi çok zor. Şevket Kazan bunca ölümden sonra alsın da kına yaksın.’<br /><br />Bazı tutuklu ve hükümlü yakınları, Mehmet Ağar ve Şevket Kazan’ın da evlat acısını duymasını isteyerek, beddualar ediyor: ‘İçimiz kan ağlıyor. Dünyanın en büyük acısı evlat acısını yaşadık. Allah'tan isteğimiz Ağar’ın ve Kazan’ın çocuklarının da bizim oğullarımızın, kızlarımızın durumuna düşmesidir. O zaman evlat acısı neymiş anlasınlar. Hepimiz fakir insanlarız. Paramızı zorla denkleştirip memleketimizden kalkıp geliyoruz. Evlatlarımızın yüzlerini görmek için geldiğimiz cezaevlerinde cesetleriyle karşılaşıyoruz. Bu nasıl Müslümanlıktır bu nasıl din kardeşliğidir.”<br /><br />Tablo hazindi. Hemen hemen her eylemcide, görme bozukluğu, kas erimesi ve konuşma güçlüğü tespit edildi.<br />Yaşamsal öneme haiz B–1 vitamininin kullanılmaması, eylemcilerde telafisi mümkün olmayan rahatsızlıklara yol açmıştı. Ergün Bütüner, Ahmet Gülhan, Semiray Yılmaz, Cafer Gürbüz, Delil İldan ve daha niceleri ömür boyu sakat kalmıştı.<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">AH CANLAR, ULUCANLAR...</span></strong><br /><br /><br />Türkiye, sonbaharı iliklerine dek yaşıyordu. Hızla sararan yapraklar, solacak canları hatırlatıyordu. Hüzün sinmişti hayata. Ve gerçek, hiç bu kadar gaddar, hiç bu kadar medetsiz olmamıştı. Besbelli kış erken gelip, gözyaşlarını dahi donduracaktı. Alemdağ, Buca, Ümraniye, Diyarbakır... Tutuklu ve hükümlü aileleri yıllardır perişandı, sürekli “Ölüm kuşu hangi cezaevine konacak” diye haykırıyorlardı. Sadece 1997 ve 1998’de 66 cenaze çıkmıştı cezaevlerinden...<br /><br />Sıra, ülkenin başkentindeki Ulucanlar Cezaevi’ndeydi. Ve liste uzayıp gideceğe benziyordu. Resmi adı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi olan Ulucanlar Hapishanesi’ndeki, 40 kişi kapasiteli koğuşta, tam 100 kişi kalıyordu ve bir yatakta üç kişi uyuyamaya çalışıyordu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, duruma itiraz ederek, koğuş mevcudunun azaltılması için hapishane idaresine başvuruda bulundular, insani koşullarda yaşama isteklerini ilettiler. Ancak her hangi bir sonuç alamadılar. Cezaevinden kötü kokular yükselmeye başlamıştı. Herkes tedirgindi.<br /><br />2 Eylül 1999 günü başlayan ve giderek artan gerginlik, 26 Eylül 1999 gecesi kâbusa dönüştü. Baskından yarım saat önceydi, evlatlarının hayatından endişe eden ve bunun için bir haftadır hapishanenin karşısındaki parkta sabahlayan aileler gözaltına alındı. Onlar çığlık çığlığa yavrularının adlarını haykırırken, özel timler, ilk defa MP5, G–3, Beratta, Kaleşnikof gibi silahların da kullanıldığı bir operasyonla, 10 ana kuzusunu öldürüyordu. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in, ABD’de “resmi temaslarda” bulunmak üzere yola çıktığı gündü. 18 yaşındaki Aziz Dönmez, 40 yaşındaki Feyzullah Koca, sonra Habib Gül (Nevzat Çiftçi), Zafer Kırbıyık, Erkan Özkan, Mahir Emsalsiz, Ahmet Savran, Halil Türker, Ahmet (Abuzer) Çat, Ümit Altıntaş ve Önder Gençaslan yaşamlarından oldu, 30 tutuklu ve hükümlü de ağır yaralandı.<br /><br />Ulucanlar’daki baskından bir saat önce Aydın Hapishanesi’nde de, siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldıkları koğuşlara operasyon düzenlendi. Elektrik ve suların kesilmesinin ardından koğuş duvarları yıkıldı, içeriye gaz bombası atılıp, tazyikli su sıkıldı. Tam üç saat süren baskın sonucunda, koğuşlara giren güvenlik güçleri, cop, demir çubuk ve dipçiklerle mahkûmları hastanelik etti.<br /><br />Aydın Cezaevi fırtınayı atlatmıştı ancak Ulucanlar’da tam anlamıyla kıyamet kopmuştu. Baskın bitmiş, canlar yitmişti. Operasyonun nedenlerini kamuoyuyla paylaşmak isteyen yetkililer, her zamanki gibi, çelişkili açıklamalara başvurdular. Önce koğuş yetersizliği nedeniyle 33’ü kadın 76 mahkûmun başka cezaevlerine nakledilmesi için operasyon yapıldığı belirtildi. Sonra Adalet Bakanlığı, “tünel kazıldığı” ihbarı üzerine baskın düzenleyen askerlere karşı, mahkûmların silah kullandıklarını öne sürdü. Peki, bitti mi? Kesinlikle hayır! “ölümlerin mahkûmlar arasındaki iç hesaplaşmadan kaynaklanmış olabileceği” ve “cezaevinde örgüt üyelerinin, sorgu odalarının bulunduğu” da iddialar arasındaydı.<br /><br />Baskının ertesi günü, ülkenin en büyük gazetelerinden biri, altında “kanlı isyanı başlatmadan beş dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler” yazan bir fotoğraf yayımladı. Sonra bu fotoğrafın beş yıl önce çekildiğini belirtip, özür dilediler. Baskın yapılmasına neden olduğu savlanan “tünel” ise, operasyondan 10 gün sonra gözetleme kulesine 20 metre mesafede, koğuş avlusunun tam ortasında bulundu! Cezaevini gezen gazetecilerin, tünelin kazıldığı yerin, gözcüler tarafından rahatlıkla görülebileceğini söylemesi üzerine yetkililer, insanı hayrete düşüren bir yanıt verdiler:<br /><br />“Mahkûmlar, tünel kazılırken dikkat çekmemek ve gözcülere yakalanmamak için, avlunun üzerini brandayla kapatmışlar. Kazı esnasında çıkan sesi engellemek için de, avluda daktilo ile çalışarak gürültü çıkarmışlar.”<br /><br />Avlunun ortasındaki tünelin, 10 gün sonra bulunması “hikâyesi”ne çocukların bile inanmayacağını iddia eden tutuklu ve hükümlüler, tünelin, hapishane idaresi tarafından kazdırıldığını öne sürdüler. Hazırlanan resmi raporlar ve otopsi tutanakları ise, ülkeyi yönetenlerin açıklamalarını suya düşürüyor, yaşanan dramı tüm ayrıntılarıyla belgeliyordu. Bilirkişi raporunda, “Öldürme amacıyla ateş edildiği”, “Cesetlerde kimyasal madde yanıkları bulunduğu” ve “İşkence yapıldığı" yazıyordu. Aziz Dönmez, Zafer Kırbıyık ve İsmet Kavaklıoğlu, av tüfeğiyle, diğerleri ise değişik tipte silahlarla yakın mesafeden açılan ateşle öldürülmüştü. Çoğu kalbinden kurşunlanmış, Ahmet Savran ve Halil Türker, kafalarından vurulmuştu. Habib Gül (Nevzat Çiftçi), kan kaybından hayatını kaybederken, mahkûmların hepsinde darp izi bulunuyordu. Öldürülen mahkûmların elbiseleri de sırra kadem basmıştı! TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı alt komisyonun 28 Haziran 2000 tarihli raporunda şu görüşlere yer verilmişti:<br /><br />“Elbiselerin kaybolması, atış mesafesi başta olmak üzere, ateşli silah yaralarının tam olarak yorumlanmasını engellemektedir. Olay, planlı yapılmıştır. Müdahale için günlerce hazırlanılmış, yeterli sayıda personel getirilmiş, hatta Özel Harekât Birliği’nden de takviye alınmıştır. Cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği devlete, dolayısıyla da güvenlik güçlerine emanet edilmiştir. Yani bu operasyonda ölen insanların can güvenliğinden devlet sorumludur.”<br /><br />Söz sırası artık kanlı baskından yaralı kurtulan, üstlük bir de haklarında dava açılanlardaydı:<br /><br />“Güvenlik güçleri, ‘arama yapma’ bahanesiyle, hiçbir uyarıda bulunmadan sabaha karşı 04.00’de baskın düzenledi. Hemen hemen hepimiz uyuyorduk. Arkadaşlarımız çatılarda, askerleri gördüklerini söyleyince uyandık. Aynı anda 6. ve 7. koğuşların çatılarından, hiçbir uyarı yapılmadan tarama atışı başladı. Gözetleme kulelerinden ‘Sizin kanınızı içmeye geldik’ anonsu yapıldı. Hedef, 4. ve 5. koğuşlardı. İlk atışlar sırasında, Halil Türker ve Abuzer Çat adlı arkadaşlarımız yaşamlarını yitirdi, Ümit Altıntaş ve Zafer Kırbıyık ise yaralandı. Yaralı arkadaşlarımızı taşıyarak, 4. koğuşun havalandırmasına ve koğuş içine çekilmeye çalıştık. Ancak güvenlik güçleri, yaylım ateşini sürdürüyorlardı. Bu sırada Nevzat Çiftçi ve Önder Gençaslan da yaralandı.<br /><br />Çatılar dışında, müşahede dediğimiz 14. koğuşun camlarından da, makineli tüfeklerle rasgele ateş ediliyordu. 3 No’lu gözetleme kulesindeki sivil giyimli kişiler ise, av tüfeği ile hedef gözeterek atış yapıyordu. Gaz bombaları ve silahların kullanıldığı baskın sabaha dek sürdü. Sonra içeriye, itfaiye hortumlarıyla önce su ardından da köpük sıkmaya başladılar. Saat 10.00 civarında sıkılan köpük, adam boyuna ulaştı. Boğulma tehlikesi geçirdik. Güvenlik güçleri, daha sonra havalandırma ve koğuş duvarlarını patlayıcılarla patlatarak, açılan deliklerden üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler. Yoğun bir şekilde, kükürt gazı sıkıyorlar, göz yaşartıcı bomba atıyorlardı. Köpüğe ve ateş yağmuruna karşın yaralanmayı göze alarak koğuşa çekildik.<br /><br />Saat 11.00 sıralarında içerde kalmamamız daha fazla mümkün olmadığı için dışarı çıkmaya karar verdik. Kol kola girerek, dışarı çıktık. Üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler ve birçok arkadaşımız yaralandı. Koğuştan yaralı oldukları için çıkamayan yaralı arkadaşlarımız, gaz maskeleriyle içeriye giren görevlilerden tarafından tarandı. Aziz Dönmez bu esnada öldürüldü. Havalandırmaya çıkınca, kar ve gaz maskeleri takmış, robokop giysili yüzlerce görevli tarafından, demir ve plastik coplarla, itfaiyenin kullandığı kancalı demirlerle ve silah dipçikleriyle dövüldük. 4. koğuşun havalandırmasından, 500 metre mesafedeki hamama dek, sürüklenerek götürüldük.<br /><br />Ölüler ve yaralıların tamamını üst üste yığdılar. Hamam, işkencehaneye dönüştürülmüştü. İşkence tam altı saat sürdü. Cenk Aslan gözünü kaybetmişti aldığı darbeler sonucunda. Sürekli slogan atanlardan Özgür Saltık’ın ağzı askerler tarafından yırtıldı. Ellerindeki listeden, koğuş ve siyasi temsilcilerin adlarını okuyup, ‘Habib Gül, İsmet Kavaklıoğlu, Cemal Çakmak... Bunları öldüreceğiz’ diyorlardı, telsizlerden ‘30–40 kişiyi gözden çıkarın’ anonslarını duyuyorduk. ‘Burada Deniz Gezmiş’leri bile astık, sizi de öldürelim mi?’ şeklinde konuşuyorlardı. Saatler süren ağır işkencenin ardından özellikle ellerindeki listede ismi geçen arkadaşlarımızı, yakın mesafeden kafalarına sıktıkları kurşunlarla öldürdüler..."<br /><br />Baskınının ardından tedavileri tam anlamıyla yapılamadan hücrelere konulan, 11’i kadın 28 tutuklu ve hükümlü, açlık grevine başladı. Eylem, mahkûmların, “Başka cezaevlerine sevkedilemeyecek durumda olanların tedavi edilmesi ve sevk için sağlık raporu verilmesi” istemine, Adalet Bakanlığı’nın “evet” demesi üzerine, operasyondan 19 gün sonra bitirildi. Lakin Yozgat, Amasya, Konya Ermenek, Burdur, Tokat Zile, Niğde, Nevşehir ve Gaziantep cezaevlerine gönderilen tutuklu ve hükümlüler, aylarca tedavi göremediler. Örneğin, Bartın Hapishanesi’ne gönderilen Özgür Saltuk, çenesi kırık olduğu ve tel takıldığı için sıvı ile beslenebiliyordu. Aynı hapishanede bulunan Kemal Yarar ve Nihat Konak vücutlarının çeşitli yerlerinden yaralı oldukları halde hastaneye kaldırılmadılar.<br /><br />Yukarıda söylemiştik. Ankara Cumhuriyet Savcılığı olayların ardından sağ kurtulan 85 tutuklu ve hükümlü hakkında, “adam öldürmek, faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek, adam öldürmeye teşebbüs etmek, adam yaralamak, cezaevi yönetimine karşı ayaklanmak, silah bulundurmak ve cezaevi binasına zarar vermek” iddiasıyla dava açtı. Savcılık, operasyona katılan 145 jandarma hakkında ise “yasadan kaynaklanan yetkilerini kullandıkları” gerekçesiyle görevsizlik kararı verdi.<br /><br />İddianamede, baskını gerçekleştiren ekibi yöneten 15 subay ve astsubay, “mağdurlar” arasında sayılırken, sadece bir tutuklu “mağdur-sanık” olarak yer aldı. İddianamede, karman çormandı. Somut hatalar sanık avukatları aracılığıyla saptanabildi. Yargılanan mahkûmlardan Rahmi Eren’in, olaydan dört gün sonra, baskında yaralanan Behzat Örs’ün eşi Saime Örs’ün de bir gün sonra tutuklandığı ortaya çıktı. Erkek mahkûmlar Duygu Mutlu ve Deniz Akkaş ise kadın tutuklu ve hükümlüler arasında gösterildi. Ölümlerin beşinden sorumlu oldukları öne sürülen mahkûmlardan Cemal Çakmak hakkında önce idam, sonra ağır müebbet, diğer mahkûmlar hakkında da 12 yıl ile 47 yıl arasında hapis cezası istendi.<br /><br />Kadın mahkûmlara 108 yıl, erkek mahkûmlara 162 yıl ve toplamda 12 bin yıl hapis cezası istenen dava, 22 Şubat 2000 günü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Mahkeme Heyeti, dava dosyasını, görevsizlik kaarı vererek Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) gönderdi. İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül tepkisini şu sözlerle dile getiriyordu:<br /><br />“Çok istisnai bir dava… Anlaşılmaz bir dava ve tam bir skandal. Davanın Ankara DGM’ye gönderilmesi ise hukuki değil siyasi bir karardır.”<br /><br />Ankara DGM’nin de görevsizlik kararı vermesi üzerine, dosya bu kez Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay incelemesi sonucunda, davanın tekrar, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesine karar verildi. Olaydan aylar sonra başlayan davanın, hemen hemen hepsi olaylı geçen duruşmaları sırasında söz alan, sanık avukatlarından Zeki Rüzgar, 1147 sayfalık dosyada, tek bir silah dahi yakalandığına ilişkin belge bulunmadığını söyledi. Tutuklu sanıklardan Devrim Turan, askerlerin sürekli olay gecesinde kadın mahkûmların suratlarına biber gazı sıktığını, gardiyanların da kendilerine saldırdıktan sonra alkışlarla, ıslıklarla bunu kutladıklarını iddia etti. Bir yıldır halen tedavilerinin yapılmadığını vurgulayan sanık Turan, “Yaralarımızın birisi kapanıyor, diğeri açılıyor. Katillerin yerine bizler yargılanıyoruz” diye tepki gösterirken, bir diğer sanık Aynur Sis ise şöyle konuşuyordu:<br /><br />“Daha önceden planladıkları katliamı, hayata geçirdiler. Suçsusuz, devlete karşı ayaklanmadık, cezaevine zarar vermedik, kimseyi öldürmedik.”<br /><br />Yine bir başka duruşmada sanık Sevinç Şahingöz, tesadüfen yaşadıklarını belirtirken, “Ölmediğimiz için mi suçluyuz. Hizbullah vahşeti karşısında dudaklarını ısıranlar, Türkiye’nin başkentinde bu katliama nasıl izin verdi” diyordu. Sanık Cemaat Ocak, o gece bazı adli tutuklulara da gardiyan elbisesi giydirildiğini öne sürerek, askerlerle komutanları arasında geçtiğini iddia ettiği, konuşmayı aktarıyordu:<br /><br />Asker: Komutanım kol bacak kırmak serbest mi?<br /><br />Komutan: Öldürmeyin de ne yaparsanız yapın.<br /><br />Asker: Sağ olun. Komutanım.<br /><br />Cemaat Ocak’ın, “bana işkence yapan kadın gardiyan şu an salonda bulunuyor” demesi üzerine, jandarmalar,<br />Dilek isimli infaz koruma memurunu, mahkeme salonundan kaçırdılar.<br /><br />Sanık Yıldırım Doğan da, mahkûmların, o gece saat 06.00’da cezaevi hamamına götürüldüğünü, burada delici aletlerle vücutlarının kesildiğini, açık yaralarına ne olduğunu bilmedikleri kimyasal madde sürüldüğünü anlattı. Doğan, “Bu dava, tarihin ve insanlığın önünde şimdiden mahkûm olmuştur” diye konuşuyordu. Operasyon sırasında isimlerinin megafonla teker teker anons edildiğini iddia eden Yıldırım Doğan, görevlilerin “Buradan canlı çıkamayacaksınız” sözlerinin ardından ise dört kişinin yaralı vaziyette hamamdaki özel bir bölüme alındıklarını ve ateşli silahla öldürüldüklerini öne sürdü.<br /><br />Sanıklardan Hatice Yürekli, savunmasına, ölüm orucunun 41. gününde olduğunu belirterek başladı. Mahkeme heyetinden su isteyen Yürekli, altı sayfalık dilekçesini ise yorgun olduğu için oturarak okudu. 29 Aralık 1998 günü Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındığını ifade eden Yürekli, bir ay önce de hapis cezasına çarptırıldığını söyledi. Cezaevindeki olaylar sırasında yaralanan Yürekli, “26 Eylül 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşananlar, tarihe bir katliam olarak geçececektir” dedi.<br /><br />Ateş saçan yürekli yoldaş<br /><br />“bu bir örgü:<br />alev bir saç örgüsü<br />kıvranıyor<br />kanlı; kızıl bir meşale gibi yanıyor<br />esmer alınlarında<br />bakır ayakları çıplak kahramanların!”<br /><br />“Ezgi” ve “Hazal” kod adlı Hatice Yürekli’nin 33 yıllık kısa ömrü, açlık greviyle tamamlandı. Tokat Almus doğumlu olan Yürekli, eyleminin son iki ayında, doğru dürüst su ve şeker bile alamıyordu. Direnişinin 180. gününde, Ankara Numune Hastanesi’nde, bilinci açık bir şekilde bu dünyadan ayrıldı. İzmir'de toprağa verdiler onu...<br /><br />Fatma Hülya Tümgan, savunma yapmak istediğini ve<br />savunmasıyla bağlantılı olarak da, F tipi cezaevleri ve ölüm orucu eylemi ilgili hazırladığı dilekçesini okumak istedi. Mahkeme heyeti, sanık avukatlarının tüm itirazlarına rağmen bu talebi kabul etmedi. Fatma Hülya Tümgan, öldüğünde 35 yaşındaydı. Yani ortasındaydı ömrünün. Gözaltına alınmadan önce, Mücadele Dergisi’nin Samsun temsilcisiydi. Hükümlüydü Tümgan, DHKP-C davasından 12,5 yıl hapis cezası almıştı. Tamı tamına sekiz yıldır, Ulucanlar Cezaevi’ndeydi.<br /><br />Kanlı operasyon sırasında yaralanmıştı. “Öldürülen, hastaneye kaldırılan ve sürgüne gönderilen arkadaşlarımızdan sonra Ulucanlar’da kala kala 10 kadın tutuklu kalmıştık. Hepimiz yaralıydık ve görüş yerinde bekletiliyorduk. Ellerimiz kelepçeli, üstümüz başımız yırtık, ıslak ve kan içinde, yüzümüz tanınmaz haldeydi. Tedavilerimiz engellendiği gibi hiçbir insani ihtiyacımız da karşılanmıyordu. Kırık parmaklarımın yanlış kaynadığı için sağ elimi tam olarak kullanamıyordum. Kelepçeli halimizle yaralarımızı tedavi etmeye çalışıyorduk. Yırtılmış olan iç çamaşırlarımızdan kırıklara askı vb. şeyler yaptık. Su ve kan öbekleri arasında, çıplak betonda saatlerce bekletildik. İdarenin emri ile yaralı olmamıza karşın tekme, dipçik, cop ve yumruklarla hücrelere götürüldük. Görevliler, özellikle karnımıza ve bacak aralarımıza vuruyorlar, sözlü tacizde bulunuyorlardı.”<br /><br />Ölüm orucu eylemine 1. ekipte başladı Fatma Hülya Tümgan ve 187 gün boyunca sürdürdü direnişini. Durumu ağırlaşınca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı.<br />Adalet Bakanlığı’nın “Refakatçi Genelgesi”nin ardından Tümgan’ın hakkında “işkence yaptığı” gerekçesiyle dava açtığı, kadın gardiyanı Onun refakatçisi(!) olarak görevlendirdiler. Ailesi, kızlarının, hastanenin tek kişilik odasında tutulduğunu ve yattığı yatağın altında, iğneler, cam kırıkları konulduğunu iddia edince, kadın gardiyan görevden alındı. Kendisine zorla takılan serumu çıkarınca, üzeri ve yatağı ıslanan Tümgan, zatürreeye yakalandı. Ölmeden 4 gün önce bilinci tamamen kapanan Fatma Hülya Tümgan, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde defnedildi.<br /><br />Bir diğer sanık Cafer Tayyar Bektaş da, ölüm orucu eylemindeydi. 6 Mayıs 2001’de, direnişinin 200. günü hayata veda etti. 25 yaşındaydı. Tunceli’nin Pülümür ilçesinde dünyaya gelmişti. Yakalandığında, üniversite öğrencisiydi. “Hasan” kod adlı Cafer Tayyar, Ulucanlar’da ağır yaralandı. Ulucanlar’dan Amasya Cezaevi’ne nakledilirken slogan attığı için hayaları sıkılarak bir yumurtalığı patlatıldı. Hayata Dönüş operasyonundan sonra Sincan F Tipi Cezaevi’ne sevkedildi. Sağlığı bozulunca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Bilincini yitirdi, 10 gün makineye bağlı kaldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Heyeti, Ankara’da ölüm orucuyla ilgili görüşmeler yaparken Hüseyin Kayacı ile birlikte yaşamları sonlanıyordu. Cafer Tayyar Bektaş, Ankara Karşıya Mezarlığı’nda düzenlenen cenaze törenin ardından Ulucanlar’da baskınında öldürülen arkadaşları Mahir Emsalsiz ve Önder Gençarslan’ın yanına toprağa verildi.<br /><br />Tunceli’de 2005 yılının yaz aylarında gerçekleştirilen Maoist Komünist Parti (MKP) baskınında, yaşamını yitiren 17 kişiden biri olan Cemal Çakmak, İstanbul Gazi Mahallesi’nde iki bin kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından Sarıgazi’de gömüldü. Ulucanlar Cezaevi’ndeki olayların ardından hakkında idam istenen tek kişi olan Cemal Çakmak aslında yıllar önce hapishanede ölümden dönmüştü:<br /><br />“Hamamın yakınındaki özel bölmede, 30 kişilik bir tim tarafından haya burma, çivili sopayla vurma, kancalı demirlerle sırt bölgesini parçalama gibi çeşitli işkencelere tabii tutuldum. Sürekli ‘Cezaevinde cep telefonu var mı, tünel var mı?’ şeklinde sorular sordular. Ellerinde karışımını bilmediğim bir sıvı vardı ve neşteri bu sıvıya batırarak vücudumu çizdiler. Uyuştum. Görevlilerden biri en sonunda, ‘Buraya kadar’ dedikten sonra her iki bacağıma ve kafama birer kurşun sıktı. Kurşun kafamı sıyırmış, kendimden geçmişim. Arkadaşlarımın anlatımına göre, beni öldü sanarak ‘Bu... Yozgat’a gömülsün’ demişler ve beni, yani cenazeyi Yozgat Cezaevi’ne sevk edilenler ile birlikte göndermişler. Gerçek Yozgat’ta ortaya çıkmış, ölü olmadığımı oradaki gardiyanlar fark etmişler. Yarım yamalak bir tedavinin ardından, vücudumdaki metal parçalarının hepsi çıkarılmadan Burdur Cezaevi’ne sevkedildim.”<br /><br />Burdur Cezaevi’nde de aylarca tedavi edilmeyen Cemal Çakmak, felç tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Ailesi, Cemal Çakmak’ın sağlığı için çırpınıyordu. Kardeşi Güler Çakmak, 1992’de gözaltında gördüğü ağır işkence sonucunda ağabeyinin sağ gözünü kaybettiğini belirterek, “Başına aldığı darbeler, damar tıkanıklığına yol açtı. Beynine yeterli oksijen gitmiyor” diyordu. Oğlu için eylem yaparken kelepçelenen anne Zekiye Çakmak, sık sık Cemal Çakmak’ın resmini öperek, onun ölüme terk edilmemesi için yetkililerden yardım istiyordu.<br /><br />Sanki devletin sopası, Cemal Çakmak’ı takip ediyordu. Burdur Cezaevi’nde gerçekleştirilen müdahale sonrası, bacağı kırıldı ve vücudunda ağır darp izleri oluştu. Burdur’dan Bursa Cezaevi’ne sevkedilen Cemal Çakmak için ailesi, tedavi görebilsin diye imza kampanyası başlattı. Kanlı Hayata Dönüş’ü de yaşadı Çakmak, F tipi hücre sürecini de. Tavır Dergisi’nde Cevahir Özden, 1996 yazında kendisi gibi ölüm orucu eylemcisi olan, “ölüm şerbeti dolu bardaklarla birlikte yan yana uzandıkları” Cemal Çakmak’ı anlatıyor:<br /><br />“Açlığı göğsümüze yasladığımız Cemal ağabey... Hastane odasına ilk gittiğimiz anı hatırladım birden. Serum takıldıktan kısa bir süre sonra, Hayati Can’ın haberini (Hayati Can, 96 ölüm orucu eylemindeki 12. ölümdü, anlaşma sağlandıktan sonra hayatını kaybetti) almıştık. Senin, o an seruma bakışını hiç unutmam. İnsan hiç kendinden nefret eder mi? Sen o anda etmiştin. Yoldaşını yitirirken kendin yaşamaya devam ediyordun, bunun için kendinden nefret ediyordun. İçinde biriken hüznü, dışarı yansıtmıştın ve sevginin kutsallığına inanan bir insanın yüreğine tanık olmanın huzuruyla, ellerimi uzatıp ellerini sıkmıştım. Bir damla yaş akmıştı tek gözünden. O anda lanet yağdırmıştım içimden, iki gözünle yaş dökemiyordun yoldaşına...”<br /><br />Ulucanlar’da yaşamını yitiren Nevzat Çiftçi, Habip Gül olarak biliniyordu. Gözaltına alındığında sahte kimliğinde diretmiş ve Habip Gül ismiyle anılır olmuştu. Üç kez tutuklanmış, cezaevinden firar etmiş, ölüm orucu eylemine katılmıştı. Çiftçi, hapishanedeyken gıyabında TKİP Merkez Komite üyeliğine getirilmişti.<br /><br />Ali Rıza Dermanlı, Ulucanlar, Burdur ve Gebze cezaevlerinde yaralandı. Eşi Birsen Erdoğan Dermanlı da öyle... Son ölüm orucu direnişine katılmıştı Ali Rıza Dermanlı, Birsen Dermanlı ise kalp ve astım hastasıydı. Yine mahkûmlardan Erdal Gökoğlu ve Mustafa Selçuk önce Ulucanlar sonra Burdur hapishanelerinde yaralandılar.<br /><br />Mahkeme heyetinin değiştiği, sanıkların birçok kez dövüldüğü, avukatlarının ise tartaklandığı duruşmalar sırasında, dışarıda bekleyen tutuklu ve hükümlü yakınları ise sürekli gözaltına alındı. Yavrularının mağdur olmasına karşın sanık koltuğuna oturtulduğunu dile getiren aileler, Ankara Valiliği’nin baskında görevli jandarmaların yargılanmalarına gerek olmadığı yönündeki kararına ise itiraz etti. Ankara Bölge İdare Mahkemesi itirazı onaylayarak, Valilik tarafından verilen “Men-i Muhakeme kararı”nı kaldırdı. Olaylar sırasında görevli polislere ise soruşturma dahi açılmadı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 85 tutuklu ve hükümlü, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 161 güvenlik görevlisi hakkında açılan davalar, o gündür, bugündür hala sürüyor. Davada yargılanan Ercan Akpınar, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin yıkılmak istenmesiyle ilgili duygularını aktarıyor:<br /><br />“Ulucanlar'ın hamamında dökülen kanlarımızı duyduk ki temizleyememiş ve çareyi zemindeki fayansları toptan değiştirmekte bulmuşlar. Belki bu şekilde kan izlerimiz ‘temizlenmiştir’. Peki, bizlerin bilincinde derin bir nefret ve haklı gururla kodlanmış izleri nasıl sileceksiniz? Silemezsiniz! Bizler orada yaşananları asla unutmayacak, asla bağışlamayacağız!<br />Kanlarımızla beton zemini ıslattığımız, kahkalarımızla köhne duvarlarını çınlattığımız bir zindan yıkılıyor. ‘Zindanlar Yıkılsın!’ elbette. Ama onu, işçi ve emekçilerin devrimci öfke ve nefreti yıkmalı…” </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong>Devam Edecek...</strong></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-65473222501743145372010-01-16T11:24:00.000-08:002010-01-16T11:34:17.078-08:00Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 3<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjONZD-_3uyFYLZ-YAk5i2wX7UrUJ9sQff-Pv17qB6xmhNw9w9e-bIuxGSYYWazw__4ofWOBFLx7QZAkBVj6lm2snzN1SXqzLeJCCxpna8BLlqyXpRWREUVHUFpLgFRquUzQWymmqAQSYbW/s1600-h/12+eyl%C3%BCl.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 240px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427422698950126370" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjONZD-_3uyFYLZ-YAk5i2wX7UrUJ9sQff-Pv17qB6xmhNw9w9e-bIuxGSYYWazw__4ofWOBFLx7QZAkBVj6lm2snzN1SXqzLeJCCxpna8BLlqyXpRWREUVHUFpLgFRquUzQWymmqAQSYbW/s400/12+eyl%C3%BCl.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">POSTALLARDAKİ KAN, BİZİM KANIMIZ…</span></strong><br /><br /><br /><br />“Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kere daha yaşamak zorunda kalırlar.”<br /><br />George Santayana<br /><br /><br />Şimdi sırada Türkiye cezaevleri var… Her daim Latin Amerika'yı yasa boğan süreç, döndü dolaştı, geldi Türkiye'yi buldu. Yine sabaha karşı asfalt yolları çiğnedi, tank paletleri. Kabuğuna çekmek için insanları, etkisi belki de on yıllar boyunca hiç eksilmeyecek bir darbe yapıldı. Tam 26 yıl önce, 12 Eylül 1980 günü ordu yönetime el koydu! Şili, Arjantin ve benzeri askeri darbelerle yarışır bir şekilde, 12 Eylül cuntası da, karabasan gibi çöktü toplumsal muhalefetin üstüne... Cezaevindeki mahkûmlar, sorgu merkezlerine, işkence tezgâhlarından geçenler ise, cezaevlerine taşındı, yüzlerce gün gözaltında kaldı, kan işedi, genç, yaşlı, kadın, erkek tüm insanlar... Ülke mahpushaneye döndü, içerisi doldu, taştı.<br /><br />Türkiye’deki hapishaneler, özellikle 12 Eylül darbesinin ardından baskı, yasak, işkence, katliam, operasyon, açlık grevi ve ölüm oruçlarıyla anılır oldu. “Böl- parçala-yönet” düsturu ile başlatılan “karıştır-barıştır” metodu ile aşama aşama yükseltilen cezaevlerinin baskı politikaları, Tek Tip Elbise (TTE) dayatmasıyla doruk noktasına ulaştı. İşkence tezgâhlarında ölümler, gözaltında kayıplar (ülke tarihinde 1200 siyasi kayıp vardır) gibi, Derinlemesine Araştırmalar Laboratuarı (DAL) da bu sürecin ürünüydü. “Beslemeyelim asalım”, copla tecavüz iddialarına “Elimizde taş gibi delikanlılar dururken neden cop kullanalım”, işçi sınıfına yönelik patron tepkisi “Şimdiye kadar biz ağladık, onlar güldü. Şimdi sıra onlarda” ve yolsuzluğu özendiren “Benim memurum işini bilir” sözleriyle anlatılan 12 Eylül karanlığı, rüşvetçiler, hayali ihracatçılar, karaborsacılar, kara para ve uyuşturucu tacirlerinin hâkimiyetine yol açtı. Toplumsal muhalefetin susturulmasının ardından önü açılan çeteler ve organize suç örgütleri, “kolay yoldan para kazanmayı”, “rantı” ve “köşe dönmeciliği” Türkiye'nin gündemine oturttu.<br /><br />Darbe süreciyle birlikte eleştiri ve muhalefet de istemeyen 12 Eylül yöneticileri, basın kuruluşlarını susturma yolunu seçti. 13 büyük gazete için dava açıldı, 400 gazetecinin cezalandırılması istendi, 40 ton yayın yakıldı ve 3 gazeteci öldürüldü. Cuntanın ardından enflasyon yüzde 70’lere işsizlik de yüzde 22’lere tırmandı. Gelir dağılımında ücretlilerin payı yüzde 14’lere, tarım kesiminin payı yüzde 12’lere düşerken sermayenin payı yüzde 74’lere yükseldi. Sendikal örgütlenme, toplusözleşme ve grev hakları, uluslararası normlara ve ILO standartlarına göre büyük ölçüde budandı. Toplusözleşme ve grev hakkı sembolik hale getirilirken birçok işkolu grev kapsamı dışına çıkarıldı.<br /><br />Cunta karanlığında tam 650 bin kişi gözaltına alındı. Sıkıyönetim Mahkemeleri ve ardılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde (DGM) 98 bin 404 kişi örgüt üyeliği suçlamasıyla yargılandı, 21 bin 764 kişi üyelikten ceza aldı. 1 milyon 863 bin kişi fişlendi. On binlerce kişi işinden oldu, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı. 29 bin kişiye yurtdışı yasağı getirildi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 229 kişi ya işkencede son nefesini verdi, ya da cezaevlerinde katledildi. İdamı istenen 7 bin kişiden 517’si ceza aldı. ‘O Bakışlardaki Gözler’in sahibi 17 yaşındaki Erdal Eren’in (Cunta onu asmak için yaşanı büyüttü) de aralarında bulunduğu 50 kişi darağacına gönderildi.<br /><br />(12 Eylül öncesinde de siyasi idamlar vardı. 1960’lı yıllarda Başbakan Adnan Menderes, bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın, 1970’lerde ise öğrenci liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın boyunlarına yağlı urganı doladılar…)<br /><br />20 Ağustos 1981'de Adana Cezaevi'nin infaz avlusunda gecenin üçünde Mustafa Özenç idam edilir. Hücresinde yazdığı şiirle veda eder hayata;<br /><br />"O büyük gün geldiğinde<br />ben kim bilir kaç yıldan beri<br />ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde<br />sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım<br />fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi<br />uyanıp, sesimi kimse duymadan<br />o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla<br />kara toprağın altından, ben de haykıracağım.<br />Unutup geçmişte kalan acı dünü<br />kim bilir belki bir kış günü<br />üzerimi yorgan gibi kaplayan<br />bembeyaz karın soğuğundan<br />ya da sonbahar mevsiminde<br />kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım<br />ve milyonları saran o doyulmaz sevince<br />ben de sessizce ortak olacağım.<br />Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da<br />gece gündüz fark etmez ben her zaman hazırım<br />adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da<br />kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım<br />hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma<br />o müjdeyi ben doğadan alacağım<br />nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama<br />hiç kimse fark etmeden ben de katılacağım.<br /><br />Türkiye’nin son idamlığı Hıdır Aslan’dır. Tarih 25 Ekim 1984 idi. “Arkamızdan ağlamayın” diyerek ipe yürüdü…<br /><br />Mapusta da olsa<br /><br />Baharın serzenişi yersiz<br />Kaldır hele başını<br />Utangaç vatanım<br /><br />Mutluluğuna<br />Birkaç fırça vuracağız<br />Renklerinden evrenselliğin<br />Ve biraz dik başlı çizeceğiz onu<br />Onurlu, eğilmez bir baş gibi<br />Yani kendine benzeteceğiz<br />Mapusta da olsa<br /><br />Hıdır Aslan<br /><br />Diyarbakır ve Mamak cezaevleri, siyasi düşüncelerden arındırma merkezleri haline getirildi. Bağımsız, işbirlikçi, ihbarcı, ajan, oportünist vs. vs. yaratılması hedeflendi. Mamak ve Diyarbakır’da insanlar “Sinek kondu komutanım, kovabilir miyim?” diye sormak zorunda bırakıldı. Amaç netti: Cezalandırmadan ıslaha, ıslahtan beyin yıkama ve dönüştürmeye... 12 Eylül karanlığının en koyusu, özellikle Diyarbakır Cezaevi’ne yansıtıldı. (Diyarbakır Cezaevi’nde tarih 18 Mayıs 1973 idi. 1968 gençlik önderi, TKM (ML) kurucusu İbrahim Kaypakkaya işkencede ser verip sır vermiyordu. Onun yarınlara taşınan sözü şuydu: “Türkiye'nin geleceği çelikten yoğruluyor, belki biz olmayacağız, ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak”)<br />Korkunun izdüşümüydü bu. Kahredici bir şekilde suspus… Çoklarına göre baskı, şiddet ve işkence sıradanlaşmıştı, olağanlaşmıştı. Yıllar sonra İstanbul Sarıgazi’de bir otobüsün içinde öldürülen cezaevinin iç güvenlik komutanı Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın adı, acı, baskı ve şiddetle anılır oldu. Diyarbakır vahşet, vahşet Diyarbakır oldu. Cezaevleri tarihinin kanlı sayfalarında özel yerini alan Diyarbakır’dan, 1981–1984 tarihleri arasında 34 tabut çıktı.<br /><br />Diyarbakır’da, “Yaşamak direnmektir” deyip, ölümü seçmek zorunda kalan Mazlum Doğan’lar, kendilerini ateşe veren “dörtler” (Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner, Mahmut Zengin) koşulların vahametini ortaya koyuyorlardı. Açlık grevlerinde ilk ölüm, 20 Nisan 1981 yılında yine Diyarbakır Askeri Cezaevinde yaşandı. Siyasi tutuklu Ali Erek açlığın koynunda yaşamını yitirdi. İlkti belki Ali Erek, ancak sonuncu olmadı. Koşulların insanileştirilmesi için ölüm orucuna yatan M. Hayri Durmuş 12 Eylül, Akif Yılmaz 15 Eylül, Ali Çiçek 17 Eylül, Kemal Pir ise 7 Aralık 1982 günü hayatlarını kaybettiler. Diyarbakır’daki açlık grevleri bitmedi. İki yıl sonra Cemal Arat ve Orhan Keskin adlı tutuklu ve hükümlüler de peşi sıra öldüler.<br /><br />Ülkenin dört bir yanına dağılmış, sivil ve askeri tam 644 cezaevinde yaşananlar, tarihin karanlık sayfalarına not olarak düştü. Gencecik insanlar, bir nesil, Mamak, Diyarbakır, Davutpaşa, Metris, Alemdağ, Maraş, Erzincan, İzmit, Bursa, İstanbul Hasdal, Adana, Çanakkale, Sultanahmet, Sağmalcılar (Bayrampaşa), Bartın, Gaziantep, Amasya, Gelibolu Askeri, Kartal Askeri, Burdur, Ağrı, Ceyhan, Muş, Ulucanlar (Ankara Merkez Kapalı), Buca, Erzurum, Mardin, Yozgat, Ümraniye, Tokat-Zile, Aydın cezaevlerinde yaşamlarını yitirdiler, sakat kaldılar. Söylem ise hep aynıydı. Hastalanarak öldü, kalp krizi geçirerek öldü, aşırı hap yuttuğu için öldü... Öldü... Öldü...<br /><br />Cezaevlerine yönelik ilk ciddi operasyon ise, Hayata Dönüş adı verilen büyük baskından, tam 19 yıl önce yaşandı. Alemdağ Askeri Cezaevi'ne yapılan baskında, yüzlerce gaz ve gözyaşartıcı bomba kullanıldı. Tarih 24 Aralık 1981... O gün 3 siyasi tutuklu yaşamını yitirdi, onlarcası yaralandı. Şerif Yazar ve Hakan Mermeroluk olay yerinde, 40 yaşındaki Bahadır Dumanlı ise kaldırıldığı Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde 3 Ocak 1982 günü hayatlarını kaybettiler.<br /><br />Devrimci Sol ve TİKB davası tutuklu ve hükümlüleri, Tek Tip Elbise (TTE) dayatmasına, 1984 yılında 75 gün süren ölüm orucu eylemiyle yanıt verdiler. Metris ve Sağmalcılar cezaevlerinde, iki ayrı ekip halinde 25 Devrimci Sol ve beş TİKB davası mahkûmunun yer aldığı eylemle ilgili olarak, iktidardaki ANAP hükümetinin tepkisi, talepleri kamuoyuna yanlış yansıtmak oldu. Tek tip elbisenin kaldırılması isteğinden söz etmeyen iktidar, direnişin “af” ve “idamların durdurulması” arzusuyla başlatıldığını duyuruyordu. Daha sonra sıkça karşılaşılacak olan “İçeride gizli gizli yiyorlar” açıklamasına ise ilk kez bu eylemde başvuruldu.<br /><br />Ölüm orucundakiler, eylemlerinin 50. gününde, zor kullanılarak, Haydarpaşa Askeri Hastanesi'ne taşındılar. 14 Haziran 1984 günü saat 23.40’da eyleminin 64. gününde Abdullah Meral yaşamını yitirdi. Direnişin 66. günü saat 06.15. Haydar Başbağ hayatını kaybetti. Aynı gün saat 07.35... Fatih Öktülmüş de son nefesini verdi. Sansür duvarı yıkıldı, TRT bültenleri, ilk kez ölüm haberlerini duyurdu. Eylemin 74. günü... Tarih 24 Haziran 1984... Saat 23.55... Hasan Telci’nin hastanede yaşamını yitirmesiyle, eylemde hayatını kaybedenlerin sayısı dörde yükseldi. Direniş, 75. gün olan 25 Haziran 1984’te sona erdi. Tutuklu ve hükümlülerin, “işkence ve baskıların kalkacağı”, “savunma hakkı konusunda hassas ve dikkatli davranılacağı” konusundaki talepleri kabul edildi. Ancak devlet, TTE’den taviz vermedi. Aralarında Aysel Zehir’in de bulunduğu çok sayıda tutuklu ve hükümlüde kalıcı hasarlar oluştu.<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">TABUTLUKTAN KANLI BASKINLARA…</span></strong><br /><br /><br />Siyasi tutuklu ve hükümlüler, 12 Eylül cuntasının açtığı sayısız yarayı daha tam anlamıyla saramadan, “Tabutluk” adı verilen Eskişehir Özel Tip Cezaevi açıldı. Yetmedi. Meşhur 1 Ağustos Genelgesi’yle de tüm cezaevlerinde, Tek Tip Elbise (TTE) uygulaması dayatıldı. Yüksek güvenlikli cezaevlerinin anası denilebilecek bu hapishaneye, 1989 senesinde ardı ardına nakiller başladı. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, baskı ve şiddetin yakıcılığını, böylelikle bir kez daha derinden hissetme şansızlığına kavuşmuş oldular. Uygulamaya karşı durup, hücrelere tıkılmayı reddederek, direnişe geçtiler. Ve kan çeşmesinin musluğu tekrar açıldı. Aydın Cezaevi’nden Eskişehir’e sevkedilen açlık grevindeki Hüseyin Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya isimli iki tutuklu yolda katledildi. Yıldırma politikaları karşısında, toplumsal muhalefetin güçlü olduğu dönemlerdi. Etki tepkiyi doğurdu. Direniş büyüdükçe büyüdü. Genelge, verilen mücadelenin ardından fiilen kaldırıldı. Eskişehir Özel Tip Cezaevi ise, DYP-SHP hükümeti döneminde kapatıldı. 1991 yılında hayata geçirilen Terörle Mücadele Yasası (TMY) ile birlikte büyük oranda boşalan cezaevleri, ardından tekrar hınca hınç doldu.<br />Buca Cezaevi olayları yaşanmadan bir yıl önce hapishaneler tekrar karışmaya yüz tutmuştu. Sene 1994. Diyarbakır Cezaevi’nden Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ne yapılan sevkler sırasında, mahkûm Ramazan Özüak ölürken, onlarca tutuklu ve hükümlü yaralandı.<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">BUCA’DA KANLI BASKIN</span></strong><br /><br /><br />Ve yer İzmir’in ünlü Buca Cezaevi. Her şey, dört tutuklu ve hükümlünün firarıyla birlikte başladı ve sonrasında mahkûmlara yönelik üst üste altı ayrı müdahale gerçekleştirildi. Olaylar sırasında, birçok tutuklu ve hükümlü yaralandı, bir kısmı felç tehlikesiyle hastaneye kaldırıldı. Jandarma ve polisin katıldığı asıl operasyon ise, 21 Eylül 1995 günü düzenlendi. DHKP-C davası tutuklu ve hükümlüsü 94 kişinin yattığı 6. ve 7. koğuşlara, operasyon gerçekleştiren güvenlik güçleri, Yusuf Bağ (25), Turan Kılıç (37) ve Uğur Sarıaslan’ın (24) yaşamlarını yitirmesine neden oldu. 15 asker ve 39 mahkûmun yaralandığı baskında, göz yaşartıcı bombalar, gaz bombaları, tazyikli su, demir çubuklar ve sopalar kullanıldı. Buca baskınını protesto eden siyasi tutuklu ve hükümlüler, 22 cezaevinde ‘genel direniş’ adıyla açlık grevine başladı. 50 gün süren eylem sonucunda, rahatsızlık geçiren Kalender Kayapınar Çanakkale Cezaevi’nde, Ümit Doğan Gönül Aydın Cezaevi’nde Mustafa Kaya ise Bursa Cezaevi’nde tedavi olanağının sağlanaması ve açlık grevinin etkisi sonucu yaşamlarını yitirdiler.<br />Antalya'da 31 Ağustos 1995'te DHKP-C örgütüne üye olduğu iddiasıyla tutuklanarak Antalya ve Buca hapishanelerinde 3 ay kalan Mehmet Kurnaz, gözaltında ve cezaevinde gördüğü işkencelerden dolayı yaşamını yitirdi.<br /><br /><br /><span style="color:#ff0000;"><strong>ÜMRANİYE’YE ÇİFTE OPERASYON</strong><br /></span><br /><br />Ümraniye Cezaevi’ne (Üsküdar E Tipi Cezaevi) yönelik ilk baskın, 13 Aralık 1995 günü yapıldı. Sol görüşlü mahkûmların kurdukları barikatlara, İslamcı tutuklu ve hükümlüler de destek olmuştu. Saatlerce süren operasyonda, çok sayıda tutuklu ve hükümlü yaralandı. Kış kendini göstermişti. Hava buz gibiydi. Dondurucu soğuk, insanın iliklerine dek işliyordu. Ama her şeye karşın haber takip edilmeliydi. Milliyet Gazetesi’nde çalışıyordum o sıralar. Cezaevindeki olaylar sona erince, arabamızın yönünü yaralıların kaldırıldığı Numune Hastanesi’ne çevirdik. Artık kollu flaşıyla birlikte müzelik sayılan, manuel fotoğraf makinelerin haslarından olan ve bana sayısız röle kirlenmesi, donma, kilitlenme gibi oyunlar oynayan Nikon F3’ümle görevdeydik yine. Vizörün ve objektifin buharını da temizledikten sonra önümden kanlı sedyeler geçerken arka arkaya bastım deklanşöre. Sabaha birkaç saat kalmıştı. Hastanenin basın odasında, uzun zamandır görüşülmeyen meslektaşlarla yapılan kısa süreli bir sohbetin ardından soğuktan korunmak için görev otosuna koştum hemen, telsizin kısa kanalından şoföre, “kalorifer çalışmıyorsa benden çekeceğin var” demeyi unutmadan. “Yahu kaç saattir seni bekliyorum. Açlıktan öleceğimi sandım. Şu hiç bir şeye benzemeyen kumanyaları bir an önce yiyelim.” diye sitem üstüne sitemle karşıladı beni. Tam kumanyalara girişeceğiz. Basın odasının camında Metin Göktepe’yi gördüm. Göz göze geldik. Şoför arkadaşa, “bekle biraz bir misafirimiz var” dedikten sonra gittim Metin’i getirdim.<br /><br />— Metin, daha az önce basın odasındaydım sen ise yoktun. Yeni mi geldin?<br /><br />— Evet. Yaralılar, acil servis de mi?<br /><br />— Yaralıları, ambulanstan çıkartılırlarken güçlükle çekebildik. Jandarma zorluk çıkardı. Acil servisin girişene çoktan etten duvar örmüşlerdir. Sabaha dek yapacak bir şey yok anlayacağın. Şu karnımızı bir doyuralım.<br /><br />Önce haberle ilgili notları paylaştık, ardından kumanyamızı. Güneş daha doğmamıştı.<br /><br />Gerçek Dergisi, Evrensel Gazetesi’ne çevriliyordu. Bir akşam vakti, Metin, Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki bürosuna, çayımı içmeye gelmişti. İş teklifi yapmıştı ayaküstü. Yeni açılacak gazeteye çağırmıştı beni. Kadrosuz çalışıyordum, kadro sözü bile vermişti.<br /><br />— Söylesene Evrensel’e niye gelmedin o zaman?<br /><br />— Belki de, yeni bir gazete olduğu için ‘risk almaya değer mi?’ diye düşündüm.<br /><br />— Bence yanlış yaptın. Neyse boş ver. Sonuçta bu senin seçimin...<br /><br />— Hatırladın mı? Dedi sonra bana, müstehzi bir ifade yerleşmişti yüzüne;<br /><br />“İstanbul Üniversitesi’nin merkez kampusunda, fotoğraf makinelerimizi görmelerine ve polise rağmen, ülkücülerin bizi kovaladığı günü. Bacaklar uzun tabi, can havliyle nasıl da kaçıyordun. Çıkardığın toz bulutu yüzünden, boğulacağımı sandım bir an.”<br /><br />— Yok be canım ne kaçması... Sadece geri çekiliyordum.<br /><br />Kocaman bir kahkaha, gece birden ısınmıştı. Nereden bilecektim. Yaklaşık bir ay sonra ufat tefek, dost canlısı Metin’in yaşamının çalınacağını…<br /><br />İkinci ve ölümcül olan operasyon ise, 4 Ocak 1996 tarihinde gerçekleşti. Operasyon saat 09.00 da başladı, saat 15.30 sıralarında bitti. Tam 6,5 saat süren baskında, birbirlerine kenetlenerek hayatlarını savunmaya çabalayan tutuklu ve hükümlüler, demir çubuklarla, kalaslarla dövülerek tek tek bir birlerinden kopartıldı. Koğuş, malta, hücre her yer kana boyandı. Baskında, DHKP-C davası tutuklu ve hükümlülerinden, Abdülmecit Seçkin, Rıza Boybaş, Orhan Özen ve Gültekin Beyhan hayatlarını kaybetti, 40 kişi yaralandı. Aynı gün birçok cezaevinde isyan çıktı, barikatlar kuruldu, infaz koruma memur ve baş memurları rehin alındı. Olaylardan beş gün sonra, 9 Ocak 1996 tarihinde tutuklu ve hükümlülerin talepleri kabul edildi ve rehineler serbest bırakıldı. Günümüzde pazarlık yapmaz denilen devlet, masaya oturmuştu.<br /><br />Bir tek içerisi değil, dışarısı da kaynıyordu. 1996 yılı belli uzun geçecekti. Cezaevinde öldürülen Boybaş ve Özen için Alibeyköy Mezarlığı’nda yapılmak istenen cenaze törenine katılmak isteyen bin kişi gözaltına alındı. Cenazeler, polisler tarafından gömülürken 1 Mayıs Emekçi Bayramı’nda sinema salonlarını, karakola çeviren zihniyet, gözaltına aldığı bin kişiyi de, Eyüp Kapalı Spor Salonu’na dolduruldu. Cenaze törenini izlemekle görevli meslektaşım Metin Göktepe, devletin verdiği sarı basın kartına sahip olmadığı için keyfi bir şekilde gözaltına alındı. İnsanların yaşama özgürlüğünü korumakla yükümlü olanlar, işkencede katlettiler Metin’i...<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">DİYARBAKIR KANA BULANDI</span></strong><br /><br /><br />Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Diyarbakır’a ziyarete geldiği gündü 24 Eylül 1996. O gün bu şehirde yaşananlar asla hafızalardan silinmeyecekti. İddialar korkunçtu. Önce Diyarbakır Devlet Hastanesi alarma geçirilmişti ardından güvenlik kuvvetleri, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde kalan tutuklu ve hükümlüleri, cop, kalas, beysbol sopası, demir ve çivili sopa kullanarak, vahşi bir şekilde dövmüştü. Saldırı sonucu, Mehmet Aslan, Ahmet Çelik, Kadri Demir, Edip Derikçe, Rıdvan Bulut, Mehmet Nimet Çakmak, Mehmet Kadri Gümüş, Erhan Hakan Perişan, Cemal Çam ve Hakkı Tekin ölmüş, 23 kişi de ağır yaralanmıştı. Haber önce “itirafçılarla teröristler çatıştı” diye verildi. Ama bunun aslı astarı yoktu. Külliyen asılsızdı. Yüzlerce kilometre uzaklıktaki Bayrampaşa Hapishanesi’nde ise tepki büyüktü. Gülbahar Köker, Vedat Aydemir, Hamdullah Şengüller adlı tutuklu ve hükümlüler ise olayı protesto etmek için kendilerini yaktılar.<br /><br />Savunmasız durumdaki tutuklu ve hükümlülerin, işkence sonucu öldürüldüğü ise, otopsi raporlarıyla kanıtlandı. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na ulaşan raporlarda, ölümlerin ağırlıklı olarak “beyin harabiyetinden kaynaklandığı, tutukluların çeşitli aralıklarla dövüldüğü, bunun hastaneye götürülürken bile sürdüğü, hatta ölülerin dahi dövüldüğü” ortaya çıktı. Yetkililerin, “Kadın mahkûmlarla birlikte olmak isteyen erkek tutuklu ve hükümlüler isyan çıkardı” şeklindeki açıklaması ise hayret vericiydi. Çünkü Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde kadın koğuşu yoktu. Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davada, 35’i asker, 29’u polis ve 8’i gardiyan olmak üzere toplam 72 kişi, “Görevi kötüye kullanmak” ve “Kasten adam öldürmek” ile suçlandılar. Altı kez mahkeme başkanı, 30 kez yargıç ve savcısı değişen dava, sanık askerlerin terhis edilmesi ve asker ve infaz koruma memurlarının başka yerlere atanması nedeniyle yıllar yılı sonuçlandırılamadı. Ve en nihayetinde 10 yıl sonra karar verilebildi. Mahkeme heyeti, tutuksuz yargılanan sanıklardan 62’sini 5 yıl hapis cezasıyla cezalandırdı. Ancak sanıkların cezası, 2001 yılında kabul edilen 4166 sayılı yasa (Nam-ı diğer Rahşan Affı) göz önüne alınarak ertelendi. Sanıklar ile operasyon tanıklarının ifadelerinin alınmaması nedeniyle dava, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı. Diyarbakır Barosu Başkanı ve müdafi avukatı Sezgin Tanrıkulu, davadan çıkan kararları “korkunç” olarak nitelendirdi. Tanrıkulu, “Karar adalete uygun değildir. Kastı aşmak suretiyle adam öldürmekten açılan davanın sonucu mağdurları ve toplumu tatmin etmemiştir. Sanıklar bir gün bile cezaevi ve gözaltında kalmamıştır. Bu dava cezasız kaldı.”<br /><br />Yaralılardan Mehmet Pehlivan, fazladan bir yıl içeride kaldı. O içerideyken kızı Zilan, yetersiz beslenme nedeniyle öldü. Çıkınca bütün kapılar üstüne kapandı Mehmet Pehlivan’ın, aylarca iş bulamadı. Ve bugün semt pazarlarında nazarlık satarak geçimini sağlıyor. Mehmet Pehlivan, o kanlı günü şöyle anlatıyordu:<br /><br />“Görüş sırasında, asker ve polisler, ‘Allah Allah’ sesleriyle saldırıya geçti. İlk darbeyi polis copuyla elimden aldım. Sonra kalaslarla kafama kafama vurdular. Yediğim darbeler nedeniyle bayıldım. Gözlerimi açtığımda, görüş kabininde kanlar içindeydim. Her taraf kan gölüydü ve arkadaşlarımın cesetleri yerdeydi. Yaralı arkadaşlarımıza cezaevi müdürü ve yüzbaşı çivili kalaslarla vuruyorlardı. Ben de bundan nasibimi aldım. Arkadaşlarımızdan kimin ölü, kimin sağ olduğunu bilmeden Gaziantep Cezaevi’ne gönderildik. Saldırıda başım, ayağım ve iki kaburgam kırıldı.”<br /><br />Operasyonda hayatını kaybeden Rıdvan Bulut’un annesi Sıdıka Bulut, acıyı katmer katmer yaşayanlardandı:<br /><br />“Daha oğlumun ölümünün kırkı geçmeden bizi Diyarbakır’dan bir gece zorla sürgün ettiler. İstanbul’a göç etmek zorunda kaldık. Daha oğul acısı bitmemişti ki, bir de İstanbul'da sürgün acısı yaşamaya başladık. Eşim o kadar acı çekti ki, yaşadığı acılardan kanser oldu. Sürgün olmanın ve yaşadığımız onca acıdan dolayı hayatını kaybetti.” </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong>Devam Edecek...</strong></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-58926985449852446462010-01-16T06:52:00.000-08:002010-01-16T07:00:02.442-08:00Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 2<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7RIuc5IYOAalw71tb82mCjMr3XvweUNYQ4bGZLzjaAcn_xjnl7q0qsRftE8rlEOYOSxpuQoUhuso388dmXYZRFtfIlLexk-63rtENUL7xYI9UgXixE-Klbx2KBL8Zamy08pE6pfplhBCH/s1600-h/686324450000.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 267px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427352567883540018" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7RIuc5IYOAalw71tb82mCjMr3XvweUNYQ4bGZLzjaAcn_xjnl7q0qsRftE8rlEOYOSxpuQoUhuso388dmXYZRFtfIlLexk-63rtENUL7xYI9UgXixE-Klbx2KBL8Zamy08pE6pfplhBCH/s400/686324450000.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><strong><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"></span></strong></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">EBU GARİP HALA KANAYAN BİR YARADIR…</span></strong><br /><br /><br />“Bir tutsağın boynuna geçirdiğiniz zincirin öteki ucu, kendi boynunuza takılıverir.”<br /><br />Emerson<br /><br /><br />Engizisyon işkencesi, Papalığın izniyle başladı. İşkence aygıtı, yüzlerce yıl süreyle, kasıp, kavurdu, ne çok can aldı. Günü geldi, emri verenleri dahi korku saldı. Canavar haddini aşmıştı. “Dur” demenin zamanı ise çoktan gelmişti. Ve bu nedenle tam 200 sene önce, işkencenin yasaklanması için tüm Avrupa ayağa kalkar. Herkes el ele verir, bu illetten kurtulma mücadelesine soyunulur. Yoksa insanlık suçu, ağır ağır ortadan kaybolmakta mıdır? Hatta Victor Hugo, 1874 yılında, büyük bir iyimserlikle, “işkence yeryüzünden kalktı” diye konuşur. Nereden bilsin adam, bazılarının, sadece Ortaçağ karanlığıyla beslenip, güçlenebildiğini ve bu sayede tekerini döndürüp, çarkını çevirebildiğini...<br /><br />Ve Ebu Garip Cezaevi... İşkenceli ölümlerin adını, soysuz bir şekilde, eğlence koyan işgalci zihniyetin, kahpe ve fütursuz eseri… Ebu Garip Cezaevi’nde bir tek işgal askerleri işkence yapmadı, mazlumların rehberinde adı uğursuza çıkan gizli şebeke CIA’nin ajanları ile görevleri insan sağlığını korumak olan doktorlar da onlara katıldı. “Hayalet tutukluları”, Kızılhaç’tan bile saklayan cezaevinin eski komutanı, İsraillilerin de sorgulamada bulunduğunu iddia ediyordu. Onlar, gururu incinen, onuru zedelenen bir halktan özür dileyeceklerine, üç, beş “emir kulu” askere ceza verip, hadiseyi de “münferit” hale getirip, sıyrılmaya çalışacaklardı. Ve sonuçta, Amerikan ordusu, hem işkence emrini verir, hem de trajikomik bir şekilde, kendi askerlerinin yaptığı işkencelerle ilgili bir rapor hazırlar...<br /><br />Ebu Garip cezaevinde 11 yaşında tutsaklar bulunur. Çocuklar esir edilir. Ancak unutulmamalı. Hiçbir sır, sonsuza dek saklı kalmaz. İçerde bir ulus, aşağılanmakta, insanlığın kanını donduran soysuzlar, yaralara tuz basmaktadır. Iraklı kadın esir “Nur”, dışarıya şu mektubu ulaştırmayı başarır;<br /><br />“Ben Nur... Size Ebu Garip Hapishanesi'nden yazıyorum. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yazarken kalem duruyor, ifade etmekte zorlanıyorum. Yemek yerken size açlığın ne olduğunu anlatabilir miyim? Siz uyurken uykusuzluğun ne demek olduğunu... Ya da siz giyinikken çıplaklığı anlatabilir miyim? Ne zaman üzerinde benim insanlarımın bulunduğu inşaat malzemeleri taşıyan kamyonlarınızın geçtiğini görsem, ‘benim insanlarım ve kardeşlerim kız kardeşlerini dolarla sattı’ diyorum. Ne zaman onurlu insanları düşünsem durumum için ağlıyorum. Burada neler yaşadığımızı size anlatabilir miyim? Sadece onurumuzu, yeminimizi korumak için işkenceye ve şiddete maruz kalıyoruz. Dini liderlerimiz nerede? Bu mesaj, Allah’ın adaletine inanan dini liderlerin eline geçerse, kürsülerinden bunu herkese okusunlar. İçki içip bize hayvanlar gibi tecavüz ederlerken büyük ıstırap çekiyoruz. Her gün yeniden ölüyoruz. Tecavüze uğruyor, işkence görüyoruz. Giysilerimiz paramparça, karnımız aç. Bizi kurtarmaya kim gelecek? Size veda etmeden önce Allah'tan korkmanızı tavsiye ediyorum. Karnımızda, orospu çocuklarının, piçlerini taşıyoruz. Onurlu insanlar... Eğer silahınız varsa bizi, hapishanedekilerle birlikte öldürün. Lütfen bunu yapın. Lütfen...”<br /><br />Ebu Garip Zindanı’nda yaşanan dram artık çığlık olmuş, dışarı sesini duyurmuştur. Direnişçi Fatima da yazar mektubunu;<br /><br />“Ey Allah yolunda cihat eden kardeşlerim... Size neler anlatsam! Karınlarımızın domuzların ve maymunların piçleri ile dolu olduğunu mu? Yoksa onların vücutlarımızı kirlettiğini, yüzlerimize tükürdüklerini ve göğüslerimizdeki Kuran’ı paramparça ettiklerini mi anlatayım! Allahu Ekber... İçinde bulunduğumuz durumu düşünebiliyor musunuz? Hakikaten bize hâlâ neler yapıldığını bilmiyor musunuz? Biz kız kardeşlerinizin ve yarın yüce Allah’ın huzurunda hesaba çekileceksiniz. Bu zindanda hiçbir gece geçmiyor ki, bu domuz ve maymunlar sürüsünün azgın şehvetleri vücudumuzu yıpratmasın. Bekâretimizi bozdular... Allah’tan korkun ve bizi bu canilerlerle birlikte öldürün... Onlarla birlikte duvarları üzerimize yıkın... Allah’ın arşı altında bizden faydalanmalarına ve tecavüz etmelerine imkân tanımayın. Bize yapılanlardan dolayı Allah’tan korkun... Bırakın dışarıda onların tankları ve uçakları ile uğraşmayı... Ebu Garip zindanlarında zulme maruz kalan bizlere yönelin. Ben din kardeşiniz (Fatima), bir günde 9 kez bana tecavüz ettiler, bu zilleti tahayyül edebiliyor musunuz? Düşünün gözlerinizin önünde kız kardeşinize tecavüz ediliyor! Niçin benim de sizin kız kardeşiniz olduğunuzu tasavvur etmiyorsunuz? Benimle birlikte bu kara zindanda evlenmemiş 13 kız kardeşiniz daha bulunuyor. Hepimize bu kahpe duvarlar arasında tecavüz ediliyor... Hâlâ çığlıklarımızı işitmiyor musunuz? Namaz kılmamız engellendi, elbiselerimiz çıkarıldı. Giyinmemize müsaade edilmiyor. Buradaki kız kardeşlerinizden biri, size bu mektubu yazdığım günün bir kaç gün öncesinde intihar etti. Bu kız kardeşiniz vahşi bir şekilde tecavüze uğradıktan sonra dövüldü. Alçaklar, bacınızın göğsüne ve baldırlarına vurdular. Daha sonra inanılması güç bir işkenceden geçirdiler. Buna tahammül edemeyen bacınız, başını zindanın duvarlarına vura vura öldü. İslâm’da intiharın haram olmasına rağmen kardeşimiz intihara başvurdu. Ben onu mazur görüyorum. Allah’tan onun için mağfiret diliyorum. Çünkü O, bağışlayandır ve çok merhametlidir. Kardeşlerim Allah rızası için nidamıza karşılık verin ve bizi onlarla birlikte öldürün! Umulur ki huzura ereriz...”<br /><br />Aylar geçer, koşullara dayanamayan esirler, Ebu Garip Cezaevi’nde isyan çıkarır. Düşman, ayaklanmayı ağır silahlarla bastırır. İki tutsak ölür, onlarcası yaralanır. 40 kadar Iraklı direnişçi çağrıyı almıştır. 3 Nisan 2005 günü roketatarlar ile saldırı düzenlediler Ebu Garip Cezaevi’ne, bomba yüklü iki aracıda havaya uçurdular. Yaklaşık bir saat süren çatışmada, 12 tutuklu ve 44 ABD askeri yaralandı.<br /><br />Ve Fatima çıkar bir gün içeriden. Bir daha “çuval geçirilmesin” diye kimsenin başına, hemen silaha sarılır. Gerekirse ölecek, öldürecektir. İşgal güçlerine yönelik bir saldırıya, O da katılır. Yanında dört direnişçi, yaşamları sonlanır. Ama O, mutludur. Beklediği huzura artık kavuşmuştur. Çünkü “şehit” düşmüştür.<br /><br />Ülkedeki işbirlikçiler de işgalci efendilerini aratmaz. Iraklı yetkililerin bilgisi dâhilinde, rahat rahat işkence yapabilmek için “gizli gözaltı merkezleri ağı” kurulur. Yakma, boğma, diz kapaklarını matkapla delme, döverek felç etme, kol ve bacak kırma, kısa sürede sıradan uygulamalar haline getirilir. Bir Iraklı diğer Iraklıyı aslan kafeslerine atar…<br /><br />Ümmü Kasr yakınlarında ise en büyük toplama kampı açılır. Camp Bucca adındaki bu insanlıkdışı merkezde, 6049 savaş esiri tutulur. 2005 yılının ilk ayında tutsaklar, isyan çıkarırlar. İşgal ordusu, ayaklanmayı kanla bastırır, dört Iraklı canından olur.<br /><br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">LATİN AMERİKA TARİHİ, CUNTALAR TARİHİDİR…</span></strong><br /><br /><br /><br />“Haklıların mahkûm edildiği bir ülkede, bütün doğruların yeri cezaevidir.”<br /><br />Thoreau<br /><br /><br />Bizim topraklar, darbenin kanlı çizmeleriyle çiğnenmeden, gereksiz her şeyi baş tacı eden apolitik bir kuşak yaratan meşhur 12 Eylül cuntası gelmeden, tam 7 yıl önce Şili benzer bir karabasanı iliklerine dek yaşadı. “Unitad Popular” iktidarına ve onun meşru başkanı Salvador Allende’ye karşı ABD destekli generallerin, top, tank ve uçaklarla Santiago’da giriştiği faşist darbenin tarihi, 11 Eylül 1973’tü. Acısı bugün bile taze olan dehşet depremi, sarstı bütün Şili’yi, şiddeti bir ulusu şoka soktu. Darbenin 14. gününde, sadece Santiago kent morguna 2796 ceset getirildi. Genç bedenler canlı canlı uçaklar ve helikopterlerle denize atılırken, muhaliflerin ölüleri günlerce nehirlerde yüzdü.<br /><br />İstanbul’da bir yaz günü konser veren Inti-Illimani’nin sadece sendikacı olduğu için işkence gördükten sonra helikopterle denize atılan bir kadın öğretmeni anlattığı “O Denizden Geldi” şarkısının iç yakan tınısından etkilenmemek mümkün değildi. Binlerce kişi artık tek yürekti. Çaktılar çakmaklarını, geceyi ışık denizine çevirip, aydınlattılar. Bir halkın acısını paylaştılar.<br /><br />Cunta, Atacama Çölü'nde toplama kampları açtı, 30 bin kişi siyasi nedenlerle tutukladı, 15 bin muhalif öldürüldü. Nazi Almanyası’nda olduğu gibi yakılıp, yıkıldı kitaplar. İnsanlık dramı bitmiyordu. Santiago Ulusal Stadyumu'na doldurulan beş bin kişi korku içinde, esareti ve işkenceyi bir arada yaşarken, 23 yıl sonra bin kişinin tıkıldığı İstanbul Eyüp Kapalı Spor Salonu'nu da bir başka işkencehaneye çevriliyordu. Şili’de müzisyen Victor Jara Türkiye’de ise gazeteci Metin Göktepe son nefeslerini veriyorlardı. İşkence altında...<br /><br />Victor Jara’nın Şili Stadyumu’nda ölüme giderken bile şiir ve şarkıdan vazgeçmiyordu:<br /><br />Beş bin kişiyiz<br />Şehrin bu küçü bölümünde.<br />Beş bin kişiyiz<br />Ne kadar olacağız bilemem<br />Şehirde ve bütün ülkede.<br />Yalnız burada<br />On bin el tohum eken<br />Ve fabrikaları işleten.<br /><br />İnsanlığın ne kadarı<br />Açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,<br />Baskıyla, terör ve delilikle karşı karşıya.<br />Yittiler aramızdan altısı<br />Uzaydaki yıldızlarca.<br /><br />Biri öldü, ikincisine vurdular vurdular<br />İnanmazdım asla bir insana böyle vurulacağına.<br />Diğer dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti,<br />Biri boşluğa attı kendini,<br />Diğeri vuruyordu, başını duvara,<br />Ama hepsinin bakışlarında ölümün işareti.<br /><br />Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!<br />Taktıkları yok hiçbir şeyi<br />Demir parmaklıklar arasında yürütüyorlar planlarını.<br />Kan madalyadır onlara,<br />Katliam kahramanlık gösterisi.<br />İstediğin dünya bu mu tanrım?<br />Bunun için mi harcadın<br /><br />Yaratıcılığının ve emeğinin yedi gününü.<br />Tükeniyor ömürler dört duvar arasında,<br />İlerlemeyen bir sayı gibi,<br />Yalvararak ölümün bir an önce gelmesi için<br />Birden sızlıyor vicdanım,<br />Görüyorum yürek vuruşlarıyla değil,<br />Makineların temposuyla atan akını<br />Ve askerlerin ebelerinin sahte tatlılığıyla<br />Dolu yüzlerini.<br />Ya Meksika, ya Küba, ya dünya?<br />Nasıl ağlıyorlar bu alçaklığa!<br />On bin el kadarız<br />Artık üretemeyen.<br />Ne kadır bütün ülkede?<br />Daha kuvvetli vuruyor başkan yoldaşımızın kanı<br />Bombalar ve mitralyözlerden.<br />Böyle vuracak bizim yumruğumuz yeniden.<br /><br />Kara bir şarkı oldu dilimden dökülenler<br />Yansıtayım dediğimde bu dehşeti!<br />Dehşetti yaşadığım,<br />Ölümüm dehşet.<br />Ezgileri oldular bu şarkının<br />Şimdi sonsuzluğa karışan<br />Sessizlik ve çığlıklarda<br />Nice, nice onlar.<br />Hiç görmemiştim bu gördüğümü,<br />Hissetmemiştim böylesine yürekten<br />Tomurcuğun doğacağı anı...<br /><br />Geçtiğimiz günlerde 91 yaşında ölen Cunta lideri pişkin Pinochet söylev veriyordu, dalga geçer gibi;<br /><br />“Demokrasi kendi varlığını yok etmenin tohumlarını bünyesinde taşır. ‘Demokrasi arada bir kan banyosu yapmalıdır ki, demokrasi olmaya devam etsin’ diye bir söz vardır. Neyse ki bizde böyle olmadı. Yalnızca birkaç damla kan aktı!’... Ne kadar bildik ne kadar tanıdık sözler. Aşina hem de nasıl.<br /><br />Bir diğer Güney Amerika ülkesi olan Arjantin ise faşist cuntayla, 24 Mart 1976 günü tanıştı. General Jorge Videla yönetimindeki ordu, dönemin başbakanı İsabel Peron’u devirerek iktidarı aldı. Cuntacılar, ellerini kana bulamak konusunda aşırı hevesliydi. Onlar cellâttı. Hazırlandılar, günü karartmak ve vampir gibi genç bedenlerin kanını içmek için. Bilânço korkunçtu. Tamı tamına 30 bin kişi katledildi, yaşamları çalındı. İçeriden kurtulmayı başarabilenler ve arada bir ortaya çıkan gizli belge niteliğindeki listeler sayesinde, darbecilerin o yıllarda ülkede, çoğu gizli 650 tutuklama merkezi açtığı öğrenildi. İşkenceciler insanlıktan çıkmıştı. Gözaltına aldıkları hamile kadınları öldürüp, bebeklerini evlatlık olarak dağıtıyorlardı. Yakınları, evlatlık olarak verilen bu 500 çocuktan 80’ini yıllar sonra bulabildi.<br /><br />Halklar cephesinde, durum pek de iç açıcı değildi. Yıllar, yıllar geçti. Türkiye ve Şili’nin mağduriyeti, bir türlü bitmedi. Darbecilerini yargılayamadılar, onların getirip sistemleştirdiklerinden kurtulamadılar. Sadece Arjantin ve Yunanistan, kısmen de olsa cuntalarıyla hesaplaşabildi. Darbelerin şiddetinden payına düşeni alanlar arasında ölenler, sakat kalanlar, psikolojileri bozulanlar çoktu, kimilerinin ise bir mezarı dahi yoktu. Analar, sevdiklerini yüreklerine gömdüler. Kayıplar... Kayıplar... Kayıplar... Yürek ezen bu kelimenin bir başka adı uygarlığın utancıydı. Şilili analar ve babalar aradılar günlerce, kayıp kızlarını ve oğullarını... Acı, sınır, tarih ve mesafe tanımıyordu. Kayıp gerçeği, duyarlı her kişiye bir tokat gibi çarparken Şili’den sonra bizde Cumartesi Anneleri, Arjantin'de ise Plaza Del Mayo Anneleri sevdiklerini yitirdiler. Kaybedenlerden hesap sordular, sabırla andılar ve aradılar evlatlarını...<br /><br />‘Dünya Kayıplar Günü’ nedeniyle 5 yıl önce Türkiye’ye gelmişti, Arjantinli analar. Kayıp yakınları, evlatlarını simgeleyen fidanları birlikte dikmişlerdi. “Irk, din, dil fark etmez. Her annenin arkasında bir hayat hikâyesi var” diye söze giriyor, Arjantinli Taty Almeida. O, kayıp evlatları için “Beyaz örtülerimiz kefenimiz olsun” diyerek mücadeleye atılan “Las Madres de Plaza de Mayo”, bizdeki adıyla “Perşembe Anneleri” hareketinin faal bir üyesi. Karanlık güçler, tıp fakültesinde öğrencilik yapan 20 yaşındaki Alejandro N. Almeida’yı 17 Haziran 1975 günü kaybettiler ve Taty Almeida, o tarihten bu yana yani tam 30 yıldır oğlunun izini sürüyor.<br /><br />Artık 75 yaşına basan Taty Almeida, Irak Dünya Mahkemesi’ne katılmak için İstanbul’a gelmişti. Üzerine Alejandro’nun kaybolduğu tarihi yazdığı beyaz başörtüsünü başına bağlamış, Türkçe “Hesap Ver Bush” ile oğlunun resminin olduğu rozetleri yakasına iliştirmiş ve geçip oturmuştu, Vicdan Jürisi’ndeki koltuğuna... Taty Almeida, kendi öyküsünü anlattı bana; “Bundan 28 yıl önce, ‘çocukları aramak ve hesap sormak’ isteyen 14 annenin, başkent Buenos Aires’teki hükümet binasının karşısındaki alanda toplanmasıyla başladı her şey. Çaresizlik içinde bütün acılarını, barışçıl bir direnişe çevirdiler. Sıkıyönetim nedeniyle 3 kişinin bir arada bulunması yasak olduğu için polisler, annelere ikişer ikişer dolaşın demişler. İlk tur o gün başladı. Biri kız üç çocuğuyla, siyasetten uzak yaşayan bir kadındım. Ortanca oğlum Alejandro, yaşadığı dünyayı değiştirmek isteğiyle politikaya atıldığı için gözaltına alındı ve kaybedildi. Büyük oğlum ise darbenin ardından birçokları gibi Arjantin’den kaçtı. Ben de vakit kaybetmeden gittim ve beyaz başörtülü anaların arasına karıştım. Eylemlerle geçti ömrümüz. Orta yaşlardaydık, artık yaşlandık. Annelerin kimi öldü, kimisi hasta ama mücadelemiz sürüyor. Herkes bulunduğu yerden, gerçeği ve adaleti istiyor. Biz yasal bir adalet istiyoruz. Öç alma durumu yok. Böyle olursa onlara benzeriz. Asıl sevindirici olan Arjantin’de darbeciler, toplumsal adalet duygusuyla karşı karşıya kaldılar. Görüldükleri yerde yuhalanıyorlar. İnsan arasına çıkamıyorlar. Onları rahat bırakmıyoruz. Artık kayıpların çocukları ve kardeşleri de bizimle beraber.”<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">“Oğulları Ölen Analara Türkü”</span></strong><br /><br /><br />Onlar ölmediler yok,<br />Ateş fitiller gibi:<br />Dimdik ayakta,<br />Barut ortasındalar!<br />Karıştı, bakır tenli<br />Çayır çimene,<br />Karıştı,<br />O canım hayalleri:<br />Zırhlı bir rüzgar<br />Perdesi gibi;<br />Bir set gibi:<br />Kızgın çehreli,<br />Göğüs gibi:<br />Göğün görünmez göğsü gibi!<br />Analar, onlar ayakta<br />Buğday içindeler, onlar,<br />Yücelerden yüce dururlar:<br />Dünyayı doruktan seyreden,<br />Bir öğle güneşi gibi.<br />Bir çan darbeleri gibi,<br />Onlar.<br />Ölmüş gövdeler arasında,<br />Zaferi çekiçleyen bir ses gibi<br />Onlar,<br />Kara bir ses gibi.<br />Ey can evinden vurulmuş,<br />Toz duman olmuş bacılar!<br />İnanın oğullarınıza.<br />Kök oldu onlar,<br />Sade kök:<br />Kan suratlı,<br />Taşlar altında.<br />Karışmadı toprağa,<br />Dağılmış kemikçikleri.<br />Ağızları ısırır hala,<br />Kuru barutu;<br />Ve demir bir okyanus gibi,<br />Titreşirler hala.<br />Ben ölmedim der,<br />Yumrukları;<br />Yukarı kalkık yumrukları,<br />Daha.<br />Bunca yere düşmüşlerden,<br />Yenilmez bir hayat doğar:<br />Bir tek beden olur,<br />Analar, bayraklar, çocuklar,<br />Hayat gibi canlı tek bir beden;<br />Bir yüz bekler karanlıkları,<br />Ölü gözleriyle,<br />Kılıcı dopdolu,<br />Dünya ümitlerinden.<br />Dursun,<br />Dursun yas esvaplarınız.<br />Yığın derleyin<br />Gözyaşlarınızı;<br />Bir metal oluncaya kadar:<br />Bununla vuracağız,<br />Gündüz gece;<br />Bununla çiğneyeceğiz,<br />Gündüz gece;<br />Bununla tüküreceğiz<br />Gündüz gece<br />Kin kapılarını,<br />Kırıncaya kadar.<br />Oğullarınızı bilirdim,<br />Unutmadım acılarınızı.<br />Ölümleriyle nasıl kıvandıysam,<br />Hayatlarıyla da öyleyimdir.<br />Onların gülüşleridir:<br />Karanlık atölyeleri ışıtan.<br />Her gün metroda, yanı başımda:<br />Onların ayak sesleridir,<br />Çın çın.<br />Akdeniz portakallarında,<br />Güney ağları içinde;<br />Yapılarda,<br />Basımevi mürekkeplerinde;<br />Kalplerini tutuşur gördüm onların,<br />Güçle, yangınla.<br />Ben de sizler gibiyim, analar.<br />Benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu.<br />Gülüşlerinizi öldüren kanla,<br />Serpilip gelişmiş;<br />Bir orman gibidir kalbim.<br />Günlerin kahredici yalnızlığı,<br />Uyanışın sisli öfkeleri<br />Girmiştir içine.<br />Susamış sırtlanları,<br />Bitip tükenmez ürmeleriyle<br />Afrika'dan gürleyen hayvan sesini;<br />Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri,<br />Bırakın, bir yana bırakın.<br />Ölümün ve tasanın<br />Çemberinden geçmiş analar,<br />Doğan ulu günün ortasına bakın:<br />Bu topraktan güler ölüleriniz.<br />Kalkık yumrukları titrer,<br />Buğdayın üstünde,<br />Bilesiniz.<br /><br />Şili cuntasının kıyıcılığına, şair Pablo Neruda'nın yüreği dayanamadı. Asıl adı Ricardo Neftali Reyes Basoalto olan yaşamış en büyük şairlerden Pablo Neruda, 12 Temmuz 1904 günü Şili'de doğdu. Demiryolcunun bir babanın oğlu Pablo, henüz 19 yaşında ilk şiir kitabını yayınladı. Neruda, şairliğinin yanı sıra konsolosluk, başkonsolosluk ve büyükelçilik gibi görevlerde bulundu. İspanya’da yaşanan iç savaşta, Cumhuriyetçiler’in yanında yer aldı, iki bin kişinin, Franko’nun zulmünden kaçmasına yardımcı oldu. 1945'te senatör seçildiği Şili’den, 1948'de at sırtında And Dağları'nı aşarak kaçmak zorunda kaldı.<br />1950'de Dünya Barış Ödülü'nü, 1971 yılında ise Nobel'i kazanan ozanın şiirleri hemen hemen her dile çevrildi. Nobel ödül töreninde, çıktı özlemini dile getirdi;<br />“Yalnızca ateşli bir sabırla tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak mükemmel şehri kazanacağız. Böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak.”<br /><br />Darbeden bir kaç ay önce müthiş bir önseziyle “Ülkemin kan ağladığını görmeye dayanamam. Bu bana ölüm demek olur” demişti. Direnişin ve aşkın şairi, faşist diktatörün, ilk hedeflerinden biriydi. Pinochet’in emriyle askerleri, evinde, hasta yatağında gözaltına aldılar, Neruda’yı. Ona ait ne varsa dağıtıp, tüm eserlerini yağmaladılar. Ağızdan çıkmıştı bir kez söz. Ve Neruda, cunta güçlerince sergilenen kanlı sahnelere kapadı gözlerini, 12 gün sonra çekip, gitti. Tüm insanlığa miras şiirlerini arkada bırakarak...<br /><br />İşte bu Neruda, “Oğulları Ölen Analara Türkü” eseriyle, “Terör örgütleri ile onların üyelerinin propagandasını yapmak” iddiasıyla Türkiye’de yargılandı. İki yıl önce, eski adıyla Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde. Aslında Pablo Neruda’nın İspanya İçsavaşı sürerken 1936 yılında kaleme aldığı “Oğulları Ölen Analara Türkü” adlı yapıtı, onun ilk büyük siyasal şiiriydi. Ozan, çocukları faşist Franko ordusunun kurşunlarıyla can veren anaların dramını anlattığı eserini, Lorca Grana’da yakınlarındaki Visnar’da yaralandıktan sonra yazdı ve Madrid konsolosluğu görevine bu şiiri nedeniyle son verildi. Türkçe'ye bir başka büyük şair olan Enver Gökçe tarafından kazandırılan bu şiire, aradan geçen onlarca yılda, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacı” taşıdığı gerekçesiyle bir toplatma kararı verilmemişti. Ta ki, Tavır Dergisi’nde yayımlanana dek… Dava açıldı. Dava sona erdi. Mahkeme heyeti, şiirde suç unsuru bulunmadığına karar verdi. </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"><strong>Devam Edecek...</strong></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-7483608571465052132010-01-16T06:01:00.000-08:002010-01-16T06:13:56.270-08:00Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 1<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO44MxXezrie3Yyv4AoiVOKIgBt9f5y5MuOuOSJN_ZucKEOdfKtJTwSHQGXll29kCPYS-vLRTowJbOHouCfn7Z10GpO_zLov9HtK7615Dg-g8WlPrEjCstYvoQRtDu-4HqOuSjpddhD1fO/s1600-h/HAYATA~1.JPG"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 267px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427340497766615570" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO44MxXezrie3Yyv4AoiVOKIgBt9f5y5MuOuOSJN_ZucKEOdfKtJTwSHQGXll29kCPYS-vLRTowJbOHouCfn7Z10GpO_zLov9HtK7615Dg-g8WlPrEjCstYvoQRtDu-4HqOuSjpddhD1fO/s400/HAYATA~1.JPG" /></a><br /><div></div><br /><div></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">“MAHPUSLUK ZOR ZANAAT”</span></strong><br /><br /><br /><br />İçerdekiler, prangabent, kalebent, esir, tutsak, tutuklu, hükümlü, mahpus, mahkûm ve “suçlu, suçlu, suçlu” gibi adlara sahip oldular, tarih boyunca. Ve doluştular, suyu boşaltılmış sarnıçlardan, eski maden ocaklarına, kürek cezalarını çektikleri gemilerden, “terbiye evleri”ne, zindan görevini de üstlenen manastır, şato ve kalelerdeki hücrelerden, modern çağın sivil, askeri cezaevlerine…<br /><br />Tarih değişir cezaevleri gerçeği değişmez. Örneğin ülkemizde, ne çok ön adı vardır, mahpushanelerin. Açık, yarı açık, kapalı, özel, yüksek güvenlikli, A, B, C, D, E, F, H, K, L, M tipi, hatta tipsiz hapishaneler (herhangi bir tip proje üzerine inşa edilmeyen il ve ilçe cezaevleri), kadın ve çocuk tutukevleri, ıslahevleri, kiralık mahpushaneler. Say say, söyle söyle bitmez.<br /><br />Eskinin bildik cezaevleri, Yedikule, Baba Cafer ve Taif zindanları, Sinop Kalesi ve Bekirağa Bölüğü’dür. Şair Şükran Kurdakul, Yedikule’yi şöyle tanıtır:<br /><br />Her geçişte Yedikule’den<br />Can evimden duyarım<br />Zindan ne demektir, cellat ne demek<br />İpe geçirmişler gibi boğazımı<br />Yıkılır saraylarım<br />Söner hanem.<br /><br />Mesela Diyarbakır Cezaevi bundan 116 yıl evvel yapılmıştır. Edirne ve Lâpseki cezaevlerinin inşa tarihi de 1890’dır. Şimdi lüks Four Season Oteli’ne çevrilen Sultanahmet ile kadın cezaevine dönüşen Paşakapısı cezaevleri de, 1916 yılında hizmete girmiştir. (Sultanahmet Cezaevi'nin kültür merkezi olması için yapılan etkinliğe katılmıştım. Feci dayak yemiştik. Yıllar sonra bir tarihin silinip otele dönüşmesiyle ilgili haber yapmıştım. Gerçekten silinmişti her şey. Sadece bir sütunda bir tutuklunun kazıdığı yazı vardı, onu göstermişlerdi cezaevi hatırası diye…)<br />Şimşekleri sürekli üstüne çeken Bayrampaşa Cezaevi’nin inşaatı, 1967 yılında tamamlanmış ve Ortadoğu’nun en büyük mahpushanesi unvanını almıştır. Günümüzde ise kapasiteleri on binleri bulan ve sayıları yüzlerle ölçülen hapishaneler kaplamıştır ülkeyi.<br /><br />Cezaevlerini bir kenara bırakalım, gelelim içerdeki insanlara. Türkiye’deki siyasi tutuklu ve hükümlülerin sayısı da, Avrupa ülkelerinden kat be kat fazladır. Örneğin Almanya’da bu rakam dört iken, Türkiye’de her ne kadar terör suçlusu denilse de, 5 bin ile 10 bin arasında değişir sayıları.<br /><br />Dam da denilen cezaevleri, avluları, maltaları, koğuşları, hücreleriyle, binlerce yaşam öyküsünü ağırladı, binlerce drama tanıklık etti. Günü geldi, afla sevindi mahkûmlar, günü geldi mahpushane avlusuna kuruldu darağaçları... “5 yıldızlı otele” çevirdikleri koğuşlarında “kokoreç makineleri” ile yaşarken mafya babaları, 15 yaşındayken 25 yıl ceza aldı, devletin kabul etmediği siyasetlerin çocukları... Nöbetçi kuleleri ve tel örgüler ile çevrili, büyük ve şekilsiz taş binaların içinde, çocukluktan gençliğe adım attılar. Armağanları ise kimi zaman 17 yaşında idam edilmek oldu. Bıyıkları yeni terleyenlerdi onlar. Hayatlarının baharında solarken toy yanları, örselenirlerken gün be gün, adı unutturulmaya çalışalan özgürlüğü sevdiler, hiç tanıyamadıkları karşı cinslerinden daha çok... Siyasi tutuklu ve hükümlülerin, tek tip elbise dayatmasıyla, işkence ve her türlü yasakla boğuştuğu yıllarda, koğuş ağalığı, uyuşturucu, fuhuş, sübyancılık gibi rezaletler de yaşanırdı üç, beş şebeke ötede...<br /><br />Ve sazlı türkülü zaman öldürmeler arasında, ranza sohbetleriyle de harmanlanan, kopmaz arkadaşlıklar kuruldu ve ortak yaşamlar. Şiirler yazıldı, türküler bestelendi dört duvar arasında...<br /><br />Hapishaneye dair<br /><br />Çok şeyim oldu bu yaşa kadar<br />Söğütten atım oldu,<br />Askerde mavzerim;<br />Bunlardan başka daha nelerim!<br />Kerhanede dostum oldu<br />Hapishanede postum oldu;<br />Ben sonuncusunu severim<br /><br />Niyazi Akıncıoğlu<br /><br /><br />Bağlarken insanları voltalar, af beklentisiyle içilirken demli çaylar, zaman duruyordu on, yirmi, otuz yıllık hapis cezalarına inat. Duvarı nem, insanı gam öldürürmüş. “Ve olmayan mektuplar, avuçlarda buruşurken”, duvarlara atılan günlük çentikler, yüreklere atılanlarla yarışırdı. At başı...<br /><br />Dardayım ben dardayım<br />Malum dört duvardayım<br />Ne gelen var ne giden<br />Gece karanlıktayım<br />Ne gelen var ne giden<br />Her gün isyanlardayım<br /><br />Cezaevlerine özgü sessizlik saatleri, yeni gelenler için “kapı altı dayağı” ya da “hoş geldin karşılaması” faslı, iple çekilen görüş günleri ve her şeyden önemlisi hasret. Sevdiklerinden uzakta, yapayalnızken büyüdü özlem, türkü oldu. İnsana ait ne varsa, tel örgüler ve demir parmaklıklar arkasından ses oldu haykırdı:<br /><br />Kör baskılar, karanlıklar<br />Demir kapılar, taş duvarlar<br />Olsa da dört bir yanında<br />Söylerim türkümü sana<br />Kuş sesinden, dağ yelinden ulaşır sana<br />O en güzel yarınlarda erişir sana...<br /><br />Ve görüş günleri… Enver Gökçe’den;<br /><br />Bugün görüş günümüz<br />Dost kardeş bir arada<br />Telden tele<br />Mendil salla<br />El salla<br />Merhaba<br />İzin olsun hapishane içinde<br />Seni<br />Senden sormalara doyamam<br />Yarım kalır cıgaramın ateşi<br />Gitme dayanamam<br /><br />Cezaevleri, hep Türkiye’nin kanayan yarası oldu. Düşünce yeri geldi, terör suçu oldu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler ise terörist. Sopa ve havuç politikasından vazgeçmeyen zihniyet nedeniyle, pankart asanlar, sıralarına “savaş hayır” kazıyanlar, liseliler, üniversiteliler, işçiler, memurlar, aydınlar, “yarı aydınlar”, tek tek, öbek öbek içeriye tıkıldı.<br /><br />Malta işgali, kapılara vurma, sayım vermeme ve rehin alma eylemleri… Bir ananın yürek paralayan, “Yavrum, götürmeyin evladımı. O daha çok küçük. Yapmayın.” seslenişi… Sonra genç bir kadının işkence sonucu çocuğunu düşürüşü ve zorla müdahale sonucu sakat kalan gençler, “bu duvar, duvarınız vız gelir bize vız” imzalı firarlar, malumunuz “hapishaneler yolgeçen hanı” haberleri ve “üşüyen bedenleri için pencere camı isteyen çocukların” isyanları ile anıldı cezaevleri.<br /><br />Zaman zaman kan ve barut kokardı içerisi. Devlet, kendi yaptığını yıkar, gözaltına aldığı, tutuklayıp, hüküm giydirdiği insanları tekrar ele geçirmek için operasyon yapardı. Sonra dozerin biri gelir, kolunu kopartırdı genç bir adamın. Ardından o kol başka bir kentte, bir sokak köpeğinin ağzında bulunurdu. Ölürdü birileri, ödül alırdı kimileri. Acı büyür, insanlık adına ne varsa çürürdü. Soluksuz kalınırdı. Çiçero, boş bulunup “En çabuk kuruyan şey gözyaşıdır” demiş. Ama bunlar nasıl unutulabilir. Er ya da geç tarih notunu düşecektir.<br /><br />Hani 11 yıldır girilemeyen cezaevlerine, devletin gözetiminde gazeteciler girerdi. Öyle bir gündü yine. X davası tutuklu ve hükümlüleri yemek yaparken, y davası mahkûmları tatlı hazırlıyorlardı. Buyur ettiler. Ben hayatımda, böyle temiz bir yer görmedim. Meğer koğuşmuş. Bizi gezdiren, infaz koruma memuruna sordum. “Korkuyor musun?” diye. O, güldü. Adli tutuklu ve hükümlülerin kaldığı yerden, siyasi C Blok’a gelmek için “az dil dökmedim” dedi. Kulağıma eğildi, burada huzur bulduğunu söyledi. Fısıltıyla...<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">CEZAEVLERİNDEKİ ÇETE GERÇEĞİ…</span></strong><br /><br /><br />Tarih 20 Eylül 1999… Mafya babası Alaattin Çakıcı’nın yeğeni Kenan Ali Gürsel’in de aralarında bulunduğu 7 kişi, Bayrampaşa Cezaevi’ndeki çete hesaplaşması sırasında öldürüldüler. Çatışmanın sonrasında ortaya çıkan gerçekler, hapishane müdürleri, savcılarıyla çeteler arasındaki ilişkinin somut göstergesi sayıldı. Olay esnasında 2. müdürün odasında olan mafya davası sanığı Kenan Ali Gürsel’in kasasında trilyonu geçkin para bulundu. Ayrıca 2. müdürün bu çete reislerinden borç ya da farklı amaçla para aldığı kamuoyuna yansıdı. Birkaç örnek daha verelim. Hapishanede tutuklu bulunan adam pavyonda olay çıkarır, bir de istek şarkısını seslendirmedi diye kadın şarkıcıyı kurşunlar. İtirafçı cezaevinde değil dışarıda yaşar. Susurluk sanığı, kadın gardiyan, gaspçı kadın ve itirafçı Selma Polat Duyar’la ilişki yaşar. Susurluk davasının yanı sıra uyuşturucu kaçakçılığından da yargılanan Yaşar Öz, başka bir tutukluyu rehin alıp, televizyon kanallarına cep telefonuyla açıklamalarda bulunur. Sonra birisi bilmem neresiyle duvarı deler, kadın hamile kalır. Yine Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi yöneticisi hakkında, çocuklara işkence yapmak ve kadınlara cinsel taciz iddiasıyla soruşturma açılır. Cezaevlerinde silahlarıyla, eroinleriyle yaşayanlar vardır. Rakip çeteler, içeride ateşli silahlarla sahici çatışmalara girer. Ülkücü mafya liderlerinin, güvenlik güçlerinin yardımıyla kaçtıkları ortaya çıkar. İnfaz koruma memur ve baş memurları ile cezaevi idarecilerini ya parayla satın almaya kalkarlar veya dışarıdaki adamları vasıtasıyla yaşamlarını ve ailelerini tehdit ederler. İstanbul ve Hatay’da iki hapishane personelinin öldürülmesi veya birçok kentte suç guruplarına yardımcı oldukları için aralarında cezaevi müdürlerinin de bulunduğu görevlilerin tutuklanmaları buna örnek gösterilebilir. Yoksa cezaevine para, silah, uyuşturucu hatta hayat kadını sokabilmek kolay olmasa gerek. Guatemala’daki dört cezaevinde rakip çete üyeleri arasında çıkan çatışmalarda 30 kişinin ölmesi haberleri şaşırtıcı gelmez nedense…<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">DÜNYADAKİ CEZAEVLERİ DE KAYNIYOR</span></strong><br /><br /><br />“En büyük cezaevi taş duvarların, demir parmaklıkların değil, insan kafasının içidir.”<br /><br />Lovelace<br /><br />Uluslararası Hapishaneler Gözlem Evi’nin (OIP), Fransa’daki 185 cezaevinde gerçekleştirdiği incelemeler sonucunda, 2004 yılında 115 mahkûmun intihar ettiği anlaşıldı. Yine Fransız hapishanelerinde son 5 yıl içinde şiddet olayları, yüzde 155 oranında yükseldi. Yanan sadece Paris sokakları değildir. Fransa’da avukatlar, ülkedeki cezaevi koşullarını “patlamaya hazır bombaya” benzeterek, cezaevlerindeki dolululuk oranının yüzde 129’a ulaştığına dikkat çekerler.<br />İngiliz hapishanelerinde de intihar patlaması yaşanıyor. Alman cezaevlerinde ise 1994 yılından bugüne dek 184 ölüm olayı yaşandı. Dünyada 9 milyon mahkûm var ve bunun yüzde 22’si yani 2 milyon kişi ABD hapishanelerinde tutuluyor.<br /><br />San Salvador’da adı “Umut” olan cezaevinde mahkûmlar, bomba, silah ve bıçaklarla çatıştı 23 kişi öldü. Brezilya’daki cezaevi çatışmasında ölenlerin sayısı 34 idi. Üstüne Brezilya’daki mahkûmlar, arkadaşlarını öldürüp yeme tehdidinde de bulundular. Honduras’ta cezaevi yangınında ölenlerin sayısı 102’dir. Ekvador’da 110 çocuğun sahibi 420 kadın açlık grevi yapar. Bolivya’da iki tutuklu kendilerini çarmıha gerdirip, ağızlarını diktirdiler.<br /><br />Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) raponlarında, Asya cezaevlerindeki çocuk mahkûmların işkence, tecavüz ve uyuşturucu üçgeninde heba olduğuna işaret eder.<br /><br />İsrail’in cezaevlerini dolduran binlerce Filistinli esir, koşulların düzeltilmesi için yıllar yılı hayatlarını ortaya koyup eylemler yaptılar. Uzun zaman önce yedi arkadaşları bırakılmadı diye bir yılı aşkın süre serbest kalmayı reddeden 23 Filistinli tutsağın öyküsü tüm dünyanın ilgisini çekmişti.<br /><br />Ve geçtiğimiz yıl tam 8 bin Filistinli mahkûm, “Kırbaçlama, çırılçıplak soyma ve kötü muamelenin engellenmesi” istemiyle açlık grevine başladı. İsrail Sağlık Bakanı Dany Naveh, açlık grevi direnişçilerini, katil olarak göstererek hastanelere alınmalarını kabul edemeyeceğini söyledi. İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Zahi Hanegbi ise “Ölene kadar açlık grevi yapabilirler. Açlık grevi yapmaları umurumda değil” dedi. (Hayata Dönüş operasyonu öncesinde TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi MHP milletvekili Mehmet Arslan, ölüm orucu eylemcileri için “Gebersinler. Ne yapalım yani altlarına mı yatalım?” demişti.)<br /><br />Ayrıca İsrailli yetkililer, açlık grevindeki eylemcilerin koğuşları önünde ızgara yapılması konusunda şunları söyledi: “Bu taktikleri açlık grevinde son derece deneyimli olan Türkiye ve İngiltere'den öğrendik.”<br /><br />Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, İsraillilerin demecini yalanlayarak, “Biz kesinlikle böyle bir şey denemedik. Tokyo bildirilerinin verdiği hakları kullanıp, ölüm orucunda bilinç yitirme ya da dönüşü olmayan yola girme halinde tıbbi müdahale, hastaneye kaldırma yoluna gidiyorduk.” yanıtını verdi.<br /><br />Burada sözü 1984 ölüm orucu direnişçisi Zeynel Polat’a verelim:<br />“Bazı açlık grevlerinde hücre mazgallarımızın önüne köfteci tezgâhı getirip köfte kızartmışlardı. Mazgal deliğini açıp kokuların içeri gelip bizi etkilemesi için özel olarak uğraşmışlardı. Hastanedeyken başımızın ucundaki komidinin üzerine kokusu tüten sıcak yemekler bırakıyorlardı. O kadar saygısız ve iğrençtiler...”<br /><br />Aradan 16 yıl geçmiştir. 2000 yılı ölüm orucu eylemcisi Yıldız Gemicioğlu (ailesi tarafından Küçükarmutlu’dan baskınla alındı) anlatıyor;<br />“Komutanların, uzman çavuşların ısrarı hiç bitmedi. Ben çay almadığım zamanlarda Astsubay Yahya isminde biri elinde ekmeklerle gelip ‘Az önce kahvaltı yaptım şimdi bunu yiyeceğim az sonra da döner yemeye gideceğim’ diyerek bir süre yemeğini benim odamda yedi.”<br /><br />İsrail koşulların düzeltilmesini kabul edince 17 gün sonra açlık grevi sona erdi. Filistin İslami Hukuk Yüksek Konseyi Başkanı Şeyh Tayser El Tamimi, “Açlık grevi bir cihat şeklidir. Grevde ölenler şehit sayılır” dedi. Türk Diyanet İşleri Başkanlığı ise “günah” sayıp, zorla müdahaleye onay verirdi. Hadi bakalım, kolaysa çıkın işin içinden…<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">ADA CEZAEVLERİ</span></strong><br /><br /><br />Bir hayli geriye dönelim… İktidarlar, zararlı yaftasını yapıştırdıkları insanları hapsetmek için farklı tarihlerde, farklı fikirler geliştirdiler. Kendilerince kirli, sefil, serseri ve benzeri olanları yine kendilerince suçsuz ve masum kalanlardan uzak tutmak gayretiyle, üst üste trajik buluşlar icat ettiler. Kaçılması olanaksız cezaevini kurabilmek saplantısı, kale hapishanelerinden sonra firar etmenin hemen hemen imkânsız olduğu, ada zindanlarını doğurdu. Hollywood’un, ünlü “Alcatraz Kuşçusu” ve “Alcatraz’dan Kaçış” filmlerini çektiği, artık turistik gezi alanına dönüşen ABD’deki Alcatraz Hapishanesi, ada cezaevlerinin en bilinenlerindendir. Hazar Denizi’nde bulunan Nargin (Yılan veya Cehennem Adası), Makarios ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin sürüldüğü Seychelles (Seyşel) Adası, Sardunya Adası yakınlarındaki Asinara, Akdeniz’de Malta, Ohotsk Denizi’nde yeralan Sahalin, Gulag Takımadaları, Kuzey Buz Denizi’ndeki Slovest, Çin Hindi kıyılarındaki Malaya Adası yıllar yılı mahkûmları ağırladı.<br /><br />Dumas’ın ünlü eseri Monte Kristo Kontu’nda geçen meşhur İf Şatosu'nda, Fransa'nın ünlü ada cezaevi Salut’ta, Venezuela’nın El Darado Adası’nda, Napolyon’un sürüldüğü Elbe Adası’nda nice tutsak yaşamlar soldu. İngilizler ve Ruslar tarafından kullanılan ada hapishaneleri ise, esirlerin sürgün yeriydi. Yüzen cezaevleri haline getirilen gemiler ise 18 ve 19. yüzyıl arasında tam 80 yıl kullanıldı.<br /><br />Bugün tatil yapabilmek, içip, sıçıp eğlenebilmek için küçük çapta servetler ödenen adalarda, eskiden kahır ve hasretlik çekilirdi. Bu cezaevlerinde, adları dahi hatırlanmayan yüzlerce, binlerce ağır suçlu ve savaş esiri, köle gibi çalıştırıldı, pek çoğu işkenceden, bakımsızlıktan, hastalıktan öldüler. Osmanlı döneminde Kıbrıs, Cumhuriyet’in ardından ise Yassıada ve İmralı Adası, cezaevleri ve mahkeme olarak kullanıldı, kullanılıyor.<br /><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">HAYALET CEZAEVLERİ…<br /></span></strong><br /><br />Yetmedi. Son yıllarda, “kendi yanında olmayan her şeye savaş açan” ve vahşette sınır tanımayan ABD yönetimi, “hayalet cezaevi” diye bir şey icat etti. 500 esiriyle Guantanamo’nun başı çektiği bu yeni yetme cezaevlerinin sayısının 14 olduğu ve tüm dünyaya yayılmaya başladığı notlar arasına düşülüyordu. Küba'daki Guantanamo üssünde sorgulamayı yürüten görevlilerin, önemli bir Suudi tutsağı konuşturmak için kendisine eşcinsel muamelesi yaptıkları ortaya çıkıyordu.<br />Görevliler, Suudi esire sutyen taktırmış ve bir erkekle dans etmeye zorlamıştı.<br /><br />Merkezi New York’ta bulunan insan hakları örgütü “Human Rights First” daha da ileri giderek, gizli cezaevlerinin, Afganistan, Irak, Pakistan, Ürdün ülkeleri dışında, Hint Okyanusu’ndaki Amerikan üssü Diego Garcia ile Amerikan savaş gemilerinde yer aldığını açıkladı. Sonra CIA’in paravan şirketinin sahip olduğu uçaklar, mal kaçırırcasına insan kaçırdılar, muhaliflerini ya hapsedip ya da yok etmek için… New York Times gazetesi, 26 CIA uçağının 2001 Eylül ayından bu yana, Avrupa ülkelerine 307 uçuş yaptığını yazmıştı. Sinema oyuncusu Gerard Depardieu, şarkıcı Manu Chao, Nobel ödüllü yazarlar Harold Pinter ve Dario Fo’nun da aralarında bulunduğu 400’ü aşkın tanınmış sanatçı, İngiliz Guardian gazetesinde ortak bir mektup yayınladı. Mektupta, Washington’dan, Guantanamo başta olmak üzere sistemli insan hakları ihlallerinin sürdüğü tüm tutuklama merkezlerini kapatması istendi:<br />“Avrupa Birliği ülkeleri, Guantanamo’da işkence gören kendi vatandaşlarının ifadelerini bile görmezden geldi. Bazıları şüphelileri tutuklama merkezlerine taşıyan CIA uçaklarının kendi hava sahasından geçmesine izin verdi. BM İnsan Hakları Komisyonu ya da yerini alacak konsey, bu ikiyüzlülüğe son vermeli ve başta Guantanamo olmak üzere ABD’nin kurduğu tüm tutuklama merkezlerinin kapatılmasını talep etmeli.”<br />500’e yakın esir, yasadışı bir şekilde hala Guantanamo üssünde tutuluyor.<br /><br />Egemen güçler, kanunsuzluğun ve şiddetin tarihini yazmayı sürdürüyor. Örneğin ölüm mangaları, Afganistan’daki Kale-i Cengi’de tutulan 600 Taliban ayaklanınca, savaş uçaklarından üzerlerine bomba yağdırdılar ve ağır silahlarla taradılar. Acımak yoktu. Hemen hemen hepsini gözlerini bile kırpmadan öldürdüler. İsrailliler, Filistin topraklarındaki Eriha cezaevine tanklar, füze atan helikopterler ve dozerlerle kanlı bir operasyon düzenledi…</span> </div><br /><div></div><br /><div><strong><span style="font-size:180%;color:#ff0000;">Devam edecek...</span></strong></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-33706863396157174402010-01-15T17:56:00.000-08:002010-01-15T18:05:15.856-08:00Sessizliğe Karşı - giriş bölümü<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjDfhuRKPz69Ke9i85nTt5_aQWuVwwQ4jwT85t7-cYpY4EluTQaQ93eUgU5_C02xnuLY0rmOFPlM7_hLXZ4CAofiJ7O3lD4z3ID_BGDI1cjVLc_cqoY8-119kgsjjstcTQyvzxA-9hJtVxo/s1600-h/kapak+son+copy_cr.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 331px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427152819708204242" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjDfhuRKPz69Ke9i85nTt5_aQWuVwwQ4jwT85t7-cYpY4EluTQaQ93eUgU5_C02xnuLY0rmOFPlM7_hLXZ4CAofiJ7O3lD4z3ID_BGDI1cjVLc_cqoY8-119kgsjjstcTQyvzxA-9hJtVxo/s400/kapak+son+copy_cr.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><em></em></strong></span></div><br /><div><strong><em><span style="font-size:130%;"></span></em></strong></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><em></em></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><em>Tam üç yıl önce basılan "Sessizliğe Karşı" adlı kitabımı, okumamak isteyenler için internet üzerinden yayınlamaya karar verdim. O halde başlayalım, önce giriş bölümü;</em></strong></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">“Mükemmel ve ışıklı kent”in hayali nicedir çok uzakta ve inadına kahrolsun “Gece ve Sis”… Bu kitap vicdana övgü için yazıldı. Kanayan ruhların sessiz çığlığı duyulsun diye… Bence vicdan, umut kadar, paylaşmak kadar kutsal bir kavram… Bir Fransız Atasözü, “Temiz bir vicdan kadar yumuşak hiçbir yastık yoktur.” der… “Vicdanı olan umut etsin, gerisini koy ver gitsin” diye kestirip atamıyorsam eğer, “Her yürek devrimci bir hücredir” sözüne inananlara haksızlık etmemek içindir, başlı başına… Yarına inanmayanların dünyasında yaşıyoruz oysa… Solaryum çıkışlı robot renkli insan evlatları sararken bugünümüzü… “Anını yaşa” saçmalığını rehber edinen neslimiz de iyiden iyiye sıyırdı. Varsa yoksa yüz gerdirme, yağ aldırma, kaş kaldırma ve silikon. Tam tekmil inorganik… Aslında bu bir enfeksiyon. Üstüne üstlük böyle giderse hormon mağduru koca kıçlı bir gelecek de bizleri bekliyor…<br /><br />Ünlüler düşmüyor yakamızdan, sosyete haberleri belirliyor gündemimizi… Ve çoktan sitcom özentisi oldu hayat. Enseyi kim kararttı, yozluk evlerimize dek nasıl taşındı ve ne zaman en insani duygulardan arındırıldık… Bilen yok. Sürgit ömre mahkûm olsak ne fayda… Yaşamıyoruz ki. Otobüste, vapurda, metroda birbiriyle göz göze gelmekten kaçan insanlar, komşuluk ilişkilerini yıllar önce bıraktı.<br /><br />Ve işyerleri... Yüze gülen arkadan kuyu kazan meslektaş ve çalışanlarla dolu. Artık yapmacık ve zorlama bir tahammül ile süslü plaza muhabbetleri kotarılıyor, sigara içmeye elverişli gaz odalarında... Plastik bardakta ılık çay, sentetik bir lezzete meyilli kahve… İşten atılma korkusu, yaltaklanma duygusu. Yabancılık çekiyor insan insana karşı… Ne de olsa usundan habersiz kendi doğrultusunda yürüyenler, paraya minnet edenler başımızın tacı…<br /><br />Ağır bir bombardıman altındayken duygularımız, baldırı çıplak düşünceler, klişe ifadelerle erketeye yatıyor. Her hangi bir albenisi olmayan taklit duyguların o amansız tek düzeliğine lanet okumak varken… Bütün renklerini çaldık yaşamın, sayemizde gün soldu, devran tepetaklak oldu. Bol keseden fikirsiz ve eylemsiz bir ömrü harcıyoruz, borcumuz biriktikçe kendimizi kandırma adlı densize… Blöf kokulu hamleler, tam düşkün avuntusu… Hâlbuki pembe düşler, sabun köpüğü hayaller ayrıcalıklı yapmaz kimseyi… Bir evimiz olsun iki de çocuğumuz. İşlerimiz yolunda gitsin, paramız biriksin ve tatil yapalım arada bir… Ve hayat böylelikle daha rahat akıp gider diye hissediyoruz... Bireysel isteklerimize takılıp kaldık, nefes almaktan tümden vazgeçtik. Tepkiden, kınamaktan, karşı koymaktan da… Ancak geçen gün ömürdendir ve bazı şeyler soludukça bilinir…<br /><br />Kim ne derse desin. Serili, serisiz vahşi cinayetlerin, ilkokul bebeleriyle bile oynandığı tanımsız bir yıkım çağındayız. Yüreklerimizle çelişen ve her ne kadar isyan etsek de hali vakti yerinde bir suç masalıdır bu, “ölüm dansına kim kaldıracak bizi” diye bekleşirken… Dışarıda biri boğazlanırken, diğerinin ırzına geçilirken, ötekinin yaraları didiklenirken kulaklar tümden tıkanıyor, “ahlar” ve “vahlar” duyulmasın diye… “Kapıyı, pencereyi kapatayım girmesin odama canhıraş çığlıkları” der sessiz çoğunluk. Ah, evet. Ne çokturlar değil mi?<br /><br />Sevginin hasıraltı edildiği yerde, şeytan soluğu bir korku sonuçta herkese özgüdür. En koyu karanlığa yaslanan ve depderin sessizliğe bürünenlerin içinde büyüyen korku yönetir dünyayı... Artık capcanlı bir endişe, sürekli örseleyebilir hayatı, yansıması tüm insanlığı esir alabilir. Suskunluk, hiçbir şeyi önemsemeyenleri, değer tanımayanları ve her şeye sırt çevirenleri doğurur. Asıl olan başkasının acısına yaşlı gözlerle bakabilmektir. Yalın bir kılıç kadar gerçektir bu, eninde sonunda delecektir zifiri karanlığı…<br /><br />Yıl 1994 idi yanlış hatırlamıyorsam. Boğazda gemi kazası olmuştu. Alevler karaya oturan gemiyi yutmak üzereydi. Denizcilerden biri yanıyordu, kendi dilinde tanrısına haykırmaktan takati kesilmişti adamın... Hava desen buz gibi soğuktu, fotoğraf makinelerimizin pillerini dahi donduracak kadar… Kıyıya toplanmıştı çoluk çocuk İstanbullular, bazılarının ellerinde biralar ve kuruyemişler vardı. Keyifli bir filmi izliyor gibiydiler. Ne yazık!<br /><br />Sonra Tsunami faciası. Nam-ı diğer asrın felaketi. İnsanlıktan çoktan çıkanlar, şişmiş cesetlerin bir adım ötesinde tatillerini sürdürüyordu. Yine bombalar yağarken Güney Lübnan’a ölürken sütten kesilmemiş bebekler, birileri güneşlenmeyi tercih ediyordu. Kuş uçumu mesafelerde... Büyük Marmara Depremi sonrasıydı. Hiç unutmam, unutamam. Kapatıp yüreklerinin gözlerini, Ege’de, Akdeniz’de harala gürele eğlenenleri bilmem söylememe gerek var mı? Sanmam. Hikâyeme döneyim. Gölcük’teyim. Nasıl da sıcak, cehennem misali… Ve yorgunum ölesiye… Tişörtümden vazgeçeli birkaç gün olmuştu. Toza, tere, dumana bulanmış ve ceset kokusu tamamına sinmişti. Kir pas içindeki beyaz atletim ise tümden renk değiştirmişti. Enkaz hükümdarlığında çevremi kolaçan ediyorum. Ağlamalar çoktan tükenmiş, sesler kısılmış, sadece derin ve içten saygınlığıyla mahveden ağır bir matem havası vuku bulmuştu. Ne menem bir tartıydı bu. Canlı olması canı yakan, insanı dermansız bırakan bir yas tablosuydu…<br /><br />Yüzünde her hangi bir mimiğin yakalanması adeta imkânsız olan bir adam yaklaştı yanıma. Omuzlarında sanki yılların yükünü taşıyordu. Hafif kamburdu. Beyaza çalan kirli sakalı, dağınık saçları aklımda kalmış. Ve ayaklarını sürüye sürüye yürümesi… Titriyordu.<br /><br />— Gazeteci misiniz?<br /><br />— Evet, Cumhuriyet’te çalışıyorum.<br /><br />Ben sormadan o başladı anlatmaya, “Yaz günü. Uzaktan dostlarımız gelmişti, muhabbet ediyorduk. İçki masasını kurmuştuk. Rakı bitince, eşofmanlarımla içki almaya indim. Üzerimde kimliğim dahi yoktu. O esnada deprem oldu. Eve koştum. Yıkılmıştı. Eşim ve çocuklarımı yitirdim. Ailem yok oldu. İki veya üç gün sonra işyerime gittim, orası da enkaza dönmüştü. Evim, işim, eşim, çocuklarım, dostlarım, iş arkadaşlarım her şeyimi kaybettim. Günlerdir apartmanın enkazında ailemle çektirdiğimiz fotoğrafları arıyorum, bulamıyorum. Sevdiklerimin yüzlerini unutmaktan korkuyorum. Artık hissetmiyorum. Belki sonra ama şimdi değil. Ve sanırım en acısı hatıralarımı yitirmek olacak.”<br /><br />Gözyaşları anıların izleriyse şayet göz pınarları kurumuştu onun. Sorgusuz sualsiz ifadesini vermişti. Denizi çekilmiş, kumu kalmıştı. Suskun bir dramdı tam karşımdaki… Zamanın insafına bırakılmış ve sadece soluk olan bir harabe… Hayatın sillesi bu kadar mı ağırdır?<br /><br />Ölümün, acının, kanın, gözyaşının, şiddetin tarifini bilirdim. Notlarımı alır, fotoğraf çeker ve haberimi yazardım. Dramlara yoldaşlık edip, yansıtmak… Evet, işimdi bu benim. Ama tam bu noktada durmak lazım… Gazeteciden önce insanım ben. Karşımdaki adam, tepeden tırnağa azap içinde… Hangi üzüntüsünden alıkoyayım, hangi derdine merhem olayım? Ne anlatayım, ne şekilde avutayım? Anılarına ulaşmasına nasıl yardım edeyim? Kahretsin…<br />Depremden bir yıl sonrasıydı, ölüm orucu eylemi başlamak üzereydi. Hani “yangınlara fazla bakan gözler yaşarmazdı”…<br /><br />Öyküleri vardır, istisnasız tüm insanların. Yıkıcı, yakıcı, en acıtanından olsa dahi... Amiyane tabirle anadan doğma çıkıp gelir karşına, sarsıcı hikâyeler. Ama alın yazısı değildir bu. Mukadderat hiç değil. Kör talih, kem talih… Kader. Hadi canım. Birileri ölüme giderken, çürür diğer tüm değerler. Eninde sonunda dönüp, dolaşır acılar katarı ve bir gün çarpar suratlara son sürat. Yalın ve gerçek… Sonunda ateş düştüğü yeri yakar. Eş, dost, kardeş, ağabey, abla, çoluk çocuk, nine, dede, baba ve ille analar. Oysa metanet ne zor iştir.<br /><br />Gözlemim hiç yanıltmaz beni. Bilirim anaları, tanırım onları. Apansız bastırır, sürükleyip götürür, anaların gözyaşları. Ve anlatım yetmez, anlamsızlık çoğalırken. Aykırı analizler, budalaca niyetler çöker. Seçenekler, etkenler, etkiler, tepkiler artık hepsi laf-ı güzaf...<br /><br />19 Aralık 2000’di tarih… Tam 83 saat sürdü operasyon. Dile kolay... Ciğerlerin söküldüğü andı… Sarmıştı her yanı yangın yalazı... Komando birlikleri, polisler, infaz koruma memurları… İş makineleri, greyderler, dozerler, ambulanslar, itfaiye araçları… Sıvı yağ ve kolonya ile kendilerini yakanlar… Ateşe verilen yataklar… Barikatlar, ranza demirinden çubuklar, dolap kapağından kalkanlar… Delinen tavanlar, yıkılan duvarlar... Ağır silahlar, hafif silahlar, çeşit çeşit silahlar… Havada uçuşan helikopterler, askeri marşlar ve psikolojik savaş teknikleri… Köpük ve su... Ateş ve kurşun... Göz yaşartıcı bomba, sinir gazı, kimyasal sıvılar… Kirli yeşil, sarı, gri, rengârenk gazlar… Yanma, yaralanma, boğulma, zehirlenme, ölme… Müdahale, müdahale, müdahale…<br /><br />Namluların ucunda, ateş altında, korun içinde ikisi asker 32 can yitip gitti, yüzlerce kişi yaralandı, çok sayıda tutuklu ve hükümlü ise şarapnel parçaları nedeniyle gözünü, parmaklarını ve diğer uzuvlarını kaybetti. Bu, Türkiye cezaevleri tarihinin en büyük baskınıydı. Ölüm orucu eylemini sonlandırmaktı iddiaları ve saçma sapan bir ironi ile operasyonun adını “Hayata Dönüş” koydular. Mahkûmları “ölü ele geçirdiler”...<br /><br />Devlet kendi cezaevlerini yıktı, üstüne operasyon mağdurlarına dava açıldı. Yetmedi hazine geldi, “devleti zarara uğrattınız” diyerek sadece Ümraniye Cezaevi sanıklarından 398 milyar lira talep etti. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ün “sevk yok” sözlerinin aksine operasyonda yaralanan yüzlerce tutuklu ve hükümlü tedavileri tam anlamıyla yapılmadan F tipi cezaevlerine dolduruldular. Sonrası medyayı “uslu çocuklara döndüler” diye heyecanlandıran eşek tıraşı, hiç dinmeyen işkence ve copla tecavüz iddiaları…<br /><br />Ölüm orucu eylemine katılım sayısı ise operasyona ve tecride yönelik tepki nedeniyle 290’dan 495’e yükseldi. Dünyada ilk kez bir açlık grevi eyleminde tutuklu yakınları da destek amacıyla ölüme yattı. Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar açlık grevindeydi… Türkiye'nin dört bir yanında eylem evleri açıldı. F tipi cezaevlerinde tecrit ve baskı uygulandığı iddiaları ise hiç bitmedi, sık sık hastaneye kaldırılan eylemcilere “zorla müdahalede” bulunulduğu öne sürüldü. (Diyanet de, fetva verir, müdahale edilsin diye...)<br />Ölüm rutinleşti, ölüm istatistik oldu ve ateş düştüğü yeri yaktı. Açlığın girdabında hücre hücre eriyerek yiten her can 5, 10, 15... 75. ölüm diye yansıdı gazete köşelerine... Eylem sona ermediği gibi toplam sayısı 13’e ulaşan yeni yeni ekiplerle ölüm yattı her yaştan gençler…<br /><br />“Fişek” ayakta tuttu onları: Suya karıştırılmış limon, tuz, şeker ve kuru nane… Sonra tutuklu ve hükümlü limonatası balyoz… Üstüne çay, adaçayı, ıhlamur, kahve, oralet, kakao… Ve akıl sağlığının teminatı B–1 vitamini. İşte bu reçeteyle bir ölüm orucu eylemcisi aylarca dayanabildi.<br /><br />Yetkililer ise sorunun çözümü için diyaloga yanaşmayıp ölümcül sessizliklerini yıllarca korudular. Operasyonun ardından içerde ve dışarıda “insan 8 metrekareye sığar mı?” diyen 90 kişi daha hayatını kaybetti. F tipi cezaevleri ve tecrit uygulamaları, 122 insanın yaşamına maloldu.<br /><br />Dünya böyle bir olay görmedi. 7. yıl süren bir açlık grevi eylemi… Onlar, Kartacalı yiğit General Hannibal’in “Ya yeni bir yol bulacağız, ya da yeni bir yol açacağız”, İtalyan halkının kahramanı Giuseppe Garibaldi’nin, “Sonuna, sonsuza, sonuncumuza kadar direneceğiz” sözlerini şiar kabul ettiler. “Tecrit yaşama sirayet etmesin” diye mücadeleye giriştiler. Başkalarına yardım için çıktıkları yolda, akıl sağlıklarını yitirip muhtaç kaldılar yardıma... 1996 ölüm orucu direnişinden sonra hafızaları silinenlerle tanışmıştım. Ancak, 1984’te Aysel Zehir'le başlayan Wernicke Korsakoff Sendromu’na (WKS) yakalananların sayısının bugün bin kişiyi aşacağını tahmin bile edemezdim.<br /><br />Dedik ya, kor bir ateş düşmüştü insana dair her şeye… İnsan belleği, balık hafızasıyla çoktan yer değiştirmişti. İliklere dek işleyen duyarsızlığın berisinde analar ağlıyor, Türkiye’nin cezaevleri alev alev yanıyordu. Öyküleri en sızılı yerinde bitenlerdi onlar… Doyamazlarken gençliklerine, yitip giderlerken birer, onar, uzaklardaki yakınlarının iç acıtan çığlıkları yırtardı geceyi... Elbette kara haber tez gelir. Kor bir ateş yakar, çöküp kalır tüm sevenler. Sessiz sedasız mırıldansa da ölüm, kulaklardan kolay kolay silinmez ezgisi. Meslek hayatımda kaç devrimci gömdüm belki sayısız. Ya da kaç anma töreni yıllar yılı. Kentin mezarlıkları ezber olur bir süre sonra...<br /><br />Aforoz edilmiş yürekler, seyrek düşmüştü bu kez… Gerçekten herkes neredeydi. Sokaklar, caddeler, meydanlar bomboştu işte. Kentlere sinen korku muydu? Ya da insanoğlu kendi küçük dünyasında mutlu muydu? Belki de bu yüzden, ölümlere ve acılara sırtlarını dönmüşlerdi, yapının bozulmasına göze alarak… Bakıp görmemeye dair bir mahkûmun izleniminden;<br />“Parklarda ağaç gölgesinde oturanlar, duraklarda otobüs bekleyenler, minibüslerde yolculuk yapanlar, kaldırımlarda yürüyenler hepsini tek tek gözlemliyorum. Hiçbiri kafasını çevirip ring aracına bakmıyor, birbirleriyle konuşmuyor. Yalnızca donuk gözlerini boşluğa dikmişler...”<br /><br />Hayata Dönüş, içerde ve dışarıda açlık eyleminde ölenler… Anlatacaklarımız bitti mi? Kocaman bir hayır. Önce tüm ölümlerin müsebbibi tecridi kavramak gerek…<br /><br />Tecritte “seni seviyorum” kelimeleri yasaktır mesela. Direk karalanır. “Amerikan emperyalizmi”, “işbirlikçi”, “direniş”, “zafer”, “faşizm”, “şehit”, “komünizm”, “sosyalizm”, “devrim”, “hücre”, “tecrit”… Ve daha birçok kelime ambargoludur. Yaşamak için heves verir gerekçesiyle çiçekler de sıkı denetim altındadır. Ne hikmetse mektuba ileştirilmiş küçük bir deniz kabuğu göndericisine iade edilir. Sayımda sigara içilmesi veya hazırola geçilmemesi dayak yeme nedenidir. Pencereden bakmak disiplin cezasınıda berabeberinde getirir. Ailelerin, çocuklarına götürdüğü elbiseler, “Emanetçi personel yok”, “rengi uygun değil”, “düğmeleri ötüyor”, “kot pantolon kontenjanı doldu, kumaş pantolon getirin” denilerek içeri sokulmaz. İnfaz koruma memurları, ailelerden yeni elbise getirmelerini ister. Gerekçeleri şudur; “Eskiler kolay yıpranıyor ve sonra bize iş düşüyor” Kırmızı, bordo, yeşil ve lacivert renkli kıyafet getirilmesi söz konusu bile değildir. Çünkü yeşil asker, lacivert gardiyan rengidir, kırmızı bayrak yapılabilir, bordo ise kırmızıya yakın diye yasaktır.<br /><br />Sonra pil, metal kaşık, bıçak, cam kavanoz, selebant, gazlı ve pastel kalemler, çakmak, makas amaç dışı kullanılacağı gerekçesiyle yasaklanır. “Başka şeyleri de boyamasınlar” diye ayakkabı boyası da verilmez. Dışarıdan gelen renkli kalemler, dışarıdan geldiği için yasaktır. Bazı maddeler kantinde satıldığı için yasaktır bazıları ise kantinde satılmadığı için… İspanyolca şiirler yasaktır. Gazete eki olarak verilen Nazım Hikmet, Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in resimleri yasak olmamasına karşın yasaktır. Yılmaz Güney ve Pir Sultan Abdal’ın resimleri de keza öyle. Kalın kapaklı kitaplar yasaktır, ancak kapaklarından arındırılırsa serbesttir. Pantolonun paçasını sıyırarak gezmek bir aylık mektup ve görüş yasağını beraberinde getirir. Siyasi kadın tutuklulara tırnak kontrolü dayatılır, itiraz edene hücre cezası verilir. Aylardır duvara asılı olan resimlerin alınmasına karşı çıkmak, soruşturma ve devamında ceza konusudur.<br /><br />Elle hazırlanan mizah dergisi herhangi bir matbaada basılmadığı için imha edilmesine karar verilir, Elektrik ve ilaç parası mahkûmun hesabından gelişigüzel çekilir. Sandalye ve masa gibi hücrenin demirbaşı olan eşyalar, eskiyip kırılırsa mahkûm satın almak zorunda kalır. “Gereksiz Olarak Marş Söylemek ve Slogan Atmak” gibi bir suçtan ceza gelir. Kürtçe türkü söylemek, iki ay hak mahrumiyetine bedeldir. Hala, teyze, amca, dayı ziyaretleri ya kısıtlanır ya da savcılıktan izin almak gerekir. Tutuklunun kendi ailesi dışındaki birisiyle selamlaşması ise herkese dava açılmasıyla sonuçlanabilir.<br /><br />Eli kırılan adam, hücrede tek başınadır, mektup yazması gerekir. Vay sen misin yanına arkadaş isteyen… Hemen “ayaklarınla yaz” diye dalga geçilir. Her an “Kırık aynayla tıraş ol” komutu gelebilir. Başka bir hücrede kalan arkadaşınıza bir şey göndermeniz yasaktır. Güvercinlere ekmek vermek havalandırmaya tek başına çıkma cezasına eşdeğerdir. Cezaevlerinin şeffaflaşması için hayata geçirilen Tutukevleri İzleme Kurulları’nın raporlarının kamuoyuyla paylaşılmamasının nedeni devlet sırrı olmasıdır. Tutuklunun başka bir tutukluya gönderdiği mektuba “seminer niteliğinde” denilerek el konulur. Zaten dört sayfadan fazla mektup yazmak yasaktır. Aile fotoğraflarını duvara yapıştırmak bazı f tipi cezaevlerinde serbesttir, bazılarında ise suçtur. Aynı hücrede kalan iki kişinin birlikte fotoğraf çektirmesi yasaktır. Ortak dostlarına, yakınlarına mektup yazmaları da… Fotoğraf ve mektupta tek olmak zorunluluktur.<br /><br />Edirne F Tipi Cezaevi yatan M. Aytunç Altay adlı tutuklu tecrit keyfiyetine bir misal versin: “Yurt dışından yabancı bir dosttan İngilizce bir mektup almıştım. Yine İngilizce cevapladım, ama mektup gönderilmeyip bana iade edildi. Gerekçesi şu; İngilizce olduğu için içeriğini denetleyemeyiz. Peki, cevapladığım o mektupta İngilizce idi, onu nasıl denetlediniz? O zaman İngilizce bilen personel vardı “İyi o zaman, Türkçesini de yazıp vereyim, ikisini bir postalayın” dedim. “O zaman sadece Türkçesini postalarız, İngilizcesini göndermeyiz” dendi. Yani, karşı taraf Türkçe bilmediği için İngilizce yazıyorsun, idare ise sana “Türkçe yaz” diyor. Karşı taraf Türkçe mektuptan ne anlayacaksa!”<br /><br />Üç kitap sınırlaması ısrarla sürdürülür. Fazla kitap “yaşam alanını daraltır” diye! Her türlü şiir, öykü, yazı ve mektup disiplin kurullarına takılır. Karalanan mektuplar, yakılan mektuplar, daksil ile silinen mektuplar, sansürlenen mektuplar, verilmeyen gazeteler, makas ise kesilen gazeteler… Anlaşılacağı üzere tecridi yaratan koşullar sürer gider…<br /><br />Kaç mektup aldım cezaevinden, belki yüzlerce. İşte bir hücre hikâyesi:<br />Kocaeli (Kandıra) F Tipi Cezaevi’nde kalan Barış Alkan, “Sizinle bu satırlarımı durgun, serin ve arada bir yağmur damlalarının sağanağı altında kalan bir günde paylaşıyorum” sözleriyle başlıyor mektubuna ve bir şiirle bitiriyor:<br /><br />Özlemler Düşlerde Saklı<br /><br />Kaç zaman oldu<br />Ayaklarım toprağa hasret<br />Gözlerim uzaklara bakamıyor<br />Doğanın rengârenk yüzü<br />Artık düşlerimde gizli<br /><br />Her gün her saat<br />Daracık bir alanda<br />Beton zeminde yaşamak<br />Gülün kokusunu unuttum<br /><br />Yaşamın rengini<br />Zihnimden dışarı taşamıyor<br />Kalabalık sokakları özledim<br />Meydanlara uzanan caddeleri<br /><br />Şehrin ışıkları şimdi çok uzak<br />Gülümseyen sevdalar yok<br />Gelecek yüklü<br />Çocuk bakışlarını özledim<br /><br />Mavilik hapsolmuş dört duvara<br />Parmaklıklar ise onu onlarca parçaya bölüyor<br /><br />Günler evet günler<br />Her anı saniye saniye karelenmiş<br />Uzanıyor bitimsiz yarınlara<br /><br />Barış, kendi sorunlarını değil hücre arkadaşı Turgut Köklü’nün içinde bulunduğu durumu aktarıyordu yazısında;<br />“Turgut Köklü yaklaşık 7 yıldır tutuklu ve F tipi cezaevlerine geçişin ardından rahatsızlanıyor. Köklü’nün 3 yıla yaklaşan rahatsızlığına psikologların teşhisi, ‘mizaç bozukluğu’... Ümraniye Cezaevi’ndeki eski Turgut değildi artık. Yerlerde yuvarlanıyor, kendi kendine konuşuyor, uyuyamıyor, kendi içinde bir dünya yaratmış kimi zaman korkuyor, bağırıyor kimi zaman ise en olmadık yerlerde gülüyor. Kimi şeyleri kırıp-dökme (buna ara sıra çaldığı gitarını kırması dâhil), küfürler, sabahtan akşama kadar bağırarak konuşma, şarkı söylemeler, duvara yanan sigara ile şekiller çizmeler... Havalandırma duvarının üç köşesindeki böcekleri, sigara külüyle daire içine alıp bana, ‘Bu dünya, bu Merkür, bu Ay, bu Venüs...’ diye gösteriyor ve ardından ekliyor:<br />‘Dünyanın uydusu Ay öldü, yerine Venüs aldı’ Çünkü Ay diye işaretlediği böceği ezmişti. Turgut daha sonra havalandırmada şeytan olduğu gerekçesiyle bir kelebeği öldürdü.”<br /><br />Tecrit koşullarında insan kendi dağarcığına yönelik topyekûn bir saldırıya girişir, yalıtım belleği tümden sarsar. Fizyolojik hastalıklar ve psikolojik rahatsızlıklar dört kat artar. Sonra şipşak muayenelerle sağlıklarının iyi olduğu belirlenir. Cezaevlerinde insanlar kanserden yaşamını yitirir, ölümcül hastalıklara yakalanan tutuklu ve hükümlüler serbest bırakılmayıp hücre ve revirlerde tutulur. Cezaevleri adeta akıl hastanelerine dönüşür. Sadece 2002 yılında hapishanelerde 12 tutuklu ve hükümlü intihar eder. F tipi cezaevlerinde de Volkan Ağırman, Orhan Oğur, Halit Koçyiğit ve Mehmet Akdemir adlı tutuklu ve hükümlüler ya kendini yakar ya da asar. TBMM’de “hapishane ölümleriyle” ilgili bir soru önergesini yanıtlayan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, sadece 2003 yılında cezaevlerinde “eceliyle”, “intiharla”, “cinayetle”' toplam 158 kişinin öldüğünü açıkladı. Açıklanan bilânço korkunç… Dört duvar toplam 158 kişinin mezarı olmuş...<br /><br />Akrabaydılar, kardeştiler, ya değişik cezaevlerine gönderildiler ya da aynı hapishanenin farklı bölümlerinde kaldılar. Refakatçiye ihtiyaç duyanlar, tek başlarına hareket edebilmeleri hatta yaşayabilmeleri neredeyse imkânsız olanlar, yani ölüm orucu eylemcileri ve sakat kalmış kişiler tekli hücrelere konuldu. Hafızasını yitirmiş iki ya da üç mahkûmun (Örneğin Wernicke Korsakoff’a yakalanan Deniz Yıldız, Celal Gezer ve Uğur Karademir aynı hücredeydi) bir arada tutulmasına mantıklı bir yanıt arıyorum. Bulamıyorum.<br /><br />Unutulmasın açlık grevlerinde zaman ölümün lehine işliyor. Ve bu nedenledir ki ölüm ve yaşam arasındaki çizgi uzun zamandır “kıldan ince kılıçtan keskin”… Adli Tıp bu duruma “Agoni” diyor. Ölüm orucu hala sürüyor ve bu kitabın ikinci bölümü şimdiden yazılıyor. Tecrit koşullarının ortadan kaldırılması için son günlerde yeniden kamuoyu oluşmaya başladı. “İnsanlık asla kaybetmez” diyen Avukat Behiç Aşçı’nın eylemi, sansür duvarını yıktı ve suskunlar cephesinde ses getirdi. Bunca acının ortasında sevindirici bir gelişme. Dilerim, “123. ölüm yaşanmasın” çığlığı yerini bulur. “3 Kapı–3 Kilit” biran önce açılır. Tecrit karşıtlarının umudu bu… Hem ne demiş şair, “Daha gelmeyecek mi bahar, daha gülmeyecek mi ağlayanlar...”<br /><br />Evet. Sessizliğe Karşı’yı 19 Ocak 2007 Cuma günü böyle bağlamıştık ve kitap, matbaanın yolunu tutmuştu. Aynı saatlerde bir güvercin arkasından vuruluyordu. Gazeteci Hrant Dink, Şişli’de güpegündüz katledilmişti. Behiç Aşçı ise kurşun sesinin duyulacağı mesafede ölüm orucunu sürdürüyordu. Akşam saatlerinde aydın katline karşı binlerce yürek sokaklara döküldü. Şoven kurşunlardan ve linç girişimlerinden bıkan halk, artık tepkisini ortaya koyuyordu.<br /><br />Behiç’in durumu ise ağırlaşmıştı. Hafta sonu böyle geçti. Gergin bir bekleyişle… 22 Ocak 2007 Pazartesi günü öğle saatlerinde Adalet Bakanlığı bir genelge yayınlandı. Alelacele… Toplumun ikinci bir ölümün yükünü kaldıramayacağını düşünen devlet ve hükümet en nihayetinde harekete geçmişti. Hayatın gerçeği ölümlerden yaşamın doğmasıydı. 3 kapı–3 kilit önerisi ete kemiğe büründü, haftada 10 saatliğine de olsa tecrit delindi. Gelişmeler üzerine akşam saat 19.00’da ölüm orucuna ara verildi.<br /><br />(Neden sona erdi yerine ara verildi denildi? Çünkü genelgenin eksiksiz uygulanıp uygulanmadığının takibi gerekiyordu. Daha önceki açlık grevi eylemlerinin ardından verilen sözler tutulmamıştı)<br /><br />1996 ölüm orucu eylemi sonlandığında Bayrampaşa Cezaevi’nin kapısındaydım, şimdi Pay Apartmanı’nın önündeyim… Sivil toplum örgütleri temsilcilerinin konuşması sırasında çevremi kolaçan ediyorum. Ne çok tanıdık yüz… Yıllardır tecridin kaldırılması için mücadele edenler… Kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler… Refakatçiler, hukukçular, sanatçılar, gazeteciler… Bıkmadan slogan atanlar, birbirlerine sarılanlar, ortak gözyaşı dökenler. Herkes kendi anısının peşine düşmüş. Demek bu yüzden tutuklu ve hükümlü yakınlarının yanakları ıslak… Ölüm orucu eyleminde iki kızını yitiren Ahmet Kulaksız’ın elinde megafon var. Kendisini kucaklamaya gelenlerden fırsat bulduğu an konuşuyor: </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><br />— Birazdan Behiç aşağı indirilecek. Sese karşı aşırı duyarlı… Lütfen sessiz olun. Mikrop kapmaması için uzak durun.<br /><br />Behiç eyleminin 293. gününde sedyeyle dışarı çıkarıldı. Vicdanı tekrar uyandıran adama ilgi büyük. Onu görmek isteyenler adeta birbirini eziyor. Bu bir sevgi seli… Behiç, kendisine karanfil atanlara el sallıyor. Sonra ambulans hastaneye yöneliyor ve şenleniyor ortalık… Sokağı trafiğe kapatanlar halaya duruyor. Önce “Omuzdan Tutun Beni” ardından “Mitralyöz”… “Behiç Aşçı onurumuzdur” sloganları ve “Haklıyız Kazanacağız” marşı… İnsanın içini acıtan hıçkırıklar ve ağız dolusu kahkahalar… Hüzün ve sevinç…<br /><br />122 insanı aramızdan alan 600’ü aşkın sakata yol açan tecrit karşıtı eylem tamı tamına 2285 güne yayıldı. Bu, milyonlarca cana mal olan 2. Dünya Savaşı’ndan daha uzun bir süreye denk geliyor. Direniş başlarken doğanlar bugün ilkokul öğrencisi… Düşünün Dink’in katil zanlısı Ogün Samast açlık grevinin ilk günlerinde henüz 10 yaşında masum bir çocuktu. Tarihte benzeri bir direniş yok. Ne eski çağlarda ne de asri zamanlarda…<br /><br />Benim duygularım ise karmakarışık. İlk kitabım yaşama dair bir muştu gibi. Yazmak için uzun zaman uğraştım ve kitap raflardaki yerini almadan eylem bitti. Kazanan çözüm oldu. Bahtiyarım.<br /><br />Keşke kitabı daha önce mi kaleme alsaydım? Nedense aklıma takılan ilk fikir buydu. Biliyorum çocukça ama… Neyse… Lafı uzatmayayım. Sadece Sessizliğe Karşı’nın bendeki değerinin katlandığını hissettim ve bunu sizlerle paylaşmak istedim. Ona bundan böyle ‘uğurlu kitap’ diyeceğim. Bilesiniz. Tecridin bitmesini ben de hayli zamandır bekliyordum. Ve şuan sınırsız bir rahatlamanın esiriyim. Üstüne üstlük neşem yerinde ve sanırım çenem düştü. Bıraksalar bıkmadan usanmadan günlerce içinde bulunduğum ruh halini anlatırım. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum. İnanın… Ancak “ makineler beklemez…” Yayıncı arkadaşım nihayet uyardı: “Vakit dar, mutlaka matbaaya ulaşılmalı. Baskı durdurulup, mutlu bir son yazılmalı...”<br /><br /><br /><strong>Not: Kitaba son söz yerine, cezaevleri tarihçesi konuldu. Dünya ve Türkiye cezaevlerini anlatan binlerce belge incelendi ve özetlendi. Kolay okunabilmesi için fazla ayrıntıya girmedim, kendi anı ve gözlemlerimi de aralara serpiştirdim. Kitaba sondan başlanılmaz diyeceksiniz belki ama sorunun kavranılması adına öncelikle tarihçeyi okumanızı öneririm. Ayrıca gerçek yaşanmışlıkların içine kurgusal bir öykü yedirdim. Veya tam tersini yaptım. Bilmiyorum. Belki de bu kitap, hafızasını yitirmiştir. Kim bilir…<br /></strong><br /></span><span style="font-size:180%;"><strong><em><span style="color:#ff0000;">Alper TURGUT – İSTANBUL (23 Ocak 2007)</span> </em></strong></span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-82669824216342032572009-12-27T10:10:00.000-08:002009-12-27T10:31:08.134-08:00İnancımızı asla teslim etmedik<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZ0PxbRTZ9dY4dg8X0lfaWH8vgsyPRh_Cn7XrRTfUqzGvW10MCCvcywnwHAn4hIjQSraaos-iWQaGo4OVYgfF_q_C5LSBMlVwlUYKkfO6bDaeIae6jIn6pSF98R0IDWaEAOlDZC2xruP9h/s1600-h/_DSC2479.JPG"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 266px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419984378410973586" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZ0PxbRTZ9dY4dg8X0lfaWH8vgsyPRh_Cn7XrRTfUqzGvW10MCCvcywnwHAn4hIjQSraaos-iWQaGo4OVYgfF_q_C5LSBMlVwlUYKkfO6bDaeIae6jIn6pSF98R0IDWaEAOlDZC2xruP9h/s400/_DSC2479.JPG" /></a><br /><div><br /><br /><div><div><div><span style="font-size:130%;"><strong>Mustafa Kamil Uzuner</strong> ve <strong>Erdal Turgut</strong>, 31 yıl önce cezaevinde tanıştılar, Devrimci Sol Ana Davası’nda 28 yıl birlikte yargılandılar. Her ikisi içinde müebbet hapis cezası isteniyordu. Uzuner, ömür boyu hapis cezası alırken, Turgut’un davası zamanaşımından dolayı düştü. Onlarla, davayı, ölüm orucunu, yaşadıkları ilginç olayları ve hatta “Bu Kalp Seni Unutur mu?” adlı diziyi konuştuk.</span></div><br /><span style="font-size:130%;"></span></div><span style="font-size:130%;"><div><br /></div><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 197px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419984167748716530" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiK_NFJmFh32ZkFLe6FB-5i_1XOx6YRN95dgzEW9B71pSYXIHMFSpLrJBA7XIKgzZJnUpGHOif_ko8G9rLSFLEB8qG-uatjCY69HyI7yKHq2VBPpX6hNHlCLayYe-Ac2ew0YwCnEydbTF51/s400/_DSC2503_cr.jpg" /><br /><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong></span></div><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">ALPER TURGUT</span></strong><br /><br /></div></span><div><span style="font-size:130%;">12 Eylül karanlığında açılan 28 yıllık “Devrimci Sol Ana Davası”, 39 sanığa müebbet hapis cezası verilmesiyle şimdilik sonlandı. Amcam Erdal Turgut, 30 yıllık zamanaşımı nedeniyle müebbetten kurtuldu, Mustafa Ağabey (Mustafa Kamil Uzuner) ise ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme şimdilik bitti ama onlara göre sınıf mücadelesi sürdükçe “dava” da sürecek. Evet, onların hayatı, açlık grevinde, işkencede, cezaevlerinde ve mahkemelerde geçti. Amcam 50 yaşında baba olabildi. Ama her şeye rağmen onlar, hiç büyümeyecek çocuklar gibiler, söyleşi boyunca sürekli muziplik yapıp durdular. Görsel yönetmenimiz Aynur Çolak ve ben, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkabilmek için onların kılavuzluğuna sığınmıştık. Ne yaptılar ettiler, bizi bir şekilde alana çıkardılar. Evet, onlar eylem adamları... Erdal Turgut ve Mustafa Kamil Uzuner ile acısı ve tatlısıyla 30 yıllık bir süreci değerlendirdik. </span><br /><br /><span style="font-size:130%;"></div><div><div><br /></div></span><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 266px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419982821768463746" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYCyXNbUCpIhKhq-c12ZP5AyX4zJooZVdps531pmQfG6R8nfmpeAsgvzg760z80o17RVNJSmd3z5znYTQ_PZhSvls_icGrcunjEoxLQZzz5EMljeZq0zKn-eMOEuqSBXklz6dSGhITPHHe/s400/_DSC2494.JPG" /><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><em></em></strong></span></div><div><span style="font-size:130%;"><strong><em></em></strong></span></div><div><span style="font-size:130%;"><strong><em>—Devrimci olmaya ve mücadelenin içinde yer almaya nasıl karar verdiniz?</em></strong><br /><br /><strong>Mustafa Kamil Uzuner;</strong> 1955’yılında İstanbul Fatih’te doğdum. 12 Eylül öncesinde uzun bir süre Kandilli’de yaşadım. Emekçi bir ailenin çocuğuydum, Lise ikiden terkim ve babam terziydi yanında çalışıyordum. Bölge bir işçi semtiydi, üç büyük fabrika vardı. Sonra Dev-Genç’lilerin Paşabahçe Kültür Derneği’ne gitmeye başladım. Ardından askerlik dönüşü, 1975–1976’da mücadeleyle tanıştım.<br /><br /><strong>Erdal Turgut;</strong> Adana’da 1955’te dünyaya geldim. Şimdiki adıyla Yıldız Teknik Üniversitesi’nde makine mühendisliği okumak için İstanbul’a geldim. 1976’da antifaşist mücadelenin içinde yer almaya karar verdim. Devrimcilik, Mahir Çayan’lardan gelen rüzgârın da etkisiyle 1974’ten itibaren gençleri kendine çekmeye başlamıştı. Maraş olaylarının ardından gelen sıkıyönetim ile birlikte mücadele güçleşti. Ancak bizler, artık devrimci bir hareketin içerisindeydik.<br /><br /><strong><em>—Nasıl yakalandınız?<br /></em></strong><br /><strong>M.K. Uzuner;</strong> Çorum olaylarının protesto etmek için 7 Ekim 1979 günü Esenler’de korsan gösteri düzenlenmiş. Sonrasında polisle çatışmaya girdiğim iddia edildi. Beni kafamdan vurup gözaltına aldılar. Yaralıydım, önce Esenler Karakolu’na götürdüler sonra hastaneye ardından da Esenler Karakolu güvenli bulunmadığı için Bakırköy Karakolu’na... En sonunda da 1. Şube’ye götürüldüm. Günlerce aslanlar gibi işkence gördüm, aslanlar gibi direndim. Tek kelime ifade alamadılar benden... Cunta’nın ardından Kabakoz’da tutukluyken beni alıp, bir ay süreyle tekrar sorguya çektiler.<br /><br /><strong>E. Turgut;</strong> 12 Eylül öncesinde beş kez cezaevine girdim, biri Adana’da, diğeri de İstanbul’da olmak üzere iki kez de faşistlerin silahlı saldırısına uğradım. Adana’da babamın dolmuşunda çalışıyordum, taradılar. Biri kafamdan beş kurşun isabet etti, omzumdaki kritik bir noktada olduğu için çıkartılamadı hala durur. 16 Mart Katliamı’nın ardından tekrar vuruldum. Son yakalanışım ise halkımıza Kâğıthane deresinde ev dağıtırken oldu. </span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><br /></div><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 281px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419983007310552130" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqAE04kPTYw5MB1zA-SK0HeWQuI_oPtnb31wqN-VNo8CwgDJLtEPkK8jpTpOoXTUL6BgP-i3QODhV1H0ZVaeT9Enyd-U7Maos_53hfZ5tCYPL4QhqtXrWU8STSTPEaoPCEmqtJV9sN67Qs/s400/_DSC2490.JPG" /></span></div><br /><p><span style="font-size:130%;"></span></p><p><span style="font-size:130%;"><strong><em></em></strong></span></p><p><span style="font-size:130%;"><strong><em>—Ne zaman ve nerede tanıştınız?</em></strong><br /><br /><strong>M.K.Uzuner;</strong> Daha öncede yakalanmış ve altı ay hapis yatmıştım. 1978 yılında Selimeye Cezaevi’ne girerken üst kattan biri ‘örgüt ismini söyleme, benim adımı ver’ diye bağırıyordu. Erdal ile böyle tanıştık.<br /><br /><strong>E.Turgut;</strong> Örgütün ismini verince mahkemede bunu kullanıyorlardı. Ancak komiktir, sıkıyönetimin Adli Müşaviri Albay Refik Karaa, bana dedi ki; ‘Erdal, Devrimci Solcu değilim diyorsan ama örgütün cezaevi temsilcisisin’ Ben de pişkinliğe vurdum ve ‘ne yapayım, ite kaka seçtiler’ dedim. Hep beraber gülmüştük.<br /><br /><strong><em>—Ve cunta geliyor...</em></strong><br /><br /><strong><em>M.K.Uzuner;</em></strong> 1991 yılına dek Sultanahmet, Alemdağ, Hasdal, Sağmalcılar ve Metris’te kaldım. 12 Eylül’den kısa bir süre önce Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde 20 Ağustos 1980 günü büyük bir operasyon yapıldı. İkişer gün arayla operasyonlar, Ankara Mamak ve Diyarbakır cezaevlerinde tekrarlandı. Cunta geliyordu ve içerideki örgütlü mücadeleyi bitirip, bizlerin teslim olmasını istiyordu. Osmanlı ordusu gibi yağmaladılar, silah kullandılar, tüm haklarımı elimizden aldılar. Bizler direndik ve 9 gün açlık grevi yaptık. Haklarımızı mücadeleyle alabildik. Mamak ve Diyarbakır’daki siyasi tutukluların hâkimiyeti ise sona erdi.<br /><br /><strong><em>E.Turgut;</em></strong> 1979 yılı Temmuz ayında içeri girdim, 1986 yılının Ekim’inde çıktım. Tutukluluğum süresince Selimiye, İzmit, Toptaşı, Paşakapısı, Sultanahmet, Davutpaşa, Metris ve Sağmalcılar 2’da kaldım. Cuntayı, Sultanahmet Cezaevi’nde karşıladık. Sabaha karşı bir arkadaşımızı uyandırdık, durumu söylediğimizde, ‘beni böyle ufak tefek şeyler için uyandırmayın’ dedi. 13 Eylül’de cezaevi personeli de şaşkındı ve o gün bekleşerek geçti.14 Eylül günü ise arkadaşımız, ufak tefek şeylerin ne olduğunu, bizimle birlikte gördü. Biz tek tip elbiseyi hiç giymedik, hazır ola geçip, ‘emredersiniz komutanım’ demedik. Mamak’tan Metris’e gelen iki Mehmet vardı, gece onları kaldırıp ılık ve şekerli süt içirdik. Ertesi gün süt kutusundan iskambil kağıdı yapmışız, king oynuyoruz. Mehmetlerden biri yanıma gelip ‘yahu Erdal’ dedi, ‘dün gece rüyamda süt içiyordum’. Mamak’ta hayaller bile daralmış. Onların rüyalarında gördüklerini sandığı şeyi biz gerçek kıldık, direndik ve siyasi düşünceyi teslim etmedik.<br /><br /><strong><em>—Sonra ölüm orucu eylemi ve çeşitli direnişler mi geldi?</em></strong><br /><br /><strong>M.K.Uzuner;</strong> Onlar sürekli haklarımızı gasp etmek istiyorlar, biz ise direniyorduk. 1983’te tüm siyasi tutukluları tep tik elbise giymeye zorladılar. İstanbul cezaevleri direnme kararı aldı. Gasp edilen haklarımız için 1984’te ölüm orucu eylemine girdik. Ben eylemde ikinci ekipteydim. İnsanca yaşabilmek için ölümü göze almıştık. Sinan Kukul, yanıma geldi ve eylemin bittiğini söyledi. Şok olmuştum, ölmeye ayarlamıştım kendimi... Direnişte yoldaşlarımızı yitirdik. Hüzün ve sevinç bir aradaydı. Bu bir sınıf mücadelesidir, ölenlerin yerini yenileri doldurur.<br /><br /><strong><em>—Ana davanın görüldüğü Metris Baştabya’da neler yaşandı?</em></strong><br /><br /><strong>E.Turgut;</strong> Duruşma önce Cevizlibağ’daki Atatürk Öğrenci Sitesi içerisinde yer alan kapalı spor salonunda görüldü. İki duruşma yapıldı, ilk kavga da orada çıktı. Sonra Metris Baştabya’da yargılanmaya başladık. Bir tane denizci subay vardı, duruşma sırasında hep uyurdu. Salonun yarısına idam isteyen bu adam horul horul uyuyabiliyordu. Kışta kıyamette slip don ve atletle bekliyorduk. Selimiye’de bir gün insanlar bize acıyarak bakmıştı, biz de bağırarak kendimizi savunmuştuk; ‘deli değiliz biz, siyasiyiz’ diyerek... Sabah 10.00’dan akşama doğru 15.00’de dek sürüyordu duruşmalar... En büyük çileyi ailelerimiz çekti. Hem gazetecilerle, hem ailelerimle hem de avukatlarımızla görüşmelerimiz engelleniyordu. Ama Baştabya’yı eylem alanına çevirmeyi bildik. Anayasa’yı protesto, cuntayı teşhir ettik. Hiç unutmam bir duruşmada mahkeme heyetine kıçımı göstermiştim. Kıç falakası yüzünden simsiyah olmuştu kaba etlerimiz, hâkime dedim ki, ‘işkence’ görüyoruz. ‘burada işkence yapılmaz, otur yerine’ dedi. İspatlamamız gerekiyordu. Kadın tutuklulardan Hazan Aslantürk’e dedim ki, ‘kadın yoldaşlara söyle bakmasınlar’. Ailelerimizden avukatlarımızdan utanmıyorduk ama kadın yoldaşlardan utanıyorduk. Neyse gösterdim, bir baktım ki, Hazan Aslantürk, mahkeme heyeti dikkatini yöneltsin diye parmağıyla kıçıma işaret ediyor. Öyle utanmıştım ki. Sonra soruşturma açıldı, savcılık benden yapan askerin adını istedi. ‘Gariban bir askerin ismini vermem’ dedim, ‘çünkü suçlu sıkıyönetimdir’.<br /><br /><strong><em>—Şu denek meselesi nedir?<br /></em></strong><br /><strong>M.K.Uzuner;</strong> 1983’te Metris Cezaevi’nden beni ve 10 arkadaşımı aldılar ve Cerrahpaşa Hastanesi’ndeki özel bir bölüme götürdüler. Sonra meşhur psikiyatri profesörü Ayhan Songar geldi. Bize ‘üniversite araştırması için buradasınız’ dedi. Amacı, CIA raporuna katkı sağlamaktı, her 10 yılda bir ülkenin gençleri niye isyancı oluyor idi bu araştırmanın sebebi... ABD’liler, sözüm onu bu rapor doğrultusunda, bu tür faaliyetleri engelleyeceklermiş. Hatta yardımcı olursak, bize karşılığında cezai ehliyetimizin olmadığına dair rapor verebileceğini söyledi. Reddettik. Aylardır banyo yapmıyorduk, arada banyo yüzü görmüş olduk. Bir saat sonra bizi alıp tekrar cezaevine götürdüler.<br /><br /><strong>—Sivil mahkemenin baktığı davayla ilgili ilginç anılarınız var mı?<br /></strong><br /><strong><em>E.Turgut;</em></strong> Mustafa Kamil’in cep telefonu çaldı, hâkim uyardı ve ben de kulağına eğildim; ‘telefonun sessiz modu diye bir şey var’ dedim. Daha bir dakika geçmedi benim telefonum çalmaya başladı. Açtım Celal Abbas Leşanoğlu (müebbet aldı), duruşmaya ilk kez geliyordu, ‘üst kattayız’ dedim. Hâkim, ‘Erdal Bey, sizin hem telefonunuz çalıyor üstüne de konuşuyorsunuz’ dedi. Ben de, ‘Tebligat yapmadığınız için arkadaşlar gelemiyor, sizin yapamadığınız işi ben üstlendim’ dedim. Sonra kapı çalındı ve Celal Abbas içeri girdi. Bir başka duruşmada telefon yine ısrarla çalıyor, dışarı çıkıp daha önce gelmeyen arkadaşlara yeri tarif etmem gerek. Hâkimden çiş izni istedim, ‘Malum ya, bu yaşlarda bazı şeyler zorunluluk haline geliyor’ dedim. Tüm salon kahkaha attı. Bu kez Mustafa Kamil benim kulağıma eğildi, gülerek ‘prostat mısın?’ diye sordu. Karar açıklanırken hâkime laf attım, ‘biz bu filmi görmüştük’ diye. O da yanıt verdi; ‘şimdi yine öyle olacak’. Sonra hep beraber “Haklıyız, kazanacağız’ sloganını attık.<br /><br /><strong><em>—‘Bu Kalp Seni Unutur mu?’ adlı diziyi izliyor musunuz?</em></strong><br /><br /><strong>E.Turgut;</strong> Devrimci Solcuları yanlış tanıtan bir dizi bu... Hapishane dışındaki ilişkileri rezalet... Bizim hiçbir militanın yurtdışına kaçmak gibi bir derdi olmadı. Örgütlü bir eleman, bireysel eylem yapmaz. Kan davası gütmez, sınıf mücadelesini sürdürür. Gerçeklikten uzak bir dizi... Objektif yanı ise Metris’in bir direniş odağı olduğuna dair söyledikleriydi.<br /><br /><strong>M.K.Uzuner;</strong> Maraş Katliamı’nın yöneticisi olduğu iddia edilen Mümtazer Türköne ile kendilerinin solcu olduğunu söyleyen Ertuğrul Kürkçü ve Murat Belge, bir masada oturursa verdikleri mesaj, ‘devlet bizi kullandı’ olur. Yani liberallerin yıllardır iddia ettiği gerçekleşir. Bir 12 Eylül dizisi yapılacaksa, 24 Ocak Kararları, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma, yaratılması hedeflenen örgütsüz ve kültürsüz toplum da anlatılmalı. Çünkü bence bu hedeflere ulaşıldı k: İstanbul’daki itfaiyeciler ve Ankara’daki tekel işçilerinin direnişi sahipsiz kalabiliyor.<br /><br /><strong><em>—Yine dünyaya gelseniz aynı yoldan geçmek ister miydiniz?</em></strong><br /><br /><strong>E.Turgut;</strong> Yine devrimci olurdum. Düzenle asla uzlaşmaz, direniş cephesinde ve örgütlü yaşayış içerisindeki yerimi alırdım.<br /><br /><strong><em>—Bunca yıl sonra müebbet hapis cezası... Ne dersiniz?</em></strong><br /><br /><strong>M.K.Uzuner;</strong> Mahkeme ikisi ağırlaştırılmış 39 müebbet hapis cezası verdi ama Şaban Taşçı ve Hacı Ramazan Işık itirafçı olmuşlardı. Onların ki 15’er yıla düştü. İlyas Arduç, Mehmet Koca, Mahmut Alp, Şemdin Şimşir, Hasan Bektaş ise eylemleri sırasında yaşları küçük olduğu için cezaları azaltıldı. Yani müebbet sayısı aslında 32. Trajikomik bir şekilde Hacı Ramazan Işık adlı itirafçının üç yıl sonra verdiği ifade üzerine bu cezayı aldım. Beni asıl üzen, itirafçılar Taşçı, Işık ve artık hain dediğimiz Tuğrul Özbek ile ismimin aynı yerde geçmesidir. Bu dava sınıf mücadelesinin davasıdır, sınıf mücadelesi sürdükçe, elbette davalarımız da devam edecektir.<br /><br /><strong>Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Aralık 2009</strong> </span></p></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-76743680633617919062009-12-22T12:58:00.000-08:002009-12-22T13:01:48.926-08:00Yaşayanlar anlatıyor<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjex7LaFbBmfGBMxbCgbcM_gkoq3US3NbOxlXmX4tsNZ05zi_x3Bsx1X78Uw7hvyoiPRMnCfNFmkir-4SFl1vDDAeNCZAzsrgdBV_LSdwf2MPvdUbC0h7xWJIKzlSCNeWxJghTZgg8H5bg2/s1600-h/yasayanlar_anlat20091220-2.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 266px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5418168345898961042" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjex7LaFbBmfGBMxbCgbcM_gkoq3US3NbOxlXmX4tsNZ05zi_x3Bsx1X78Uw7hvyoiPRMnCfNFmkir-4SFl1vDDAeNCZAzsrgdBV_LSdwf2MPvdUbC0h7xWJIKzlSCNeWxJghTZgg8H5bg2/s400/yasayanlar_anlat20091220-2.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">İdil Kültür Merkezi'nin 19 Aralık programları çerçevesinden <strong><span style="color:#ff0000;">Yaşayanlar Anlatıyor</span></strong> başlığı altında yaptığı programda 19-22 Aralık katliamını dışarıdan takip edenler ve katliam sırasında kaldıkları hapishanelerde direnenler yaşadıklarını anlattılar.<br /><br />İki bölümden oluşan programda önce katliam sırasında dışarıda olan Av. Behiç Aşçı, Gazeteci-Yazar Ayşe Düzkan ve Gazeteci-Yazar Alper Turgut sürece dair konuşmalar yaptılar.<br /><br />İlk olarak konuşan Behiç Aşçı, 19-22 Aralık'ın katliam ve direniş kelimeleriyle anlatılabileceğini söyledi. Bu katliamın engellenemeyeceğini söyleyen Aşçı, katliamın IMF ve Dünya Bankası'nın talimatıyla yapıldığını ve dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in bunu; "IMF ile anlaşmak için hapishaneler sorununu çözmemiz gerekir" sözleriyle itiraf ettiğini belirtti.<br /><br />Operasyona 1 yıldır çalışıldığını ve bu çalışmalar içinde yoğun bir propaganda çalışması da olduğunu söyleyen Aşçı; "Bazı örgütler ve aydınlar Genel Kurmay'ın bu planına uydu. Kendilerine duyulan güveni böyle kullandılar" dedi.<br /><br />Şu an resmi tarihi devletin yazdığını söyleyen Aşçı; "Bir gün bu tarihi de biz yazacağız ve o zaman 19-22 Aralık'taki direniş ön plana çıkacak. Katliamın karşısında çok büyük bir direniş vardı. Şimdi devrimci örgütler varsa ve büyüyorsa bu direniş sayesindedir" dedi.<br /><br />19-22 Aralık'ın tarihin gördüğü en büyük hapishane katliamlarından biri olduğunu söyleyen Ayşe Düzkan, "Pek çok hapishane katliamı olmuştu ama daha önce insanlar diri diri yakılmamıştı" dedi. Bu süreçte daha az insanın karşı durduğunu söyleyen Düzkan, F Tiplerinin aynı zamanda bir AB projesi olduğunu ve bazı sol da dahil büyük bir kısmın demokrasi anlayışının AB ile sınırlı olduğunu söyledi. Düzkan; "Tecrite karşı mücadelede yalnız kaldıysak bu demokrasiyi Avrupa'da arayanlarla aramızdaki farktandır" dedi.<br /><br />1996'daki direnişle 2000-2007'deki direniş arasında bir kıyaslama yapan Alper Turgut, "96'da toplumsal muhalefet vardı, 2000'deki operasyonda umutlar tükenmişti. Tutsaklar mektuplarda yazıyordu. Operasyon bağıra bağıra geliyordu. Toplumsal muhalefetin olmadığı, direnişin sadece içeride yapıldığı yerde aynaya bile bakmaktan utanmamız lazım" dedi.<br /><br /><br />Programın ikinci bölümünde katliamı hapishanelerinde yaşayaş Süleyman Matur, Gülten Işık, Veysel Şahin ve Caferi Sadık Eroğlu birer konuşma yaptılar.<br /><br />Direniş sırasında Bartın Hapishanesi'nde olan Süleyman Matur, katliamı beklediklerini ve tutsakların da hazırlıklı olduğunu söyledi. "Fiziki olarak bir hazırlığımız olması gibi bir durum yoktu, düşman teknik olarak güçlüydü" diyen Matur, tutsakların ideolojik olarak hazır olduklarını söyledi.<br /><br />Operasyonun arkasından kendilerini çırıl çıplak soyduklarını ve kızılaydan getirdikleri başka elbiseler verdiklerini söyleyen Matur; "Daha sonra öğrendik ki çok değişik gazlar kullanmışlar. Tahlille ortaya çıkmasın diye böyle yapmışlar" dedi.<br /><br />Sincan F Tipi Hapishanesi'ne de "Hoşgeldin Dayağı"yla girdiklerini söyleyen Matur, "Burası F Tipi, bizim borumuz öter" dediklerini söyledi.<br /><br />F Tipi'ne ilk girdiklerinde hapishaneyi tanımadıklarını ve haberleşmelerinin olmadığını belirten Matur, zamanla komün ilişkilerini ve haberleşmeyi sağladıklarını belirtti. Ölüm orucunun ilk olarak Cengiz Soydaş'ı şehit verdiklerini söyleyen Matur; "O gün yıkılmaz dedikleri kalelerinin yıkıldığını gördük. Her yeri kırdık. Bulduğumuz ne varsa vuruyorduk. Cengiz'in şehitliğinde buruk bir sevincimizde vardı. Ölümü yenmiştik ve zaferi gördük" dedi.<br /><br />Katliamı Uşak Hapishansi'nde yaşayan Gülten Işık, 19-22 Aralık katliamının provasının daha önce Ulucanlar'da yapıldığını söyledi. Ölümler olduğunda kamuoyunun duyarlılığının arttığını belirten Işık, devletin ölümler olmadan operasyonu yaptığını, bunun aynı zamanda dışarıya yönelik bir sindirme, susturma operasyonu olduğunu söyledi.<br /><br />Direnişte Yasemin Cancı ve Berrin Bıçkılar'ın "Yoldaşlar sizi seviyoruz" diyerek feda eylemi yaptığını söyleyen Işık; "Uşak Hapishanesi kadınların olduğu bir hapishaneydi. Kadınların yarattığı güçlü bir cephe oldu" dedi.<br /><br />Katliam sırasında Çanakkale Hapishanesi'nde olan Veysel Şahin, operesyon için geldiklerinde maltada sadece İlker Babacan'ın olduğunu, O'nun askerlerin üzerine doğru koşarken eline beline doğru götürmesini silah zanneden askerlerin geri kaçtığını söyledi. Ardından barikatlar kurarak 3 gün direndiklerini söyleyen Şahin, "teslim olun ve ölüm orucu yapanları verin" dediklerini söyledi.<br /><br />Operasyona karşı Fidan Kalşen'in dışarı çıkıp; "Siz bu halkı, bu vatanı sevemezsiniz. Şimdi halkım yoldaşlarım için kendimi feda ediyorum" diyerek feda eylemi yaptığını söyleyen Şahin, "56 saat blok blok direndik" dedi.<br /><br />Operasyondan sonra Edirne F Tipi Hapishanesi'ne götürüldüklerinde kendilerini karşılayan sivil askerlerin "Ahlak dışı aramayı kabul ediyor musun?" diye aşağılıkça bir soru sorduğunu söyleyen Şahin, kabul etmeyince işkenceye maruz kaldıklarını söyledi.<br /><br />Son olarak katliamı Ümraniye Hapishasi'nde yaşamış olan Caferi Sadık Eroğlu yaşadıklarını anlattı. "Hesabının sorulması açısından 19 Aralık unutulmayacak bir tarih" diyen Eroğlu, bu saldırıyı beklediklerini ve tutsaklarından böylesi bir saldırıyı göğüsleyebilmek için bir yıldır hazırlandıklarını söyledi. Özgür tutsakların daha konusu geçmeden bile böyle bir saldırıya karşı ölüm orucuna gönüllü olduklarını söyleyen Eroğlu, bir yıl içinde neredeyse her şeyi tartıştıklarını söyledi.<br /><br />Direnişçilerden hepsinin feda eylemine gönüllü olmasından kaynaklı en son kura çekmeye karar verdiklerini söyleyen Eroğlu; "Bazıları rivayet diyor ama bu gerçek. O ekibin komutanı Ahmet İbili herkesin isminin yazılı olduğu kağıtları torbaya attığında kendi isminin yazılı olduğunu elinde tuttu ve kendi ismini çekmiş gibi gösterdi. Daha sonra bir konuşma yapan Ahmet İbili'nin konuşmasının özü "Bir canım var, halkıma feda olsun" idi.<br /><br />Ahmet İbili'nin kendini yakarak askerin üzerine doğru koşması sonucunda panikleyen askerlerin iki yandan ateş ettiğini ve bu sırada birbirlerini de vurduklarını söyleyen Eroğlu, "Bunun da demagojisini yaptılar. Daha sonra birbirlerini vurdukları ortaya çıktı" dedi.<br /><br />Program izleyenlerin sorularının cevaplanmasının ardından son buldu.</span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">Halkınsesi TV</span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-62372504036312036032009-12-17T13:49:00.000-08:002009-12-17T13:51:33.508-08:0019 Aralık'ın 9. yıldönümü<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3Ff7DLnQ3YzYMOWyVmtYPwdbCQQme9GKM4STZCHE8svIDjI0yP3gNRb6K2OG8xGMvCldXGaIgPEEr1UONDW-O7BJvkEpGBAYMRPmxvtoQkFOQywpkE1Lkwykubf9plHMvQMlUrCvgIxsP/s1600-h/panel-idil-afis-20091219.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 284px; DISPLAY: block; HEIGHT: 400px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5416325871774842434" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3Ff7DLnQ3YzYMOWyVmtYPwdbCQQme9GKM4STZCHE8svIDjI0yP3gNRb6K2OG8xGMvCldXGaIgPEEr1UONDW-O7BJvkEpGBAYMRPmxvtoQkFOQywpkE1Lkwykubf9plHMvQMlUrCvgIxsP/s400/panel-idil-afis-20091219.jpg" /></a><br /><div></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-158583808277788242009-11-06T15:09:00.000-08:002009-11-06T15:18:13.659-08:00Dünyayı değiştiren gün<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgI4FypzrWgGO3YU62RFVPYYvTzdtix-xQyY6HkNMPGmQkAUkyDToRWPru30UN6yGSyFWESNTqXqpvsB76_lkLz8EBMNXo_yj4TlvWEmOK-tISv2k5ECwbxQuqRBrwTHT1o8DkGpaQ5LEzq/s1600-h/Ekim+devrimi.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 400px; DISPLAY: block; HEIGHT: 293px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5401133102402285266" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgI4FypzrWgGO3YU62RFVPYYvTzdtix-xQyY6HkNMPGmQkAUkyDToRWPru30UN6yGSyFWESNTqXqpvsB76_lkLz8EBMNXo_yj4TlvWEmOK-tISv2k5ECwbxQuqRBrwTHT1o8DkGpaQ5LEzq/s400/Ekim+devrimi.jpg" /></a><br /><div></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"><strong><span style="color:#ff0000;">ALPER TURGUT</span></strong><br /><br />Bugün, emekçi ellerle yaratılan ve geleceğe dair umudu hala diri tutan “<strong><span style="color:#ff0000;">Büyük Ekim Devrimi</span></strong>”nin 92. yıldönümü...<br /><br />Vladimir Mayakovski der ya;<br />“...İsyanın ayak sesi, alanları döv!<br />Yukarı, gururlu başlar dizisi!<br />Biz, ikinci Nuh tufanıyla<br />Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini...”<br /><br />“1905 (Rus) Devrimi”, “Şubat Devrimi” derken dünyayı sarsacak kızıl ihtilalın yolu açılmıştır. Proletaryanın önderi ve öğretmeni Lenin, 30 yıldır baş koyduğu dava uğruna ölümü göze alır ve Nisan 1917'de Rusya'ya geri döner. Nicedir beklenen muştuyu, daha Petrograd (devrimin ardından Leningrad oldu, sonra eski adı Saint Petersburg'a çevrildi) garına ulaşır ulaşmaz verir; “Bugün değil ise yarın, tüm Avrupa emperyalizmi her an çökebilir. Yaşasın Dünya Sosyalist Devrimi”...<br /><br />Çarlık Rejimi’nin ardından yönetimi devralan burjuva iktidarı, Temmuz ayında hararetle kımıldamaya başlayan ve meydanlara akan kitlelere ateş açılmasını emretti ve Petrograd’da onlarca kişi katledildi. Hakkında tutuklama kararı çıkartılan Lenin ise Finlandiya’ya geçti. Eylül ayında Lenin’in “hazır olun” çağrısının ardından halk silahlandırıldı ve devrim için geri sayım başladı. Evet, Bolşevik Parti, artık iktidara hazırdır. Şiar ise çoktan bellidir; “Bütün iktidar Sovyetlere...” Bolşevikler, Lenin dışında, Troçki gibi bir dehaya ve Stalin gibi müthiş bir yer altı örgütleyicisine sahiptiler. “Çelik İrade”ye karşılık gelen Stalin, 1902–1916 yılları arasında Çarlık Rejimi tarafından 7 kez sürgün ve 7 kez de hapisle cezalandırılır ancak o, her seferinde kaçarak yeniden sıcak mücadelenin içine girer.<br /><br />Tohumun çatlama vaktinin geldiğini sezen Lenin, Ekim ayında isyana komuta etmek üzere tekrar Rusya’ya döner. Ve hiç zaman yitirmeden “Merkez Komitesi” üyelerine mektup yazar; “Yoldaşlar. Bugün için ayaklanmayı geciktirmenin ölüm olduğu gün gibi apaçık ortadadır. Artık beklemek mümkün değildir. Bu, her şeyi yitirmek tehlikesini göze almak olur. Tarih, bugün kazanabilecek olan, ama yarın çok şeyi, her şeyi yitirme tehlikesinde olan devrimcilerin oyalanmasını, gecikmesini bağışlamayacaktır. Eylemde duraklama ölüm demektir."<br /><br />Gecenin sessizliği, Aurore zırhlısının top atışlarıyla yırtılır ve devamında proletarya ordusu, Petrograd’daki Kışlık Saray'a hücum eder. İsyancılar, kısa bir sürede Kışlık Saray’ı ele geçirir ve sarayda bulunan geçici hükümetin bakanlarını teker teker tutuklar. Başbakan Kerenski ise ABD elçiliğinin özel arabasıyla kaçmayı başarır. Kızıl ihtilal, düş iken gerçeğe dönüşmüş ve Marksizm, en nihayetinde ete kemiğe bürünmüştür. Bu ışık, devrimler çağına da rehberlik edecektir.<br /><br />Paris Komünü (1871) adlı kısa ömürlü ama emsalsiz deneyim, o güne dek ezenlerin biricik kâbusuydu. Şimdi de karşılarına ezilenlerin devrimi çıkmıştı. Bu yeni alternatif, büyük bir şoku da beraberinde getirdi. Sovyet yönetimi, ilk düşmanlarını dışarıda değil içeride buldu. Rusya, iç savaşa sürüklendi, Kızıl Ordu’nun karşısına Beyaz Ordu çıkartıldı.<br /><br />Ancak... Sosyalizmin ve inançlı partizanların yılmak gibi bir niyetli yoktu; “Kıtlıkta ve soğuklarda, şehirde, tarlalarda Lenin'in işaretiyle ayaklandı partizan. Beyazların elinde kalan son kıyıya varmak için dağlardan ve ovalardan ilerledi partizan. Kan ve can bedeli bu zafer dokuz yüz on yedilerde, karlarda ve fırtınada Sovyet’i kurtardılar. Beyaz Ordu'yu yenerek, ezerek atamanları, bitirdiler bu savaşı denizin kıyısında...”<br /><br />Sonra NEP, kolhozlar, tren rayları, kızıl bayraklar ve orak-çekiç... Anavatan savunması ve faşizmin ininde yenilmesi... Çin’den Küba’ya, Vietnam’dan Kuzey Kore’ye devrimler... Çift kutuplu dünya, doğu bloğu, soğuk savaş... Füze krizi ve uzay macerası... Glasnost ve Perestroyka...<br /><br />Lenin ve Stalin’in, yoğun bir emekle Marksist bir temelde inşa ettiği yapı, ardılların aymazlığı yüzünden çatırdamaya başlamıştı. Sosyalizmden kopuş ve bürokratik hantallığa meylediş idi bu... Ve bu ihanet, kapitalizmin zafer çığlıklarını beraberinde getirecekti. 26 Aralık 1991 günü Sovyetler Birliği bayrağı, Kremlin’deki gönderinden indirildi. Dünyanın yüzölçümü en büyük ülkesi bir anda dağılıverdi.<br /><br />Kapitalistler, emperyalistler ve “Komünistler Moskova’ya” naralarını atmaktan kurtulanlar asla sevinmesinler. Hem unutmayın, Lenin ne demişti; “Biz bu eserin yapımına başladık. Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna vardırırlar, bunun öze ilişkin bir önemi yok. Önemli olan buzun kırılmış, yolun gösterilmiş ve açılmış olmasıdır.” Evet, Paris Komünü 74 gün, Sovyet deneyi 74 yıl sürdü. Başka bir dünya düşü kuranlar, inadına hala “sosyalizm mümkün” diyorlar ve tüm engel ve olumsuzluklara rağmen hazırlıklarına devam ediyorlar. Yolları açık olsun.<br /><br />Not; Çarlık Rusya, modası geçmiş Jülyen Takvimi'ni kullandığı için adına Ekim Devrimi (24 Ekim 1917) denilen proleter ihtilal, Miladi Takvim'e göre 7 Kasım 1917 günü gerçekleşmiştir.<br /><br /><strong>Cumhuriyet Gazetesi Hafta Sonu / 07 Kasım 2009</strong> </span></div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7648018209430802672.post-58876099670181684442009-11-06T13:45:00.000-08:002009-11-06T13:49:08.096-08:00Güler Zere serbest bırakıldı<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgptpTbH04lJzG1aOB67qlLXt-1hWbxg80kdM_IlXqLjj6dWgiXhR2wdiYn2PRsE7HuCNI4NIGe17o0NnLCBid6z2guWq2UBDrDXfDN_QCIJF8Vt41ylaCE9NGSq3GBfG6IsHdVqhHuiVMn/s1600-h/Guler-serbest-20091106-1.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 300px; DISPLAY: block; HEIGHT: 225px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5401110943284083234" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgptpTbH04lJzG1aOB67qlLXt-1hWbxg80kdM_IlXqLjj6dWgiXhR2wdiYn2PRsE7HuCNI4NIGe17o0NnLCBid6z2guWq2UBDrDXfDN_QCIJF8Vt41ylaCE9NGSq3GBfG6IsHdVqhHuiVMn/s400/Guler-serbest-20091106-1.jpg" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;"></span></div><br /><div><span style="font-size:130%;">Cezasının sürekli hastalık nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından kaldırılması üzerine kanser hastası devrimci tutsak <strong><span style="color:#ff0000;">Güler Zere</span></strong> serbest bırakıldı. Avukatı Taylan Tanay, annesi, babası, arkadaşları, yakınları ve tüm sevenleri Balcalı önünde bekledi Güler'i.<br /><br />Güler, önce Adana Tabip Odası üyesi bir grup doktor tarafından muayene edildi. Doktorlar yoğun enfeksiyon riski bulunduğunu belirtiler. Muayenenin ardından tekerlekli sandalyeyle Güler dışarı çıkarıldı.<br /><br />Kapıdan tüm sevenlerine el sallayan Güler'e kapıda çiçekler verildi. Alkış ve sloganlar eşliğinde kendisini bekleyen ambulansa bindirilerek özel bir hasteneye götürüldü.<br /><br />Geceyi Adana'da hastanede geçirecek olan Güler Zere yarın İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürüleceği bildirildi.</span> </div>Alper TURGUThttp://www.blogger.com/profile/11193485058213404878noreply@blogger.com0