20 Aralık 2007 Perşembe

'İnadına' sosyalist...



Yaşamını işçi sınıfına ve onların haklarına adayan 42 yıllık sendikacı Uğur Cankoçak, savaşımını internet üzerinden sürdürüyor


ALPER TURGUT

Eski TİP ve SDP üyesi, 42 yıllık sendikacı Uğur Cankoçak (70), bıkmadan, usanmadan hayatını adadığı sosyalizm mücadelesini artık internet üzerinde yayımladığı 'inadina.com' ile sürdürüyor.


'EN SERT' SENDİKALARDA...


Kayseri Pınarbaşı doğumlu Uğur Cankoçak, 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Aynı tarihlerde sendikal mücadeleye katılan Cankoçak, yaşamını işçi sınıfına ve sosyalizme adadı. Uzun yıllar Türkiye Maden-İş, Kimya-İş, Lastik-İş sendikalarında çalışan ve DİSK bölge temsilcisi olan Cankoçak, kendi deyimiyle 12 Eylül öncesinin ''en sert'' sendikaları olan İlerici Yapı-İş ve Tüm Maden-İş sendikalarında yöneticilik yaptı. Cankoçak, Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimlerinden Mehmet Ali Aybar ile birlikte Sosyalist Devrim Partisi'nin (SDP) kurucuları arasındaydı. Türkiye'deki büyük işçi hareketlerinin içinde yer aldığını belirten Cankoçak, ''Bugüne dek sayısız kere içeri girip çıktım. Çıkardığımız 'DİSK' gazetesinin yazıişleri müdürüyken 1.5 yıl içeride cezaevinde yattım. Sendikayı 1980'den sonra bırakmak zorunda kaldım. Aranıyordum. Yurtdışına gitmedim ama kaçak yaşadım. Hiçbir zaman mücadeleden vazgeçmedim. Hâlâ sosyalistim. Yeni Dünya Düzeni'ne küreselleşmeye karşı antikapitalist, antiemperyalist olmak lazım'' diye konuşuyor.


'POSTMODERNİZM BATAĞI'


Eski dava arkadaşlarının bir bölümünün işadamı olup büyük paralar kazandığını vurgulayan Cankoçak, şunları söylüyor:
''Bunun dışında kalanların büyük bir bölümü ise postmodernizm batağına saplandı. Onlar hem sınıf meselesini terk ettiler hem de sosyalist olduklarını söylüyorlar. Küreselleşme karşıtı olduklarından dem vurup AB'yi savunuyorlar. Bağımsızlığa karşı bağımlılıktan söz edenlerin hepsi Kemalizme ve ulus devlete de karşı... Öte yandan laik olduklarını öne sürüp siyasi İslamın değirmenine suyu en çok bunlar taşıyor.''


'DERGİ ÇIKARMAK İSTİYORUM'


Sınıf meselesini reddederek sosyalist olduklarını söyleyenlere karşı ''inadina.com'' un doğduğunu ifade eden Cankoçak, ''65 yaşından sonra bilgisayar kullanmayı öğrendim. Sanal âlemdeki İnadına dergisi 2 yılı aşkın süredir yaşamını sürdürüyor. 114'üncü sayıya ulaştık. Sitemiz salı günleri yenileniyor. Ziyaretçi oranımız yüksek. Bunu başta üniversiteliler olmak üzere toplumun her kesiminden gelen elektronik mektuplardan (e-mail) anlıyoruz. Şimdi amacım bunları kâğıda döküp dergi çıkarmak'' dedi.


Cumhuriyet / 28 şubat 2004
Not: Uğur Cankoçak'ı 15 Haziran 2005 günü yani büyük işçi yürüyüşünün 35. yıldönümünde kaybettik.

Polisleri zamanaşımı kurtardı...







Yargıtay, işkenceyle suçlanan üç polisle ilgili beraatı bozdu. Olayı haberleştiren muhabirimizin davası sürüyor


Muhabirimiz Alper Turgut'un "İşkenceye Beraat" başlıklı haberi nedeniyle 20 bin YTL para cezasına çarptırıldığı işkence davasında Yargıtay, polislerin cezalandırılması gerektiğine hükmetti. Dava zamanaşımına uğrarken Turgut'un dosyası hâlâ Yargıtay'da...
Haber Merkezi - İşkence yaptıkları iddia edilen üç polis memuru hakkında açılan davada, yerel mahkemenin verdiği beraat kararı, Yargıtay 8. Ceza Dairesi tarafından "İşkence suçu sabittir ve ceza verilmelidir" gerekçesiyle bozuldu. Ancak İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, müdahil avukatı İbrahim Ergün 'ün uluslar üstü hukuk ile ilgili tüm hatırlatma ve itirazlarına karşın zamanaşımına hükmetti. Gazetemiz muhabiri Alper Turgut , tam 9 yıl süren bu dava sırasında yazdığı "İşkenceye Beraat" başlıklı haberi nedeniyle 20 bin YTL para cezasına çarptırılmıştı. "Basın Yasası'nın 19. maddesine muhalefet" ettiği öne sürülen Turgut adına Yargıtay'a başvuran gazetemiz avukatları, gazeteciliğin gereğinin yapıldığını belirterek mahkûmiyet kararının bozulmasını istemişti.


"Kızıl Bayrak'' ve "Ekim Gençliği'' isimli dergilerin sahibi ve yazıişleri müdürlüğünü yapan Ahmet Turan, Müslüm Turfan ve Dinçer Erduvan , "Ekim'' örgütünün faaliyetlerine katıldıkları iddiasıyla, 11 Kasım 1998'de İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne bağlı polisler tarafından gözaltına alındılar. İlk muayenede sağlam görünen Turan, Turfan ve Erduvan'a, savcılığa sevk edildikleri gün İstanbul Adli Tabipliği'nce darp raporu verildi. Mağdur avukatlarının başvurusu üzerine, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı raporunda, bulguların gözaltı süresi içindeki darp ve cebirler sonucu olduğu, bu bulguların polise direnmeyle meydana gelmesinin mümkün olmayacağı, müştekilerin üzerindeki yaraların işkence fiilleri ile uyumlu olduğunun tespit edildiği vurgulandı.



İKİ YIL SONRA DAVA



İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, terörle mücadele şubesinde görevli polis memurları Mehmet Hallaç, Şeref Bayrakçı ve Mahmut Yıldız hakkında olaydan 2 yıl sonra işkence suçlamasıyla dava açtı. Avukatlar, müvekkillerinin işkenceye dayalı hüküm giydikleri ve mağdur oldukları gerekçesiyle AİHM'ye başvurdular. Mahkeme heyeti, 30 Eylül 2004'te "delil yetersizliğinden'' polislerin beraatına karar vermişti.



Gazetemiz İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, Yazıişleri Müdürü Mehmet Sucu ile Alper Turgut hakkında 18 Ekim 2004'te yayımlanan ve işkence suçundan yargılanan polislerle ilgili haber nedeniyle İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, sanıkların Basın Yasası'na aykırı davranarak "kesinleşmemiş mahkeme kararı hakkında görüş bildirmek" suçunu işledikleri gerekçesiyle cezalandırılmalarını istedi. Yargıç Sevim Efendiler , Selçuk ve Sucu'nun 5187 sayılı yasaya göre sorumlulukları bulunmadığı gerekçesiyle beraatlarına karar verdi. Yargıç, Turgut'un üzerine atılı suçu işlediğinin dosya kapsamından anlaşıldığını kaydederek 20 bin YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına hükmetti. Avukat Bülent Utku tarafından hazırlanan temyiz dilekçesinde mahkûmiyet hükmünün bozulması talep edildi. Alper Turgut'un dosyası hâlâ Yargıtay'da...



Cumhuriyet Gazetesi / 1 şubat 2007

"Sessizliğe karşı çıkan" gazeteci





Alper Turgut; tecride karşı içeride ve dışarıda ölüme yatan insanların öykülerini anlatıyor

İPEK YEZDANİ

Polis-adliye muhabirleri ve toplumsal olayları takip eden gazeteciler de tıpkı diğer gazeteciler gibi aslında tarihi olaylara; akışları içerisinde tanıklık ederler, ancak onların diğerlerinden farkı, bireysel veya toplumsal dramlara diğerlerinden daha yakın olmaları, insan hikâyelerini onları içselleştirecek denli yakından izlemeleridir. İşte onlardan biri; gazeteciliğe 15 yıl önce Milliyet'te başlayan ve Cumhuriyet'te devam eden yılların deneyimli polis-adliye muhabiri Alper Turgut, Türkiye'de F tipi cezaevlerindeki tecridi ve bu tecride karşı 7 yıldır süren ölüm orucu eylemlerini; "Sessizliğe Karşı" adlı ilk kitabında anlatıyor.

Dünyadaki bilinen en uzun açlık grevi eylemi olan "ölüm oruçlarını", devletin kendi cezaevlerine düzenlediği ve onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan "operasyonları" ve tecridin yıktığı hayatları; Türk basınında en yakından takip eden gazetecilerden biri olan Alper Turgut, bu kitabı beş yıl önce ölüm orucu eylemlerini izlerken yazmaya karar vermiş. Kitaba başlama hikâyesini "Tutuklu ve hükümlü ailelerinin gözyaşları, inadına suskun toplum ve gözler önünde eriyen bedenler nedeniyle ölüm orucu eylemine dair bir kitap yazmaya karar verdim" diye anlatan Turgut, onu bu kitabı yazmaya iten dürtüyü de "Tecrit konusunda kitap yazmak zorlu bir görevin yerine getirilmesi, sansür duvarını yıkabilmek için çırpınan acılı ailelere karşı bir vicdan borcuydu" diye tanımlıyor.

Gerçek olaylara dayanıyor

Turgut, gerçek olaylara ve yaşanmışlıklara dayanan "Sessizliğe Karşı"da; tecride karşı içeride ve dışarıda ölüme yatan insanların öykülerine dair çarpıcı bazı bilgileri şöyle aktarıyor:
"122 insanı aramızdan alan 600’ü aşkın sakata yol açan tecrit karşıtı eylem tamı tamına 2285 güne yayılmıştı. Bu, milyonlarca cana mal olan 2. Dünya Savaşı’ndan daha uzun bir süreye denk geliyor. Direniş başlarken doğanlar bugün ilkokul öğrencisi... Düşünün! Gazeteci Hrant Dink’in katil zanlısı Ogün Samast açlık grevinin ilk günlerinde henüz 10 yaşında masum bir çocuktu. The New York Times, açlığın birinci yıldönümünde 'modern tarihin en uzun eylemi’ notunu düşmüştü. 1984'te Aysel Zehir'le başlayan Wernicke Korsakoff Sendromu'na (WKS) yakalananların sayısının ise bugün bin kişiyi aşacağını tahmin bile edemezdim."
Turgut'un kitabında, asla var olmayan bir Latin Amerika ülkesinde yaşayan Ramon ve Dolores’in, ölmeden önce "Onların ekmeğini yiyemezdim" diyen bir çocuk annesi Sevgi Erdoğan ve eylemde iki yavrusunu yitiren Ahmet Kulaksız’ın gerçek öyküleriyle kesişen kurgusal hikâyesine de yer veriliyor.

Kitaba sondan başlayın

Turgut, kitabı sonundan, yani "cezaevi tarihçesi" bölümünden başlayarak okumamızı tavsiye ediyor. Zira "sonsöz" yerine yazığı "tarihçe"de, dünya ve Türkiye cezaevlerini anlatan binlerce belgeyi inceleyip özetlemiş. "Sonsöz"de; Türkiye'deki cezaevlerindeki çeteler, operasyonlar ve işgallerden, yani Türkiye'nin cezaevi gerçeğinden bahsederken, aynı zamanda Irak'taki "Kaynayan Kazan" olarak anılan "Ebu Garib Cezaevi"nden ve dünyadaki diğer benzeri cezaevlerinden de örnekler veriyor.

Alper Turgut'un yazımı iki yıl süren kitabı matbaaya gittikten sonra; Avukat Behiç Aşçı'nın cezaevlerindeki tecrite karşı başlattığı ölüm orucu eyleminden somut sonuçlar elde edilmesiyle birlikte 22 Ocak 2007 günü ölüm orucuna ara verildi. Turgut, kitabına "son anda" müdahale etmesine neden olan bu süreci ise şöyle anlatıyor:
"Vicdanları tekrar ayaklandıran Avukat Behiç Aşçı, hayatını ortaya koyarak 'Sessizliğe Karşı' çıktı. Onun 'İnsanlık asla kaybetmez' çığlığı yüreklerde yerini buldu. Baroların önerisi '3 Kapı 3 Kilit' ete kemiğe büründü ve artık tecridin kaldırılması için somut adımlar beklenir oldu. Ben de son anda baskıdaki kitaba müdahale edebildim. Zor da olsa uğurlu geldiğine inandığım ‘Sessizliğe Karşı’yı güncelleyebildim."

ONUN YAŞAMINI ÇALDILAR


İşkence mağduru Hüseyin Özlütaş, 23 yıl öncesinin izlerini hâlâ taşıyor, cuntacılardan hesap sorulmasını istiyor

Üzerinde yaklaşık 50 işkence metodu denenen Hüseyin Özlütaş felç oldu. Baston yardımıyla yürüyen, refakatçisi olmadan dışarı çıkamayan, konuşmakta güçlük çeken Özlütaş yaşam mücadelesinden hiç vazgeçmedi. Hüseyin Özlütaş, gözaltını ve işkenceyi anlattığı ''Felç'' ve cezaevi koşullarıyla dışardaki yaşamının bir bölümünü aktardığı ''Onca İşkenceden Sonra'' isimli iki kitap yazdı.

ALPER TURGUT

Maden Mühendisi Hüseyin Özlütaş bugün 58 yaşında ve hâlâ 23 yıl önce gördüğü ağır işkencenin izlerini taşıyor. Tarih 22 Nisan 1981... Ertesi gün ''Çocuk Bayramı'' ydı ve Özlütaş'ın oğlu da kutlamalara katılacaktı. Özlütaş ailesi, askeri darbenin yeni kurbanlar aradığından habersiz, büyük bir coşkuyla erkenden yattılar, baskına uykuda yakalandılar. Sevdiklerinin kollarından kopartılan evin babası Hüseyin Özlütaş, bir mevsim boyunca gözaltında kaldı. İşkence tezgâhlarında felç olan Özlütaş, başına gelenler karşısında asla pes etmedi. Yaşama daha bir sıkı bağlandı, bir çocuğu daha oldu, mücadelesini sürdürdü, kitaplar yazdı. Özlütaş'ın işkence mağduru olarak tek bir isteği var: Cuntacılardan hesap sorulması...

12 Eylül karanlığıyla tanıştığında bir holdingde maden mühendisi olarak çalışıyordu Hüseyin Özlütaş, evli ve bir çocuk babasıydı. Gayrettepe'deki polis merkezinde 90 gün tutuldu. Ağır işkence gördü Hüseyin Özlütaş, kaba dayak, falaka, filistinaskısı, sonra elektrik... Üzerinde yaklaşık 50 işkence metodu denendi, felç kaldı: ''Günlerce kan işedim. Ağzımdan ve kulağımdan kan geldi. Üzerime kaynar su dökülerek haşlandım. Tam üç kez öldü diye bıraktılar. Doktorlara göre işkence sonucu boyunda bir daralma olmuş. Sağ kolum ondan sonra tutmadı.''

Gayrettepe'den sonraki durak Selimiye Kışlası'sıydı. Kışlanın ''at ahırları'' nda geçen 15 günün ardından 20 ay da Sultanahmet Cezaevi'nde yattı. Sıkıyönetim Mahkemesi'nde TDKP üyesi olduğu gerekçesiyle yargılanan Özlütaş'ın suçsuz olduğuna karar verildi.

Mücadeleye devam
Cezaevinden çıktıktan sonra işkencenin yaralarını sarmak için yurtdışına gitti. Kalma izni verilmesine ve yüksek maaş önerilmesine karşın mücadele etmek için Türkiye'ye döndü. Yaşamaktan vazgeçmedi, bir çocuğu daha oldu. Kendi söylemiyle ''Gönüllü sürgünlüğüne'' evinde devam etti. Gözaltını ve işkenceyi anlattığı ''Felç'' adlı kitabından sonra cezaevi koşullarıyla dışardaki yaşamının bir bölümünü aktardığı ''Onca İşkenceden Sonra'' isimli kitabı Evrensel Basım Yayım'dan çıktı. Baston yardımıyla yüreyen, refakatçisi olmadan dışarı çıkamayan, konuşmakta güçlük çeken Özlütaş bugün 58 yaşında... ''12 Eylül toplumsal bir tahribat yaptı, kapanmaz derin yaralar açtı'' diye konuşuyor Özlütaş ve ekliyor: ''O gün doğanlar bugün 24 yaşında. Hükümetler geldi geçti.. hiç kimse hesap soramadı. Cuntanın yasaları hep geçerli oldu. Toplum ise 12 Eylül'ü hiç unutamadı. Dilerim ki halkımız Şili halkını örnek alır da cuntadan hesap sorar.''

Sosyalist devrim isteğine ve özgürlük mücadelesine hâlâ sıkı sıkıya bağlı olan işkence mağduru Hüseyin Özlütaş şunları söylüyor: ''Yaşam avanta bir şey değildir. Yaşam uğruna çaba gerekli, bedel ödemek ve bedel ödemeyi göze almak gerekli. Fransız devrimini düşünün, Paris komünarlarını düşünün.. üzerinden o kadar yıl geçtiği halde, insanlık onların yarattığı değerlerden yararlanmayı sürdürüyor.''

Köşe yazarlığı da yaptı

Hüseyin Özlütaş, 1946 yılında Tunceli'nin Mazgirt ilçesine bağlı Muhundu-Fakirler köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokul ve liseyi Şeker Fabrikası'ndan aldığı bursla Elazığ'da okudu. Yüksek öğrenimini İstanbul'da yaparak 1969 yılında maden mühendisi oldu. 1973-1978 yılları arasında TMMOB Maden Mühendisleri Odası'nın temsilciliğini üstlenen, İstanbul Şubesi'nin açılışında katkısı bulunan Özlütaş, birkaç arkadaşıyla birlikte TMMOB İstanbul Koordinasyon Kurulu'nu kurdu. Mühendis gazetesi ''Ölçü'', ilk onun döneminde çıktı. Bir dönem günlük bir gazetede köşe yazarlığı yaptı ve köşesine, Ölçü adını verdi. Özlütaş ayrıca Kartal İşçiler Derneği'ni (K.İ.D) kurarak, yaklaşık iki yıl başkanlığında bulundu.

Cumhuriyet / 15 Eylül 2004

O yaşama tutundu...

Özgür Uyanık, işkence raporlarının 'kaybolduğu' bir yargılama sonrası müebbete mahkûm edildi ama yılmadı

Yasadışı örgüt üyesi olmak suçlamasıyla gözaltına alındı. 18 gün sorgulandı, işkence gördüğüne dair rapor kayboldu ve müebbet hapse mahkûm oldu. Fakat bunların hiçbiri onu yıldırmadı: Davasını AİHM'e taşıdı, üniversiteyi üstün başarıyla bitirdi, kitap yazdı, resim yaptı, âşık oldu.

ALPER TURGUT

İfadesinin işkence altında alınması iddialarına karşın yapılan yargılamalar sonucu müebbet hapis cezasına çarptırılan siyasi hükümlü Özgür Uyanık , iç hukuk yolları kapanınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdu. Cezaevinde geçirdiği 8 yılda, üniversiteyi üstün başarı belgesiyle bitiren, kitap yazan, sanatın her dalıyla uğraşan ve nişanlanan Uyanık'ın işkence gördüğüne dair raporu kaybolmuş, gerekli muayene ise trajikomik bir şekilde geçen yıl yapılabilmişti.

Özgür Uyanık (30), 1996 yılında İstanbul'da Halkevleri üyesiyken gözaltına alındı. Dev-Yolcu olmakla suçlanan Uyanık, İstanbul, Mersin, Antalya ve Balıkesir'de tam 18 gün sorgulandı. Sorgu bitiminde sevk edildiği İstanbul DGM tarafından tutuklanan Özgür Uyanık, işkence altında ifadesinin alındığını söylemesine karşın muayene kâğıtlarının kaybolduğu anlaşıldı...

Adli kurumlar ve hastaneler arasında gerçekleştirilen birçok yazışmadan sonra Özgür Uyanık'ın gerekli muayenesi tam 7 yıl sonra 2003 yılında Pendik Devlet Hastanesi'nde yapıldı. Şikâyet dilekçesinin üzerinden yıllar geçmesinin ardından verilen raporda, rahatsızlıkların bir bölümü tespit edildi. Ancak rahatsızlıkların işkenceden kaynaklı olup olmadığının anlaşılması artık mümkün değildi.

Yerel mahkemenin verdiği müebbet cezası, ''sanıkların temyiz itirazları (işkence iddiaları) yerinde görüldüğünden'' Yargıtay tarafından bozuldu. DGM'de yapılan duruşma ise işkence soruşturmasının yanıtının beklenmesi için 23 Ağustos 2004'e bırakıldı.
İşkence soruşturmasına ''takipsizlik kararı'' verilmesi ve iç hukuk yollarının kapanması üzerine Kartal H Tipi Cezaevi'nde tutulan Uyanık'ın avukatları, ''işkence ve gözaltı süresinin aşıldığı'' gerekçesiyle AİHM'ye başvurdu.

Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nü cezaevinde ''Üstün Başarı Belgesi'' alarak bitiren Özgür Uyanık'ın, dava arkadaşı Ulaş Kipal ile birlikte yazdığı ''Türkiye Milli İktisat Tarihi (Devletçilik)'' adlı kitap ise Kaynak Yayınları'ndan çıktı. Uyanık'ın haksız yere yargılandığının er geç ortaya çıkacağını belirten Yudum Ersezer , cezaevinde tanıştığı nişanlısı için şunları söylüyor: ''Dışarıdayken öylesine uğraştığı resimde ustalaştı. Cezaevinde kişisel sergi açtı. Ayrıca arkadaşlarıyla birlikte açık görüşün yapıldığı odanın duvarını fırçalarıyla özgürleştirdiler. Ebru kursu açıldı, onu öğrendi. Cezaevinden ebrulu kartlar gönderiyor bayram ve tebrik kartları olarak... Cezaevinde olmak öldürmüyor sevgiyi, aşkı, özlemi...''

Cumhuriyet / 20 Ağustos 2004

Cezaevinde Sessiz Ölüm!

ÇHD, yeni İnfaz Yasa Tasarısı'nı 'Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğuna' başlığıyla ele aldı

Çağdaş Hukukçular Derneği'nin (ÇHD) incelemesi yeni "İnfaz Yasa Tasarısı''nın , mahkûmu insan olarak görmediğini, despotik bir çizgiyi temsil ettiğini ortaya koydu. Tasarıda 12 Eylül'ün bile başaramadığı uygulamalar bulunduğu vurgulanarak amacın ''her türlü işkencenin, zamana yayılmış sessizce öldürmenin toplumdan gizlenmesi için gerekli 'yüksek güvenliğin' sağlanması'' olduğu belirtildi.

Baro raporlarına da yer verilen çalışmada hücre, tecrit, tretman (iyileştirme) ve tek tip elbise uygulamalarının çok sayıda hükümlünün yaşamına mal olacağı kaydedildi. ÇHD ''Sessiz direnişte bulunmak'', ''Gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak'' ve ''Gereksinimden çok yayın bulundurmak'' gibi kısıtlamalar karşısında söylenebilecek söz kalmadığını vurguladı.

ALPER TURGUT

Engizisyon mantığı cezaevinde

Çağdaş Hukukçular Derneği'nce (ÇHD) çıkarılan ''Çağdaş Hukuk'' un özel sayısında, yeni "İnfaz Yasa Tasarısı'' masaya yatırılırken F tipi cezaevleri, hücre, tecrit, tretman (iyileştirme) ve tek tip elbise gibi sorunlar mercek altına alındı. Baro raporları, disiplin cezaları incelemeleri ile tutuklu ve hükümlü mektuplarına da yer verilen ''F tipinden Yeni İnfaz-İzolasyon Yasası'na, Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğu'na'' başlıklı yayında, tasarının amacının ''her türlü eziyet ve işkencenin, zamana yayılmış sessizce öldürmenin toplumdan gizlenmesi için gerekli 'yüksek güvenliğin' sağlanması'' olduğu belirtildi.

ÇHD, ''Ceza ve İnfaz Yasa Tasarısı'' nın hukuksal eleştirisinde, tasarıda hakların her an geri alınabilir bir ödül olarak gösterildiğini vurgulayarak ''Tanınmış gibi görünen kısmi haklar boyun eğdirme ve sindirme politikasının aracı olarak düzenlenmiştir'' tespitinde bulunuyor. Tasarının 64. maddesinde, tek tip elbise giyilmesinin zorunlu, reddedilmesinin disiplin suçu olarak düzenlendiği kaydedilen raporda, 12 Eylül faşizminin başaramadığı bu uygulamanın, birçok hükümlünün yaşamına mal olmadan engellenmesi istendi. Raporda, tasarının 82. maddesinde, hukuk dışı ''zorla müdahale'' imkânı arandığı ifade edilerek şu görüşlere yer verildi: ''Zorla müdahale nedeniyle insanlar yaşamını yitirmiş, yüzlerce tutuklu ve hükümlü sakat kalmıştır. Müdahaleler çok daha kapsamlı ve ağır sonuçlar doğuran yeni eylem biçimlerine (kendini yakma vb.) yol açmaktadır. Maddeden anlaşılan, Adalet Bakanlığı'nın geçen 4 yıl içerisinde ülkemiz cezaevlerinde meydana gelen acı olaylardan hiç ders çıkarmadığı ve hukuk dışı idare mantığını yenilemeye ihtiyaç duymadığıdır. Düzenleme tamamen kaldırılmalıdır.''
Tasarının 34. maddesinin girişinde düzenlenen ''Kurumlarda, odalar ve eklentilerinde, hükümlülerin üst ve eşyasında habersiz olarak her zaman arama yapılabilir'' hükmünün, kişi güvenliği ve özgürlüğünü ortadan kaldıracağı için anayasanın 19. maddesine aykırı olduğunun altı çiziliyor.

''Haberleşme ve İletişim Araçlarından Yoksun Bırakma veya Kısıtlama'' yı düzenleyen 40. maddenin, tutuklu ve hükümlüleri mektup, telgraf, televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap ve diğer iletişim araçlarından bir aydan üç aya kadar yoksun bırakmasının tecrit koşullarını ağırlaştıracağı belirtildi.

Raporda, ''disiplin cezalarında kıyas'', ''disiplin soruşturmalarında savunma hakkı' ve ''yönetim tarafından alınacak tedbirleri'' içeren maddelerin de hukuka ve anayasaya aykırı olduğu kaydedildi.

ÇHD ayrıca ''Kurumda kapıların açılması ve temasın önlenmesi'', ''Hücreye koyma'', ''Bazı etkinliklere katılmaktan alıkoyma'', ''Ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma'', ''Nakil'' ve ''İş karşılığı verilen ücretten kesme veya işten bütünüyle yoksun bırakma'' gibi maddeler ile çeşitli düzey ve yoğunlukta ''izolasyon'' uygulamasının dayatıldığını vurguluyor. Tasarının 24. maddesi ikinci bendinin trajik bir şekilde ''engizisyon'' yükümlülüklerini hatırlattığı belirtilen raporda, ''İnfaz idaresine göre hükümle birlikte bedenin 'mülkiyeti ve intifa hakkı' el değiştirmiştir'' yorumunda bulunuluyor.

Cumhuriyet / 19 Ağustos 2004

F tipinde 117. ölüm...

5 aydır hastanedeydi

ALPER TURGUT

10. ölüm orucu ekibinin son üyesi tutuklu Selami Kurnaz, eyleminin 300. gününde 5 aydır kaldığı Tekirdağ Devlet Hastanesi'nde yaşamını yitirdi. Tecrit karşıtı eylemlere katıldığı gerekçesiyle 25 Haziran 2001 günü tutuklanan Selami Kurnaz, Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne gönderildi. Hücreleri protesto etmek için 2003 yılında ölüm orucu eylemine başlayan Kurnaz, durumu ağırlaşınca 19 Mart 2004 günü Tekirdağ Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Halkın Hukuk Bürosu avukatları, hastanede Kurnaz'a zorla müdahale edildiğini öne sürerek ''Tam 5 ay zorla müdahale tehdidi altında tüm haklarından mahrum bir şekilde kimseyle görüştürülmedi. Hastanede 'rehin' tutulan müvekkilimiz önceki gün yaşamını yitirdi'' dediler.Selami Kurnaz'ın cenazesi toprağa verilmek üzere memleketi Trabzon'a gönderildi.

Cumhuriyet / 18 Ağustos 2004

Ölümler Durdurulsun...

Ailelerden F tipi cezaevine isyan

ALPER TURGUT

Tekirdağ F Tipi Cezaevi'nde ''ihmal'' sonucu yaşamını yitirdiği öne sürülen Salih Sevinel'in 20 yaşındaki oğlu Mehmet Sevinel, babasının tecrit uygulamaların 116. kurbanı olduğunu vurgulayarak ''Bugün babam öldü. Yarın başkalarının babası ölebilir'' dedi.

Tecrit nedeniyle psikolojisi bozulan Hasan Tahsin Akgün'ün (22) annesi Melek Akgün ise ''Görüş kabinine her girdiğimde oğlum yerine 5 yaşındaki bir çocukla karşılaşıyorum. Benimle değil, kendi kendine veya başka isimler ve cisimlerle konuşuyor'' derken gözleri doluyor.
Taksim'deki Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nde ''Haziran-Temmuz Cezaevleri Hak İhlalleri Raporu'' nu açıklayan TAYAD'lı aileler, Erol Zavar, Ufuk Keskin ve Tolga Balotacı'nın sağlık durumlarının iyi olmadığını, Hasan Tahsin Akgün ve Yıldız Baguç Türkoğlu'nun ise psikolojik sorunları bulunduğunu belirttiler. Raporda, İzmir Kırklar F Tipi Cezaevi'nde ölüm orucuna başlayan Mehmet İnan Işık'ın tartaklanarak tek kişilik hücreye kapatıldığı kaydedildi.

Cumhuriyet / 8 Ağustos 2004

Doktor raporuna rağmen oğlunu göremedi

F tipi cezaevi ziyaretine kalp pili engeli

Kalbinde pil olan Ali Akpınar, ölüm riski taşıdığı için X-Ray cihazından geçmeyince oğlunu göremedi. Cezaevi yetkilileri doktor raporuna karşın Akpınar'ı elle ramayı reddetti.

ALPER TURGUT

Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nde kalan Wernicke Korsakoff hastası Hüseyin Akpınar'ın babası Ali Akpınar, kalbindeki pil yüzünden X-Ray cihazından geçemeyince oğlunu göremedi. Konuyla ilgili olarak suç duyurusunda bulunan Hüseyin Akpınar, ayrıca babasının yaşadıklarını TBMM İnsan Hakları İzleme Komisyonu'na mektup yazarak bildirdi.

Bağcılar'da oturan Ali Akpınar, kalp rahatsızlığı nedeniyle 2004 yılının yaz aylarında ameliyat oldu ve kalbine pil takıldı. Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Cezaevi'ne yatan oğlu Hüseyin Akpınar'ı 31 Mart 2005 Perşembe günü görmek isteyen babanın ziyareti kalp piline takıldı. X-Ray cihazından geçmesi tehlikeli ve riskli olan Ali Akpınar, cezaevi görevlilerine doktorlar tarafından kendisine verilen ''X-Ray cihazından geçmemesi gerektiği'' yönündeki rapor ile kalbinde pil takılı olan hastaların özel kimlik kartını gösterdi. İddiaya göre, elle arama yapılmasını isteyen Ali Akpınar'a cezaevi yönetimi tarafından X-Ray cihazından geçmesi gerektiği iletildi.
''Ya geç, bir şey olmaz'' yanıtını alan baba Ali Akpınar, tüm girişimlerine karşın sonuç alamayınca oğlunu göremeden geri dönmek zorunda kaldı. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği tarafından yapılan açıklamada, ''Baba, oğlunu göremediğine mi yansın, oğlunu görebilmek için hayatını tehlikeye atması gerektiğine mi? Ne olacak peki? Oğlunu göremeyecek mi bu baba? Ya da ölmesi mi gerekiyor? Tecrit işkencedir'' denildi.

Kalp pili olan hastalar, X-Ray cihazından geçme zorunluluğunun olduğu emniyet, havaalanı, cezaevi gibi yerlerde, X-Ray cihazından geçmeyerek kendilerini elle aratıyorlar. Hatta insan sağlığını tehlikeye sokmaması için kalp pili olan hastalar geçerken bu cihazların kapatılması gerekiyor.

Cumhuriyet / 20 Nisan 2005

Adam kaçırıp işkence yaptılar

GÜNEŞLİ ÜLKÜ OCAĞI

ALPER TURGUT

Emek Gençliği üyesi iki kişi, ülkücüler tarafından zorla kaçırılarak Güneşli Ülkü Ocakları'nda alıkonuldu. Ülkücüler tarafından dövülen ve işkence gören gençler, polisin yaptığı operasyonla kurtarıldı. Ülkücüler, Trabzon ve Adapazarı'nda yaşanan linç girişimleri ile bazı üniversite ve liselere sıçrayan şiddet olayları nedeniyle suçlanmış, geçen hafta da Ülkü Ocakları Konya İl Başkanlığı'nda, bir kişinin silahla yaralanmasıyla sonuçlanan kavgayla ilgili olarak 8 kişi tutuklanmıştı.

Emek Gençliği'nin düzenleyeceği lise kurultayı için Barbaros Lisesi öğrencileriyle Barbaros Hayrettin Paşa Parkı'nda görüşen Erhan Batka (22) ve Hüseyin Kıyak'ın (27) çevresi yaklaşık 40 ülkücü tarafından çevrildi. ''Siz örgüt kuruyormuşsunuz. Başkanımız sizi bekliyor'' diyen ülkücüler tarafından iki arabaya bindirilerek Güneşli Ülkü Ocağı'na götürülen Batka ve Kıyak, demir çubuk ve sopalarla dövülerek ölümle tehdit edildiler. Emeğin Partisi (EMEP) yöneticilerinin olayı polise haber vermesi üzerine harekete geçen güvenlik güçleri, Güneşli Ülkü Ocağı'nın bulunduğu binaya baskın gerçekleştirdi. Operasyonda iki genç kurtarılırken polis, 5 ülkücüyü gözaltına aldı. Cep telefonu, kimlik ve cüzdanlarının ülkücüler tarafından gasp edildiğini söyleyen Batka ve Kıyak'ın vücutlarında birçok darp izi oluştu. Emek Gençliği İstanbul İl Yönetimi tarafından yapılan açıklamada, sorumluların cezalandırılması istenerek ''Karanlık güçlerin mafyatik örgütlenmeleri olan ülkü ocakları dağıtılmalıdır'' denildi.

Cumhuriyet / 17 Nisan 2005

Karanfillerle anıldılar...

Gazi'yi kana boğan olayların 10. yıldönümü

ALPER TURGUT

Karanlık güçlerin sahneye koyduğu kirli bir oyunun ardından Gaziosmanpaşa Gazi ve Ümraniye Mustafa Kemal mahallelerini kana boğan olayların bugün 10. yıldönümü...

10 yıl önce bugün, çoğunlukla Alevi yurttaşların yaşadığı Gazi Mahallesi'nde, acısı hâlâ tazeliğini koruyan ''katliam'' ın fitili ateşlendi. Bu mahallenin adı, simitçi Bayram Duran 'ın gözaltında ölümü dışında pek duyulmamıştı. Akşam saatleriydi, bagajında boğazı kesilmiş şoför Mesut Efe 'nin cesedinin yattığı taksi, mahallenin en işlek caddesi olan İnönü Caddesi'ne saptı. Taksinin camları ağır ağır açıldı ve otomatik silahlar ölüm kustu. Cadde üzerindeki 4 kahvehane ve bir pastaneyi tarayan saldırganlar, 68 yaşındaki Halil Kaya 'yı öldürüp olay yerinden uzaklaştı. Kaya'nın ölümünü duyan sokağa çıktı. Saatler geçmesine karşın polislerin olay yerine gelmemesi üzerine öfke büyüdü ve topluluk karakola doğru yürüyüşe geçti. Güvenlik güçlerinin kurşun yağmuru altında kalan çok sayıda kişi öldü ya da yaralandı. Olaylar kısa bir süre sonra Ümraniye'ye sıçradı. Barikatlar kuruldu, sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 4 günün ardından askerlerin, halk ve polisin arasına girmesiyle olaylar sona erdi. Bilanço korkunçtu. Olaylarda tam 23 kişi yaşamını yitirmişti. Olaylar sonunda yalnızca 20 polis memuruna açılan dava, güvenlik gerekçesiyle İstanbul'dan 1200 kilometre uzağa, Trabzon'a taşındı. Yıllar süren dava sonucunda, iki polise ceza verildi, diğerleri beraat etti.

Gazi olaylarının 10. yıldönümünde yaşamını yitirenler gözyaşlarıyla anıldı
Binlerce kişi katliamı lanetledi

ALPER TURGUT

Gaziosmanpaşa Gazi ve Ümraniye Mustafa Kemal mahallelerinde 10 yıl önce kirli bir provokasyonun ardından çıkan olaylarda yaşamlarını yitirenler, binlerce kişi tarafından ''İktidar Katilleri Koruyor'' sloganlarıyla anıldı. Gözyaşları arasında öldürülen çocuklarının fotoğrafları ve karanfillerle yürüyen aileler, ''Devlet, provokasyona karşı haklı ve doğal bir tepki geliştiren bizlere katliamla yanıt verdi. Hani biz Aleviler, cumhuriyetin temel taşı idik'' dediler. Gazi Mahallesi'ndeki her anma töreninde, göstericilere sert bir şekilde müdahale eden ve yüzlerce kişiyi gözaltına alan güvenlik güçlerinin, bu kez topluluktan uzak durarak sadece izlemekle yetindiği gözlendi.

Gazi Mahallesi'nde sabah saatlerinde geniş güvenlik önlemleri arasında toplanmaya başlayan gruplar önce Alibeyköy Mezarlığı'nda bir anma töreni düzenledi. Törenin ardından Gazi Mahallesi'ne doğru yürüyen topluluk, karanlık güçlerce taranan 4 kahvehane ve bir pastaneye karanfil bıraktı. Gazi Cemevi önünde gitgide büyüyen kitle öğlen saatlerinde binlerce kişiye ulaşırken İnönü Caddesi'nin üzerinde HÖC, ESP, Halkevleri, DHP, DEHAP, SDP, SODAP, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve dergi gruplarınca kortejler oluşturuldu. En önde olayda yaşamlarını yitirenlerin ailelerince taşınan ''Gazi Şehitleri Ölümsüzdür, Unutmayacağız, Unutturmayacağız'' yazılı pankartla dev kortej, saat 12.30'da Gazi Mezarlığı'na doğru yürüyüşe geçti. Polisin uzak durmaya özen gösterdiği yürüyüş boyunca olayda hayatlarını kaybedenlerin fotoğraflarını taşıyan topluluk saat 13.00'te mezarlığa ulaştı.

Aradan geçen onca zamana karşın acıları hiç dinmeyen aileler, gözyaşlarının sel olup aktığı ağıtlar eşliğinde evlatlarının mezarlarını karanfillerle süslediler. Grup Yorum tarafından söylenilen ''Bize Ölüm Yok'' adlı marştan sonra tekrar cemevine yürüyen topluluk olaysız dağıldı.

Cumhuriyet / 12-13 Mart 2005

İÇKENCECİ YAŞ TANIMIYOR!

İstanbul'da 2003 yılında 34, 2004 yılında ise 12 çocuk işkence gördüğü iddiasıyla İHD'ye başvurdu

**İHD İstanbul Şubesi'nin Hak İhlalleri Raporu'na göre son iki yılda 622 kişi işkence gördü. Son iki yılda işkence gördüğünü ileri süren yurttaşların 46'sı ise yaşları 14 ile 17 arasında değişen çocuklar.

ALPER TURGUT

Tüm dünyada lanetlenen ''insanlık suçu'' işkencenin, yetişkinler dışında çocuk kurbanları da var. İstanbul'da geçen yıl, yaşları 14 ile 17 arasında değişen 12 çocuk işkence gördükleri iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Mağdur çocuklar, ''korkudan altına kaçırma, yalnız kalamama ve evden dışarı çıkamama'' gibi psikolojik sorunlar yaşarken işkence yaptıkları iddiasıyla suçlanan güvenlik güçleri hakkında soruşturma açılmadı.

İHD İstanbul Şubesi'nin Hak İhlalleri Raporu'na göre, son iki yılda 622 kişi işkence gördü. İstanbul'da işkence gördüğü iddiasıyla 2004 yılında 12, 2003'te ise 34 çocuk İHD'ye başvuruda bulundu. İHD'ye aileleriyle birlikte gelen mağdur çocuklardan 17 yaşındaki lise öğrencisi G.K. , Gazi Mahallesi'nde bakkal dönüşü bir gösterinin dağıtıldığına tanık oldu. Poşetinin içinden, bakkaldan aldığı malzemeler çıkmasına karşın polis tarafından dövülen G.K., o günden bu yana psikolojik sorunlar yaşıyor. ''Şüpheli şahıs'' olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan 17 yaşındaki H.D. ise ''Askıya aldılar, hayalarımı sıktılar. Tıraş bıçağıyla kaşlarımı kazıdılar'' diye konuştu. H.D., 15 günlük iş göremez raporu aldı.

Bağcılar'da babalarına ait minibüste, ağabeyiyle birlikte çay ve kahvaltılık satan 14 yaşındaki S.B. , başına gelenleri şöyle anlatıyor:
''Polis ve zabıta memurlarının, ağabeyime dayak attıklarını görünce müdahale ettim. Cop, silah ve kalaslarla ikimizi birden dövdüler. Kolum kırıldı. Yaşım küçük olmasına karşın 24 saat gözaltında tutuldum.''

15 yaşındaki H.T.T. ve annesi Sakine T. , Fıçıcı Abdi Mahallesi'nde çıkan silahlı çatışmada yaralanan iki kişiye yardım ettiler. Yaralıları taksiye bindirerek hastaneye götüren annenin ifadesine başvurulurken kızı H.T.T., gözaltına alındı. Avukatıyla üç gün görüştürülmeyen ve Beyoğlu Çocuk Bürosu'nda elini kesen küçük kız, savcılık tarafından serbest bırakıldı.
Öğrenci Y.K. (14), polis tarafından Beyoğlu'nda gözaltına alındı. ''Ellerimi kelepçelediler ve kafama silah kabzasıyla vurdular'' diyen Y.K., savcılık tarafından serbest bırakıldı.

Cumhuriyet / 26 Ocak 2005

24 yıl sonra yeniden...

Devrimci Sol Ana Davası...


*Yargıtay tarafından bozulan 1243 sanıklı Devrimci Sol ana davası, 24 yıl aradan sonra yeniden görülecek. Davanın ilk duruşması 11 Nisan'da yapılacak.

ALPER TURGUT

Toplam 1243 sanıklı Devrimci Sol ana davası, 24 yıl aradan sonra tekrar görülecek. Yargıtay tarafından ''kayıp 100 klasör'' nedeniyle bozulan davanın duruşması, Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 11 Nisan 2005 günü başlayacak ve dört gün sürecek. Halkın Hukuk Bürosu avukatları, davada yargılananların mağdur olduğunu belirterek ''Yaşadıkları işkenceyi, baskıyı kimse telafi edemez. Asıl yargılanması gereken 'Asmayıp besleyelim mi?' diye fetva verenlerdir. Bu davada derhal beraat kararı verilerek bir parça olsun adaletsizliğin giderilmesi konusunda adım atılmalıdır'' dediler.

Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından Metris Baştabya'da 1981 yılında başlayan ana dava tam 10 yıl sürdü. Mahkeme, sanıkları bir idam, 33 müebbet ve binlerce yılı bulan hapis cezalarına çarptırdı. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi kapanınca yetkiyi devralan Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi, ana dava dosyalarını Yargıtay'a gönderdi. Yargıtay 11. Ceza Dairesi'nin incelemesi sonucunda, dava dosyalarının dörtte birinin kayıp olduğu anlaşıldı.
Ceza Dairesi, kayıp belgeler arasında iddianame ve ifadeler gibi belgeler bulunduğunu belirterek eksik 100 klasör nedeniyle davayı bozdu. Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı'nın dava dosyasının eksik olmadığı gerekçesiyle yaptığı başvuru ise Yargıtay tarafından reddedildi. Bozulan ana dava dosyası, geçen yıl tekrar Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildi.
12 Eylül darbesinin ardından tutuklanan dava sanıkları, 2 yıl süresince avukatları ve aileleriyle görüştürülmediler. İlk duruşmanın ardından tutuklular, kalem ve kâğıtla yargılandıkları dava dosyalarını istedikleri için saldırıya uğradılar. Verdikleri dilekçeler nedeniyle onlarca tutuklu, yargılandıkları maddelerden daha ağır cezalara çarptırıldılar. Dava sürerken tek tip elbise (TTE) uygulamaya konuldu. Uygulamayı kabul etmeyerek duruşmaya don ve atletle getirilen tutuklular, mahkeme heyeti tarafından ''ahlaka mugayir'' kıyafetle geldikleri gerekçesiyle salondan atıldılar. TTE uygulamasını protesto için yapılan ölüm orucu eylemindeyse 4 tutuklu yaşamını yitirdi. Davanın sanıkları yıllarca tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldılar. Sanıkların büyük kısmı beraat etti.

Cumhuriyet /5 Ocak 2005

F tipinde TV komedisi...

Sincan'daki cezaevi yönetiminin tercihi: Ya Türk filmi ya da Hıristiyanlık propagandası

Tutuklu ve hükümlü aileleri, Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nin merkezi TV yayını içinde bulunan haber ve belgesel kanallarının iptal edildiğini ileri sürdü. Yabancı kanallar arasında sadece Hıristiyanlık propagandası yapan GOD TV'nin yayınının devam ettiğini belirten aileler, "AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyundu" dediler.

ALPER TURGUT

Ankara Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'ndeki merkezi televizyon yayınında yer alan yabancı haber, bilim, kültür ve sanat kanallarının kaldırılması tutuklu ve hükümlülerin tepkisini çekti. Merkezi yayında tek yabancı kanal olarak 24 saat Hıristiyanlık propagandası yapan GOD (Tanrı) TV'nin kaldığını belirten tutuklu ve hükümlü yakınları, ''AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyunmuştur'' dedi.

Tutuklu ve hükümlü aileleri, Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nin merkezi TV yayını içinde bulunan BBC-World, DW, ARTE gibi kanalların, cezaevi yönetiminin kararı doğrultusunda iptal edildiğini iddia etti. Bu kanalların yerine Yeşilçam TV, Dizi TV gibi yerli kanalların yayımlanmaya başladığını belirten aileler, tutuklu ve hükümlülerin dış dünyaya açılan pencerelerinin kapatıldığını ve tretman (iyileştirme) adı altında apolitikleştirme ve sıradanlaştırmanın dayatıldığını öne sürdüler.

Tanrı TV serbest

Trajikomik bir şekilde merkezi yayın içinde kalan tek yabancı kanalın GOD TV (İngilizce Tanrı) olduğunu ifade eden aileler, bu kanal aracılığıyla 24 saat süreyle Hıristiyanlık propagandasının ekranlara taşındığını söylediler. AKP iktidarının laiklik ilkesini zedelediğini iddia eden aileler, ''AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyunmuştur. Avrupa Birliği'ne (AB) uyum işini bakalım daha hangi boyutlara kadar götürebilecekler'' diye konuştular.
Tutuklu ve hükümlü aileleri, her an kamerayla izlenen teknolojinin her türlü imkânından yararlanan yüksek güvenlikli cezaevinde en son olarak havalandırmalara jiletli tel çekildiğini belirterek şunları söylediler:
''İlerde bütün havalandırmaların tel örgülerle kapatılması gündeme gelecek. Amaç tutuklu ve hükümlülerin birbirleriyle olan bütün bağlarını kopartmak. Adalet Bakanlığı yetkilileri, personel açığından ve paralarının olmadığından şikâyet ediyor ancak tecrit koşullarını daha da ağırlaştıran jiletli tellere para bulabiliyor.''

Cumhuriyet / 28 Şubat 2005

Hikmet Çetinkaya'dan...

...Yeşil Ev 'de kahvemi yudumlarken, Cumhuriyet'ten Alper Turgut 'un "Sessizliğe Karşı" ( Ant Kitap ) kitabından çıkardığım notlara baktım...
Yıkıcı, acıtıcı, sarsıcı insan öyküleriyle karşımıza çıkmıştı Alper Turgut...
Tecride karşı "ölüm oruçları" nı yakından izleyen Alper, eylem evlerini, cezaevi cehennemlerini ve Avukat Behiç Aşçı 'nın öyküsünü anlatıyordu...
"3 Kapı-3 Kilit" ete kemiğe mi bürünmüştü?
Biliyorsunuz eyleme 2 Ocak 2007 'de ara verildi...
Alper Turgut şöyle diyor:
"Soru işaretleri hâlâ kafalarda..."
Alper sessizliğin sesinde soluklananları bir öykü diliyle yansıtmış...

11 Aralık 2007 Salı

SANAL DAYAK YEME ARSIZLIĞI…





ALPER TURGUT

Taksim’de 30 yıl aradan sonra sendikaların çağrısıyla emekçinin bayramı 1 Mayıs kutlanacaktı. Sabah saatlerinde "Cumhuriyet Pazar" dergisi görsel yönetmeni Aynur Çolak ve dergi editörü Berat Günçıkan ile birlikte vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçtik. Yollar tutulmuş, polis mavisi bir renk, koca kentin hâkimi olmuştu. Sonra gruplar, Taksim’e çıkmak için toplanmaya başladı. Binlerce polis, “dağılın” uyarısı yapmadan harekete geçti. Gerisi kör bir kovalamacaydı. Şiddetin en üst seviyesi için emir almışlardı. Bu apaçıktı. Coplar, hedef gözetmeksizin inip, kalkıyor, tekme tokat yağmuru altında, insanlar sığınacak bir yer arıyordu. Biber gazı bulutu, ısırmaya ayarlı polis köpekleri, tazyikli su püskürten makine azmanı panzerler… İşte, İstanbul’da yaşanan adı konmamış “sıkıyönetim”in Beşiktaş’taki yansıması…

Etrafımdaki çemberin daraldığının farkında değildim henüz… Beşiktaş’ta kısılıp kalmıştık। O esnada meydandaki Hakan Pastanesi'nden içeri girip gözlerine kestirdiklerini yumruklaya yumrukla dışarı çıkardılar। İçlerindeki sınırsız kin, nefret ve öfke bakışlarında anlamını bulmuştu. Bu kanlı kaostan nasıl kurtulur, gazeteye nasıl döneriz diye düşünüyorduk ki, başlarında hafif kel, bariz kilolu bir emniyet amiri bulunan 40 kişilik çevik kuvvet ekibiyle karşılaştık. Önlerine gelene saldıran, dövecek adam bulamayınca ise coplarını ellerine vurarak kendilerini gaza getiren bir avuç polis… Nasıl bir paranoya bu bilmiyorum. Elimde döviz yok, slogan atmıyorum, göstericiler gibi sırt çantası taşımıyorum ve gazdan korunmak için yüzümün yarısını kapatmıyorum. Sarı basın kartımı gösterdim, gazeteci olduğumu söyledim. Sanki öfkeleri daha da büyüdü. Yüzüme iki santim mesafeden biber gazı sıktılar, dünyam karardı. Sonra hayalarıma tekme attılar, sırtıma copla vurdular. Yere düştüm. Meslektaşlarım beni korumak için bana sarıldılar. Onlar yerde tekmelemeyi sürdürdüler. Ardından hiçbir şey olmamış gibi, yeni bir kurbanın peşine düştüler. Kafalarındaki kask ve gaz maskeleri yüzünden kimse suratlarını göremedi, alınacak yaka numaraları da yoktu. Gözaltına alınmamıştım. Sadece bir gazeteciyi cezalandırmakla yetinmişlerdi. Litrelerce pet şişe su, sirke, limonsuyu… Saatler sonra kendime gelebildim. Şişli Etfal Hastanesi’ne gittiğimde akşam saatleriydi. Dayanılmaz ağrı, sızı ve yanma hissi, zorlukla sürükleyebildiğim bedenime eşlik ediyordu. Rapor aldım yanında da bir sürü ilaç… Gözaltındaki yaralılar geliyordu. İnanın, halime şükrettim. Sonra İstanbul Adliyesi’nin yolunu tuttum. Arkadaşım ve avukatım Tora Pekin ile birlikte… Bedenimdeki morluklar, kesin raporu almam için yeterliydi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekiline yaşadıklarımı anlattım. Vali Muammer Güler, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, çevik kuvvet şube müdürü ve olaya karışan polisler hakkında suç duyurusunda bulundum. Ertesi gün resmi şiddetten nasibini almış diğer meslektaşlarım da katıldığı bir protesto yürüyüşündeydim. Valiliğe yürürken yaklaşık 10 sene önce, yine bir 1 Mayıs gösterisinin akabinde yaşadıklarımız aklıma geldi. Valiliğin dağıttığı sarı yelekler yüzünden saldırıya uğramıştık ve başımıza bu belayı saranları kınamak için yine yürümüştük. En öndeydim. Sarı yelekleri gidip valiliğin demirlerine dolamıştık. Değişen hiçbir şey yok… Yine sözler verilecek yine sözler tutulmayacak. Vali Güler bizi kabul etti. Güler’e saldırganlar bulunmazsa sorumlu amirdir dedim ve ekledim; “Sizin hakkınızda da suç duyurusunda bulundum. Umarım İçişleri Bakanı yargılanmanız için gereken izni verir.”


Neyse… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, şikâyetimi işleme koymama kararı aldı ve yediğim dayağı “soyut” buldu… İstanbul’u yönetenlerin, Güler, Cerrah ve çevik kuvvet şube müdürünün 1 Mayıs’ta yaşanan terörle alakalı olmadıklarını böylelikle öğrenmiş olduk। Çünkü Yargıtay Başsavcılığı, "ciddi bulgu ve belgelere dayanan somut iddia yok" demişti. Demek 1 Mayıs’ta yaşananlar kötü bir düştü. Sanırım delirdim ve bir kâbus yüzünden gidip hayali 1 Mayıs’ta dayak yedim. Psikolojik rahatsızlıklarım var ve onların esiri oldum ve rapor aldım. Özetle; 1 Mayıs’ın ardından gazetelerde çıkan yazıları derleyip, itirazda bulunduk. Bakalım sonuç ne olacak. Bekleyip göreceğiz…


Sonuçta gazetecilik, muhabirlik desek daha doğru olur, zor iş… Örgütsüzlüğün tenhalığında, her türlü şiddet ile sürekli burun buruna… Oysaki dayanışma, kişilerin inisiyatifine bırakılmayacak denli önemli… Birçok eylem hatırlarım, meslektaşlarımı kaptırmamak için direndiğim… Daha kimse koparamadı benden hiçbirini… İstanbul’un varoşları, meydan, cadde ve sokakları bunu bilir. Toplumsal olayları takip eden tüm arkadaşlarım da buna tanıktır. Çok dayak yedim, tartaklandım, itilip kakıldım, dövüldüm. Aynı gün iki ayrı olayda coplandım. Kaç gözaltı… Hatırlamıyorum bile… “İşkenceye beraat” dedim diye 20 bin YTL para cezasına çarptırıldım. (Yargıtay’ın polislerin suçlu olduğuna kanaat getirmesine karşın dava zamanaşımına uğradı. Yani tek yargılanan ben kaldım. İşkence suç değil, yazmak suç gibi bir anlam çıkarmam umarım) Üstüne üstlük yerel mahkeme notunu düştü; “Suç işlemeye eğilimi nedeniyle cezası ertelenmemiştir” diye… Avukatlarımla Yargıtay’a başvurduk. Ve dosyam hala temyizde… 1 Aralık günü ÇGD Bursa Şubesi’nin 2006 Basın Özgürlüğü Ödülü’nü aldım. Şubeyi 17 yıl önce kuran Yılmaz Akkılıç ödülü verirken, “susmadığınız için sağ olun” dedi. Evet, susmak yok. Sırada 1 Mayıs’ta yediğim dayakla ilgili devlete açacağım maddi ve manevi tazminat davası var…


Bu yazı, Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) yayın organı BASIN da çıktı.

21 Kasım 2007 Çarşamba

SESSİZLİĞE KARŞI / Alper Turgut



Tecritte sınır yok 2 (devam)



Cumhuriyet Kitap Eki / 15-03/2007

Tecritte sınır yok 1



Cumhuriyet Kitap Eki / 15-03-2007

Bu kitap 'Sessizliğe Karşı'



Cumhuriyet Pazar Dergi / 11-03-2007

Bugün olmasa da yarın bu gerçekle hesaplaşacaklar



BİRGÜN GAZETESİ / 01-02-2007

Delirten Hücrelere Karşı Çıkmak



Radikal Kitap Eki / 13 Nisan 2007

20 Kasım 2007 Salı

F tipinden insan manzaraları


STAR GAZETESİ CUMARTESİ EKİ / 17-02-2007










Sürgündeki Halikarnas Mozolesi geri dönsün

“Ölümsüz Pırlanta”nın vatan hasreti sürüyor

Alper Turgut

Dünyanın 7 harikasından biri olan 24 yüzyıllık Halikarnas Mozolesi’nin (Halikarnasos Mausolleum ) çalınarak götürüldüğü İngiltere’den var oluşunun kaynağı Bodrum’a (Halikarnas) dönmesi için 18 ay önce başlatılan kampanya çığ gibi büyüyor. Bodrum Belediyesi, Bodrum Sanatçılar Platformu ve Alternatif Sinema’nın öncülüğünde başlatılan kampanyada şu ana dek 103 bin imza toplandığını söyleyen Av. Remzi Kazmaz, “Sürgündeki mozolenin vatanına dönmesi için Türkiye dışında Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Avustralya’da da imza kampanyası sürüyor. Tanzanya ve Yunanistan başta olmak üzere birçok ülke emperyalist devletlerden eserlerini geri aldı. Hükümet teminat verirse hem mozole hem de yurtdışına kaçırılan diğer eserler iade edilebilir” diyor.

Mozole (anıtmezar) kelimesini ortaya çıkaran muazzam anıtın öyküsü kendisi gibi tarihsel dev bir aşka dayanıyor. Karya uygarlığının başkenti Bodrum’da, kral Mausolos’un ( M.Ö 377 - 354), çok sevdiği kız kardeşi Artemisia ile evlenmesi hikayenin başlangıç noktasıydı. (Günümüzde ensest olarak lanetlenen bu ilişki biçimi, kral ve firavunların kendilerini tanrı olarak gördüğü eski uygarlıklarda, soyun bozulmaması için sürdürülen bir ritüel idi) Kral Mausolos’un yaptırdığı ve tarihçilerin daha sonra “Ölümsüz Pırlanta” adını vereceği anıtmezarın (mozole) inşası, O’nun ölümünden sonra biricik aşkı Artemisia tarafından sürdürüldü. Amazonların savaşçı ruhunu taşıyan ve tarihin ilk kadın amirali olan Artemisia, yapının mermerlerini İskenderiye’den (Paros adası) getirtti. Şaheserin daha yüzde 50’si ortaya çıktığında Halikarnas’ın da parası bitmişti.

Anıtmezar, tarihinin çok çok ötesindeydi. Ne de olsa Hindistan’daki Tac Mahal gibi bir aşkın ürünüydü ve eser sonlanmadan Artemisia’nın da ömrü bitti. İki aşığın birlikte gömüldükleri anıtmezar, devrin en ünlü mimarlarının elbirliğiyle çalıştığı ve sanatçıların heykellerle süslediği göz kamaştırıcı bir esere dönüştü. 60 x 80 metre boyutu ve 50 yüksekliğiyle devasa bir görünüme bürünen ve tepesine 4 atlı bir savaş arabası oturtulan Halikarnas Mozolesi tarihteki yerini aldı ve Artemis tapınağıyla birlikte Anadolu’nun çıkardığı iki harikadan biri oldu. Yüzlerce yıl Halikarnas’ı bir inci gibi süsleyen ve ihtişamını sürdüren 36 sütunlu mozole, savaşlar ve afetlerle yıprandı ve her şeyden önemli olan zamana yenik düştü.

Kalıntıları, Bodrum Kalesi’nde kullanıldı. Tarihe meydan okuyan birçok önemli parçası ise Osmanlı padişahı Abdülmecit zamanında büyük bir savaş gemisine bindirilerek İngiltere’ye götürüldü. Çalınarak, yaşam bulduğu topraklardan ayrı düşen paha biçilmez Halikarnas Mozolesi, bugün Dünya’nın üç büyük müzesinden biri olan ve iki sterlin karşılığında gezilen British Museum’da sergileniyor.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde mozolenin kaçırılmasına yönelik ilk tepki kendisi de sürgün olan bir sanatçıdan geldi. Halikarnas Balıkçısı mahlasıyla bilinen büyük edebiyatçı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın İngiliz kraliyet ailesine mektup yazarak geri istediği ve “sizin adınıza biz koruyoruz” gibi ukala bir yanıt aldığı mozole için artık bugün Bodrum’a gönül verenler harekete geçmiş durumda…

Kampanya sadece mozoleyi kapsamıyor, Türkiye'den çeşitli yollarla yurtdışına çıkarılarak Avrupa’daki müzelerde sergilenen tarihi eserlerin tümünü kapsıyor. Gazi Mahallesi olayları ve davasıyla ilgili Kültür Bakanlığı’nca yasaklanan “Gereği Düşünüldü” adlı belgeseli çeken Av. Remzi Kazmaz, geçen yıl ise Antik Halikarnasos Bodrum belgeselini hayata geçirdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın harekete geçmesini ve kaçırılan tarihi eserleri Avrupa Birliği’nden istemesi gerektiğini belirten Kazmaz, “Bodrum sadece kum, deniz, güneş kenti değildir. Aynı zamanda birçok medeniyete beşiklik yapmış ve tarih baba Heredot’u bağrından çıkarmış tarihi bir kenttir.” diye konuşuyor. Bodrum belgeselinin İngiliz BBC, Alman ZDF televizyonlarında gösterildiğini vurgulayan Kazmaz şunları söylüyor: “Bodrum Belediyesi ve Bodrum Kaymakamlığı, ilçeyi açık hava müzesine çevirme kararı aldı. Son dönemde yaşanan yozlaşmadan payını fazlasıyla alan bu mavi cennet yavaş yavaş bitiyor. Bodrum, tarihi eserlerin geri gelmesiyle sit alanı ilan edilebilir. Bu yapılaşmayı ve çirkinliğin sürmesini önler. Böylelikle Bodrum, uzun soluklu bir turizm cenneti olabilir”

İmza sayısının gitgide arttığını ve kampanyaya gönül verenlerin çoğaldığına dikkat çeken Kazmaz, buna karşın AKP hükümetinin hala harekete geçmediğini ifade ediyor. Ellerinde iki plan bulunduğunu belirten Remzi Kazmaz, kampanyanın başarıya ulaşmaması durumunda hukukçuların devreye gireceğini söylüyor. Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun boyun eğdiği kapitülasyonlar nedeniyle en önemli ve en tarihi eserlerini emperyalist ve kapitalist ülkelere kaptırdığını anlatan Kazmaz şöyle konuşuyor:

“Bu eserlerin gerçek sahibi Anadolu ve onun topraklarında hüküm sürmüş medeniyetlerdir. Hırsızlama yoluyla tarihi değerlerimize el koymak suçtur. Ve bu suç yüz yıldır işlenmeye devam ediyor. Tarihi eserlerin talan edilmesi, çalınması, izinli, izinsiz götürülmesi günümüzde de devam ediyor. Uluslararası sözleşmeler dahilinde eserlerin bulunduğu ülkelerle görüşmeler yapılmalı. Artık buna dur demeliyiz. Eserlerin iadesi için B planını devreye sokacağız. Sınır Tanımayan Avukatlar ile birlikte ortak hareket edecek olan Bodrumlu 30 avukat, iade için ya İngiltere’deki yerel mahkemelerden karar alıp Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuracak ya da direk hazırlanacak dosyayı AİHM’e yollayacak. Kararın olumlu veya olumsuz olması önemli değil. Uluslararası kamuoyuyla birlikte eninde sonunda Mozolenin ve diğer eserlerin iadesi sağlanacak.”

Cumhuriyet Pazar Dergi

DÜNYA HAMAS'A BAKIYOR



ALPER TURGUT

Sloganları "Değişim ve Reform"du.

Hamas daha iktidara taşınmadan uygulamaları, vaatlerini yerine getirecekleri konusunda Filistinlilere güven verdi. Eğitim, sağlık, sosyal yardım konularında büyük adımlar atıldı. Hamas, şimdi İsrail'le masaya oturabilir... Sonuç, ya barış olacak, ya da...

Ortadoğu’nun en kanlı ve en radikal İslami örgütü olan Hamas, “Değişim ve Reform” sloganıyla girdiği Filistin seçimlerini kazandı. Süper güçlerin öfkesini daha da arttıran, her dört kişiden birinin işsiz, her iki kişiden birinin yoksulluk sınırı altında yaşadığı enkaz görünümündeki Filistin’de kazanılmış bir zaferdi bu, 15 yıllık barış serüvenini belki bininci kez sekteye uğratarak…

Müslüman Kardeşler’in (Ihvan) Filistin’deki askeri kolu olarak 14 Aralık 1987’de birinci intifadayı (ayaklanma) yaratan koşullarda kurulan İslami Direniş Hareketi (HAMAS), bağımsız ve şeriata dayalı bir Filistin devleti kurulana dek cihat düsturunu benimsedi… 1970’lerin Filistin’inde erk sahibi olan sol örgütlerin, 1980’lerde gittikçe artan İslami eğilim karşısında silinmeleri, ayrıca yurtsever, ilerici ve laik söylemleriyle tanınan Filistin halkının tartışmasız lideri Yaser Arafat’ın şeriatçı örgütlenmelere ödün vermesi ortamında doğdu Hamas…











Ve Filistin’in asli gücü Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) bölmek isteyen İsrail’in Hamas’ın büyüyüp, gelişmesine ön ayak olduğu söylenir oldu. Coşku, cesaret ve yiğitlik anlamına da gelen Hamas, Gazze de bildiri dağıtarak işe başladı. Eğitim, sosyal hizmet, hukuki yardım gibi legal alan faaliyetleri ile güçlenen örgüt, Siyonizmi hedef alan etkin boykot ve kampanyalarla da kısa sürede yetkinleşti. El Halil, Beir Zeit, Necâh, Beyt Laham ve Gazze İslam üniversitelerinde hızla yayıldı. Başlangıçta Mısır orijinli bir örgüt olan Hamas, Ürdün ve Mısır arasında bir süre bocaladıktan sonra Müslüman Kardeşler ile köprülerini attı ve giderek önce Suudi Arabistan’a sonra da İran’a yanaştı. Suudi Arabistan, Kuveyt, Ürdün, İran ve Mısır gelen yardımlarla cami, okul, hastane, kreş ve aşevleri kuran, muhtaç ailelere maddi destekte bulunan HAMAS üyeleri, silahlı dar bir grubu, sabırla kitle örgütüne dönüştürdü. Ortadoğu, Avrupa hatta ABD de irtibat büroları ve temsilcilikler kurdu.

Yandaş örgüt İslami Cihad ile doğrudan eylem konusunda ters düşen Hamas, uzun soluklu bir savaş için binlerce militanını eğitmeyi ve silahlandırmayı önceliğine aldı. Eylül 1989’da silahlı mücadele aşamasına geçen ve İsrailli görevlileri rehin alma eylemleriyle rüştünü ispatlayan Hamas, 1991 yılında Filistin mücadelesinin simge ismi Şeyh İzzettin El Kassam adına kurulan birliklerle askeri operasyonlarına hız verdi. Filistin’in bu yeni “mücahitleri”, Gazze’yi kaleleri, İsrail toprakları ile “kutsal kent” Kudüs’ü savaş alanı olarak seçti. İlk ayaklanma sırasında Filistinlilerin, barışçıl gösterileri ve taşlı saldırıları, İsrail’in insanlığı dehşete düşüren ve sıkça vahşete dönüşen şiddet uygulamalarıyla karşılaşmıştı. 2000’deki ikinci ayaklanma, şiddette ölçünün ne kadar aşılabileceğine örnekti.

İsrail’in karşısındaki baş aktör Hamas idi. Arafat’ın (Ebu Ambar) “Küçük Generalleri” büyüdüler ve Hamas’ın aktif birer militanı oldular. 1993 yılında ilk “canlı bomba” eylemini gerçekleştiren ve dünyaca tanınmaya başlanan Hamas, 2004 yılındaki ateşkes sürecine dek 400’ün üzerinde intihar komandosunu çoğu sivil İsrail hedeflerine gönderdi. İsrail, meşhur suikast politikasını, Hamas için de uygulamaya koymakta gecikmedi. 2004 yılında örgütün ruhani lideri felçli Şeyh Ahmet Yasin, bir ay sonra da halefi Dr. Abdülaziz El Rantisi öldürüldü. Halid Meşal, Muhammed Sayyam, Muhammed Nezzal, Musa Abu Merzuk, İbrahim Goşe, Müşir El Masri, Imad El İlmi, İsmail Haniya, Mahmud Zahar gibi liderlerle ön plana çıkan Hamas’ın başındaki isim, İsrail’in nokta operasyonlarına karşı açıklanmıyor. Ancak Meşal, Zahar ve Haniya etkin bir konumda bulunuyor.


Hamas’ın önündeki en ciddi rakip ise, ilk hücreleri 47 yıl önce kurulan El Fetih yani FKÖ idi. Arafat’ın Filistin politikasını belirleyen ve yıllardır iktidarda bulunan örgütüne karşı Hamas, kimi zaman Hizbullah ile bazen de sosyalistlerle işbirliği yaptı. Hamas’ın eylemleri, barış görüşmeleri sırasında sık sık Arafat ve İsrail’in arasını açtı. Hamas ile El Fetih’e bağlı El Aksa Şehitleri Tugayı arasında yaşanan çatışmalarda ise, onlarca kişi yaşamını yitirdi. FKÖ’nün yolsuzluklarıyla bunalan, yurtdışından her yıl gelen bir milyar dolarlık yardımın aslan payını alan ve lüks villalarda yaşayan El Fetih familyasından yaka silken halk, sivil toplum örgütleri ve sendikalarla gücüne güç katan ve kazandığı belediyelerde uyguladığı şeffaf yönetimle dikkat çeken Hamas’a yöneldi. Zafere yürüdüğünden iyice emin olan ve kendine çeki düzen vermek isteyen Hamas, son dönemde imaj değiştirmeye karar verdi. Şiddet görüntüleri içermeyen televizyon kanalını devreye sokarak, örgüt liderleri de bu kapsamda kızıla boyalı sakallarından vazgeçerek, artık cihadı benimseyen bir örgüt olmadıklarını kanıtlamaya çalışıyordu. Ve sonunda Hamas, yaklaşık 650 bin Filistinli seçmenin oyunu alarak, yüzde 60 gibi ezici bir çoğunlukla 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde tek başına iktidar olmasına yetecek 74 sandalye kazandı.

Ancak Arap dünyası, bu zaferin, çok kolay bir şekilde mağlubiyete dönüşebileceği uyarısında bulunuyor. İsrail’i reddetmekle iktidara ulaşan Hamas, tüm Filistinlilerin siyasi ve ekonomik zincirlerle bağlı olduğu bu ülkenin masasına oturmak zorunda kalacak gibi görünüyor. Çünkü elektriğinden suyuna her şey İsrail’den geliyor ve Filistin’in tüm ticareti, 2. utanç duvarının inşasını hızla sürdüren “düşman ülke” üzerinden yapılıyor. İsrail’in koyduğu 17 ayrı vergiyle yaşam alanını adamakıllı daraltması, bütçenin yarısını oluşturan dış yardımın yüzde 40’lık bölümüne “koşul” konulması, çalışacağı devlet kadrolarının büyük bir kısmının El Fetih üyesi olması, çöken ekonomi, işsizlik, yolsuzluk, bozuk sağlık sistemi, sürgündeki Filistinliler, mülteci kamplarının durumu, Hamas’ın altına gireceği yükler olarak sıralanıyor. Tüm dünya, Hamas’a “silah bırak” çağrısı yaparken örgüt, 7 bin silahlı militanı ve on binlerce taraftarıyla ulusal ordu kurmaya hazırlanıyor. Gazze’den sonra Batı Şeria’dan da çekilmeyi planlayan İsrail, büyük Yahudi yerleşim alanları ile Kudüs’ü bırakmayı düşünmüyor. İktidardan olmanın şokunu yaşayan El Aksa Şehitleri Tugayı’nın isyanı ve İsrail ile yapılan ateşkese son verdiğini açıklaması, şer ekseninin “en gözde” ismi İran’ın Filistin’de elçilik açma girişimine Hamas’ın onay vermesi, Filistinli silahlı gruplar arasında çatışmaların şiddetlenmesi, sorunun boyutları konusunda fikir veriyor.
Çocukları “canlı kalkan” yapıp askeri araçların önüne bağlayan, gencecik bedenleri kalbura çevirmekte beis görmeyen dinsel motifli İsrail şahinlerinin karşısına Hamas, hamasi bir öyküyü, altı oğlundan üçünün intihar komandoluğunu “ölmeden gelmeyin” diyerek pekiştiren, “şehitlerin anası” mahlâsıyla ve elinde kalaşnikofuyla tanıttığı yeni milletvekili Meryem Ferhat’ı çıkarıyor. Kim bilir belki de bu radikal fotoğraflar, sıcak gelişmelerin asla Ortadoğu’yu terk etmeyeceği anlamına geliyor. İsrail halkının çoğunluğunun Hamas’la masaya oturmaya “evet” demesi, Hamas’ın da uzun süreli bir ateşkesten yana olduğunu açıklaması ise yine de barış ve çözüm adına bir taze umudu yeşertiyor.
Cumhuriyet Pazar Dergi

TUTSAK DERGİLER...





Alper Turgut

Cezaevlerindeki siyasi tutuklu ve hükümlülerin ortaklaşa çıkardığı el yazması yayınların dışarıya ulaşabilmiş bazı sayıları “Tutsak Dergiler” adıyla kitaplaştırıldı. Ceza, sansür, toplatma ve imha uygulamalarına karşın yılmayan “Cezaevi Basını”nın ürünü olan kitabın, dünyada herhangi bir örneği ise bulunmuyor.

Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği TAYAD) üyesi ailelerin katkıda bulunduğu kitap, Boran Yayınları’nca çıkarıldı. Tekirdağ, Kandıra, Sincan ve Edirne F tipi cezaevlerinde erkek, Gebze ve Uşak cezaevlerinde ise kadın siyasi tutuklu ve hükümlüler, siyaset, mizah, kültür ve sanat içerikli 17 ayrı dergiyi hayata geçirdiler. “Masala”, “Itır”, “Feşmekan”, “Yürek Çağrısı”, “Nail İbo”, “Berdan’dan Berkan’a”, “Vız Gelir”, “Gomedi”, “Cansuyu”, “Aile Postası”, “Zeybek Ateşi”, “Genç Düşünce”, “Sevgi”, “Zafer Yolunda İleri”, “Feda”, “Nüktedan” ve “Şafaktan Önce” adlı bu dergilerin arasına kitap baskıya girerken en son “Komün” katıldı. Bazıları 50. sayıya ulaşan dergiler, herkesin okuyabilmesi için İnternet sitelerinde de yerlerini alırken seçkilerin bir bölümü ise İngilizceye çevrildi.

Kitapta, 12 Eylül Cuntasıyla başlayan cezaevinde periyodik dergi çıkarma geleneğinin, F tipi cezaevlerindeki tecrit politikasına duyulan tepki nedeniyle yaygınlaştığı ve çeşitlenip, yetkinleştiği belirtiliyor. Şiir, fıkra, öykü, karikatür, resim, anı, deneme, yorum, haber-araştırma, inceleme hemen hemen her konuda akıl yoran, kalem oynatan mahkumlar, hem dışarıdaki gelişmeleri resmedip hem de içerdeki yaşamı anlatan eserlere imza atıyorlar. Ayrı cezaevlerinin farklı muhalif dergileri bazen birbirleriyle röportaj yapıyor, bazen de dışarıdan gelen mektuplara sayfalarını açıyorlar. Dergilerde yok yok. Cezaevindeki yeni icatlar, burçlar, editör köşesi, künye, ilan panosu… Ekonomiden sinemaya, eğitimden televizyona, müzikten politikaya, tarihten popüler kültüre dek uzanan geniş bir yelpazede eleştiri, tartışma ve açıklamalara yer veriliyor. Tam teşekküllü acar muhabir Ferit’in haberleri, Gazeteci Yazar Yanar Döner ile Zihni Fikrikarışık’ın yorumları, Höşmenim Abi tiplemesi, mahpushane haberlerini ulaştıran kulağı delik fare nam-ı diğer Logar Cini Çeto, dergilerin mizah yükünü yüklenmiş görünüyor. Tam ortasında kalem bittiği için renk değiştiren yazılarıyla, rengarenk boyalarla desteklenen fotoğraf, montaj ve kolajlarla süslenen sayfalarıyla ve ilginç kapak ve logolarıyla cezaevi dergileri artık elimizin altında…

BİR DERGİ NASIL HAZIRLANIR
Yazı kadroları, ölüm orucu eylemi, tahliye ve tutuklamalar nedeniyle sürekli değişen dergilerin hazırlanışı da binbir zahmet ve emek istiyor. Örneğin bir derginin yeni sayısı hakkındaki görüşlerini belirtmek için tüm tutuklular, düşüncelerini küçük kağıtlara yazıp bir kesmeşeker büyüklüğüne getirinceye dek büküyor. Bükülmüş kağıtlar daha sonra naylonla sarılıp, iplerle bağlanıyor ve havalandırma duvarlarını aşmak için topa dönüştürülüyor. Böylelikle düşünceler kolektif bir yayın adına çatıları aşıp, yazı kurulundaki tutuklu ve hükümlülerin hücrelerine ulaştırılıyor. Sonra kafa kafaya verilip konular belirleniyor, görev dağılımı yapılıyor ve tekrar top yağmuru başlıyor. Burada sözü gönüllü gazetecilere, tutuklu ve hükümlülere bırakalım:

“Her hücredeki yazar, işkenceye dönüşen sayımlar, talana dönüşen aramalar, keyfi baskı ve dayatmaların bitmediği koşullarda; ziyaret ve avukat görüşleriyle, her gün birkaç kez atılan protesto sloganları arasında yazısını yazdı.”

TAYAD’lı ailelerin anlatımlarına göre; Dergilerin hepsi elle yazıldı, karbon kağıdı yasak olduğu için elle çoğaltıldı. Yağmurlu havalarda çamura bulandı, aramalarda yırtıldı, el konuldu. Tüm bu aşamaların ardından bir araya getirilen 40, 50 hatta 100 sayfayı aşan yazmalar, iğne iplikle ciltlendi. Taze ve kuru soğan kabuğu ile tıbbi ilaçlar ve oraletten elde edilen boyalar sayfalara can verdi. Dergilerin basımında sakız ve reçel kullanıldı. Kapak için ise çoğu kez süt kutusundan yararlanıldı. Ardından diğer tutuklulara ulaştırıldı ve dışarıya gönderilmesi için cezaevi yönetimine teslim edildi. Dergilerin başına gelen aksilikler bitecek gibi değildi. Çünkü sıra “Mektup Okuma Komisyonu”ndaydı. Dergilerin birçok sayısı komisyona takıldı, “sakıncalı” bulundu. Bunlardan ancak yarısı özgür kalabildi. Dışarı ulaşabilen dergilerin hali ise bazen içler acısıydı. Nice karikatürün balonları karalanmış, paragraf, cümle ve kelimeler “sansür”lenmişti.
CUMHURİYET PAZAR DERGİ

KARAKALPAK KIZI...



Alper Turgut

“Karakalpak Kızı”, Ceyhun Irmağı (Amu Derya) kıyılarında, Kızılkum Çölü’nün kurağı ile Aral Gölü’nün serinliği arasında uzanan kıraç topraklarda, çoğu göçebe bize çok yakın bizden çok uzak yoksul bir halkın, Karakalpaklar’ın yaşama tutunma öyküsüdür.

1900’lerin ilk çeyreğinde, step ve bozkırlarında kızılların ve beyazların karşılıklı at sürdüğü, kıran kırana savaştığı Orta Asya’da geçer Roman… Mutlak otorite Hanlar, taş kalpli toprak ağalarının Karakalpakçası baylar (bey), lafta softa, uçkur düşkünü dinsel lider İşanlar… İşte “Büyük Ekim Devrimi” öncesi iktidar sahiplerinin portesi; “Bağır çağır gerici, su katılmamış muhafazakâr.” Tümü Beyaz Ordu’nun bir kolu olan Basmacılar hareketinde yer alırlar. Süslü çatışma sahnelerine yer vermez sayfalarında, çünkü asıl anlatılmak istenen kadının ezilmişliği ve kurtuluşları için toplumsal mücadelenin hayati önem taşımasıdır. Kaderin onulmaz yaralarını taşımayı peşinen kabul edenler. Onlar… Mal niyetine alınıp satılan kadınlar… Yüzyıllardır fakir evlerin ekonomisini sürükleyen illettin adıdır başlık parası. Vazgeçilmez bir geçim kapısıdır. Hâlihazırda kız çocukları, birçok coğrafyada günlük sıradan bir işmiş gibi yaşlı, geçkin çokça çirkin ve zengin erkeklerle para karşılığında evlendirilirler. Aslında yerel değil tastamam evrensel bir gerçekliğin sızısıdır bedenlerde, iri tuzlu gözyaşlarıyla resmedilen…

Kahramanımız Cumagül, hali vakti yerinde bir ağanın, Zaripbay’ın kızıdır. Taze gelinlerle evlenmenin erkekliğin şanından olduğu belletilen Zaripbay, yeni bir izdivaç için bozkırın soğuğunda karısı Sanem ile kızı Cumagül’ü kapı dışarı eder. Karakalpak kızı Cumagül henüz 12 yaşındadır, o güne dek sevgisinden mahrup kaldığı babası tarafından evlatlıktan da reddedilir. Zaripbay, haşin ve zalim bir adamdır, “boş ol” kelimesini üç kere tekrar etmeden önce eşi Sanem’i öldüresiye döver. Merhamet yoktur asla. Kadınlara ise susmak düşer, konuşmak yasaktır çünkü… Sonrası bir örgüdür. Tekrar tekrar yaşanır acılar. Anadan kıza geçer. Ayaza ve kıtlığın ortasında hayata tutunmaya çalışır ana-kız. Cumagül’e dayısı komadaki Sanem’i yani öz be öz kızkardeşini öldürmeyi teklif eder. Çünkü öç almanın karşılığı Zaripbay’dan kan parası koparmaktır.

Sığındıkları Uygur köyünde büyür Cumagül, kendi kaderini çizmek için evleneceği erkeği kendi seçer. Kötü huylu olurlar diye zengin bir nasip istemez, fakir bir delikanlı olan Turumbet’i beğenir ve Mangit köyüne gelin gider. Karakalpak erkeklerinin birbirinden farkı yoktur. Kocası Turumbet de, feodal düzenin pohpohlamasıyla gerim gerim gerinen diğer hemcinsleri gibidir. Kocasının şiddet nöbetleri, Cumagül’ün en büyük kâbusudur. Zaman geçer, yazgı yine oyununu oynar. Turumbet, “Aslandan aslan, cigitten cigit doğar” (Cigit eşittir yiğit) diye kükrer ve hamile karısını bir oğlu doğurmazsa kapı dışarı edeceğini söyler. Sanem’in kaderi Cumagül’ü de bulur. Kızı olur Cumagül’ün… Ataerkil toplumlarda bir kadının en büyük düşmanı yine bir kadındır. Kötü kaynananın çatal dili, oğlunu harekete geçirir. Dışı taş duvardır, içi ise yanar adamın... Ama özür dilemekten, gönül okşayıcı en ufak bir hareketten muaftır. Cumagül’ün yalvarmaları çare olmaz. Evin reisi anasının da gayretiyle dediğini yapar ve karısıyla kızını defeder. Mahvolmanın eşiğinde Cumagül’ün yardımına devrim yetişir. Mangit köyünde Sanem’in de yanına taşınmasıyla üç nesil kadın bir araya gelir. Çalışmaya başlar Cumagül ve odun satmak için Çimbay kentine gider. Bolşeviklerin düzenlediği bir mitingde alır soluğunu, kadın ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğunu öğrenir…
Karakalpak Kızı’nın diğer karakterleri Cumagül’ün gönlünün kaydığı Bolşevik Aytbay, uğursuzluk ve kötülük abidesi, kanlı katil Tacim, her daim hinlik peşindeki Kutımbay, Duysenbay, büyücülük yapmaktan bile çekinmeyen mollalar ve Sovyet köyünün iyiliksever Aksakalı (yönetici) Turebay romana renk katarlar.

Başta Karakalpak kadınları olmak üzere artık her şeyi değiştirecek ve dönüştürecektir. Mangit romanın tam odağındaki köydür, Cumagül ile birlikte o da kabuğundan sıyrılacaktır, ağa kulluğundan çıkan fakir köylüler ise devrimci bir imeceye sarılacaktır. Devrim daha bebedir ve kadınların çilesi bitecek gibi değildir. Okula gönderildikleri için şehrin kapılarına asılan kız çocukları, okumak için kaçtıkları için babalarının ölüme yolladığı genç kızlar… Ve roman akar gider…

Ünlü Karakalpak yazar Tulepbergen Kaipbergenov’un 41 yıl önce yayınlanan bu eseri, Cumagül şahsında kadınların tarih ve devrimle harmanlanmış uzun soluklu mücadelesini anlatıyor. Yöresel gelenekleri nakış nakış işleyerek… Toplumsal gerçekçiliği işleyen romanlarıyla tanınan Tulepbergen Kaipbergenov, aynı zamanda öykü ve derleme üzerine de kalem oynatan bir isim. Karakalpak Kızı (Doç Karakalpaka), 1929’da Nukus’un Ortanbay köyünde doğan Kaipbergenov’un ilk romanı… Sovyetler Birliği’nde büyük ilgiyle karşılanan yapıt, başta Rusça olmak üzere diğer Sovyet Cumhuriyetleri dillerine çevrildi, Moskova, Taşkent, Alma-ata ve Bişkek’te basıldı. Ardından Üç ciltlik Karakalpak Destanları (Karakalpakskiye Dastanı) adlı eseriyle halk efsanelerini, ata sözlerini, tarihi hikâyeleri kaleme aldı. Evrensel Basım Yayın’dan çıkan 504 sayfalık kitap, Kayhan Yükseler tarafından çevrildi.

19 Kasım 2007 Pazartesi

TARİFESİZ BİR SEFERE ÇIKIYORUM...




Bavulumda itinayla derleyip topladığım


Hayallerim, hatıralarım ve umutlarım


Elimde eskimiş tek gidiş bileti


Ve muğlâk bir maske suratımda




Gemi koptu iskeleden


Benden çok uzak artık


El sallıyorum arkamdan


Yana yakıla tarifsiz




Taşıyamadım boşluğumu


Çöktüm olduğum yere


Puslu bir günün,


En zamansız saatinde




ALPER TURGUT, SESSİZLİĞE KARŞI'DAN...

















18 Kasım 2007 Pazar

BU YÜREK SUSMAYACAK, BU YÜREK DURMAYACAK...



...Görevi başındayken gözaltına alındı, ölü bulundu. Adı Metin Göktepe' ydi, gazeteciydi... Eyüp Spor Salonu, cinayet mahalliydi, katilleri polis. Ailesi ve meslektaşları davanın peşini bırakmadı, sorumlular yargılandı. Genç gazeteciler, o günlerde "Hepimiz birer Metiniz" diye yürüyorlardı... Aradan on yıl geçti, yine gazeteciler öldürüldü, ama onun ölümü, şiddeti görünür kılmıştı.
Yazı: (ALPER TURGUT)



Metin'in kafasında bir darp var
Polis karakolundan morga kadar
Mosmor
Bir darbe var yüreğimizde beynimizde
Soruyor bir işaret fişeği
Biz üzülerek mi yaşayacağız hâlâ...
Can Yücel


Gazeteci Metin Göktepe'nin gözaltına alınıp dövülerek katledilişinin üzerinden tam 10 yıl geçti. Daha 28 yaşındaydı öldüğünde... Gençti. Katilleri, onun hayatını, mesleğini, düş, hayal ve umutlarını çalarken gözlerini bile kırpmadılar. Bu, çok uzak bir anı değil. Yaralar kolay kabuk bağlamasa da bazen, sevdiklerine, sevenlerine, ailesine, meslektaşlarına mücadele etmek ve Metin olmak kaldı.


Faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların, yargılı yargısız infazların birbirini izlediği, muhaliflere göz açtırılmadığı, genç kanlarının akıtıldığı, korkunç bir bilançoyla girilmişti 1996'ya. Daha ilk günlerden bu şiddetin devamının geleceği belliydi, önce Ümraniye Cezaevi'ne dört tutuklu ve hükümlünün öldüğü, 40'ının yaralandığı bir baskın düzenlendi, ardından Sabancı Kuleleri'nde, üç kişinin yaşamını yitirdiği suikast gerçekleşti, silahlı Çeçenlerin kaçırdığı Avrasya Feribotu, İstanbul'a doğru hareket etmişti. Gazetecilerin bırakın dinlenmeyi, soluk almaya dahi ayıracak zamanları yoktu. Sokaklarda, alanlarda, her türlü toplumsal olayda şiddet onlara da yönelmişti ve tehdidin, hakaretin, saldırının ve gözaltının sıradanlaştığı bir ortamda, tahmin bile edemeyecekleri, farklı bir acıyla yüzleşeceklerdi.


EYÜP KAPALI "ÖLÜM" SALONU


8 Ocak 1996, Pazartesi. Ümraniye Cezaevi'ndeki operasyonda ölen tutuklulardan ikisi, Alibeyköy Mezarlığı'nda toprağa verilecekti. Polis, sabahın erken saatlerinden itibaren mezarlıkta etten duvar ördü ve yukarıdan gelen bir emirle, tutuklu yakını, öğrenci, avukat, cenaze törenine katılmak isteyen her kimse, gözaltına almaya başladı. Sıra gazetecilere geldi. Önce sarı basın kartı olmayanların görev yapmasına izin verilmedi, sonra kendilerince muhalif gazete ve dergilerin muhabirleri keyfi bir şekilde tek tek gözaltına alındı. Evrensel muhabiri Metin Göktepe de gözaltına alınanlar arasındaydı. Cenazeleri gömme işlemini de üstlenen güvenlik güçleri, bini aşkın insanı (1052), hukuk dışı bir tutumla, emniyet müdürlüğüne veya karakollara sevk etmek yerine, spor salonuna doldurdu. Şili Cuntası'nın işkencehaneye çevirdiği Santiago Ulusal Stadı'nın küçük ölçekte bir benzeri Eyüp Kapalı Spor Salonu'nda yaratıldı.
Dayak faslı gözaltına alınanların spor salonuna taşındığı belediye otobüslerinde başlamıştı. Tanıklar, yere yatırılan ve tekmelenenler arasında görmüşlerdi Metin'i. Polis şefleri, kadınlara "O... bu taraftan", erkeklere ise "P... bu taraftan" diyerek, iki farklı noktadan salona soktular, gözaltına alınanları. İşkence, spor salonunda ağırlaşarak sürdü, tribünler, saha, tuvaletler ve salonun altındaki koridor, canhıraş çığlıklarla inledi.


Metin Göktepe, "işte bu gazeteci, buna özel muamele" diyenler tarafından çepeçevre sarıldı. Çok sayıda polis, coplarla ve üzerinde "Haydar" yazılı kazma sapına benzer sopalarla dövdüler Metin'i. Cansız bedeni spor salonunun yakınlarındaki bir çay bahçesine atıldı, ölüm nedeni "Kafa travmasına bağlı beyin kanaması ve doku içi kanama"ydı.


BU YÜREK SUSMAYACAK...


Metin, Sıvas'ın Gürün ilçesine bağlı Çipil köyünde 10 Nisan 1968 günü doğmuştu. Köyde geçen çocukluğun ardından 12 Eylül darbesine bir yıl kala o henüz 11 yaşında iken İstanbul'a taşındılar. Tam sekiz kardeştiler. Metin, sondan ikinciydi. 1989'da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'ne girdi, öldürüldüğünde hâlâ bu okulun öğrencisiydi. Dört yıllık gazeteciydi, ufak tefekti, dost canlısıydı, bağlama çalardı ve çokça gülerdi.


Genç bir gazetecinin gözaltında öldürüldüğü haberi kamuoyunda bir bomba etkisi yarattı. Şimdi devletten bir yanıt bekleniyordu, dilleri karıştı, içişleri bakanı ölüm nedeni olarak "duvardan", olaya bakan savcı ise "sandalyeden düşmüş" dedi. İki açıklama da hem gerçek dışıydı, hem inandırıcılıktan uzaktı. Metin'in öldürülmesiyle en çok canı yanan elbetteki annesi Fadime Göktepe'ydi. Acısını da beraberinde taşıyıp sorumluların cezalandırılması istemiyle yıllarca sürecek mücadelenin simgesi oldu. Şöyle diyordu: "Evde oturmak çözüm değil. Ben eylemlere gitmeseydim, bağırmasaydım, sokağa çıkmasaydım ne olurdu? Ağlardım. Ağla ağla biter mi bela? Mücadele edecek, bağıracaksın. Hem de kararlı olacaksın. Kadınların görevi çok... Bana ne demekle olmaz!"


Metin'in meslektaşları ise Adli Tıp Kurumu girişinde ve İstanbul Adliyesi'nde toplanarak sessiz kalmayacaklarını vurguladılar ve sorumluların cezalandırılmasını istediler. Çağdaş Gazeteciler Derneği üyeleri, Başbakanlık önünde gösteri yapıp kalemlerini kırdılar. Basın örgütleri, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Bayramı'nda gazeteci öldürülen bir ülkede, kutlamaların herhangi bir anlamı olmadığını açıkladılar. Evrensel'in kırmızı logosu siyah çıktı ve gazetedeki topyekun tüm haberlere Metin Göktepe imzası atıldı. 11 Ocak günü Göktepe, meslektaşlarının da aralarında bulunduğu binlerce kişi tarafından ve sekiz saatlik bir yürüyüşün ardından, sloganlar, marşlar ve karanfiller eşliğinde Esenler'de toprağa verildi.


Metin Göktepe davası, yıllarca İstanbul, Aydın, Afyon, Ankara arasında mekik dokudu. Gazeteciler, dava nereye taşınırsa taşınsın "İnadına hepimiz birer Metin'iz" sloganıyla oradaydılar. 48 kamu görevlisine açılan dava 6 polisin nispeten az cezalara çarptırılmasıyla sona erdi ve "mahkûmiyet kararı çıkan ilk gazeteci cinayeti" olarak tarihte yerini aldı. Göktepe'nin ailesinin, İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı tazminat davasında da, devlet anne Göktepe'ye 500 milyon lira maddi, tüm Göktepe ailesine toplam 8.5 milyar lira manevi tazminat ödemeye mahkûm oldu. Ailenin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvuru ise halen sonuçlanmadı.


CUMHURİYET PAZAR DERGİ

12 Kasım 2007 Pazartesi

Ferhat'ın Suçu Ne?


Ferhat Gerçek 7 Ekim'de vuruldu, kurşun omuriliğine isabet ettiği için de sakat kaldı. Suçu yasal bir dergiyi "Yürüyüş"ü satmaktı. Kurşun polis kurşunundan çıkmıştı ama Ferhat hakkında soruşturma açıldı. Yeni polis yasası işte böyle işliyordu!
Röportaj: Alper TURGUT
Siz bu satırları okumadan tam otuz altı gün önce, saat 15.00’e kadar Ferhat Gerçek gülüyor, bağıra çağıra konuşuyor, daha da önemlisi yürüyordu. Hem de Yürüyüş dergisi dağıta dağıta… Şimdi inanmıyorsanız çıkıp bakın, etrafınıza sorun, Yürüyüş legal bir dergi, öyle yasadışı bir hali falan yok. Ama Ferhat Gerçek, sırf bu dergiyi satıyor, diye, saat 15.00’te sırtından vuruldu. Bir numaralı şüpheli; resmi kıyafetli bir polis memuru… Hemen akıllara, 1996 yılında Alibeyköy Sayayokuşu’nda öldürülen 16 yaşındaki lise öğrencisi İrfan Ağdaş geliyor. Moğollar’ın “Bir şey yapmalı” şarkısı, Kurtuluş dergisi dağıtırken canından olan İrfan’ı anlatır; “Yolun ortasında henüz on altısında insanım insanım diyorsa bir şey yapmalı”…

Ferhat sakat kaldığını ve asla yürüyemeyeceğini günler sonra öğrendi. Ailesi, arkadaşları ve Temel Haklar Federasyonu, sorumlular yargı önüne çıkartılsın, vuran polis tespit edilip cezalandırılsın diye suç duyurularında bulundu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü herhangi bir açıklama yapma gereği duymadı. İşin en dramatik yanı ise, “Polise Mukavemet” suçlamasıyla felç kalan Ferhat Gerçek ve 16 arkadaşına soruşturma açıldı.

7 Ekim’e yani Ferhat’ın vurulduğu güne dönmeden önce, onun vurulmasını kolaylaştıranlara, 1 Haziran 2007’de, TBMM’de kabul edilerek yasalaşan “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu”na bakalım. Meclis, şiddet olaylarının içinden geçerek önüne gelen değişikliği onaylamakta tereddüt etmedi, oysa 1 Mayıs’ta polis İstanbul’u gaz bombalarıyla kasıp kavurmuş, kadın erkek, genç yaşlı demeden önüne kim geldiyse coplamış, yerlerde sürüklemişti. İtirazlar günlerce sürmüş, emniyet müdürünü İzmir’de bir avukatın dövülmesiyle başlayan olaylar da polisin bu yetkiyi sonuna kadar kullanmaya hazır olduğunu göstermişti.

Nüfus cüzdanına göre 19, bedenine göre 17 yaşında olan Ferhat Gerçek de bu yasaya göre hareket eden polis tarafından vuruldu ve sakat kaldı. O gün, Yenibosna’nın işlek caddesinde Yürüyüş dergisi önlükleri üzerinde dergi dağıtan gençlerin yanına polis otosu yanaştı, resmi giyimlilerdi. Amirleri “Bırakın, yasal bir dergi dağıtıyorlar” diye anons etti, ama onlar dinlemediler, amaçları gençler arasında bulunan Ersin Kip’i gözaltına almaktı. Gençler, gençliklerini yaptılar ve arkadaşlarını vermediler. Polisler telsizle takviye çağırdılar, yeni ekipler geldi, sonrası, arbede, kargaşa, biber gazı, cop. Taşlar ve kurşunlar havada uçuştu, polisler tam 20 el ateş etti, işte o kurşunlar biri Ferhat’ın omuriliğine saplandı. Ateş eden 35 yaşlarında bir polisti. O ve diğer polisler savunmalarında derginin yasak olduğunu söylediler, Ferhat’ı arkadaşlarının vurduğunu!

Ferhat’ın yardımına koşanlar tampon yaparak kanı durdurmaya çalıştılar, 112 Acil Servis’i aradılar. Polis birini dövdü, diğerini kızıyla birlikte gözaltına aldı. Ferhat günlerce hastanede kaldı, arkadaşları ellerinde onun fotoğrafları hastane kapısında beklediler.

Ferhat’la, Bağcılar’da, bir yakınının evinde buluştuk. Konuşmamız boyunca gülümsemesi eksilmedi yüzünden, ziyaretine gelen arkadaşlarının “Çok konuşkansındır, ama röportajda dut yemiş bülbüle dönmüşsün” diye takılmalarına sessiz kaldı. Utangaçlığını bir kenara bıraktığında ise “Bunun” dedi “Bunun hesabı mutlaka sorulmalı”…

Sonra da vurulduğu anı anlattı: “Baktım polisler ateş ediyor, kaçmaya çalıştım. Tam köşeyi dönüyordum, silahın sesini duydum. Vurulmuştum. İlginç, ama her hangi bir acı hissetmedim. Sadece sırtıma bir sıcaklık dalgası yayıldı, gözlerim karardı ve yere düştüm, sonra da derin bir sessizlik çöktü. Bayılmamıştım, yerde, yaralı yatıyordum. Arkadaşlarım beni hastaneye kaldırmak istedi, polisler izin vermedi, ‘Bırakın gebersin’ diye bağırıyorlardı, hatta bana yardıma gelenleri dövdüler. Bülent Kemal Yıldırım bana sarılmıştı, bizi ayırmak için hem onu hem de beni tekmelediler. Arkadaşlarım gözaltına alındılar, ben yerde, öylece 40 dakika bekletildim… Kan kaybediyordum. Sonra ambulans geldi, hastaneye kaldırıldım. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne bağlı cerrahi servisinde de yarım saat bekletildim. Hala bayılmamıştım. Sonra savcı geldi ifademi aldı, aileme haber verildi. ” Doktorların tanısına rağmen Ferhat kendinden umutlu… Yürümek ve büyümek istiyor. Ayağa kalkınca ne mi yapacak, “Yürüyüş’ü satacağım yine” diye yanıtlıyor…

BÜTÜN ÇOCUKLARI VURUN!


1980’li yılların başı… Fehmi Gerçek, 14 yaşında Giresun’dan İstanbul’a göç etti. Gelir gelmez de dayısının kızıyla evlendi. Gündüz tekstil fabrikasında çalışıp gece kömür taşıyarak ailesini geçindirmeye çalıştı. Bu evlilik Ferhat’ın doğumuna rağmen sürmedi. İki kez daha evlendi, dört çocuğu daha oldu. Ferhat’ı “Sessiz, sedasız bir çocuktu” diye tanımlıyor “Devamlı müzik dinlerdi, özellikle da türkü”. Ferhat lise birde okulu bırakınca, baba-oğul tekstil atölyesinde birlikte çalışmışlar, firma kapanınca Ferhat boşluğa düşmüş. “Serseri arkadaşlarıyla takıldı bir süre” diyor Fehmi Gerçek “Devrimci olunca onları bıraktı, İkitelli Temel Haklar Derneği’ne gidip gelmeye başladı. Daha bu olaydan bir ay önce mahalledeki çeteler, pompalı tüfekler, satır ve bıçaklarla, ‘uyuşturucu sattırmayacağız’ dedikleri için derneği bastılar. Oğlum orada da yaralandı. Yeni iyileşmişti, bu saldırıya uğradı. Bir tek beni hastaneye aldılar. Onu ilk gördüğümde beynimden vurulmuşa döndüm”.

Ferhat’ın sakat kaldığını öğrendiğinden beri uyumuyor Fehmi Gerçek. “Geleceği yok artık oğlumun” diyor “Bana bir şey olursa kim bakacak ona… Dergi satıyor diye mahalledeki her çocuğu vurun o zaman… Polisin silahı var diye ateş etmesi mi gerekiyordu? Sorumluların yargılanmasını istiyorum. Gencecik fidan gibi bir delikanlıyı sakat bırakanlar bir an önce cezalandırılsın”. Fotoğraflar: Vedat Arık

Cumhuriyet Pazar Dergi / 11-11-2007