17 Ocak 2010 Pazar

Bir kaza, bir dram ve adalet arayışı




ALPER TURGUT

Tam iki yıl önceydi. 14 Ocak 2008 günü, yaşanan bir trafik kazası, gencecik moda tasarımcısı Sinem Reyhan Yalçın'ın hayatını çaldı. Ve o gün, “leydim”, “prensesim” diye sevdikleri yavrularını yitiren Yalçın ailesinin ocağına ateş düştü. Türkiye'nin en ünlü armatör ailesinin özel bir üniversitede okuyan oğulları F.K., kazaya yol açtığı için yargılanmaya başladı. Sanık, 8’de 8 suçlu bulundu ancak kısa bir süre cezaevinde yatıp özgürlüğüne kavuştu. Sonrasında yaşananlar ise adeta komplo teorisi gibiydi. 12 yaşındayken babasını bir trafik kazasında kaybeden F.K.’nın hayli ünlü amcası, ulemaya sorup kan parası ödemek istediklerini söyledi. Acılı aile, sert tepki gösterdi; “Şeriat devleti miyiz? Biz para verelim, kızımızı geri getirsinler.” Sanığın salıverilmesinin kamu vicdanını zedelediğini vurgulayan CHP, soru önergesi verdi, Adalet Bakanlığı’ndan yerlerde sürüklenerek çıkartılan Yalçın’lardan, eski bakan Mehmet Ali Şahin, özür diledi. Acı gün geçtikçe daha da büyüdü, sorguladıkça başlarına gelmeyen kalmadı. Aile, saldırıya uğradı, dükkânlarının camları kırıldı. Çalışan işçileri ve Sinem’in yanında bulunan tanık, ne hikmetse bir süre sonra karşı tavır aldılar. Dava süresince dört avukat eskittiler. Hatta evleri soyuldu, talihsiz genç kızın özel eşyaları çalındı. Yılların modacısı anne Neşe Yalçın ile ekonomist baba Sinan Yalçın'ın, adalet arayışı bugün hala sürüyor.


—Başınız sağ olsun. Sinem’i sizden dinlemek istiyoruz. (Söyleşi boyunca gözyaşları hiç dinmedi. Evlat acısı, her şeyden ağırmış, bir kez daha şahitlik etmiş oldum)

Neşe Yalçın; Sinem, 29 yaşındaydı. Üç lisan bilen, geleceği parlak bir moda tasarımcısıydı. Tanrı vergisi bir yeteneği vardı. Dünyanın sayılı üniversitelerinde okuyabilirdi, Türkiye’yi seçti. Önce İngiliz edebiyatı okudu ardından da güzel sanatlar akademisine gitti. Roma’da okurken Pelin Batu ile aynı evi paylaştılar. Bizim için eğitim gördüğü Viyana’dan geldi. Marmara Üniversitesi’nin tekstil bölümünde yüksek lisansa devam ediyordu. Firmamız Şafak Gelinlik ve Moda Evi’nin ihracat ve ithalat bölümüyle de ilgileniyordu. Keşke onu, Viyana’dan hiç çağırmasaydık.

—Kaza gününe dönebilir miyiz?

Sinan Yalçın; O gün, alışveriş merkezine gitmek için evden çıktı. Kızım, huzurevinde kalan yaşlılara yardım ederdi, oraya uğramış. Kurumun santralinde çalışan genç bir kadın, beni de yanına al deyince birlikte atlamışlar arabaya, yola koyulmuşlar. Sinem, dalgınlık sonucu Boğaziçi Köprüsü yoluna girmiş. O esnada, otomobiline, arkadan gelen bir araç çarpmış. Hasara bakmak için Altunizade Köprüsü’nün altındaki emniyet şeridine arabasını çekmiş. Otomobilinden inen kızıma, bir arazi aracı son sürat çarpmış ve yan yatan arabanın sürücüsü olay yerinden kaçmış. Sinem, hastaneye götürülünce eşimle birlikte yanına koştuk. Sedyedeki kızım, bizlere, “Ne olur beni kurtarın, ölmek istemiyorum’ diyordu. Ona, ‘Ölmeyeceksin kızım. Bak iyisin’ diyerek, güç vermeye çalıştık. Ameliyatı altı saat sürdü ve biz, yavrumuzu kaybettik.

—Sanık ne kadar cezaevinde kaldı?

S. Yalçın; Ümraniye Cezaevi’nde 3 ay 10 gün yattıktan sonra ilk duruşmada salıverildi. Gemici belgesi alıp, Güney Kıbrıs’a kaçtığını ve orada ismini değiştirdiğini öğrendik. O, içerideyken de krallar gibi yaşadı, özel bir koğuşta kaldı. Su yatağı, dizüstü bilgisayarı, doktoru, masajcısı her şeyi vardı. Neredeyse nişanlısı her gün yanındaymış. Cezaevinde uyuşturucu krizi geçirdiğini duyduk. Ralli ile uğraşan bu genç, daha önce de benzer bir kazaya karışmış ve olayda bir kişi yaşamını yitirmiş. Kazadan sonra da ehliyetine el konulmuş. Açıkçası o gün, ehliyetsiz bir şekilde direksiyona geçmiş. Kurtulmak için bahçıvanlarını bile öne sürdüler (suçu başkası üstlenmek istemiş) ama adam alacağı cezayı öğrenince korkup kaçtı. 24 saat sonra teslim olan sanık, alkol müydü yoksa uyuşturucu mu kullanmıştı, bilinemedi. Çünkü tahlil yapılamaması için saçını kazıtmıştı. Peruğundan örnek alındığı için de herhangi bir sonuç çıkmadı.

—Peki, şu an dava ne durumda?

Üsküdar 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde sanık F.K.’ye "bilinçli taksirle bir kişinin ölümüne neden olmak" suçlamasıyla dava açıldı. Mahkeme, Aralık 2008’de sonuçlandı ve sanık, 5 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezayı az bulduk ve temyize başvurduk. Dosya, aylarca Yargıtay’da kaldı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, F.K.’ye cezayı fazla bulan ailesinin yaptığı itirazı reddetti. Ardından cezanın onanması istenen tebliğname, dosyaya bakacak olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gönderildi. Onanması durumunda, sanık, tekrar cezaevine girecek.

—Hırsızlık meselesi nedir?

N. Yalçın; Üsküdar Salacak’taki kale gibi korunaklı evimize, geçtiğimiz yıl Temmuz ayında hırsız girdi. Güvenlik görevlisi ile kameralar bulunmasına karşın, çelik kapının kilidini kırmışlar. Evden yaklaşık 500 bin TL değerinde altın ve mücevher çalındı. Ama asıl bizi üzen daha değerli takılar ve kasayla uğraşmayıp, kızımın özel eşyalarını almaları. Eşimin bilgisayarını çalmamışlar, Sinem’inkini ise götürmüşler. CD’lerini, takılarını, koleksiyonunu ve kitap yazmak için aldığı notlarını da... Resmen onunla ilgili ne varsa yok etmek istemişler. Polis soruşturma başlattı ancak hala bir sonuç alınamadı. Sinem’in eşyalarına bakarak avunuyorduk. İlk önce kızımızı aldılar elimizden şimdi de hatıralarımızı...

Baba Sinan Yalçın, cep telefonundaki siyam kedisi “Osman”ın fotoğrafını gösteriyor. Soruyorum, kızınızın kedisi miydi?

S. Yalçın; Sinem’in üç siyam kedisi vardı. Ona en bağlı olan ise Osman idi. Kızım, hayatını kaybedince, Osman, depresyona girdi ve fazla yaşamadı. Osman’ı, Sinem’in başucuna gömdük.

—Sanırım günleriniz, adaletin peşine düşmek ve mücadele etmekle geçiyor.

S.Yalçın; Nişantaşı’ndaki dükkânı kapattık, Üsküdar’da devam ediyoruz. Madden ve manen, çok büyük hasarlar gördük, yıkılmadık. Bizimle çok uğraştılar ama yılmadık. Giderek daha da güçlendik, bilendik. Eskiden daha çok ağlıyorduk, şimdi daha az ağlıyoruz.

—Son olarak ne söylemek istersiniz?

N.Yalçın; Çoğu trafik kazasının cinayetten hiçbir farkı yok. Trafik cezalarının ağırlaştırılması için Sinem’i kaybettiğim yerde, büyük bir defile yapacağım. Önce trafik kazalarıyla ilgili çıkan haberlerini toplayıp, kumaşlara işleyeceğim. Sonra bu kumaşlardan çeşitli elbiseler yapıp, mankenlere giydireceğim. Sanık, şayet cezasını çekmezse, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmayı düşünüyorum, gerekirse mahkemenin bulunduğu Strasbourg’a kadar da yürüyeceğim. Bugüne dek binlerce genç kıza gelinlik diktim, kendi kızıma dikemedim. İnanın, yüreğim yanıyor. Hiçbir şeyden keyif almıyorum. Sadece Sinem için bir şeyler yapınca rahatlayabiliyorum. Şimdi muhtaç durumda olan 100 genç kıza gelinlik vermek istiyorum. Muhtarlıktan fakirlik kâğıdı getirmeleri kâfi...

S. Yalçın; Kızımızın adını yaşatmak için Sinem Reyhan Yalçın Güzel Sanatlar ve Öğrenim Vakfı’nı kurduk. Şu an maddi durumu iyi olmayan ancak okumak isteyen 18 öğrenciye destek oluyoruz. Daha çok öğrenci okutabilmek için yardıma ihtiyacımız var. (Ziraat Bankası Üsküdar Şubesi Hesap Numarası: 403 2428632-5002)


Cumhuriyet Pazar Dergi / 17 Ocak 2010

16 Ocak 2010 Cumartesi

Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 5 ve son






“EVRENİN EN GELİŞMİŞ ALETLERİ”



Ulucanlar Cezaevi’ndeki kanlı baskının ardından Burdur E Tipi Hapishanesi’ne nakledilen yaralı tutuklu ve hükümlülerin, çekilecek çileleri henüz bitmemişti. Yakınları baskı görüyor, günde bir saat süreyle su verilen cezaevinde, hastalık kol geziyordu. Günler, sağ görüşlü adli tutukluların saldırı girişimleri, kantin alışverişinin kısıtlanması, koğuş temsilcilerinin birbirleriyle görüşmelerinin yasaklanması, radyo ve teyplerin toplatılmasıyla geçiyordu. Mahkûmlara, ne olduğu belli olmayan sarı bir sıvının zorla enjekte edildiği öne sürülüyor, ayrıca koğuş kapılarına siyasi tutuklu ve hükümlülerin fotoğraflarının asıldığı, bazılarının üzerine de çarpı işareti konulduğu iddia ediliyordu.

Çok geçmedi aradan... Beklenen operasyon, 5 Temmuz 2000 günü bağıra bağıra geldi. Burdur Cezaevi’nde “F tipi cezaevleri uygulamasını protesto etmek isteyen 11 tutuklunun mahkemelere çıkmadığını” gerekçe gösteren güvenlik güçleri, dozerlerle(!) baskın düzenlendi. Operasyon için Isparta, Konya ve Antalya’dan takviye jandarma birlikleri getirilmişti. Sabah saat 08.00 idi. Askerlerin, çatılara çıktığını ve koğuş bölgesinde toplandığını gören 16 kadın ve 45 erkek mahkûm barikat kurdu. Sonrasını tanıkların anlatımlarından okuyalım:

“Barikatları, Ulucanlar’da yaşananların tekrarlanacağını kurduk. Yarım saat sonra gaz, ses ve sis bombaları atılmaya başladı. Tazyikli su püskürtüyorlardı. Suda yapışkan bir madde vardı. Bariyerleri biz yakmadık. Bizi dumanda boğmak için kendileri yaktılar. Ellerinde ateş püskürten bir makina vardı. Yunus Aydemir ve Cemil Aksu arkadaşlarımızın yüzü yandı. Başına gaz bombası isabet eden Sadık Türk, beyin kanaması geçirdi. Güvenlik görevlileri, duvar yıkılınca kepçeyle bizi çekmeye çalışıyorlardı. Kolumuz, bacağımız, kafamız neremiz denk gelirse almaya çalışırken Veli Saçılık’ın kolu koptu. Kol tamamen yoktu. Biz kopan kolu suyun içinden çıkardık. Ama kopan yerden hiç kan akmıyordu.

Jandarmalar daha sonra içeri çengel atmaya başladı. Çengeller, yaralanmalara ve arkadaşlarımızın gözlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarına yol açtı. Sonrasında, İnayet Kandemir ve Makbule Akdeniz, iş makinesinin kepçesine konularak, sanki topraklarmış gibi hücreler tarafına boşaltıldılar. Halil Tiryaki, cop ve kalasla dövüldü. Yere yatırılıp, üstünde tepinildi. Ali Mitil ve Hüseyin Kilit’in ayakları, Özgür Kılınç'ın kolu, Hülya Tulunç’un da kaburgaları, demir ve kalas darbeleriyle kırıldı. Yusuf Demir’in kafası ve yüzünde derin yara izleri oluştu. Asiye Güden, çenesinden yaralandı. Şahin Geçit’in eli, çarpan sis bombası nedeniyle parçalandı. Baskın bitiminde, sevkler yapılırken gardiyanlar, cezaevi girişindeki boşlukta ‘işkence tezgâhı’ kurdular. A. A. T. ismindeki kadın arkadaşımıza gardiyanlar, floresan lamba ile tecavüze etti.”

Cezayirli Cemile Bupaşa'nın rahmine bira şişesi sokmuştu Fransız Gizli Ordusu. Türkiye’de ise F.D., M.C., H.E., E.P., A.Z.G. ve daha niceleri, florasanla, copla, elektrikli copla, parmakla, şişeyle, hortumla, sopayla, silah namlusuyla tecavüze uğradı. M.K., N.T., Ü.Ç., İ.U., D.U., L.İ. ve D.Ö., işkence ve tecavüz sonucu çocuklarını düşürdüler. Tecavüze uğrayan lise öğrencisi ise birde üstüne okulundan atıldı.

El Salvador devrimci hareketinin kadın komutanlarından Ana Guadalupe Martinez’in “gizli zindanlarda” yaşadıkları aşağı yukarı şöyledir:

“Beni soymaya ve belden aşağı davranmaya başladılar. Göğüslerimi, cinsel bölgelerimi, bacaklarımı elleyip sıkmak için her fırsattan yararlanıyorlardı. Daha fazla elleyip, sıkmalarından kurtulmak için sandalyede oturur kaldım, herkesin eli üzerimde geziniyordu çünkü...

Görevim susmaktı. Devrimcilerin işkenceye karşı direnmesini sağlayan etken, bedensel güç değildir. İşkence uşakları, bedensel dayancı nasıl yıkacaklarını bilselerde, moral ve inanç dik tutuldukça, ne işkence ne de ilaç direnci kıramaz!

Çığlıklarım hücrenin duvarlarına çarparak kayboldu. Astsubay Rosales, askerlerden birini, beni sıkıca tutması için çağırdı ve bu şekilde tecavüz edebildi. Sarhoştular. Hücredeki alkol kokusu iğrençti. Tam bir şok içinde yatıyordum yerde. Bunun er ya da geç başıma geleceğini biliyordum.”

El Salvador’u Burdur’a bağlamak hiç te zor değildir. Dört yıl arayla iki ölüm orucu eylemine de katılan ve hafızasını yitiren erkek tutuklu F.L.’nin, Burdur Cezaevi’nde başından geçenlerden özetle:

“Gardiyanlar üstüme çullandılar. Bir yandan kaba dayak atıyor, diğer taraftan pantolonumu indiriyorlardı. Gardiyanlardan birisi de soyunuyordu. Beni yüzüstü yere düşürdüler. Küfürler yağdırıyor, bir yandan da bacaklarıma bastırıyorlardı. Üzerimde, soyunan gardiyanın ağırlığını hissettim. Bana tecavüz etmeye başlamıştı ki, bir ses, ‘durun!’ diye seslenince toparlandılar...

F.L., arkadaşı Deniz Bakır ile birlikte cezaevinden çıktıktan sonra Gazi Mahallesi’nde ölüm orucunu sürdürmüştü bir dönem. Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan kanlı baskının 3. yıldönümünde ise, F.L., kendini yakmaya çalıştı. Operasyonda can veren Ümit Altıntaş’ın Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabri başında, üstüne kolanyayı döken ve çakmağı çakan F.L., birinci derece yanıkla hastaneye kaldırıldı.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okurken “Kahrolsun faşizm” yazılı pankart açtığı gerekçesiyle, Ankara DGM’de, 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Barış Gönülşen ise, hem Ulucanlar Hapishanesi’nde, hem de Burdur Cezaevi’nde yaralanmıştı:

“Onlar, kompresör ve buldozerler vasıtasıyla duvarları deliyorlar, bizler kapatmaya çalışıyorduk. Sürekli gaz bombası atıyorlardı. Bir bomba, Sadık Türk’ün, başının delinmesine neden oldu. Kadınlar koğuşuna geri çekilmeye mecbur kaldık. Altmış kişiydik, koğuşta 4 saat direndik. Yer, dar olduğu için sinir gazları etkili oldu. Gazlar, vücuda sirayet ediyorlardı. Astımlılar sinir krizleri geçiriyorlardı. Sonra, büyük bir kepçeyle duvarı delmeye başladılar. Kepçe, Veli Saçılık’ın kolunu kopardı.”

Olaylardan sonra cezaevindeki 70 mahkûm açlık grevine başladı. 18 erkek tutuklu ve hükümlü, içerisinden kanalizasyon geçen yerin iki metre altındaki kör hücrelere konuldu. Havalandırması bulunmayan hücrelerde, ıslak beton üzerinde ranza, yatak, battaniye olmadan kalıyorlardı. Kadın tutuklular ise sadece ranza bulunan müşahede hücresinde tıkıldılar. Baskında yaralanan 61 kişiye verilen raporlarda, “darp, gaz zehirlenmesi, vücuttan parça kopması, taciz ve tecavüze maruz kalma, kafada travma” gibi bulgulara rastlanıldığı belirtildi.

Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler cephesinde bunlar yaşanırken, aynı hapishanede kalan Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer’in katili C.B., lüks içinde hayatını sürdürüyordu. Denizer’i 40 milyon lira borcu olduğu için öldürdüğünü iddia eden ve 27,5 yıl hapis cezası alan B.’nin koğuşunda, yok yoktu! Ne yaman çelişki. Birileri yeraltında, bokun, sidiğin içerisinde hayat mücadelesi veriyor, bir diğerinin, havadar odasında, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, şofben, müzik seti, cep telefonu bulunuyordu. Çete üyeleri, mafya liderleri, bunu aslında hep yapardı. Rant kavgalarını, hapishaneye taşırlar, içerisini, birilerinin himayesinde cennete çevirirlerdi. Bayrampaşa Cezaevi’nde sekiz, Metris’te beş kişiyi, gözlerini bile kırpmadan öldüren onlardı. Uşak Cezaevi’nde beş mahkûmu katleden, cesetleri çatılardan atıp devlete meydan okuyan, siyasi kadın tutukluların bulunduğu yere “sıra sizde” pankartını asan yine çetelerdi. Bergama Hapishanesi’ne ring aracı yerine ambulanslarla nakledilen çete üyelerinin, üzerlerindeki ateşli silahlarla yolculuk etmelerine göz yumuluyor, hatta “Asker bunu, siz istediniz” diye döviz açma cesaretini bulabiliyorlardı.

Yine Burdur’a dönelim. Benzer kanlı olaylarda olduğu üzere, Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlülere de, 'cezaevi idaresine karşı toplu isyan' suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede operasyonun, cezaevinde 30 milyar liralık zarar meydana geldiği öne sürüldü. Tüm mahkûmlara Türk Ceza Yasası’nın 304/1. maddesi uyarınca, 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası verilmesi istendi. Jandarma hakkında yapılan soruşturma neticesinde ise “Olaylara mahkûmların sebep olması” gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi.

Baskında yaralananlardan ve aralarında Tuncay Yıldırım ve Ali Aycen’in de bulunduğu sekiz kişi, Bergama Özel Tip Cezaevi’ne sevkedildi. Yaralıydılar. Burdur Cezaevi’nde yaşadıklarını, kamuoyu iyi paylaşmak istediler. İçeride çektikleri fotoğraflar, gazetelerde yayımlanınca, haklarında Adalet Bakanlığı’nca disiplin soruşturması açıldı. Soruşturma sonucunda, hepsi de suçlu bulundu ve 15’er gün hücre cezasına çarptırıldılar: “Filmlerin negatiflerini, yönetimin izni ve bilgisi olmadan dışarıya çıkartıp, ulusal gazetelerde yayınlanmasına sebep oldukları ve bu hareketlerinden dolayı cezaevimiz idaresini zor duruma düşürerek, üzücü bir olaya mahal verdikleri ve cezaevimizin güven ve itibarını sarstıklarından dolayı…” Doğrusu bu ya, karar, bu topraklarda doğan herkese, daha küçük yaşlarda belletilen “kol kırılır, yen içinde kalır” düsturu ile birebir örtüşüyordu. “Kendi yarasını, kendine saklaması gerekenlerden” tanık Ali Aycen’e verelim sözü, O da, Burdur Hapishanesi’nde yaşadıklarını dile getirsin:

“Gardiyanlar sayıma gelmeden, 3. ve 4. koğuşların kapılarını, mazgalları ve ara malta kapılarını kapattılar. Elektrik ve sularımızı kestiler. Uyarı dahi yapmadan 4. koğuşun kapısına bomba attılar. Çatıdaki askerler ise, kafamıza kiremit yağdırıyordu. Kadın arkadaşlarımız, kendi koğuşlarının mazgalını patlatarak, yanımıza geldiler. Hep birlikte, 3. koğuşta kurduğumuz barikatların arkasına geçtik. Askerler ve gardiyanlar, barikat olarak kullandığımız battaniye ve yatakların üzerine mazot döküp, ateşe verdiler. Attıkları gaz bombaları, bütün vücudu yakıyor, bilinci kapatıyordu. Barikatlara özellikle uzun itfaiye kancaları ve tazyikli sularla yükleniyorlardı. 60, 70 kişi vardık, bin kişinin katıldığı operasyonla, katledilmeye çalışıldık. Saatler süren direnişin ardından, ‘Allah Allah’ sesleriyle içeri girdiler. Ya yaralı ya da baygın durumdaydık. ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek’ sloganlarını arasında, vakit geçirmeden işkenceye başladılar.”

Mahpushanede, insana ait öyküler bitmez. Mutsuz sonlar desen hiç tükenmez. Önce Bergama Cezaevi’ne ardından da Buca’ya sevkedilen Tuncay Yıldırım, Burdur Hapishanesi baskınında yaralanmıştı. MLKP davasından hüküm giyen, Tuncay Yıldırım, Buca Cezaevi’nde hücre tipi yaşamı protesto etmek için ölüm orucuna başladı. Çok geçmedi, İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi'ne konuldu. Eylemcilerin günlük su, şeker ve tuz ihtiyacı, bir buçuk milyon liraydı. Tuncay Yıldırım, beş gün boyunca bu ihtiyaçlarını alamadı. Önemli mi bilemem. Tuncay, sevgililer gününde tahliye edildi. Ancak eylemini, İzmir Yamanlar'daki bir evde sürdürdü. 2002 yılının nevruzunda canından oldu.

Fotoğrafların gazetelerde yayımlanmasının ardından, ‘hazımsızlık’tan olsa gerek, Bergama Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler ile onların ailelerine yönelik hak ihlalleri hız kazandı. Cezaevi yönetiminin öncelikli görevi, suç unsuru fotoğraf makinesine el koymaktı. Jandarma ve gardiyanların katılacağı ‘genel arama’ isteğine, mahkûmlar itirazda bulunmadı. Tutuklu ve hükümlüler, hapishane idaresinin, koğuşlardaki kişisel eşyaları alma talebine de ‘evet’ dediler. İsteklerinin kabul edildiğini gören idare, bu kez de, tutuklu ve hükümlülerin yeni yapılan hücrelere konulmasında diretti. Mahkûmlar hücre uygulamasına karşı çıkınca, 26 Temmuz 2000 günü sabahı, baskın düzenlendi. Cezaevindeki siyasilere ait koğuşlar tahrip edildi. Avukatların itirazı üzerine askeri yetkililer, “Operasyon yapılmadığını, tutuklu ve hükümlülerin dirençlerinin kırılmaya çalışıldığını” söylediler. Sonunda anlaşma sağlandı. Bergama’daki 77 siyasi tutuklu ve hükümlü, Buca Cezaevi’ne sevkedildi. Burdur ve Bergama’dan önce aslında 2000 yılının ilk operasyonu Bandırma Cezaevi’nde yaşanmıştı. 7 Ocak 2000 günü, Bandırma Cezaevi’ndeki İslamcı tutuklu ve hükümlülere müdahale edildi. Baskında, İBDA-C davası tutuklusu Ayhan Sönmez, jandarma kurşunuyla öldürülürken üçü ağır altı kişi de yaralanıyordu. Hayata Dönüş operasyonu için artık start verilmişti.


“KOPAN BİR KOLU ARAMAK”


Burdur Cezaevi operasyonunda, Devlet Su İşleri’ne (DSİ) ait dozerin kepçesiyle, sağ kolu kopartılan ve kopan kolu başka bir şehirde, komşu kent Isparta’da bir sokak köpeğinin ağzında bulunan Veli Saçılık dehşet anlarını aktarıyor:

“İş makinesinin operatörü, bilerek ve isteyerek, kepçenin başıyla beni duvara sıkıştırdı. O esnada, kolumun koptuğunu gördüm. Yere düştüm. İki saat boyunca, koğuşa sıkılan suyun içinde kaldım. Bir arkadaşım, kolu bulup üzerime koydu. Engels, insan ellerine ‘evrenin en gelişmiş aletleri’ diyordu ve benim üretmek için gerekli ellerimden biri yoktu artık... Demek ki ömrüm boyunca işçi olamayacaktım. Bayılmamı önlemek için beni sürekli konuşturmaya çalışan ihtiyara, bunu söyledim. Beni, ‘üzülme yoldaşım, işçi olacaksın, iyileşeceksin’ diye yanıtladı. Yeni bir şeyi keşfetmenin heyecanıyla, ‘olsun ihtiyar, onlar da artık bana kelepçe takamayacaklar’ dedim.”

Ancak Saçılık yanılıyordu. Sağ kolu kopmuştu ama sol kolu duruyordu. Kalan koluna zinciri doladılar ve onu nakil aracına bağladılar. Genç adam, 1995 senesinde, Emek gazetesi satarken gözaltına alınmıştı. 17 yaşındaydı. O dışarıdayken davası sürmüş ve 1998 yılında yardım ve yataklık suçlamasıyla üç yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Özgürlüğüne ise, cezasının bitimine yedi ay kala, Şartla Tahliye Yasası’ndan yararlanarak kavuşabilecekti.

“Burdur Devlet Hastanesi’nde sadece bir tetanos iğnesi vurmakla yetindiler. Isparta’ya sevkedildim. Beni tedavi eden doktor, kolumun artık dikilemeyeceğini belirterek ‘Çok zaman geçmiş. Ayrıca kopan kolunu naylon torbaya koyup yollamışlar. Eğer buzlu bir torbaya konulsaydı, yerine dikilebilirdi’ dedi. Tekrar Burdur Devlet Hastanesi'ne sevk edilmeme karşın beni cezaevine geri götürdüler. Revir diye, boş bir odaya attılar. Getirdikleri yatak ve battaniye ıslaktı. Açlık grevine başlayınca, beni hastaneye kaldırdılar. Adalet Bakanlığı müfettişi gelene kadar, tedavi edilmedim. 15 gün banyo yaptirmadılar, üzerime atılan gaz bombasının bıraktığı islerle durdum. Hastanede ifademi alan müfettiş, operasyonun, devletin otoritesini göstermek için yapıldığı söyledi. Ben de ‘Devlet otoritesini kolumu kopararak mı gösterdi?’ diyerek devletin tavrına isyan ediyordu, Veli Saçılık...

Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi doktorları, hastanelerinde tedavi altına alınan Saçılık’ın kolunu dikemediklerini açıklıyordu. Yavrusunun sağlık durumunu öğrenmek için hastaneye koşan Anne Kezban Saçılık ise, görevlilerin “Teyze oğlunun kolu morgda, istersen al!” sözleri karşısında şok geçiriyordu. Hastane personeli, jandarmanın istemi üzerine kolu gömmediklerini ve askeri yetkililere teslim ettiklerini öne sürdüler. Jandarmalar ise kolu teslim almadıklarını iddia ediyorlardı. Tartışmadan çıkan her hangi bir sonuç yoktu. Mesele, arapsaçına döndürülmek isteniyordu. Tek gerçek vardı. Genç bir adam, hayatı boyunca sakat kalacaktı. Saçılık'ın kolu, sokak köpeğinin ağzından alındıktan üniversite görevlilerince, Doğancı Mahalle Mezarlığı’na gömüldü. Isparta Valiliği, olayı ‘trajikomedi’ olarak nitelendirdi! İçişleri Bakanlığı ise, çalışmasına engel olmak istemiyle iş makinesine saldıran! Saçılık’ın, kolunu makineye kaptırmasının, gözyaşartıcı gaz ortamında ve olay anındaki aydınlatma yetersizliği nedeniyle engellenemediği açıklıyordu.

Adalet Bakanlığı, Saçılık’a, ‘protez kol’ sözü verdi. Fakat sözlerini, ‘ödenek yokluğunu’ gerekçe göstererek tutmadılar. Saçılık’ın takma kolu, aylar aylar sonra takılabildi. Kolun parası uzun süre ödenmediği için genç adam zor günler geçirdi. Ankara Mamak’ta yoksul bir gecekonduda kalıyorlar, evin geçimini ihtiyar babası inşaatlarda gece bekçiliği yaparak sağlamaya çalışıyordu. Saçılık, yıllarca iş bulamadı: “Cezaevinde yattığım ve tek kollu olduğum için zaten iş bulamıyorum; iş bulduğumda da polis işyerine ‘bu tehlikelidir’ diye baskı yapıyor’ diyordu. Devlet, O’nun peşini bırakmamaya kararlıydı sanki. Adına açılan ‘bağış kampanyası’ nedeniyle Veli Saçılık, gıyabında yargılanarak 3 ay hapis, 249 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Saçılık’ın, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi aleyhine Antalya 1. İdare Mahkemesi’nde açtığı davada, hastanenin, Saçılık için 2 milyar lira, annesi Kezban Saçılık ve babası Cemal Saçılık için de 500’er milyon lira tazminat ödemesi öngörüldü.

Gelelim en sinir bozucu ayrıntıya... Yardım ve yataklık suçlaması nedeniyle hüküm giyen ve içerideyken sakat kalan Saçılık, AİHM kararları doğrultusunda, yeniden yargılanmak istemiyle mahkemeye başvurdu. Ve ne oldu? Beraat etti genç adam. Boşyere bir insanın hayatıyla oynanmıştı. Pisipisine cezaevine düşmüş, insanın içine işleyen bir dramın kurbanı olmuş, sakat kalmıştı.

BEKSAV Sinema Atölyesi, Saçılık’ın hayatını 60 dakikalık belgesel filme taşıdı. Sedat Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı filmin adı, “Kelepçe” idi…


CEZAEVİNDE SANAT…


Yeniden de olsa dönüp geri
Geçerdim yine o yoldan
Zincirlerden yükselen ses
Söz ediyor yarınlardan

“Kavai Köprüsü”nden, “Kelebek”e, “Alcatraz Kuşçusu”ndan, “Carandiru”ya, “Babam İçin”den, “O da Bir Ana”ya, “Duvar”dan, “Uçurtmayı Vurmasınlar”a toplama kamplarını, cezaevlerini, hasreti ve esareti anlatır filmler. Romanlar yazılır adına... Saygon zindanlarını “direnme savaşı” ile tanırız. Sonra günü gelir “Salvador’un gizli zindanları” olur eserin adı. Ülkemizde ise “Tatar Ramazan”, “72. Koğuş”, “Bizim Koğuş”, “Esir Şehrin Mahpusu”, “İçerdeki Oğul”, “Yaralısın” ve daha niceleri... Hikâyeler, mektuplar ve elbette şiir, dört duvar arasından sıyrılır gelir.

Hırsla çakarım kibriti
İlk nefeste yarılanır cigaram
Bir duman alırım dolu
Bir duman kendimi öldüresiye
Biliyorum “Sen de mi” diyeceksin
Ama akşam erken iner mapushaneye
Ve dışarda delikanlı bir bahar
Seviyorum seni çıldırasıya.

Ahmed Arif

“Hasretinden Prangalar Eskittim”, “Tutuklunun Günlüğü”, “Bir Siyasinin Şiirleri”, “Saat 21–22 Şiirleri”, “Mahpushane Şiirleri” ve “Zindan Duvarları”... Hasretin yakıcılığı daha nasıl resmedilir.

Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…

Ahmed Arif


“Görülecek günler var daha” der Sabahattin Ali ve devam eder:

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Mapus yata yata biter
Aldırma gönül aldırma


Lord Byron, Paul Eluard, Victor Hugo, Paul Verlaine, Baudelaire, Federico Garcia Lorca, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Ziya Gökalp, Kemal Tahir, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Ahmed Arif, Yılmaz Güney, Attila İlhan, Can Yücel... Onlar demir parmaklıklar ve taş duvarlar arasında eğitimlerini aldılar. Sinop Kalesi’nden Yedikule Zindanları’na, Drama Mapushanesi’nden bugüne uzanan bir kültürdür bu…

Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi;

Tek suçumuz hür insanlar gibi konuşmak
Kitaplar suç ortağımız.



KAYNAKÇA



. TECRİT Yaşayanlar Anlatıyor – Selami Karnaz – Boran Yayınları.
. Hücremde Bir Gün - Boby SANDS – Sosyalist Yayınlar
. Salvador’un Gizli Zindanları - Ana Guadalupe MARTİNEZ
. Zulüm Politikaları - Kate MILETT – Metis Yayınları
. Türkiye Solunun Hapishane Tarihi - Şaban Öztürk - Yar Yayınları
. Hücrem - Yılmaz GÜNEY – Güney Yayınları
. Hapishane Şiirleri - Erdoğan Alkan - Kaynak Yayınları
. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek - Adnan Yücel - Yurt Kitap/Yayın
. Bir Direniş Odağı Metris - Sinan KUKUL – Yar Yayınları
. Firar Öyküleri - Adnan GERGER – Başak Basın Yayın
. Sessiz Ölüm - Ümit KOŞAN – Belge Yayınevi
. Sessiz Ölüm – Hüseyin Karabey – Metis Yayınları
. Venceremos - Şili'ye Evet, Pinoçet'e Hayır
. Spartaküs - Howard Fast – Sosyalist Yayınlar
. Tutsak Dergiler – Boran Yayınevi
. Başeğmeyen Kadınlar – Boran Yayınevi
. Direniş, Ölüm ve Yaşam 1 – Boran Yayınevi
. Direniş, Ölüm ve Yaşam 2 – Boran Yayinevi
. Fırtınadan Sonra - Howard Fast - Oda Yayınları
. Gözaltında Tecavüz - Meryem Erdal - Çivi Yazıları
. Direnme Savaşı - Nguen Duc Thuan - Oda Yayınları
. Hapishanelerde Katliam – Anadolu Yayıncılık
. İnancın Sınandığı Zor Mekânlar HÜCRELER - Nevin Berktaş - Yediveren Yayın
. 78’liler Vakfı, kuruluş senedi taslağı.
. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cemil Kutlu (Ada hapishaneleri)
. Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğuna - Çağdaş Hukukçular Derneği
. Yaşatmak İçin Öldüler – Şenay Dönmez – Boran Yayınevi
. Nikaragua Sandinist Devrimi - Henri Weber - Belge Yayınları
. Haydari Kampı - Themos Kornaros - Can Yayınları
. Hıdır ve İlyas – A. Kadir Konuk - Belge Yayınları
. Nevin Bektaş, İnancın Sınandığı Zor Mekânlar: Hücreler...
. Tecrit Karşıtı Yoldaş Mektupları) Damlada Okyanus - Derleyen Tuncay Günel - Şubat Basım Yayım
. Ölümsüz Şarkı - Victor Jara – Parantez Yayınları.
. Ökselerin Yöresinde – Şükran Kurdakul – Ümit Yayıncılık. . Didar Abla - Yayına Hazırlayanlar: Ayşe Hülya Özzümrüt/Ümit Efe - BARİKAT Dergi ve Yayıncılık.
. Demir Parmaklıklar Ortak Düşler – Mukaddes Erdoğdu Çelik – Ceylan Yayınları
. Benim Hapishanelerim – Zeki Sarıhan Berfin Yayınları.
. Umut Yağmuru - Ümit İlter – Boran Yayıncılık
. Cumhuriyet, Birgün, Evrensel, Ülkede Özgür Gündem, Demokrasi, Hürriyet, Sabah, Milliyet gazeteleri…
. Yaşadığımız Vatan, Yürüyüş, Alınteri, Atılım, İşçi Köylü, Tavır dergileri
. Haklar ve Özgürlükler bülteni
. Sivil toplum örgütleri raporları
. Tecrit karşıtı internet siteleri


Devam edecek...

Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 4





“ÇEKME KURŞUNU YERSİN”



1996 ÖLÜM ORUCU EYLEMİ…


Bin operasyon, Gazi olayları, kanlı 1996 1 Mayıs’ı, gitgide tırmanan bir ivme kazanan faili meçhul cinayetler, insan haklarından sorumlu bakanın bile tiyatro gösterisi izler gibi seyreylediği “hücre evi” baskınları, çoğu genç bedenleri kana bulayan yargısız infazlar ve Cumartesi Anneleri’nin eylemleriyle sokağa taşınan kayıp gerçeği. Dahası varoşlarda kurulan barikatlar, yükselen öğrenci muhalefeti ve cezaevleri… Kirli ilişkilerin, kısmen açığa çıkacağı Susurluk kazasına giden yoldaydı ülke. 1990’lı yılların ortalarında yaşam, kâğıttan bir gemiydi, gözyaşlarıyla dolu bir leğende, batmamak için çabalıyordu.

Hapishaneler cephesinde de, durum kötüleşmeye yüz tutmuştu. Büyük bir eylem kapıdaydı. Cezaevleri, can almaktan zevk alan, insan etine hasret bir canavara dönüşmüştü. İçeride, 12 hayat daha sonlanacaktı. Direnişin nedenlerine kısaca bir değinecek olursak, filmi biraz başa sarmalıyız:

ANAYOL Koalisyon Hükümeti’nde Adalet Bakanı olarak göreve başlayan Mehmet Ağar, ilk olarak cezaevlerindeki tüm tutuklu ve hükümlülerin tepkisini çeken 6-8-10 Mayıs genelgelerini yayınladı. Genelgenin, “Tutukluların yargılandıkları yerin dışındaki başka bir kente sevkini” içeren maddesi, büyük tepkilere neden oldu. İçerisi kaynarken REFAHYOL Koalisyon Hükümeti iktidara geldi. Ağar’ın koltuğuna, Şevket Kazan oturdu. Kazan’ın ilk icraatı ise genelgeleri daha da ağırlaştırmak oldu. Ve ardından zoraki “göç” başladı. Tutuklu ve hükümlüler, “tabutluk” adını verdikleri, bitmeyen hikâye formatındaki Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nin tekrar açılmasına, ölüm orucu ve süresiz açlık greviyle yanıt verdiler.

‘Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu’nun ülke çapındaki 41 cezaevinde başlattığı eyleme, bin 500 siyasi tutuklu ve hükümlü katıldı. 20 Mayıs 1996 günü, DHKP-C, MLKP, TKP(ML), TİKB, TKEP-L, Direniş Hareketi, Ekim, THKP-C/HDÖ, TKP/ML ve TDP davalarından tutuklu ve hükümlülerin, başlattığı direniş, 45. gününde ölüm orucuna çevrildi. Ekim davası tutuklu ve hükümlüleri 55. günde eylemlerini ölüm orucuna dönüştürürken, TİKB davası tutuklu ve hükümlüleri eylemlerini süresiz açlık grevi olarak sürdürdü. PKK davası tutuklu ve hükümlüleri ise destek amacıyla açlık grevi yaptı. Ayrı bir talep listesini kamuoyuna açıklayan PKK davası tutuklu ve hükümlüleri, bir süre sonra açlık grevi eylemlerine son verdiler.


Başbakan Necmettin Erbakan, ölüm orucunda bulunan tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde çekilmiş görüntülerini, “sansür hakkını” kullanarak televizyonlarda gösterilmesini engelledi. Sincan davası sanıklarını ziyaret etmekten çekinmeyen bakan Şevket Kazan’ın, “Ölüm orucu için itirafçıları seçiyorlar. Koğuşlarda ‘biz’ değil, örgütler hâkim. Silahları ve faksları var” gibi açıklamaları, gerginliğin daha da artmasına sebep oldu.

Sivil toplum örgütlerinin tepkisi üzerine Kazan, Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ndeki 102 siyasi mahkûmun, İstanbul’daki cezaevlerine nakli yerine, Sakarya’ya gönderilebileceklerini söyledi. Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu bu öneriyi reddedince, operasyon hazırlıklarına başlandı. Uluslararası Af Örgütü, Erbakan ve Kazan’a çağrı yaparak, ölümlerin durdurulmasını istedi. Torun Kaya, Çankırı Cezaevi’ndeki oğluna, eylemin 53. gününde kefen yolladı.

Hayati öneme hayız B–1 vitamini kullanılmadığı için ölümler erken ve peş peşe geldi. Bir haftada, tam 12 can gitti. Öfke meydanlara taştı. Korsan gösteriler, tutuklu ve hükümlü ailelerinin eylemleri, işgaller ve cenaze törenleri. Destek eylemlerine katılan binlerce kişi, gözaltına alındı, yüzlercesi yaralandı. İnsanlığın sınandığı günlerdi. Cağaloğlu’nda Cumhuriyet’e yüz, TGC’ye on metre mesafede bir hengâmenin ortasına düşmüştüm. İstanbul’un göbeğinde ölüm orucuyla ilgili bir gösteriydi. Nasıl sert bir müdahaleydi. Anlatamam… Sivil polisler, ana kucağındaki çocukları bile yere atıp, tekmeleyebiliyordu. Elim fotoğraf makinesine gitmişti, gayri ihtiyari… Polisin biri, Zeballah gibi dikildi başımda, “çekme” dedi. “Çekme kurşunu yersin.” Neyse ki sadece coplamakla yetindiler. Sanırım 15 gazeteci vardık o gün pataklanan…

(Galatasaray’da, Beyazıt’ta, Kadıköy’de veya herhangi bir yerde… Dört mevsim… Gece, gündüz… Sıcak, soğuk… kar, yağmur, çamur… Çeşit çeşit eylem, protesto gösterileri, mitingler ve illa korsanlar… Dünyanın en zor mesleklerinden biridir gazetecilik. Toplumsal olaylarda görevli olmak başlı başına suç kabilindendir. Ne koşullarda gazetecilik yaptığımıza ancak varoş, meydan ve sokaklar tanıktır. Az mı dayak yedim. Tartaklandım, itilip kakıldım, dövüldüm. Aynı gün iki ayrı olayda coplandığımı hatırlarım. Gözaltıları saymadım, aldığım darbeleri de…)

Bir kere zıvanadan çıkılmıştı. Polis, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni basarak, gazeteci avlıyordu. “Tarihe geçen belge” diye, neredeyse yarım sayfayı işgal ediyordu, çektiğin fotoğraf. Ve sen, ertesini gün tekrar eyleme koşacağından, iyice hedef olmamak için fotoğrafın altına imzanı bile atamıyordun. Uykusuz geceler, tehlikeli gündüzler, görev seni bekliyordu. Ceviz kırmaktan başka işe yaramayan telsizlerle, ankesörlü telefonlarla veya iki coplanma seansı arasında, börekçiden, kahvehaneden yazdırılıyordu haberler...

Sonra Gazi Mahallesi’nde ikinci kez barikatlar kuruldu, sokaklar tutuştu. Güzel Şahin, Nadire Çelik ve Ali Rıza Eroğlu, evlatları için ölüm orucuna başladı.

Şevket Kazan’ın “içeride gizli gizli yiyorlar” demecini yalanlarcasına, 21 Temmuz’da Ümraniye Cezaevi’nde kalan Aygün Uğur, eylemin 63. gününde yaşamını yitirdi. Bayrampaşa Cezaevi’nde yatan Altan Berdan Kerimgiller ise iki gün sonra son kez kapadı gözlerini. Yine aynı cezaevinde kalan İlginç Özkeskin ise ertesi gün. Eylemin 67. gününde üç ölüm haberi arka arkaya ulaştı, yürekleri ağızlarında, evlatlarından haber bekleyen tutuklu ailelerine. Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde Hüseyin Demircioğlu, Bursa Cezaevi’nde Ali Ayata ve Aydın E Tipi Cezaevi’nden “Gerçek ayrılık özlemlerin bittiği yerde başlar, Biz hiç ayrılmayacağız” diyen Müjdat Yanat soluksuz kaldılar. Yine bir gün sonra dünya tarihinde ilk kez, bir kadın ölüm orucu ve açlık grevi eylemcisi yaşamını yitirdi. Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde Ayçe İdil Erkmen ve yine aynı gün Bayrampaşa Cezaevi’nde Tahsin Yılmaz öldüler. Çanakkale Belediyesi’nin hoparlöründen, Erkmen’in cenazesi için çağrı yapıldı.

RP Genel Başkan Yardımcısı Bahri Zengin ile yine aynı partiden İstanbul milletvekili Mukadder Başeğmez, aydınlar Eşber Yağmurdereli, Yaşar Kemal, Oral Çalışlar ve Zülfü Livaneli, Cezaevi Merkezi Koordinasyonu ile görüşmeleri sürdürdü. Taleplerin en önemli maddesi olan “nakillerin durdurulması” ve “sevk edilenlerin yerlerine gönderilmesi” konusunda anlaştılar. Cezaevlerinde yaşanan sorunların bir komite tarafından izlenmesi koşulunu kabul ettiren tutuklu ve hükümlüler, eylemlerini sonlandırdılar. Direnişin bitirildiği 27 Temmuz 1996 günü, Bayrampaşa Cezaevi’nde Yemliha Kaya, Bursa Cezaevi’nde Ulaş Hicabi Küçük, Ümraniye Cezaevi’nde Osman Akgün hayatlarını kaybettiler. Bir deri bir kemik halindeki onlarca direnişçi, vakit kaybedilmeden hastanelere taşındı. Bursa Cezaevi’nden hastaneye sevk edilen Hayati Can ise, anlaşma sağlanmasından birkaç saat sonra, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Yer Bayrampaşa Cezaevi'nin önü... Sıcak mı sıcak bir temmuz gecesinde, eylemin sonuçlanmasını ve arabulucuların dışarı çıkmasını bekliyoruz. Devamını ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde çıkan izlenimlerimden okuyalım:

“Bir beşik sallandı cezaevleri kapısında 10 saat boyunca ölümle yaşam arasında gidip, gelen. Bu 10 saatlik gergin süre boyunca bir ölüme yakalandı, bir yaşama. Ölümle yaşam hiç bu kadar yakın olmamıştı. Bayrampaşa Cezaevi’nin soğuk duvarlarının kenarlarındaki lambalardan süzülen ışık, üzüntü ve merak içerisindeki annelerin, babaların, kardeşlerin, halaların, teyzelerin yüzünde ölümün acısını ortaya çıkarıyor. Kaldırımlarda ölümün kaskatı acısı içerisinde sessizce bekliyorlar. Gazetecilerin gürültülü telaşını izliyorlar. Gözleri kapıda... Yedikleri dayaklar, coplar, yaşadıkları tüm acılar... Onların hiçbirini şimdi düşünmüyorlar.

Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın sert açıklamasından sonra ‘operasyon’ beklentisi içerisindeki kederli ailelerin düşündükleri tek ama tek şey kasvetli cezaevlerinin duvarları arkasında, sabahtan bu yana süren görüşmeler... Ne oluyor acaba? Yeni bir ölüm duymadan anlaşma olacak mı? Hemen önlerinde kask, kalkan ve coplarıyla polisin ördüğü etten duvarın arasından Bayrampaşa Cezaevi’nin demir kapısının ağır ağır açılıp kapanışlarına gözlerini kenetlemişler. Sürekli olarak polis otolarının sirenleri çalıyor, protokol araçları giriyor çıkıyor, ambulanslar kapıda hazır bekliyor. Eşber Yağmurdereli’nin yüreklere su serpen olumlu sinyalinden sonra içeriye giren yazarlar ve politikacılardan bir teki bile dışarı çıkmıyor. Dakikalar, saatler geçiyor. Uzadıkça uzuyor saniyeler...

Saatler 23.00’e yaklaşırken İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, CHP İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş ve anlaşmanın mimarı Eşber Yağmurdereli cezaevi kapısında görülüyorlar. Gazeteciler haber telaşı, aileler yaşam umudu içinde çevrelerinde düğüm oluyor.

Haberler yaşam umudunu yeşertiyor. Sevinmek ve sevinmemek... Hem çok mutluydu aileler, sonunda anlaşma sağlanmıştı ya... Hem de çok üzgündüler. Çünkü bedeli çok ağır olmuştu. 69 günlük direnişin sonunda hücreleri tek tek eriyip gidenlerden 12’si yitip gitmiş, geri kalanların vücudunda ise geri dönülmez izler bırakmıştı. Çocuklarının yaşatılması için sokaklardaki haykırışlarında yedikleri cop ve tekmelerin acısı bu ağır bedelin yanında hiç kalırdı. Anlaşma sağlandığı haberi ailelerin sessizliğini bozuyor. Kameralara, teyplere içlerini döküyorlar.

Ölüm orucu direnişçisi Birol Abatay’ın babası Şehzat Abatay, buruk bir sevinç içinde olduklarını belirterek, ‘Çocuklarımızı ve bizi perişan ettiler. 12 yavrumuzu kaybettik. Aileler, hastanede çocuklarının ölmeyeceğini nereden bilsin? Kendi oğlumdan ölenleri asla ayırmam. Çünkü onlar da bizim evladımız. Benim ve bizim için artık hiçbir şey fark etmez. Talepler kabul edildi, fakat uygulama aşamasında pürüzler çıkarsa ne olacak. Çocuklarımız tekrar ölüme yatacak’ diye endişesini dile getiriyor.

Açlık grevindeki Mehmet Can Targay’ın polis baskısından korktuğunu söyleyerek isim vermek istemeyen halası, ‘Şu an dünyanın en mutlu insanıyım. Sevinçten ağlamak istiyorum. En son Cuma günü görüşebilmiştik. Mehmet’im kan kusuyordu. Halkımıza, askerlerimize ve polisimize geçmiş olsun diliyorum. Onlar da ana kuzusu. Allah’a şükrediyorum. Ölmek fakirlere mahsus bir şey midir? Zenginler, oturmuş, gülerek seyrederken biz birbirimizi öldürüyoruz. Bu dünyada hep iyiler mi ölür’ diye konuşuyor.

Açlık grevindeki Mehmet Can Targay ve Murat Targay’ın amcaoğlu Mümtaz Targay ve yakını Hüseyin Polat, insanların bedel ödeyerek bazı haklara kavuştuğunu söyleyip devam ediyor: ‘Keşke bu olaylar hiç olmasaydı, keşke canlar ölmeseydi. Çocuklarımız hastanede mi, revirde mi, bilemiyoruz. Adalet Bakanı Kazan, geç kalmıştır. Çözüme yönelik adım atmak için Kadir gecesini beklemesi lazımdı. Belki de geri dönülemeyecek bir noktada anlaşmaya gitmek, çıkarlarına denk geldi. Tutukluların insanca yaşam için ölüm oruçlarına girmesi ve haklı talepleri vardı.
Bu basit ve insani taleplerin kabul edilmesi için 2 ay 10 gün beklenmesinin amacı neydi’

Bayrampaşa Cezaevi'nde açlık grevi yapan Serdar Yılmaz'ın babası Sedat Yılmaz, yürek acısıyla Adalet Bakanı Şevket Kazan'ı dinsizlikle suçlayıp sitem ediyor: ‘Dini olan bir insan bunları yapmaz. Çocuklarımıza 69 gün resmen işkence yaptılar. Oğlumuzun sağlık durumu çok kötüydü, ailecek biz de öldük. Asıl Şevket Kazan'ın tedaviye ihtiyacı var. Onun öbür tarafta da işi çok zor. Şevket Kazan bunca ölümden sonra alsın da kına yaksın.’

Bazı tutuklu ve hükümlü yakınları, Mehmet Ağar ve Şevket Kazan’ın da evlat acısını duymasını isteyerek, beddualar ediyor: ‘İçimiz kan ağlıyor. Dünyanın en büyük acısı evlat acısını yaşadık. Allah'tan isteğimiz Ağar’ın ve Kazan’ın çocuklarının da bizim oğullarımızın, kızlarımızın durumuna düşmesidir. O zaman evlat acısı neymiş anlasınlar. Hepimiz fakir insanlarız. Paramızı zorla denkleştirip memleketimizden kalkıp geliyoruz. Evlatlarımızın yüzlerini görmek için geldiğimiz cezaevlerinde cesetleriyle karşılaşıyoruz. Bu nasıl Müslümanlıktır bu nasıl din kardeşliğidir.”

Tablo hazindi. Hemen hemen her eylemcide, görme bozukluğu, kas erimesi ve konuşma güçlüğü tespit edildi.
Yaşamsal öneme haiz B–1 vitamininin kullanılmaması, eylemcilerde telafisi mümkün olmayan rahatsızlıklara yol açmıştı. Ergün Bütüner, Ahmet Gülhan, Semiray Yılmaz, Cafer Gürbüz, Delil İldan ve daha niceleri ömür boyu sakat kalmıştı.


AH CANLAR, ULUCANLAR...


Türkiye, sonbaharı iliklerine dek yaşıyordu. Hızla sararan yapraklar, solacak canları hatırlatıyordu. Hüzün sinmişti hayata. Ve gerçek, hiç bu kadar gaddar, hiç bu kadar medetsiz olmamıştı. Besbelli kış erken gelip, gözyaşlarını dahi donduracaktı. Alemdağ, Buca, Ümraniye, Diyarbakır... Tutuklu ve hükümlü aileleri yıllardır perişandı, sürekli “Ölüm kuşu hangi cezaevine konacak” diye haykırıyorlardı. Sadece 1997 ve 1998’de 66 cenaze çıkmıştı cezaevlerinden...

Sıra, ülkenin başkentindeki Ulucanlar Cezaevi’ndeydi. Ve liste uzayıp gideceğe benziyordu. Resmi adı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi olan Ulucanlar Hapishanesi’ndeki, 40 kişi kapasiteli koğuşta, tam 100 kişi kalıyordu ve bir yatakta üç kişi uyuyamaya çalışıyordu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, duruma itiraz ederek, koğuş mevcudunun azaltılması için hapishane idaresine başvuruda bulundular, insani koşullarda yaşama isteklerini ilettiler. Ancak her hangi bir sonuç alamadılar. Cezaevinden kötü kokular yükselmeye başlamıştı. Herkes tedirgindi.

2 Eylül 1999 günü başlayan ve giderek artan gerginlik, 26 Eylül 1999 gecesi kâbusa dönüştü. Baskından yarım saat önceydi, evlatlarının hayatından endişe eden ve bunun için bir haftadır hapishanenin karşısındaki parkta sabahlayan aileler gözaltına alındı. Onlar çığlık çığlığa yavrularının adlarını haykırırken, özel timler, ilk defa MP5, G–3, Beratta, Kaleşnikof gibi silahların da kullanıldığı bir operasyonla, 10 ana kuzusunu öldürüyordu. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in, ABD’de “resmi temaslarda” bulunmak üzere yola çıktığı gündü. 18 yaşındaki Aziz Dönmez, 40 yaşındaki Feyzullah Koca, sonra Habib Gül (Nevzat Çiftçi), Zafer Kırbıyık, Erkan Özkan, Mahir Emsalsiz, Ahmet Savran, Halil Türker, Ahmet (Abuzer) Çat, Ümit Altıntaş ve Önder Gençaslan yaşamlarından oldu, 30 tutuklu ve hükümlü de ağır yaralandı.

Ulucanlar’daki baskından bir saat önce Aydın Hapishanesi’nde de, siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldıkları koğuşlara operasyon düzenlendi. Elektrik ve suların kesilmesinin ardından koğuş duvarları yıkıldı, içeriye gaz bombası atılıp, tazyikli su sıkıldı. Tam üç saat süren baskın sonucunda, koğuşlara giren güvenlik güçleri, cop, demir çubuk ve dipçiklerle mahkûmları hastanelik etti.

Aydın Cezaevi fırtınayı atlatmıştı ancak Ulucanlar’da tam anlamıyla kıyamet kopmuştu. Baskın bitmiş, canlar yitmişti. Operasyonun nedenlerini kamuoyuyla paylaşmak isteyen yetkililer, her zamanki gibi, çelişkili açıklamalara başvurdular. Önce koğuş yetersizliği nedeniyle 33’ü kadın 76 mahkûmun başka cezaevlerine nakledilmesi için operasyon yapıldığı belirtildi. Sonra Adalet Bakanlığı, “tünel kazıldığı” ihbarı üzerine baskın düzenleyen askerlere karşı, mahkûmların silah kullandıklarını öne sürdü. Peki, bitti mi? Kesinlikle hayır! “ölümlerin mahkûmlar arasındaki iç hesaplaşmadan kaynaklanmış olabileceği” ve “cezaevinde örgüt üyelerinin, sorgu odalarının bulunduğu” da iddialar arasındaydı.

Baskının ertesi günü, ülkenin en büyük gazetelerinden biri, altında “kanlı isyanı başlatmadan beş dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler” yazan bir fotoğraf yayımladı. Sonra bu fotoğrafın beş yıl önce çekildiğini belirtip, özür dilediler. Baskın yapılmasına neden olduğu savlanan “tünel” ise, operasyondan 10 gün sonra gözetleme kulesine 20 metre mesafede, koğuş avlusunun tam ortasında bulundu! Cezaevini gezen gazetecilerin, tünelin kazıldığı yerin, gözcüler tarafından rahatlıkla görülebileceğini söylemesi üzerine yetkililer, insanı hayrete düşüren bir yanıt verdiler:

“Mahkûmlar, tünel kazılırken dikkat çekmemek ve gözcülere yakalanmamak için, avlunun üzerini brandayla kapatmışlar. Kazı esnasında çıkan sesi engellemek için de, avluda daktilo ile çalışarak gürültü çıkarmışlar.”

Avlunun ortasındaki tünelin, 10 gün sonra bulunması “hikâyesi”ne çocukların bile inanmayacağını iddia eden tutuklu ve hükümlüler, tünelin, hapishane idaresi tarafından kazdırıldığını öne sürdüler. Hazırlanan resmi raporlar ve otopsi tutanakları ise, ülkeyi yönetenlerin açıklamalarını suya düşürüyor, yaşanan dramı tüm ayrıntılarıyla belgeliyordu. Bilirkişi raporunda, “Öldürme amacıyla ateş edildiği”, “Cesetlerde kimyasal madde yanıkları bulunduğu” ve “İşkence yapıldığı" yazıyordu. Aziz Dönmez, Zafer Kırbıyık ve İsmet Kavaklıoğlu, av tüfeğiyle, diğerleri ise değişik tipte silahlarla yakın mesafeden açılan ateşle öldürülmüştü. Çoğu kalbinden kurşunlanmış, Ahmet Savran ve Halil Türker, kafalarından vurulmuştu. Habib Gül (Nevzat Çiftçi), kan kaybından hayatını kaybederken, mahkûmların hepsinde darp izi bulunuyordu. Öldürülen mahkûmların elbiseleri de sırra kadem basmıştı! TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı alt komisyonun 28 Haziran 2000 tarihli raporunda şu görüşlere yer verilmişti:

“Elbiselerin kaybolması, atış mesafesi başta olmak üzere, ateşli silah yaralarının tam olarak yorumlanmasını engellemektedir. Olay, planlı yapılmıştır. Müdahale için günlerce hazırlanılmış, yeterli sayıda personel getirilmiş, hatta Özel Harekât Birliği’nden de takviye alınmıştır. Cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği devlete, dolayısıyla da güvenlik güçlerine emanet edilmiştir. Yani bu operasyonda ölen insanların can güvenliğinden devlet sorumludur.”

Söz sırası artık kanlı baskından yaralı kurtulan, üstlük bir de haklarında dava açılanlardaydı:

“Güvenlik güçleri, ‘arama yapma’ bahanesiyle, hiçbir uyarıda bulunmadan sabaha karşı 04.00’de baskın düzenledi. Hemen hemen hepimiz uyuyorduk. Arkadaşlarımız çatılarda, askerleri gördüklerini söyleyince uyandık. Aynı anda 6. ve 7. koğuşların çatılarından, hiçbir uyarı yapılmadan tarama atışı başladı. Gözetleme kulelerinden ‘Sizin kanınızı içmeye geldik’ anonsu yapıldı. Hedef, 4. ve 5. koğuşlardı. İlk atışlar sırasında, Halil Türker ve Abuzer Çat adlı arkadaşlarımız yaşamlarını yitirdi, Ümit Altıntaş ve Zafer Kırbıyık ise yaralandı. Yaralı arkadaşlarımızı taşıyarak, 4. koğuşun havalandırmasına ve koğuş içine çekilmeye çalıştık. Ancak güvenlik güçleri, yaylım ateşini sürdürüyorlardı. Bu sırada Nevzat Çiftçi ve Önder Gençaslan da yaralandı.

Çatılar dışında, müşahede dediğimiz 14. koğuşun camlarından da, makineli tüfeklerle rasgele ateş ediliyordu. 3 No’lu gözetleme kulesindeki sivil giyimli kişiler ise, av tüfeği ile hedef gözeterek atış yapıyordu. Gaz bombaları ve silahların kullanıldığı baskın sabaha dek sürdü. Sonra içeriye, itfaiye hortumlarıyla önce su ardından da köpük sıkmaya başladılar. Saat 10.00 civarında sıkılan köpük, adam boyuna ulaştı. Boğulma tehlikesi geçirdik. Güvenlik güçleri, daha sonra havalandırma ve koğuş duvarlarını patlayıcılarla patlatarak, açılan deliklerden üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler. Yoğun bir şekilde, kükürt gazı sıkıyorlar, göz yaşartıcı bomba atıyorlardı. Köpüğe ve ateş yağmuruna karşın yaralanmayı göze alarak koğuşa çekildik.

Saat 11.00 sıralarında içerde kalmamamız daha fazla mümkün olmadığı için dışarı çıkmaya karar verdik. Kol kola girerek, dışarı çıktık. Üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler ve birçok arkadaşımız yaralandı. Koğuştan yaralı oldukları için çıkamayan yaralı arkadaşlarımız, gaz maskeleriyle içeriye giren görevlilerden tarafından tarandı. Aziz Dönmez bu esnada öldürüldü. Havalandırmaya çıkınca, kar ve gaz maskeleri takmış, robokop giysili yüzlerce görevli tarafından, demir ve plastik coplarla, itfaiyenin kullandığı kancalı demirlerle ve silah dipçikleriyle dövüldük. 4. koğuşun havalandırmasından, 500 metre mesafedeki hamama dek, sürüklenerek götürüldük.

Ölüler ve yaralıların tamamını üst üste yığdılar. Hamam, işkencehaneye dönüştürülmüştü. İşkence tam altı saat sürdü. Cenk Aslan gözünü kaybetmişti aldığı darbeler sonucunda. Sürekli slogan atanlardan Özgür Saltık’ın ağzı askerler tarafından yırtıldı. Ellerindeki listeden, koğuş ve siyasi temsilcilerin adlarını okuyup, ‘Habib Gül, İsmet Kavaklıoğlu, Cemal Çakmak... Bunları öldüreceğiz’ diyorlardı, telsizlerden ‘30–40 kişiyi gözden çıkarın’ anonslarını duyuyorduk. ‘Burada Deniz Gezmiş’leri bile astık, sizi de öldürelim mi?’ şeklinde konuşuyorlardı. Saatler süren ağır işkencenin ardından özellikle ellerindeki listede ismi geçen arkadaşlarımızı, yakın mesafeden kafalarına sıktıkları kurşunlarla öldürdüler..."

Baskınının ardından tedavileri tam anlamıyla yapılamadan hücrelere konulan, 11’i kadın 28 tutuklu ve hükümlü, açlık grevine başladı. Eylem, mahkûmların, “Başka cezaevlerine sevkedilemeyecek durumda olanların tedavi edilmesi ve sevk için sağlık raporu verilmesi” istemine, Adalet Bakanlığı’nın “evet” demesi üzerine, operasyondan 19 gün sonra bitirildi. Lakin Yozgat, Amasya, Konya Ermenek, Burdur, Tokat Zile, Niğde, Nevşehir ve Gaziantep cezaevlerine gönderilen tutuklu ve hükümlüler, aylarca tedavi göremediler. Örneğin, Bartın Hapishanesi’ne gönderilen Özgür Saltuk, çenesi kırık olduğu ve tel takıldığı için sıvı ile beslenebiliyordu. Aynı hapishanede bulunan Kemal Yarar ve Nihat Konak vücutlarının çeşitli yerlerinden yaralı oldukları halde hastaneye kaldırılmadılar.

Yukarıda söylemiştik. Ankara Cumhuriyet Savcılığı olayların ardından sağ kurtulan 85 tutuklu ve hükümlü hakkında, “adam öldürmek, faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek, adam öldürmeye teşebbüs etmek, adam yaralamak, cezaevi yönetimine karşı ayaklanmak, silah bulundurmak ve cezaevi binasına zarar vermek” iddiasıyla dava açtı. Savcılık, operasyona katılan 145 jandarma hakkında ise “yasadan kaynaklanan yetkilerini kullandıkları” gerekçesiyle görevsizlik kararı verdi.

İddianamede, baskını gerçekleştiren ekibi yöneten 15 subay ve astsubay, “mağdurlar” arasında sayılırken, sadece bir tutuklu “mağdur-sanık” olarak yer aldı. İddianamede, karman çormandı. Somut hatalar sanık avukatları aracılığıyla saptanabildi. Yargılanan mahkûmlardan Rahmi Eren’in, olaydan dört gün sonra, baskında yaralanan Behzat Örs’ün eşi Saime Örs’ün de bir gün sonra tutuklandığı ortaya çıktı. Erkek mahkûmlar Duygu Mutlu ve Deniz Akkaş ise kadın tutuklu ve hükümlüler arasında gösterildi. Ölümlerin beşinden sorumlu oldukları öne sürülen mahkûmlardan Cemal Çakmak hakkında önce idam, sonra ağır müebbet, diğer mahkûmlar hakkında da 12 yıl ile 47 yıl arasında hapis cezası istendi.

Kadın mahkûmlara 108 yıl, erkek mahkûmlara 162 yıl ve toplamda 12 bin yıl hapis cezası istenen dava, 22 Şubat 2000 günü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Mahkeme Heyeti, dava dosyasını, görevsizlik kaarı vererek Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) gönderdi. İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül tepkisini şu sözlerle dile getiriyordu:

“Çok istisnai bir dava… Anlaşılmaz bir dava ve tam bir skandal. Davanın Ankara DGM’ye gönderilmesi ise hukuki değil siyasi bir karardır.”

Ankara DGM’nin de görevsizlik kararı vermesi üzerine, dosya bu kez Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay incelemesi sonucunda, davanın tekrar, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesine karar verildi. Olaydan aylar sonra başlayan davanın, hemen hemen hepsi olaylı geçen duruşmaları sırasında söz alan, sanık avukatlarından Zeki Rüzgar, 1147 sayfalık dosyada, tek bir silah dahi yakalandığına ilişkin belge bulunmadığını söyledi. Tutuklu sanıklardan Devrim Turan, askerlerin sürekli olay gecesinde kadın mahkûmların suratlarına biber gazı sıktığını, gardiyanların da kendilerine saldırdıktan sonra alkışlarla, ıslıklarla bunu kutladıklarını iddia etti. Bir yıldır halen tedavilerinin yapılmadığını vurgulayan sanık Turan, “Yaralarımızın birisi kapanıyor, diğeri açılıyor. Katillerin yerine bizler yargılanıyoruz” diye tepki gösterirken, bir diğer sanık Aynur Sis ise şöyle konuşuyordu:

“Daha önceden planladıkları katliamı, hayata geçirdiler. Suçsusuz, devlete karşı ayaklanmadık, cezaevine zarar vermedik, kimseyi öldürmedik.”

Yine bir başka duruşmada sanık Sevinç Şahingöz, tesadüfen yaşadıklarını belirtirken, “Ölmediğimiz için mi suçluyuz. Hizbullah vahşeti karşısında dudaklarını ısıranlar, Türkiye’nin başkentinde bu katliama nasıl izin verdi” diyordu. Sanık Cemaat Ocak, o gece bazı adli tutuklulara da gardiyan elbisesi giydirildiğini öne sürerek, askerlerle komutanları arasında geçtiğini iddia ettiği, konuşmayı aktarıyordu:

Asker: Komutanım kol bacak kırmak serbest mi?

Komutan: Öldürmeyin de ne yaparsanız yapın.

Asker: Sağ olun. Komutanım.

Cemaat Ocak’ın, “bana işkence yapan kadın gardiyan şu an salonda bulunuyor” demesi üzerine, jandarmalar,
Dilek isimli infaz koruma memurunu, mahkeme salonundan kaçırdılar.

Sanık Yıldırım Doğan da, mahkûmların, o gece saat 06.00’da cezaevi hamamına götürüldüğünü, burada delici aletlerle vücutlarının kesildiğini, açık yaralarına ne olduğunu bilmedikleri kimyasal madde sürüldüğünü anlattı. Doğan, “Bu dava, tarihin ve insanlığın önünde şimdiden mahkûm olmuştur” diye konuşuyordu. Operasyon sırasında isimlerinin megafonla teker teker anons edildiğini iddia eden Yıldırım Doğan, görevlilerin “Buradan canlı çıkamayacaksınız” sözlerinin ardından ise dört kişinin yaralı vaziyette hamamdaki özel bir bölüme alındıklarını ve ateşli silahla öldürüldüklerini öne sürdü.

Sanıklardan Hatice Yürekli, savunmasına, ölüm orucunun 41. gününde olduğunu belirterek başladı. Mahkeme heyetinden su isteyen Yürekli, altı sayfalık dilekçesini ise yorgun olduğu için oturarak okudu. 29 Aralık 1998 günü Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındığını ifade eden Yürekli, bir ay önce de hapis cezasına çarptırıldığını söyledi. Cezaevindeki olaylar sırasında yaralanan Yürekli, “26 Eylül 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşananlar, tarihe bir katliam olarak geçececektir” dedi.

Ateş saçan yürekli yoldaş

“bu bir örgü:
alev bir saç örgüsü
kıvranıyor
kanlı; kızıl bir meşale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!”

“Ezgi” ve “Hazal” kod adlı Hatice Yürekli’nin 33 yıllık kısa ömrü, açlık greviyle tamamlandı. Tokat Almus doğumlu olan Yürekli, eyleminin son iki ayında, doğru dürüst su ve şeker bile alamıyordu. Direnişinin 180. gününde, Ankara Numune Hastanesi’nde, bilinci açık bir şekilde bu dünyadan ayrıldı. İzmir'de toprağa verdiler onu...

Fatma Hülya Tümgan, savunma yapmak istediğini ve
savunmasıyla bağlantılı olarak da, F tipi cezaevleri ve ölüm orucu eylemi ilgili hazırladığı dilekçesini okumak istedi. Mahkeme heyeti, sanık avukatlarının tüm itirazlarına rağmen bu talebi kabul etmedi. Fatma Hülya Tümgan, öldüğünde 35 yaşındaydı. Yani ortasındaydı ömrünün. Gözaltına alınmadan önce, Mücadele Dergisi’nin Samsun temsilcisiydi. Hükümlüydü Tümgan, DHKP-C davasından 12,5 yıl hapis cezası almıştı. Tamı tamına sekiz yıldır, Ulucanlar Cezaevi’ndeydi.

Kanlı operasyon sırasında yaralanmıştı. “Öldürülen, hastaneye kaldırılan ve sürgüne gönderilen arkadaşlarımızdan sonra Ulucanlar’da kala kala 10 kadın tutuklu kalmıştık. Hepimiz yaralıydık ve görüş yerinde bekletiliyorduk. Ellerimiz kelepçeli, üstümüz başımız yırtık, ıslak ve kan içinde, yüzümüz tanınmaz haldeydi. Tedavilerimiz engellendiği gibi hiçbir insani ihtiyacımız da karşılanmıyordu. Kırık parmaklarımın yanlış kaynadığı için sağ elimi tam olarak kullanamıyordum. Kelepçeli halimizle yaralarımızı tedavi etmeye çalışıyorduk. Yırtılmış olan iç çamaşırlarımızdan kırıklara askı vb. şeyler yaptık. Su ve kan öbekleri arasında, çıplak betonda saatlerce bekletildik. İdarenin emri ile yaralı olmamıza karşın tekme, dipçik, cop ve yumruklarla hücrelere götürüldük. Görevliler, özellikle karnımıza ve bacak aralarımıza vuruyorlar, sözlü tacizde bulunuyorlardı.”

Ölüm orucu eylemine 1. ekipte başladı Fatma Hülya Tümgan ve 187 gün boyunca sürdürdü direnişini. Durumu ağırlaşınca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı.
Adalet Bakanlığı’nın “Refakatçi Genelgesi”nin ardından Tümgan’ın hakkında “işkence yaptığı” gerekçesiyle dava açtığı, kadın gardiyanı Onun refakatçisi(!) olarak görevlendirdiler. Ailesi, kızlarının, hastanenin tek kişilik odasında tutulduğunu ve yattığı yatağın altında, iğneler, cam kırıkları konulduğunu iddia edince, kadın gardiyan görevden alındı. Kendisine zorla takılan serumu çıkarınca, üzeri ve yatağı ıslanan Tümgan, zatürreeye yakalandı. Ölmeden 4 gün önce bilinci tamamen kapanan Fatma Hülya Tümgan, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde defnedildi.

Bir diğer sanık Cafer Tayyar Bektaş da, ölüm orucu eylemindeydi. 6 Mayıs 2001’de, direnişinin 200. günü hayata veda etti. 25 yaşındaydı. Tunceli’nin Pülümür ilçesinde dünyaya gelmişti. Yakalandığında, üniversite öğrencisiydi. “Hasan” kod adlı Cafer Tayyar, Ulucanlar’da ağır yaralandı. Ulucanlar’dan Amasya Cezaevi’ne nakledilirken slogan attığı için hayaları sıkılarak bir yumurtalığı patlatıldı. Hayata Dönüş operasyonundan sonra Sincan F Tipi Cezaevi’ne sevkedildi. Sağlığı bozulunca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Bilincini yitirdi, 10 gün makineye bağlı kaldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Heyeti, Ankara’da ölüm orucuyla ilgili görüşmeler yaparken Hüseyin Kayacı ile birlikte yaşamları sonlanıyordu. Cafer Tayyar Bektaş, Ankara Karşıya Mezarlığı’nda düzenlenen cenaze törenin ardından Ulucanlar’da baskınında öldürülen arkadaşları Mahir Emsalsiz ve Önder Gençarslan’ın yanına toprağa verildi.

Tunceli’de 2005 yılının yaz aylarında gerçekleştirilen Maoist Komünist Parti (MKP) baskınında, yaşamını yitiren 17 kişiden biri olan Cemal Çakmak, İstanbul Gazi Mahallesi’nde iki bin kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından Sarıgazi’de gömüldü. Ulucanlar Cezaevi’ndeki olayların ardından hakkında idam istenen tek kişi olan Cemal Çakmak aslında yıllar önce hapishanede ölümden dönmüştü:

“Hamamın yakınındaki özel bölmede, 30 kişilik bir tim tarafından haya burma, çivili sopayla vurma, kancalı demirlerle sırt bölgesini parçalama gibi çeşitli işkencelere tabii tutuldum. Sürekli ‘Cezaevinde cep telefonu var mı, tünel var mı?’ şeklinde sorular sordular. Ellerinde karışımını bilmediğim bir sıvı vardı ve neşteri bu sıvıya batırarak vücudumu çizdiler. Uyuştum. Görevlilerden biri en sonunda, ‘Buraya kadar’ dedikten sonra her iki bacağıma ve kafama birer kurşun sıktı. Kurşun kafamı sıyırmış, kendimden geçmişim. Arkadaşlarımın anlatımına göre, beni öldü sanarak ‘Bu... Yozgat’a gömülsün’ demişler ve beni, yani cenazeyi Yozgat Cezaevi’ne sevk edilenler ile birlikte göndermişler. Gerçek Yozgat’ta ortaya çıkmış, ölü olmadığımı oradaki gardiyanlar fark etmişler. Yarım yamalak bir tedavinin ardından, vücudumdaki metal parçalarının hepsi çıkarılmadan Burdur Cezaevi’ne sevkedildim.”

Burdur Cezaevi’nde de aylarca tedavi edilmeyen Cemal Çakmak, felç tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Ailesi, Cemal Çakmak’ın sağlığı için çırpınıyordu. Kardeşi Güler Çakmak, 1992’de gözaltında gördüğü ağır işkence sonucunda ağabeyinin sağ gözünü kaybettiğini belirterek, “Başına aldığı darbeler, damar tıkanıklığına yol açtı. Beynine yeterli oksijen gitmiyor” diyordu. Oğlu için eylem yaparken kelepçelenen anne Zekiye Çakmak, sık sık Cemal Çakmak’ın resmini öperek, onun ölüme terk edilmemesi için yetkililerden yardım istiyordu.

Sanki devletin sopası, Cemal Çakmak’ı takip ediyordu. Burdur Cezaevi’nde gerçekleştirilen müdahale sonrası, bacağı kırıldı ve vücudunda ağır darp izleri oluştu. Burdur’dan Bursa Cezaevi’ne sevkedilen Cemal Çakmak için ailesi, tedavi görebilsin diye imza kampanyası başlattı. Kanlı Hayata Dönüş’ü de yaşadı Çakmak, F tipi hücre sürecini de. Tavır Dergisi’nde Cevahir Özden, 1996 yazında kendisi gibi ölüm orucu eylemcisi olan, “ölüm şerbeti dolu bardaklarla birlikte yan yana uzandıkları” Cemal Çakmak’ı anlatıyor:

“Açlığı göğsümüze yasladığımız Cemal ağabey... Hastane odasına ilk gittiğimiz anı hatırladım birden. Serum takıldıktan kısa bir süre sonra, Hayati Can’ın haberini (Hayati Can, 96 ölüm orucu eylemindeki 12. ölümdü, anlaşma sağlandıktan sonra hayatını kaybetti) almıştık. Senin, o an seruma bakışını hiç unutmam. İnsan hiç kendinden nefret eder mi? Sen o anda etmiştin. Yoldaşını yitirirken kendin yaşamaya devam ediyordun, bunun için kendinden nefret ediyordun. İçinde biriken hüznü, dışarı yansıtmıştın ve sevginin kutsallığına inanan bir insanın yüreğine tanık olmanın huzuruyla, ellerimi uzatıp ellerini sıkmıştım. Bir damla yaş akmıştı tek gözünden. O anda lanet yağdırmıştım içimden, iki gözünle yaş dökemiyordun yoldaşına...”

Ulucanlar’da yaşamını yitiren Nevzat Çiftçi, Habip Gül olarak biliniyordu. Gözaltına alındığında sahte kimliğinde diretmiş ve Habip Gül ismiyle anılır olmuştu. Üç kez tutuklanmış, cezaevinden firar etmiş, ölüm orucu eylemine katılmıştı. Çiftçi, hapishanedeyken gıyabında TKİP Merkez Komite üyeliğine getirilmişti.

Ali Rıza Dermanlı, Ulucanlar, Burdur ve Gebze cezaevlerinde yaralandı. Eşi Birsen Erdoğan Dermanlı da öyle... Son ölüm orucu direnişine katılmıştı Ali Rıza Dermanlı, Birsen Dermanlı ise kalp ve astım hastasıydı. Yine mahkûmlardan Erdal Gökoğlu ve Mustafa Selçuk önce Ulucanlar sonra Burdur hapishanelerinde yaralandılar.

Mahkeme heyetinin değiştiği, sanıkların birçok kez dövüldüğü, avukatlarının ise tartaklandığı duruşmalar sırasında, dışarıda bekleyen tutuklu ve hükümlü yakınları ise sürekli gözaltına alındı. Yavrularının mağdur olmasına karşın sanık koltuğuna oturtulduğunu dile getiren aileler, Ankara Valiliği’nin baskında görevli jandarmaların yargılanmalarına gerek olmadığı yönündeki kararına ise itiraz etti. Ankara Bölge İdare Mahkemesi itirazı onaylayarak, Valilik tarafından verilen “Men-i Muhakeme kararı”nı kaldırdı. Olaylar sırasında görevli polislere ise soruşturma dahi açılmadı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 85 tutuklu ve hükümlü, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 161 güvenlik görevlisi hakkında açılan davalar, o gündür, bugündür hala sürüyor. Davada yargılanan Ercan Akpınar, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin yıkılmak istenmesiyle ilgili duygularını aktarıyor:

“Ulucanlar'ın hamamında dökülen kanlarımızı duyduk ki temizleyememiş ve çareyi zemindeki fayansları toptan değiştirmekte bulmuşlar. Belki bu şekilde kan izlerimiz ‘temizlenmiştir’. Peki, bizlerin bilincinde derin bir nefret ve haklı gururla kodlanmış izleri nasıl sileceksiniz? Silemezsiniz! Bizler orada yaşananları asla unutmayacak, asla bağışlamayacağız!
Kanlarımızla beton zemini ıslattığımız, kahkalarımızla köhne duvarlarını çınlattığımız bir zindan yıkılıyor. ‘Zindanlar Yıkılsın!’ elbette. Ama onu, işçi ve emekçilerin devrimci öfke ve nefreti yıkmalı…”


Devam Edecek...

Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 3






POSTALLARDAKİ KAN, BİZİM KANIMIZ…



“Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kere daha yaşamak zorunda kalırlar.”

George Santayana


Şimdi sırada Türkiye cezaevleri var… Her daim Latin Amerika'yı yasa boğan süreç, döndü dolaştı, geldi Türkiye'yi buldu. Yine sabaha karşı asfalt yolları çiğnedi, tank paletleri. Kabuğuna çekmek için insanları, etkisi belki de on yıllar boyunca hiç eksilmeyecek bir darbe yapıldı. Tam 26 yıl önce, 12 Eylül 1980 günü ordu yönetime el koydu! Şili, Arjantin ve benzeri askeri darbelerle yarışır bir şekilde, 12 Eylül cuntası da, karabasan gibi çöktü toplumsal muhalefetin üstüne... Cezaevindeki mahkûmlar, sorgu merkezlerine, işkence tezgâhlarından geçenler ise, cezaevlerine taşındı, yüzlerce gün gözaltında kaldı, kan işedi, genç, yaşlı, kadın, erkek tüm insanlar... Ülke mahpushaneye döndü, içerisi doldu, taştı.

Türkiye’deki hapishaneler, özellikle 12 Eylül darbesinin ardından baskı, yasak, işkence, katliam, operasyon, açlık grevi ve ölüm oruçlarıyla anılır oldu. “Böl- parçala-yönet” düsturu ile başlatılan “karıştır-barıştır” metodu ile aşama aşama yükseltilen cezaevlerinin baskı politikaları, Tek Tip Elbise (TTE) dayatmasıyla doruk noktasına ulaştı. İşkence tezgâhlarında ölümler, gözaltında kayıplar (ülke tarihinde 1200 siyasi kayıp vardır) gibi, Derinlemesine Araştırmalar Laboratuarı (DAL) da bu sürecin ürünüydü. “Beslemeyelim asalım”, copla tecavüz iddialarına “Elimizde taş gibi delikanlılar dururken neden cop kullanalım”, işçi sınıfına yönelik patron tepkisi “Şimdiye kadar biz ağladık, onlar güldü. Şimdi sıra onlarda” ve yolsuzluğu özendiren “Benim memurum işini bilir” sözleriyle anlatılan 12 Eylül karanlığı, rüşvetçiler, hayali ihracatçılar, karaborsacılar, kara para ve uyuşturucu tacirlerinin hâkimiyetine yol açtı. Toplumsal muhalefetin susturulmasının ardından önü açılan çeteler ve organize suç örgütleri, “kolay yoldan para kazanmayı”, “rantı” ve “köşe dönmeciliği” Türkiye'nin gündemine oturttu.

Darbe süreciyle birlikte eleştiri ve muhalefet de istemeyen 12 Eylül yöneticileri, basın kuruluşlarını susturma yolunu seçti. 13 büyük gazete için dava açıldı, 400 gazetecinin cezalandırılması istendi, 40 ton yayın yakıldı ve 3 gazeteci öldürüldü. Cuntanın ardından enflasyon yüzde 70’lere işsizlik de yüzde 22’lere tırmandı. Gelir dağılımında ücretlilerin payı yüzde 14’lere, tarım kesiminin payı yüzde 12’lere düşerken sermayenin payı yüzde 74’lere yükseldi. Sendikal örgütlenme, toplusözleşme ve grev hakları, uluslararası normlara ve ILO standartlarına göre büyük ölçüde budandı. Toplusözleşme ve grev hakkı sembolik hale getirilirken birçok işkolu grev kapsamı dışına çıkarıldı.

Cunta karanlığında tam 650 bin kişi gözaltına alındı. Sıkıyönetim Mahkemeleri ve ardılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde (DGM) 98 bin 404 kişi örgüt üyeliği suçlamasıyla yargılandı, 21 bin 764 kişi üyelikten ceza aldı. 1 milyon 863 bin kişi fişlendi. On binlerce kişi işinden oldu, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı. 29 bin kişiye yurtdışı yasağı getirildi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 229 kişi ya işkencede son nefesini verdi, ya da cezaevlerinde katledildi. İdamı istenen 7 bin kişiden 517’si ceza aldı. ‘O Bakışlardaki Gözler’in sahibi 17 yaşındaki Erdal Eren’in (Cunta onu asmak için yaşanı büyüttü) de aralarında bulunduğu 50 kişi darağacına gönderildi.

(12 Eylül öncesinde de siyasi idamlar vardı. 1960’lı yıllarda Başbakan Adnan Menderes, bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın, 1970’lerde ise öğrenci liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın boyunlarına yağlı urganı doladılar…)

20 Ağustos 1981'de Adana Cezaevi'nin infaz avlusunda gecenin üçünde Mustafa Özenç idam edilir. Hücresinde yazdığı şiirle veda eder hayata;

"O büyük gün geldiğinde
ben kim bilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kim bilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembeyaz karın soğuğundan
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz fark etmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse fark etmeden ben de katılacağım.

Türkiye’nin son idamlığı Hıdır Aslan’dır. Tarih 25 Ekim 1984 idi. “Arkamızdan ağlamayın” diyerek ipe yürüdü…

Mapusta da olsa

Baharın serzenişi yersiz
Kaldır hele başını
Utangaç vatanım

Mutluluğuna
Birkaç fırça vuracağız
Renklerinden evrenselliğin
Ve biraz dik başlı çizeceğiz onu
Onurlu, eğilmez bir baş gibi
Yani kendine benzeteceğiz
Mapusta da olsa

Hıdır Aslan

Diyarbakır ve Mamak cezaevleri, siyasi düşüncelerden arındırma merkezleri haline getirildi. Bağımsız, işbirlikçi, ihbarcı, ajan, oportünist vs. vs. yaratılması hedeflendi. Mamak ve Diyarbakır’da insanlar “Sinek kondu komutanım, kovabilir miyim?” diye sormak zorunda bırakıldı. Amaç netti: Cezalandırmadan ıslaha, ıslahtan beyin yıkama ve dönüştürmeye... 12 Eylül karanlığının en koyusu, özellikle Diyarbakır Cezaevi’ne yansıtıldı. (Diyarbakır Cezaevi’nde tarih 18 Mayıs 1973 idi. 1968 gençlik önderi, TKM (ML) kurucusu İbrahim Kaypakkaya işkencede ser verip sır vermiyordu. Onun yarınlara taşınan sözü şuydu: “Türkiye'nin geleceği çelikten yoğruluyor, belki biz olmayacağız, ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak”)
Korkunun izdüşümüydü bu. Kahredici bir şekilde suspus… Çoklarına göre baskı, şiddet ve işkence sıradanlaşmıştı, olağanlaşmıştı. Yıllar sonra İstanbul Sarıgazi’de bir otobüsün içinde öldürülen cezaevinin iç güvenlik komutanı Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın adı, acı, baskı ve şiddetle anılır oldu. Diyarbakır vahşet, vahşet Diyarbakır oldu. Cezaevleri tarihinin kanlı sayfalarında özel yerini alan Diyarbakır’dan, 1981–1984 tarihleri arasında 34 tabut çıktı.

Diyarbakır’da, “Yaşamak direnmektir” deyip, ölümü seçmek zorunda kalan Mazlum Doğan’lar, kendilerini ateşe veren “dörtler” (Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner, Mahmut Zengin) koşulların vahametini ortaya koyuyorlardı. Açlık grevlerinde ilk ölüm, 20 Nisan 1981 yılında yine Diyarbakır Askeri Cezaevinde yaşandı. Siyasi tutuklu Ali Erek açlığın koynunda yaşamını yitirdi. İlkti belki Ali Erek, ancak sonuncu olmadı. Koşulların insanileştirilmesi için ölüm orucuna yatan M. Hayri Durmuş 12 Eylül, Akif Yılmaz 15 Eylül, Ali Çiçek 17 Eylül, Kemal Pir ise 7 Aralık 1982 günü hayatlarını kaybettiler. Diyarbakır’daki açlık grevleri bitmedi. İki yıl sonra Cemal Arat ve Orhan Keskin adlı tutuklu ve hükümlüler de peşi sıra öldüler.

Ülkenin dört bir yanına dağılmış, sivil ve askeri tam 644 cezaevinde yaşananlar, tarihin karanlık sayfalarına not olarak düştü. Gencecik insanlar, bir nesil, Mamak, Diyarbakır, Davutpaşa, Metris, Alemdağ, Maraş, Erzincan, İzmit, Bursa, İstanbul Hasdal, Adana, Çanakkale, Sultanahmet, Sağmalcılar (Bayrampaşa), Bartın, Gaziantep, Amasya, Gelibolu Askeri, Kartal Askeri, Burdur, Ağrı, Ceyhan, Muş, Ulucanlar (Ankara Merkez Kapalı), Buca, Erzurum, Mardin, Yozgat, Ümraniye, Tokat-Zile, Aydın cezaevlerinde yaşamlarını yitirdiler, sakat kaldılar. Söylem ise hep aynıydı. Hastalanarak öldü, kalp krizi geçirerek öldü, aşırı hap yuttuğu için öldü... Öldü... Öldü...

Cezaevlerine yönelik ilk ciddi operasyon ise, Hayata Dönüş adı verilen büyük baskından, tam 19 yıl önce yaşandı. Alemdağ Askeri Cezaevi'ne yapılan baskında, yüzlerce gaz ve gözyaşartıcı bomba kullanıldı. Tarih 24 Aralık 1981... O gün 3 siyasi tutuklu yaşamını yitirdi, onlarcası yaralandı. Şerif Yazar ve Hakan Mermeroluk olay yerinde, 40 yaşındaki Bahadır Dumanlı ise kaldırıldığı Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde 3 Ocak 1982 günü hayatlarını kaybettiler.

Devrimci Sol ve TİKB davası tutuklu ve hükümlüleri, Tek Tip Elbise (TTE) dayatmasına, 1984 yılında 75 gün süren ölüm orucu eylemiyle yanıt verdiler. Metris ve Sağmalcılar cezaevlerinde, iki ayrı ekip halinde 25 Devrimci Sol ve beş TİKB davası mahkûmunun yer aldığı eylemle ilgili olarak, iktidardaki ANAP hükümetinin tepkisi, talepleri kamuoyuna yanlış yansıtmak oldu. Tek tip elbisenin kaldırılması isteğinden söz etmeyen iktidar, direnişin “af” ve “idamların durdurulması” arzusuyla başlatıldığını duyuruyordu. Daha sonra sıkça karşılaşılacak olan “İçeride gizli gizli yiyorlar” açıklamasına ise ilk kez bu eylemde başvuruldu.

Ölüm orucundakiler, eylemlerinin 50. gününde, zor kullanılarak, Haydarpaşa Askeri Hastanesi'ne taşındılar. 14 Haziran 1984 günü saat 23.40’da eyleminin 64. gününde Abdullah Meral yaşamını yitirdi. Direnişin 66. günü saat 06.15. Haydar Başbağ hayatını kaybetti. Aynı gün saat 07.35... Fatih Öktülmüş de son nefesini verdi. Sansür duvarı yıkıldı, TRT bültenleri, ilk kez ölüm haberlerini duyurdu. Eylemin 74. günü... Tarih 24 Haziran 1984... Saat 23.55... Hasan Telci’nin hastanede yaşamını yitirmesiyle, eylemde hayatını kaybedenlerin sayısı dörde yükseldi. Direniş, 75. gün olan 25 Haziran 1984’te sona erdi. Tutuklu ve hükümlülerin, “işkence ve baskıların kalkacağı”, “savunma hakkı konusunda hassas ve dikkatli davranılacağı” konusundaki talepleri kabul edildi. Ancak devlet, TTE’den taviz vermedi. Aralarında Aysel Zehir’in de bulunduğu çok sayıda tutuklu ve hükümlüde kalıcı hasarlar oluştu.


TABUTLUKTAN KANLI BASKINLARA…


Siyasi tutuklu ve hükümlüler, 12 Eylül cuntasının açtığı sayısız yarayı daha tam anlamıyla saramadan, “Tabutluk” adı verilen Eskişehir Özel Tip Cezaevi açıldı. Yetmedi. Meşhur 1 Ağustos Genelgesi’yle de tüm cezaevlerinde, Tek Tip Elbise (TTE) uygulaması dayatıldı. Yüksek güvenlikli cezaevlerinin anası denilebilecek bu hapishaneye, 1989 senesinde ardı ardına nakiller başladı. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, baskı ve şiddetin yakıcılığını, böylelikle bir kez daha derinden hissetme şansızlığına kavuşmuş oldular. Uygulamaya karşı durup, hücrelere tıkılmayı reddederek, direnişe geçtiler. Ve kan çeşmesinin musluğu tekrar açıldı. Aydın Cezaevi’nden Eskişehir’e sevkedilen açlık grevindeki Hüseyin Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya isimli iki tutuklu yolda katledildi. Yıldırma politikaları karşısında, toplumsal muhalefetin güçlü olduğu dönemlerdi. Etki tepkiyi doğurdu. Direniş büyüdükçe büyüdü. Genelge, verilen mücadelenin ardından fiilen kaldırıldı. Eskişehir Özel Tip Cezaevi ise, DYP-SHP hükümeti döneminde kapatıldı. 1991 yılında hayata geçirilen Terörle Mücadele Yasası (TMY) ile birlikte büyük oranda boşalan cezaevleri, ardından tekrar hınca hınç doldu.
Buca Cezaevi olayları yaşanmadan bir yıl önce hapishaneler tekrar karışmaya yüz tutmuştu. Sene 1994. Diyarbakır Cezaevi’nden Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ne yapılan sevkler sırasında, mahkûm Ramazan Özüak ölürken, onlarca tutuklu ve hükümlü yaralandı.


BUCA’DA KANLI BASKIN


Ve yer İzmir’in ünlü Buca Cezaevi. Her şey, dört tutuklu ve hükümlünün firarıyla birlikte başladı ve sonrasında mahkûmlara yönelik üst üste altı ayrı müdahale gerçekleştirildi. Olaylar sırasında, birçok tutuklu ve hükümlü yaralandı, bir kısmı felç tehlikesiyle hastaneye kaldırıldı. Jandarma ve polisin katıldığı asıl operasyon ise, 21 Eylül 1995 günü düzenlendi. DHKP-C davası tutuklu ve hükümlüsü 94 kişinin yattığı 6. ve 7. koğuşlara, operasyon gerçekleştiren güvenlik güçleri, Yusuf Bağ (25), Turan Kılıç (37) ve Uğur Sarıaslan’ın (24) yaşamlarını yitirmesine neden oldu. 15 asker ve 39 mahkûmun yaralandığı baskında, göz yaşartıcı bombalar, gaz bombaları, tazyikli su, demir çubuklar ve sopalar kullanıldı. Buca baskınını protesto eden siyasi tutuklu ve hükümlüler, 22 cezaevinde ‘genel direniş’ adıyla açlık grevine başladı. 50 gün süren eylem sonucunda, rahatsızlık geçiren Kalender Kayapınar Çanakkale Cezaevi’nde, Ümit Doğan Gönül Aydın Cezaevi’nde Mustafa Kaya ise Bursa Cezaevi’nde tedavi olanağının sağlanaması ve açlık grevinin etkisi sonucu yaşamlarını yitirdiler.
Antalya'da 31 Ağustos 1995'te DHKP-C örgütüne üye olduğu iddiasıyla tutuklanarak Antalya ve Buca hapishanelerinde 3 ay kalan Mehmet Kurnaz, gözaltında ve cezaevinde gördüğü işkencelerden dolayı yaşamını yitirdi.


ÜMRANİYE’YE ÇİFTE OPERASYON


Ümraniye Cezaevi’ne (Üsküdar E Tipi Cezaevi) yönelik ilk baskın, 13 Aralık 1995 günü yapıldı. Sol görüşlü mahkûmların kurdukları barikatlara, İslamcı tutuklu ve hükümlüler de destek olmuştu. Saatlerce süren operasyonda, çok sayıda tutuklu ve hükümlü yaralandı. Kış kendini göstermişti. Hava buz gibiydi. Dondurucu soğuk, insanın iliklerine dek işliyordu. Ama her şeye karşın haber takip edilmeliydi. Milliyet Gazetesi’nde çalışıyordum o sıralar. Cezaevindeki olaylar sona erince, arabamızın yönünü yaralıların kaldırıldığı Numune Hastanesi’ne çevirdik. Artık kollu flaşıyla birlikte müzelik sayılan, manuel fotoğraf makinelerin haslarından olan ve bana sayısız röle kirlenmesi, donma, kilitlenme gibi oyunlar oynayan Nikon F3’ümle görevdeydik yine. Vizörün ve objektifin buharını da temizledikten sonra önümden kanlı sedyeler geçerken arka arkaya bastım deklanşöre. Sabaha birkaç saat kalmıştı. Hastanenin basın odasında, uzun zamandır görüşülmeyen meslektaşlarla yapılan kısa süreli bir sohbetin ardından soğuktan korunmak için görev otosuna koştum hemen, telsizin kısa kanalından şoföre, “kalorifer çalışmıyorsa benden çekeceğin var” demeyi unutmadan. “Yahu kaç saattir seni bekliyorum. Açlıktan öleceğimi sandım. Şu hiç bir şeye benzemeyen kumanyaları bir an önce yiyelim.” diye sitem üstüne sitemle karşıladı beni. Tam kumanyalara girişeceğiz. Basın odasının camında Metin Göktepe’yi gördüm. Göz göze geldik. Şoför arkadaşa, “bekle biraz bir misafirimiz var” dedikten sonra gittim Metin’i getirdim.

— Metin, daha az önce basın odasındaydım sen ise yoktun. Yeni mi geldin?

— Evet. Yaralılar, acil servis de mi?

— Yaralıları, ambulanstan çıkartılırlarken güçlükle çekebildik. Jandarma zorluk çıkardı. Acil servisin girişene çoktan etten duvar örmüşlerdir. Sabaha dek yapacak bir şey yok anlayacağın. Şu karnımızı bir doyuralım.

Önce haberle ilgili notları paylaştık, ardından kumanyamızı. Güneş daha doğmamıştı.

Gerçek Dergisi, Evrensel Gazetesi’ne çevriliyordu. Bir akşam vakti, Metin, Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki bürosuna, çayımı içmeye gelmişti. İş teklifi yapmıştı ayaküstü. Yeni açılacak gazeteye çağırmıştı beni. Kadrosuz çalışıyordum, kadro sözü bile vermişti.

— Söylesene Evrensel’e niye gelmedin o zaman?

— Belki de, yeni bir gazete olduğu için ‘risk almaya değer mi?’ diye düşündüm.

— Bence yanlış yaptın. Neyse boş ver. Sonuçta bu senin seçimin...

— Hatırladın mı? Dedi sonra bana, müstehzi bir ifade yerleşmişti yüzüne;

“İstanbul Üniversitesi’nin merkez kampusunda, fotoğraf makinelerimizi görmelerine ve polise rağmen, ülkücülerin bizi kovaladığı günü. Bacaklar uzun tabi, can havliyle nasıl da kaçıyordun. Çıkardığın toz bulutu yüzünden, boğulacağımı sandım bir an.”

— Yok be canım ne kaçması... Sadece geri çekiliyordum.

Kocaman bir kahkaha, gece birden ısınmıştı. Nereden bilecektim. Yaklaşık bir ay sonra ufat tefek, dost canlısı Metin’in yaşamının çalınacağını…

İkinci ve ölümcül olan operasyon ise, 4 Ocak 1996 tarihinde gerçekleşti. Operasyon saat 09.00 da başladı, saat 15.30 sıralarında bitti. Tam 6,5 saat süren baskında, birbirlerine kenetlenerek hayatlarını savunmaya çabalayan tutuklu ve hükümlüler, demir çubuklarla, kalaslarla dövülerek tek tek bir birlerinden kopartıldı. Koğuş, malta, hücre her yer kana boyandı. Baskında, DHKP-C davası tutuklu ve hükümlülerinden, Abdülmecit Seçkin, Rıza Boybaş, Orhan Özen ve Gültekin Beyhan hayatlarını kaybetti, 40 kişi yaralandı. Aynı gün birçok cezaevinde isyan çıktı, barikatlar kuruldu, infaz koruma memur ve baş memurları rehin alındı. Olaylardan beş gün sonra, 9 Ocak 1996 tarihinde tutuklu ve hükümlülerin talepleri kabul edildi ve rehineler serbest bırakıldı. Günümüzde pazarlık yapmaz denilen devlet, masaya oturmuştu.

Bir tek içerisi değil, dışarısı da kaynıyordu. 1996 yılı belli uzun geçecekti. Cezaevinde öldürülen Boybaş ve Özen için Alibeyköy Mezarlığı’nda yapılmak istenen cenaze törenine katılmak isteyen bin kişi gözaltına alındı. Cenazeler, polisler tarafından gömülürken 1 Mayıs Emekçi Bayramı’nda sinema salonlarını, karakola çeviren zihniyet, gözaltına aldığı bin kişiyi de, Eyüp Kapalı Spor Salonu’na dolduruldu. Cenaze törenini izlemekle görevli meslektaşım Metin Göktepe, devletin verdiği sarı basın kartına sahip olmadığı için keyfi bir şekilde gözaltına alındı. İnsanların yaşama özgürlüğünü korumakla yükümlü olanlar, işkencede katlettiler Metin’i...


DİYARBAKIR KANA BULANDI


Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Diyarbakır’a ziyarete geldiği gündü 24 Eylül 1996. O gün bu şehirde yaşananlar asla hafızalardan silinmeyecekti. İddialar korkunçtu. Önce Diyarbakır Devlet Hastanesi alarma geçirilmişti ardından güvenlik kuvvetleri, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde kalan tutuklu ve hükümlüleri, cop, kalas, beysbol sopası, demir ve çivili sopa kullanarak, vahşi bir şekilde dövmüştü. Saldırı sonucu, Mehmet Aslan, Ahmet Çelik, Kadri Demir, Edip Derikçe, Rıdvan Bulut, Mehmet Nimet Çakmak, Mehmet Kadri Gümüş, Erhan Hakan Perişan, Cemal Çam ve Hakkı Tekin ölmüş, 23 kişi de ağır yaralanmıştı. Haber önce “itirafçılarla teröristler çatıştı” diye verildi. Ama bunun aslı astarı yoktu. Külliyen asılsızdı. Yüzlerce kilometre uzaklıktaki Bayrampaşa Hapishanesi’nde ise tepki büyüktü. Gülbahar Köker, Vedat Aydemir, Hamdullah Şengüller adlı tutuklu ve hükümlüler ise olayı protesto etmek için kendilerini yaktılar.

Savunmasız durumdaki tutuklu ve hükümlülerin, işkence sonucu öldürüldüğü ise, otopsi raporlarıyla kanıtlandı. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na ulaşan raporlarda, ölümlerin ağırlıklı olarak “beyin harabiyetinden kaynaklandığı, tutukluların çeşitli aralıklarla dövüldüğü, bunun hastaneye götürülürken bile sürdüğü, hatta ölülerin dahi dövüldüğü” ortaya çıktı. Yetkililerin, “Kadın mahkûmlarla birlikte olmak isteyen erkek tutuklu ve hükümlüler isyan çıkardı” şeklindeki açıklaması ise hayret vericiydi. Çünkü Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde kadın koğuşu yoktu. Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davada, 35’i asker, 29’u polis ve 8’i gardiyan olmak üzere toplam 72 kişi, “Görevi kötüye kullanmak” ve “Kasten adam öldürmek” ile suçlandılar. Altı kez mahkeme başkanı, 30 kez yargıç ve savcısı değişen dava, sanık askerlerin terhis edilmesi ve asker ve infaz koruma memurlarının başka yerlere atanması nedeniyle yıllar yılı sonuçlandırılamadı. Ve en nihayetinde 10 yıl sonra karar verilebildi. Mahkeme heyeti, tutuksuz yargılanan sanıklardan 62’sini 5 yıl hapis cezasıyla cezalandırdı. Ancak sanıkların cezası, 2001 yılında kabul edilen 4166 sayılı yasa (Nam-ı diğer Rahşan Affı) göz önüne alınarak ertelendi. Sanıklar ile operasyon tanıklarının ifadelerinin alınmaması nedeniyle dava, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı. Diyarbakır Barosu Başkanı ve müdafi avukatı Sezgin Tanrıkulu, davadan çıkan kararları “korkunç” olarak nitelendirdi. Tanrıkulu, “Karar adalete uygun değildir. Kastı aşmak suretiyle adam öldürmekten açılan davanın sonucu mağdurları ve toplumu tatmin etmemiştir. Sanıklar bir gün bile cezaevi ve gözaltında kalmamıştır. Bu dava cezasız kaldı.”

Yaralılardan Mehmet Pehlivan, fazladan bir yıl içeride kaldı. O içerideyken kızı Zilan, yetersiz beslenme nedeniyle öldü. Çıkınca bütün kapılar üstüne kapandı Mehmet Pehlivan’ın, aylarca iş bulamadı. Ve bugün semt pazarlarında nazarlık satarak geçimini sağlıyor. Mehmet Pehlivan, o kanlı günü şöyle anlatıyordu:

“Görüş sırasında, asker ve polisler, ‘Allah Allah’ sesleriyle saldırıya geçti. İlk darbeyi polis copuyla elimden aldım. Sonra kalaslarla kafama kafama vurdular. Yediğim darbeler nedeniyle bayıldım. Gözlerimi açtığımda, görüş kabininde kanlar içindeydim. Her taraf kan gölüydü ve arkadaşlarımın cesetleri yerdeydi. Yaralı arkadaşlarımıza cezaevi müdürü ve yüzbaşı çivili kalaslarla vuruyorlardı. Ben de bundan nasibimi aldım. Arkadaşlarımızdan kimin ölü, kimin sağ olduğunu bilmeden Gaziantep Cezaevi’ne gönderildik. Saldırıda başım, ayağım ve iki kaburgam kırıldı.”

Operasyonda hayatını kaybeden Rıdvan Bulut’un annesi Sıdıka Bulut, acıyı katmer katmer yaşayanlardandı:

“Daha oğlumun ölümünün kırkı geçmeden bizi Diyarbakır’dan bir gece zorla sürgün ettiler. İstanbul’a göç etmek zorunda kaldık. Daha oğul acısı bitmemişti ki, bir de İstanbul'da sürgün acısı yaşamaya başladık. Eşim o kadar acı çekti ki, yaşadığı acılardan kanser oldu. Sürgün olmanın ve yaşadığımız onca acıdan dolayı hayatını kaybetti.”


Devam Edecek...

Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 2





EBU GARİP HALA KANAYAN BİR YARADIR…


“Bir tutsağın boynuna geçirdiğiniz zincirin öteki ucu, kendi boynunuza takılıverir.”

Emerson


Engizisyon işkencesi, Papalığın izniyle başladı. İşkence aygıtı, yüzlerce yıl süreyle, kasıp, kavurdu, ne çok can aldı. Günü geldi, emri verenleri dahi korku saldı. Canavar haddini aşmıştı. “Dur” demenin zamanı ise çoktan gelmişti. Ve bu nedenle tam 200 sene önce, işkencenin yasaklanması için tüm Avrupa ayağa kalkar. Herkes el ele verir, bu illetten kurtulma mücadelesine soyunulur. Yoksa insanlık suçu, ağır ağır ortadan kaybolmakta mıdır? Hatta Victor Hugo, 1874 yılında, büyük bir iyimserlikle, “işkence yeryüzünden kalktı” diye konuşur. Nereden bilsin adam, bazılarının, sadece Ortaçağ karanlığıyla beslenip, güçlenebildiğini ve bu sayede tekerini döndürüp, çarkını çevirebildiğini...

Ve Ebu Garip Cezaevi... İşkenceli ölümlerin adını, soysuz bir şekilde, eğlence koyan işgalci zihniyetin, kahpe ve fütursuz eseri… Ebu Garip Cezaevi’nde bir tek işgal askerleri işkence yapmadı, mazlumların rehberinde adı uğursuza çıkan gizli şebeke CIA’nin ajanları ile görevleri insan sağlığını korumak olan doktorlar da onlara katıldı. “Hayalet tutukluları”, Kızılhaç’tan bile saklayan cezaevinin eski komutanı, İsraillilerin de sorgulamada bulunduğunu iddia ediyordu. Onlar, gururu incinen, onuru zedelenen bir halktan özür dileyeceklerine, üç, beş “emir kulu” askere ceza verip, hadiseyi de “münferit” hale getirip, sıyrılmaya çalışacaklardı. Ve sonuçta, Amerikan ordusu, hem işkence emrini verir, hem de trajikomik bir şekilde, kendi askerlerinin yaptığı işkencelerle ilgili bir rapor hazırlar...

Ebu Garip cezaevinde 11 yaşında tutsaklar bulunur. Çocuklar esir edilir. Ancak unutulmamalı. Hiçbir sır, sonsuza dek saklı kalmaz. İçerde bir ulus, aşağılanmakta, insanlığın kanını donduran soysuzlar, yaralara tuz basmaktadır. Iraklı kadın esir “Nur”, dışarıya şu mektubu ulaştırmayı başarır;

“Ben Nur... Size Ebu Garip Hapishanesi'nden yazıyorum. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yazarken kalem duruyor, ifade etmekte zorlanıyorum. Yemek yerken size açlığın ne olduğunu anlatabilir miyim? Siz uyurken uykusuzluğun ne demek olduğunu... Ya da siz giyinikken çıplaklığı anlatabilir miyim? Ne zaman üzerinde benim insanlarımın bulunduğu inşaat malzemeleri taşıyan kamyonlarınızın geçtiğini görsem, ‘benim insanlarım ve kardeşlerim kız kardeşlerini dolarla sattı’ diyorum. Ne zaman onurlu insanları düşünsem durumum için ağlıyorum. Burada neler yaşadığımızı size anlatabilir miyim? Sadece onurumuzu, yeminimizi korumak için işkenceye ve şiddete maruz kalıyoruz. Dini liderlerimiz nerede? Bu mesaj, Allah’ın adaletine inanan dini liderlerin eline geçerse, kürsülerinden bunu herkese okusunlar. İçki içip bize hayvanlar gibi tecavüz ederlerken büyük ıstırap çekiyoruz. Her gün yeniden ölüyoruz. Tecavüze uğruyor, işkence görüyoruz. Giysilerimiz paramparça, karnımız aç. Bizi kurtarmaya kim gelecek? Size veda etmeden önce Allah'tan korkmanızı tavsiye ediyorum. Karnımızda, orospu çocuklarının, piçlerini taşıyoruz. Onurlu insanlar... Eğer silahınız varsa bizi, hapishanedekilerle birlikte öldürün. Lütfen bunu yapın. Lütfen...”

Ebu Garip Zindanı’nda yaşanan dram artık çığlık olmuş, dışarı sesini duyurmuştur. Direnişçi Fatima da yazar mektubunu;

“Ey Allah yolunda cihat eden kardeşlerim... Size neler anlatsam! Karınlarımızın domuzların ve maymunların piçleri ile dolu olduğunu mu? Yoksa onların vücutlarımızı kirlettiğini, yüzlerimize tükürdüklerini ve göğüslerimizdeki Kuran’ı paramparça ettiklerini mi anlatayım! Allahu Ekber... İçinde bulunduğumuz durumu düşünebiliyor musunuz? Hakikaten bize hâlâ neler yapıldığını bilmiyor musunuz? Biz kız kardeşlerinizin ve yarın yüce Allah’ın huzurunda hesaba çekileceksiniz. Bu zindanda hiçbir gece geçmiyor ki, bu domuz ve maymunlar sürüsünün azgın şehvetleri vücudumuzu yıpratmasın. Bekâretimizi bozdular... Allah’tan korkun ve bizi bu canilerlerle birlikte öldürün... Onlarla birlikte duvarları üzerimize yıkın... Allah’ın arşı altında bizden faydalanmalarına ve tecavüz etmelerine imkân tanımayın. Bize yapılanlardan dolayı Allah’tan korkun... Bırakın dışarıda onların tankları ve uçakları ile uğraşmayı... Ebu Garip zindanlarında zulme maruz kalan bizlere yönelin. Ben din kardeşiniz (Fatima), bir günde 9 kez bana tecavüz ettiler, bu zilleti tahayyül edebiliyor musunuz? Düşünün gözlerinizin önünde kız kardeşinize tecavüz ediliyor! Niçin benim de sizin kız kardeşiniz olduğunuzu tasavvur etmiyorsunuz? Benimle birlikte bu kara zindanda evlenmemiş 13 kız kardeşiniz daha bulunuyor. Hepimize bu kahpe duvarlar arasında tecavüz ediliyor... Hâlâ çığlıklarımızı işitmiyor musunuz? Namaz kılmamız engellendi, elbiselerimiz çıkarıldı. Giyinmemize müsaade edilmiyor. Buradaki kız kardeşlerinizden biri, size bu mektubu yazdığım günün bir kaç gün öncesinde intihar etti. Bu kız kardeşiniz vahşi bir şekilde tecavüze uğradıktan sonra dövüldü. Alçaklar, bacınızın göğsüne ve baldırlarına vurdular. Daha sonra inanılması güç bir işkenceden geçirdiler. Buna tahammül edemeyen bacınız, başını zindanın duvarlarına vura vura öldü. İslâm’da intiharın haram olmasına rağmen kardeşimiz intihara başvurdu. Ben onu mazur görüyorum. Allah’tan onun için mağfiret diliyorum. Çünkü O, bağışlayandır ve çok merhametlidir. Kardeşlerim Allah rızası için nidamıza karşılık verin ve bizi onlarla birlikte öldürün! Umulur ki huzura ereriz...”

Aylar geçer, koşullara dayanamayan esirler, Ebu Garip Cezaevi’nde isyan çıkarır. Düşman, ayaklanmayı ağır silahlarla bastırır. İki tutsak ölür, onlarcası yaralanır. 40 kadar Iraklı direnişçi çağrıyı almıştır. 3 Nisan 2005 günü roketatarlar ile saldırı düzenlediler Ebu Garip Cezaevi’ne, bomba yüklü iki aracıda havaya uçurdular. Yaklaşık bir saat süren çatışmada, 12 tutuklu ve 44 ABD askeri yaralandı.

Ve Fatima çıkar bir gün içeriden. Bir daha “çuval geçirilmesin” diye kimsenin başına, hemen silaha sarılır. Gerekirse ölecek, öldürecektir. İşgal güçlerine yönelik bir saldırıya, O da katılır. Yanında dört direnişçi, yaşamları sonlanır. Ama O, mutludur. Beklediği huzura artık kavuşmuştur. Çünkü “şehit” düşmüştür.

Ülkedeki işbirlikçiler de işgalci efendilerini aratmaz. Iraklı yetkililerin bilgisi dâhilinde, rahat rahat işkence yapabilmek için “gizli gözaltı merkezleri ağı” kurulur. Yakma, boğma, diz kapaklarını matkapla delme, döverek felç etme, kol ve bacak kırma, kısa sürede sıradan uygulamalar haline getirilir. Bir Iraklı diğer Iraklıyı aslan kafeslerine atar…

Ümmü Kasr yakınlarında ise en büyük toplama kampı açılır. Camp Bucca adındaki bu insanlıkdışı merkezde, 6049 savaş esiri tutulur. 2005 yılının ilk ayında tutsaklar, isyan çıkarırlar. İşgal ordusu, ayaklanmayı kanla bastırır, dört Iraklı canından olur.



LATİN AMERİKA TARİHİ, CUNTALAR TARİHİDİR…



“Haklıların mahkûm edildiği bir ülkede, bütün doğruların yeri cezaevidir.”

Thoreau


Bizim topraklar, darbenin kanlı çizmeleriyle çiğnenmeden, gereksiz her şeyi baş tacı eden apolitik bir kuşak yaratan meşhur 12 Eylül cuntası gelmeden, tam 7 yıl önce Şili benzer bir karabasanı iliklerine dek yaşadı. “Unitad Popular” iktidarına ve onun meşru başkanı Salvador Allende’ye karşı ABD destekli generallerin, top, tank ve uçaklarla Santiago’da giriştiği faşist darbenin tarihi, 11 Eylül 1973’tü. Acısı bugün bile taze olan dehşet depremi, sarstı bütün Şili’yi, şiddeti bir ulusu şoka soktu. Darbenin 14. gününde, sadece Santiago kent morguna 2796 ceset getirildi. Genç bedenler canlı canlı uçaklar ve helikopterlerle denize atılırken, muhaliflerin ölüleri günlerce nehirlerde yüzdü.

İstanbul’da bir yaz günü konser veren Inti-Illimani’nin sadece sendikacı olduğu için işkence gördükten sonra helikopterle denize atılan bir kadın öğretmeni anlattığı “O Denizden Geldi” şarkısının iç yakan tınısından etkilenmemek mümkün değildi. Binlerce kişi artık tek yürekti. Çaktılar çakmaklarını, geceyi ışık denizine çevirip, aydınlattılar. Bir halkın acısını paylaştılar.

Cunta, Atacama Çölü'nde toplama kampları açtı, 30 bin kişi siyasi nedenlerle tutukladı, 15 bin muhalif öldürüldü. Nazi Almanyası’nda olduğu gibi yakılıp, yıkıldı kitaplar. İnsanlık dramı bitmiyordu. Santiago Ulusal Stadyumu'na doldurulan beş bin kişi korku içinde, esareti ve işkenceyi bir arada yaşarken, 23 yıl sonra bin kişinin tıkıldığı İstanbul Eyüp Kapalı Spor Salonu'nu da bir başka işkencehaneye çevriliyordu. Şili’de müzisyen Victor Jara Türkiye’de ise gazeteci Metin Göktepe son nefeslerini veriyorlardı. İşkence altında...

Victor Jara’nın Şili Stadyumu’nda ölüme giderken bile şiir ve şarkıdan vazgeçmiyordu:

Beş bin kişiyiz
Şehrin bu küçü bölümünde.
Beş bin kişiyiz
Ne kadar olacağız bilemem
Şehirde ve bütün ülkede.
Yalnız burada
On bin el tohum eken
Ve fabrikaları işleten.

İnsanlığın ne kadarı
Açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,
Baskıyla, terör ve delilikle karşı karşıya.
Yittiler aramızdan altısı
Uzaydaki yıldızlarca.

Biri öldü, ikincisine vurdular vurdular
İnanmazdım asla bir insana böyle vurulacağına.
Diğer dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti,
Biri boşluğa attı kendini,
Diğeri vuruyordu, başını duvara,
Ama hepsinin bakışlarında ölümün işareti.

Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!
Taktıkları yok hiçbir şeyi
Demir parmaklıklar arasında yürütüyorlar planlarını.
Kan madalyadır onlara,
Katliam kahramanlık gösterisi.
İstediğin dünya bu mu tanrım?
Bunun için mi harcadın

Yaratıcılığının ve emeğinin yedi gününü.
Tükeniyor ömürler dört duvar arasında,
İlerlemeyen bir sayı gibi,
Yalvararak ölümün bir an önce gelmesi için
Birden sızlıyor vicdanım,
Görüyorum yürek vuruşlarıyla değil,
Makineların temposuyla atan akını
Ve askerlerin ebelerinin sahte tatlılığıyla
Dolu yüzlerini.
Ya Meksika, ya Küba, ya dünya?
Nasıl ağlıyorlar bu alçaklığa!
On bin el kadarız
Artık üretemeyen.
Ne kadır bütün ülkede?
Daha kuvvetli vuruyor başkan yoldaşımızın kanı
Bombalar ve mitralyözlerden.
Böyle vuracak bizim yumruğumuz yeniden.

Kara bir şarkı oldu dilimden dökülenler
Yansıtayım dediğimde bu dehşeti!
Dehşetti yaşadığım,
Ölümüm dehşet.
Ezgileri oldular bu şarkının
Şimdi sonsuzluğa karışan
Sessizlik ve çığlıklarda
Nice, nice onlar.
Hiç görmemiştim bu gördüğümü,
Hissetmemiştim böylesine yürekten
Tomurcuğun doğacağı anı...

Geçtiğimiz günlerde 91 yaşında ölen Cunta lideri pişkin Pinochet söylev veriyordu, dalga geçer gibi;

“Demokrasi kendi varlığını yok etmenin tohumlarını bünyesinde taşır. ‘Demokrasi arada bir kan banyosu yapmalıdır ki, demokrasi olmaya devam etsin’ diye bir söz vardır. Neyse ki bizde böyle olmadı. Yalnızca birkaç damla kan aktı!’... Ne kadar bildik ne kadar tanıdık sözler. Aşina hem de nasıl.

Bir diğer Güney Amerika ülkesi olan Arjantin ise faşist cuntayla, 24 Mart 1976 günü tanıştı. General Jorge Videla yönetimindeki ordu, dönemin başbakanı İsabel Peron’u devirerek iktidarı aldı. Cuntacılar, ellerini kana bulamak konusunda aşırı hevesliydi. Onlar cellâttı. Hazırlandılar, günü karartmak ve vampir gibi genç bedenlerin kanını içmek için. Bilânço korkunçtu. Tamı tamına 30 bin kişi katledildi, yaşamları çalındı. İçeriden kurtulmayı başarabilenler ve arada bir ortaya çıkan gizli belge niteliğindeki listeler sayesinde, darbecilerin o yıllarda ülkede, çoğu gizli 650 tutuklama merkezi açtığı öğrenildi. İşkenceciler insanlıktan çıkmıştı. Gözaltına aldıkları hamile kadınları öldürüp, bebeklerini evlatlık olarak dağıtıyorlardı. Yakınları, evlatlık olarak verilen bu 500 çocuktan 80’ini yıllar sonra bulabildi.

Halklar cephesinde, durum pek de iç açıcı değildi. Yıllar, yıllar geçti. Türkiye ve Şili’nin mağduriyeti, bir türlü bitmedi. Darbecilerini yargılayamadılar, onların getirip sistemleştirdiklerinden kurtulamadılar. Sadece Arjantin ve Yunanistan, kısmen de olsa cuntalarıyla hesaplaşabildi. Darbelerin şiddetinden payına düşeni alanlar arasında ölenler, sakat kalanlar, psikolojileri bozulanlar çoktu, kimilerinin ise bir mezarı dahi yoktu. Analar, sevdiklerini yüreklerine gömdüler. Kayıplar... Kayıplar... Kayıplar... Yürek ezen bu kelimenin bir başka adı uygarlığın utancıydı. Şilili analar ve babalar aradılar günlerce, kayıp kızlarını ve oğullarını... Acı, sınır, tarih ve mesafe tanımıyordu. Kayıp gerçeği, duyarlı her kişiye bir tokat gibi çarparken Şili’den sonra bizde Cumartesi Anneleri, Arjantin'de ise Plaza Del Mayo Anneleri sevdiklerini yitirdiler. Kaybedenlerden hesap sordular, sabırla andılar ve aradılar evlatlarını...

‘Dünya Kayıplar Günü’ nedeniyle 5 yıl önce Türkiye’ye gelmişti, Arjantinli analar. Kayıp yakınları, evlatlarını simgeleyen fidanları birlikte dikmişlerdi. “Irk, din, dil fark etmez. Her annenin arkasında bir hayat hikâyesi var” diye söze giriyor, Arjantinli Taty Almeida. O, kayıp evlatları için “Beyaz örtülerimiz kefenimiz olsun” diyerek mücadeleye atılan “Las Madres de Plaza de Mayo”, bizdeki adıyla “Perşembe Anneleri” hareketinin faal bir üyesi. Karanlık güçler, tıp fakültesinde öğrencilik yapan 20 yaşındaki Alejandro N. Almeida’yı 17 Haziran 1975 günü kaybettiler ve Taty Almeida, o tarihten bu yana yani tam 30 yıldır oğlunun izini sürüyor.

Artık 75 yaşına basan Taty Almeida, Irak Dünya Mahkemesi’ne katılmak için İstanbul’a gelmişti. Üzerine Alejandro’nun kaybolduğu tarihi yazdığı beyaz başörtüsünü başına bağlamış, Türkçe “Hesap Ver Bush” ile oğlunun resminin olduğu rozetleri yakasına iliştirmiş ve geçip oturmuştu, Vicdan Jürisi’ndeki koltuğuna... Taty Almeida, kendi öyküsünü anlattı bana; “Bundan 28 yıl önce, ‘çocukları aramak ve hesap sormak’ isteyen 14 annenin, başkent Buenos Aires’teki hükümet binasının karşısındaki alanda toplanmasıyla başladı her şey. Çaresizlik içinde bütün acılarını, barışçıl bir direnişe çevirdiler. Sıkıyönetim nedeniyle 3 kişinin bir arada bulunması yasak olduğu için polisler, annelere ikişer ikişer dolaşın demişler. İlk tur o gün başladı. Biri kız üç çocuğuyla, siyasetten uzak yaşayan bir kadındım. Ortanca oğlum Alejandro, yaşadığı dünyayı değiştirmek isteğiyle politikaya atıldığı için gözaltına alındı ve kaybedildi. Büyük oğlum ise darbenin ardından birçokları gibi Arjantin’den kaçtı. Ben de vakit kaybetmeden gittim ve beyaz başörtülü anaların arasına karıştım. Eylemlerle geçti ömrümüz. Orta yaşlardaydık, artık yaşlandık. Annelerin kimi öldü, kimisi hasta ama mücadelemiz sürüyor. Herkes bulunduğu yerden, gerçeği ve adaleti istiyor. Biz yasal bir adalet istiyoruz. Öç alma durumu yok. Böyle olursa onlara benzeriz. Asıl sevindirici olan Arjantin’de darbeciler, toplumsal adalet duygusuyla karşı karşıya kaldılar. Görüldükleri yerde yuhalanıyorlar. İnsan arasına çıkamıyorlar. Onları rahat bırakmıyoruz. Artık kayıpların çocukları ve kardeşleri de bizimle beraber.”


“Oğulları Ölen Analara Türkü”


Onlar ölmediler yok,
Ateş fitiller gibi:
Dimdik ayakta,
Barut ortasındalar!
Karıştı, bakır tenli
Çayır çimene,
Karıştı,
O canım hayalleri:
Zırhlı bir rüzgar
Perdesi gibi;
Bir set gibi:
Kızgın çehreli,
Göğüs gibi:
Göğün görünmez göğsü gibi!
Analar, onlar ayakta
Buğday içindeler, onlar,
Yücelerden yüce dururlar:
Dünyayı doruktan seyreden,
Bir öğle güneşi gibi.
Bir çan darbeleri gibi,
Onlar.
Ölmüş gövdeler arasında,
Zaferi çekiçleyen bir ses gibi
Onlar,
Kara bir ses gibi.
Ey can evinden vurulmuş,
Toz duman olmuş bacılar!
İnanın oğullarınıza.
Kök oldu onlar,
Sade kök:
Kan suratlı,
Taşlar altında.
Karışmadı toprağa,
Dağılmış kemikçikleri.
Ağızları ısırır hala,
Kuru barutu;
Ve demir bir okyanus gibi,
Titreşirler hala.
Ben ölmedim der,
Yumrukları;
Yukarı kalkık yumrukları,
Daha.
Bunca yere düşmüşlerden,
Yenilmez bir hayat doğar:
Bir tek beden olur,
Analar, bayraklar, çocuklar,
Hayat gibi canlı tek bir beden;
Bir yüz bekler karanlıkları,
Ölü gözleriyle,
Kılıcı dopdolu,
Dünya ümitlerinden.
Dursun,
Dursun yas esvaplarınız.
Yığın derleyin
Gözyaşlarınızı;
Bir metal oluncaya kadar:
Bununla vuracağız,
Gündüz gece;
Bununla çiğneyeceğiz,
Gündüz gece;
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını,
Kırıncaya kadar.
Oğullarınızı bilirdim,
Unutmadım acılarınızı.
Ölümleriyle nasıl kıvandıysam,
Hayatlarıyla da öyleyimdir.
Onların gülüşleridir:
Karanlık atölyeleri ışıtan.
Her gün metroda, yanı başımda:
Onların ayak sesleridir,
Çın çın.
Akdeniz portakallarında,
Güney ağları içinde;
Yapılarda,
Basımevi mürekkeplerinde;
Kalplerini tutuşur gördüm onların,
Güçle, yangınla.
Ben de sizler gibiyim, analar.
Benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu.
Gülüşlerinizi öldüren kanla,
Serpilip gelişmiş;
Bir orman gibidir kalbim.
Günlerin kahredici yalnızlığı,
Uyanışın sisli öfkeleri
Girmiştir içine.
Susamış sırtlanları,
Bitip tükenmez ürmeleriyle
Afrika'dan gürleyen hayvan sesini;
Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri,
Bırakın, bir yana bırakın.
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar,
Doğan ulu günün ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer,
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz.

Şili cuntasının kıyıcılığına, şair Pablo Neruda'nın yüreği dayanamadı. Asıl adı Ricardo Neftali Reyes Basoalto olan yaşamış en büyük şairlerden Pablo Neruda, 12 Temmuz 1904 günü Şili'de doğdu. Demiryolcunun bir babanın oğlu Pablo, henüz 19 yaşında ilk şiir kitabını yayınladı. Neruda, şairliğinin yanı sıra konsolosluk, başkonsolosluk ve büyükelçilik gibi görevlerde bulundu. İspanya’da yaşanan iç savaşta, Cumhuriyetçiler’in yanında yer aldı, iki bin kişinin, Franko’nun zulmünden kaçmasına yardımcı oldu. 1945'te senatör seçildiği Şili’den, 1948'de at sırtında And Dağları'nı aşarak kaçmak zorunda kaldı.
1950'de Dünya Barış Ödülü'nü, 1971 yılında ise Nobel'i kazanan ozanın şiirleri hemen hemen her dile çevrildi. Nobel ödül töreninde, çıktı özlemini dile getirdi;
“Yalnızca ateşli bir sabırla tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak mükemmel şehri kazanacağız. Böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak.”

Darbeden bir kaç ay önce müthiş bir önseziyle “Ülkemin kan ağladığını görmeye dayanamam. Bu bana ölüm demek olur” demişti. Direnişin ve aşkın şairi, faşist diktatörün, ilk hedeflerinden biriydi. Pinochet’in emriyle askerleri, evinde, hasta yatağında gözaltına aldılar, Neruda’yı. Ona ait ne varsa dağıtıp, tüm eserlerini yağmaladılar. Ağızdan çıkmıştı bir kez söz. Ve Neruda, cunta güçlerince sergilenen kanlı sahnelere kapadı gözlerini, 12 gün sonra çekip, gitti. Tüm insanlığa miras şiirlerini arkada bırakarak...

İşte bu Neruda, “Oğulları Ölen Analara Türkü” eseriyle, “Terör örgütleri ile onların üyelerinin propagandasını yapmak” iddiasıyla Türkiye’de yargılandı. İki yıl önce, eski adıyla Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde. Aslında Pablo Neruda’nın İspanya İçsavaşı sürerken 1936 yılında kaleme aldığı “Oğulları Ölen Analara Türkü” adlı yapıtı, onun ilk büyük siyasal şiiriydi. Ozan, çocukları faşist Franko ordusunun kurşunlarıyla can veren anaların dramını anlattığı eserini, Lorca Grana’da yakınlarındaki Visnar’da yaralandıktan sonra yazdı ve Madrid konsolosluğu görevine bu şiiri nedeniyle son verildi. Türkçe'ye bir başka büyük şair olan Enver Gökçe tarafından kazandırılan bu şiire, aradan geçen onlarca yılda, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacı” taşıdığı gerekçesiyle bir toplatma kararı verilmemişti. Ta ki, Tavır Dergisi’nde yayımlanana dek… Dava açıldı. Dava sona erdi. Mahkeme heyeti, şiirde suç unsuru bulunmadığına karar verdi.


Devam Edecek...