16 Ocak 2010 Cumartesi

Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 4





“ÇEKME KURŞUNU YERSİN”



1996 ÖLÜM ORUCU EYLEMİ…


Bin operasyon, Gazi olayları, kanlı 1996 1 Mayıs’ı, gitgide tırmanan bir ivme kazanan faili meçhul cinayetler, insan haklarından sorumlu bakanın bile tiyatro gösterisi izler gibi seyreylediği “hücre evi” baskınları, çoğu genç bedenleri kana bulayan yargısız infazlar ve Cumartesi Anneleri’nin eylemleriyle sokağa taşınan kayıp gerçeği. Dahası varoşlarda kurulan barikatlar, yükselen öğrenci muhalefeti ve cezaevleri… Kirli ilişkilerin, kısmen açığa çıkacağı Susurluk kazasına giden yoldaydı ülke. 1990’lı yılların ortalarında yaşam, kâğıttan bir gemiydi, gözyaşlarıyla dolu bir leğende, batmamak için çabalıyordu.

Hapishaneler cephesinde de, durum kötüleşmeye yüz tutmuştu. Büyük bir eylem kapıdaydı. Cezaevleri, can almaktan zevk alan, insan etine hasret bir canavara dönüşmüştü. İçeride, 12 hayat daha sonlanacaktı. Direnişin nedenlerine kısaca bir değinecek olursak, filmi biraz başa sarmalıyız:

ANAYOL Koalisyon Hükümeti’nde Adalet Bakanı olarak göreve başlayan Mehmet Ağar, ilk olarak cezaevlerindeki tüm tutuklu ve hükümlülerin tepkisini çeken 6-8-10 Mayıs genelgelerini yayınladı. Genelgenin, “Tutukluların yargılandıkları yerin dışındaki başka bir kente sevkini” içeren maddesi, büyük tepkilere neden oldu. İçerisi kaynarken REFAHYOL Koalisyon Hükümeti iktidara geldi. Ağar’ın koltuğuna, Şevket Kazan oturdu. Kazan’ın ilk icraatı ise genelgeleri daha da ağırlaştırmak oldu. Ve ardından zoraki “göç” başladı. Tutuklu ve hükümlüler, “tabutluk” adını verdikleri, bitmeyen hikâye formatındaki Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nin tekrar açılmasına, ölüm orucu ve süresiz açlık greviyle yanıt verdiler.

‘Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu’nun ülke çapındaki 41 cezaevinde başlattığı eyleme, bin 500 siyasi tutuklu ve hükümlü katıldı. 20 Mayıs 1996 günü, DHKP-C, MLKP, TKP(ML), TİKB, TKEP-L, Direniş Hareketi, Ekim, THKP-C/HDÖ, TKP/ML ve TDP davalarından tutuklu ve hükümlülerin, başlattığı direniş, 45. gününde ölüm orucuna çevrildi. Ekim davası tutuklu ve hükümlüleri 55. günde eylemlerini ölüm orucuna dönüştürürken, TİKB davası tutuklu ve hükümlüleri eylemlerini süresiz açlık grevi olarak sürdürdü. PKK davası tutuklu ve hükümlüleri ise destek amacıyla açlık grevi yaptı. Ayrı bir talep listesini kamuoyuna açıklayan PKK davası tutuklu ve hükümlüleri, bir süre sonra açlık grevi eylemlerine son verdiler.


Başbakan Necmettin Erbakan, ölüm orucunda bulunan tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde çekilmiş görüntülerini, “sansür hakkını” kullanarak televizyonlarda gösterilmesini engelledi. Sincan davası sanıklarını ziyaret etmekten çekinmeyen bakan Şevket Kazan’ın, “Ölüm orucu için itirafçıları seçiyorlar. Koğuşlarda ‘biz’ değil, örgütler hâkim. Silahları ve faksları var” gibi açıklamaları, gerginliğin daha da artmasına sebep oldu.

Sivil toplum örgütlerinin tepkisi üzerine Kazan, Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ndeki 102 siyasi mahkûmun, İstanbul’daki cezaevlerine nakli yerine, Sakarya’ya gönderilebileceklerini söyledi. Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu bu öneriyi reddedince, operasyon hazırlıklarına başlandı. Uluslararası Af Örgütü, Erbakan ve Kazan’a çağrı yaparak, ölümlerin durdurulmasını istedi. Torun Kaya, Çankırı Cezaevi’ndeki oğluna, eylemin 53. gününde kefen yolladı.

Hayati öneme hayız B–1 vitamini kullanılmadığı için ölümler erken ve peş peşe geldi. Bir haftada, tam 12 can gitti. Öfke meydanlara taştı. Korsan gösteriler, tutuklu ve hükümlü ailelerinin eylemleri, işgaller ve cenaze törenleri. Destek eylemlerine katılan binlerce kişi, gözaltına alındı, yüzlercesi yaralandı. İnsanlığın sınandığı günlerdi. Cağaloğlu’nda Cumhuriyet’e yüz, TGC’ye on metre mesafede bir hengâmenin ortasına düşmüştüm. İstanbul’un göbeğinde ölüm orucuyla ilgili bir gösteriydi. Nasıl sert bir müdahaleydi. Anlatamam… Sivil polisler, ana kucağındaki çocukları bile yere atıp, tekmeleyebiliyordu. Elim fotoğraf makinesine gitmişti, gayri ihtiyari… Polisin biri, Zeballah gibi dikildi başımda, “çekme” dedi. “Çekme kurşunu yersin.” Neyse ki sadece coplamakla yetindiler. Sanırım 15 gazeteci vardık o gün pataklanan…

(Galatasaray’da, Beyazıt’ta, Kadıköy’de veya herhangi bir yerde… Dört mevsim… Gece, gündüz… Sıcak, soğuk… kar, yağmur, çamur… Çeşit çeşit eylem, protesto gösterileri, mitingler ve illa korsanlar… Dünyanın en zor mesleklerinden biridir gazetecilik. Toplumsal olaylarda görevli olmak başlı başına suç kabilindendir. Ne koşullarda gazetecilik yaptığımıza ancak varoş, meydan ve sokaklar tanıktır. Az mı dayak yedim. Tartaklandım, itilip kakıldım, dövüldüm. Aynı gün iki ayrı olayda coplandığımı hatırlarım. Gözaltıları saymadım, aldığım darbeleri de…)

Bir kere zıvanadan çıkılmıştı. Polis, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni basarak, gazeteci avlıyordu. “Tarihe geçen belge” diye, neredeyse yarım sayfayı işgal ediyordu, çektiğin fotoğraf. Ve sen, ertesini gün tekrar eyleme koşacağından, iyice hedef olmamak için fotoğrafın altına imzanı bile atamıyordun. Uykusuz geceler, tehlikeli gündüzler, görev seni bekliyordu. Ceviz kırmaktan başka işe yaramayan telsizlerle, ankesörlü telefonlarla veya iki coplanma seansı arasında, börekçiden, kahvehaneden yazdırılıyordu haberler...

Sonra Gazi Mahallesi’nde ikinci kez barikatlar kuruldu, sokaklar tutuştu. Güzel Şahin, Nadire Çelik ve Ali Rıza Eroğlu, evlatları için ölüm orucuna başladı.

Şevket Kazan’ın “içeride gizli gizli yiyorlar” demecini yalanlarcasına, 21 Temmuz’da Ümraniye Cezaevi’nde kalan Aygün Uğur, eylemin 63. gününde yaşamını yitirdi. Bayrampaşa Cezaevi’nde yatan Altan Berdan Kerimgiller ise iki gün sonra son kez kapadı gözlerini. Yine aynı cezaevinde kalan İlginç Özkeskin ise ertesi gün. Eylemin 67. gününde üç ölüm haberi arka arkaya ulaştı, yürekleri ağızlarında, evlatlarından haber bekleyen tutuklu ailelerine. Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde Hüseyin Demircioğlu, Bursa Cezaevi’nde Ali Ayata ve Aydın E Tipi Cezaevi’nden “Gerçek ayrılık özlemlerin bittiği yerde başlar, Biz hiç ayrılmayacağız” diyen Müjdat Yanat soluksuz kaldılar. Yine bir gün sonra dünya tarihinde ilk kez, bir kadın ölüm orucu ve açlık grevi eylemcisi yaşamını yitirdi. Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde Ayçe İdil Erkmen ve yine aynı gün Bayrampaşa Cezaevi’nde Tahsin Yılmaz öldüler. Çanakkale Belediyesi’nin hoparlöründen, Erkmen’in cenazesi için çağrı yapıldı.

RP Genel Başkan Yardımcısı Bahri Zengin ile yine aynı partiden İstanbul milletvekili Mukadder Başeğmez, aydınlar Eşber Yağmurdereli, Yaşar Kemal, Oral Çalışlar ve Zülfü Livaneli, Cezaevi Merkezi Koordinasyonu ile görüşmeleri sürdürdü. Taleplerin en önemli maddesi olan “nakillerin durdurulması” ve “sevk edilenlerin yerlerine gönderilmesi” konusunda anlaştılar. Cezaevlerinde yaşanan sorunların bir komite tarafından izlenmesi koşulunu kabul ettiren tutuklu ve hükümlüler, eylemlerini sonlandırdılar. Direnişin bitirildiği 27 Temmuz 1996 günü, Bayrampaşa Cezaevi’nde Yemliha Kaya, Bursa Cezaevi’nde Ulaş Hicabi Küçük, Ümraniye Cezaevi’nde Osman Akgün hayatlarını kaybettiler. Bir deri bir kemik halindeki onlarca direnişçi, vakit kaybedilmeden hastanelere taşındı. Bursa Cezaevi’nden hastaneye sevk edilen Hayati Can ise, anlaşma sağlanmasından birkaç saat sonra, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Yer Bayrampaşa Cezaevi'nin önü... Sıcak mı sıcak bir temmuz gecesinde, eylemin sonuçlanmasını ve arabulucuların dışarı çıkmasını bekliyoruz. Devamını ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde çıkan izlenimlerimden okuyalım:

“Bir beşik sallandı cezaevleri kapısında 10 saat boyunca ölümle yaşam arasında gidip, gelen. Bu 10 saatlik gergin süre boyunca bir ölüme yakalandı, bir yaşama. Ölümle yaşam hiç bu kadar yakın olmamıştı. Bayrampaşa Cezaevi’nin soğuk duvarlarının kenarlarındaki lambalardan süzülen ışık, üzüntü ve merak içerisindeki annelerin, babaların, kardeşlerin, halaların, teyzelerin yüzünde ölümün acısını ortaya çıkarıyor. Kaldırımlarda ölümün kaskatı acısı içerisinde sessizce bekliyorlar. Gazetecilerin gürültülü telaşını izliyorlar. Gözleri kapıda... Yedikleri dayaklar, coplar, yaşadıkları tüm acılar... Onların hiçbirini şimdi düşünmüyorlar.

Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın sert açıklamasından sonra ‘operasyon’ beklentisi içerisindeki kederli ailelerin düşündükleri tek ama tek şey kasvetli cezaevlerinin duvarları arkasında, sabahtan bu yana süren görüşmeler... Ne oluyor acaba? Yeni bir ölüm duymadan anlaşma olacak mı? Hemen önlerinde kask, kalkan ve coplarıyla polisin ördüğü etten duvarın arasından Bayrampaşa Cezaevi’nin demir kapısının ağır ağır açılıp kapanışlarına gözlerini kenetlemişler. Sürekli olarak polis otolarının sirenleri çalıyor, protokol araçları giriyor çıkıyor, ambulanslar kapıda hazır bekliyor. Eşber Yağmurdereli’nin yüreklere su serpen olumlu sinyalinden sonra içeriye giren yazarlar ve politikacılardan bir teki bile dışarı çıkmıyor. Dakikalar, saatler geçiyor. Uzadıkça uzuyor saniyeler...

Saatler 23.00’e yaklaşırken İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, CHP İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş ve anlaşmanın mimarı Eşber Yağmurdereli cezaevi kapısında görülüyorlar. Gazeteciler haber telaşı, aileler yaşam umudu içinde çevrelerinde düğüm oluyor.

Haberler yaşam umudunu yeşertiyor. Sevinmek ve sevinmemek... Hem çok mutluydu aileler, sonunda anlaşma sağlanmıştı ya... Hem de çok üzgündüler. Çünkü bedeli çok ağır olmuştu. 69 günlük direnişin sonunda hücreleri tek tek eriyip gidenlerden 12’si yitip gitmiş, geri kalanların vücudunda ise geri dönülmez izler bırakmıştı. Çocuklarının yaşatılması için sokaklardaki haykırışlarında yedikleri cop ve tekmelerin acısı bu ağır bedelin yanında hiç kalırdı. Anlaşma sağlandığı haberi ailelerin sessizliğini bozuyor. Kameralara, teyplere içlerini döküyorlar.

Ölüm orucu direnişçisi Birol Abatay’ın babası Şehzat Abatay, buruk bir sevinç içinde olduklarını belirterek, ‘Çocuklarımızı ve bizi perişan ettiler. 12 yavrumuzu kaybettik. Aileler, hastanede çocuklarının ölmeyeceğini nereden bilsin? Kendi oğlumdan ölenleri asla ayırmam. Çünkü onlar da bizim evladımız. Benim ve bizim için artık hiçbir şey fark etmez. Talepler kabul edildi, fakat uygulama aşamasında pürüzler çıkarsa ne olacak. Çocuklarımız tekrar ölüme yatacak’ diye endişesini dile getiriyor.

Açlık grevindeki Mehmet Can Targay’ın polis baskısından korktuğunu söyleyerek isim vermek istemeyen halası, ‘Şu an dünyanın en mutlu insanıyım. Sevinçten ağlamak istiyorum. En son Cuma günü görüşebilmiştik. Mehmet’im kan kusuyordu. Halkımıza, askerlerimize ve polisimize geçmiş olsun diliyorum. Onlar da ana kuzusu. Allah’a şükrediyorum. Ölmek fakirlere mahsus bir şey midir? Zenginler, oturmuş, gülerek seyrederken biz birbirimizi öldürüyoruz. Bu dünyada hep iyiler mi ölür’ diye konuşuyor.

Açlık grevindeki Mehmet Can Targay ve Murat Targay’ın amcaoğlu Mümtaz Targay ve yakını Hüseyin Polat, insanların bedel ödeyerek bazı haklara kavuştuğunu söyleyip devam ediyor: ‘Keşke bu olaylar hiç olmasaydı, keşke canlar ölmeseydi. Çocuklarımız hastanede mi, revirde mi, bilemiyoruz. Adalet Bakanı Kazan, geç kalmıştır. Çözüme yönelik adım atmak için Kadir gecesini beklemesi lazımdı. Belki de geri dönülemeyecek bir noktada anlaşmaya gitmek, çıkarlarına denk geldi. Tutukluların insanca yaşam için ölüm oruçlarına girmesi ve haklı talepleri vardı.
Bu basit ve insani taleplerin kabul edilmesi için 2 ay 10 gün beklenmesinin amacı neydi’

Bayrampaşa Cezaevi'nde açlık grevi yapan Serdar Yılmaz'ın babası Sedat Yılmaz, yürek acısıyla Adalet Bakanı Şevket Kazan'ı dinsizlikle suçlayıp sitem ediyor: ‘Dini olan bir insan bunları yapmaz. Çocuklarımıza 69 gün resmen işkence yaptılar. Oğlumuzun sağlık durumu çok kötüydü, ailecek biz de öldük. Asıl Şevket Kazan'ın tedaviye ihtiyacı var. Onun öbür tarafta da işi çok zor. Şevket Kazan bunca ölümden sonra alsın da kına yaksın.’

Bazı tutuklu ve hükümlü yakınları, Mehmet Ağar ve Şevket Kazan’ın da evlat acısını duymasını isteyerek, beddualar ediyor: ‘İçimiz kan ağlıyor. Dünyanın en büyük acısı evlat acısını yaşadık. Allah'tan isteğimiz Ağar’ın ve Kazan’ın çocuklarının da bizim oğullarımızın, kızlarımızın durumuna düşmesidir. O zaman evlat acısı neymiş anlasınlar. Hepimiz fakir insanlarız. Paramızı zorla denkleştirip memleketimizden kalkıp geliyoruz. Evlatlarımızın yüzlerini görmek için geldiğimiz cezaevlerinde cesetleriyle karşılaşıyoruz. Bu nasıl Müslümanlıktır bu nasıl din kardeşliğidir.”

Tablo hazindi. Hemen hemen her eylemcide, görme bozukluğu, kas erimesi ve konuşma güçlüğü tespit edildi.
Yaşamsal öneme haiz B–1 vitamininin kullanılmaması, eylemcilerde telafisi mümkün olmayan rahatsızlıklara yol açmıştı. Ergün Bütüner, Ahmet Gülhan, Semiray Yılmaz, Cafer Gürbüz, Delil İldan ve daha niceleri ömür boyu sakat kalmıştı.


AH CANLAR, ULUCANLAR...


Türkiye, sonbaharı iliklerine dek yaşıyordu. Hızla sararan yapraklar, solacak canları hatırlatıyordu. Hüzün sinmişti hayata. Ve gerçek, hiç bu kadar gaddar, hiç bu kadar medetsiz olmamıştı. Besbelli kış erken gelip, gözyaşlarını dahi donduracaktı. Alemdağ, Buca, Ümraniye, Diyarbakır... Tutuklu ve hükümlü aileleri yıllardır perişandı, sürekli “Ölüm kuşu hangi cezaevine konacak” diye haykırıyorlardı. Sadece 1997 ve 1998’de 66 cenaze çıkmıştı cezaevlerinden...

Sıra, ülkenin başkentindeki Ulucanlar Cezaevi’ndeydi. Ve liste uzayıp gideceğe benziyordu. Resmi adı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi olan Ulucanlar Hapishanesi’ndeki, 40 kişi kapasiteli koğuşta, tam 100 kişi kalıyordu ve bir yatakta üç kişi uyuyamaya çalışıyordu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, duruma itiraz ederek, koğuş mevcudunun azaltılması için hapishane idaresine başvuruda bulundular, insani koşullarda yaşama isteklerini ilettiler. Ancak her hangi bir sonuç alamadılar. Cezaevinden kötü kokular yükselmeye başlamıştı. Herkes tedirgindi.

2 Eylül 1999 günü başlayan ve giderek artan gerginlik, 26 Eylül 1999 gecesi kâbusa dönüştü. Baskından yarım saat önceydi, evlatlarının hayatından endişe eden ve bunun için bir haftadır hapishanenin karşısındaki parkta sabahlayan aileler gözaltına alındı. Onlar çığlık çığlığa yavrularının adlarını haykırırken, özel timler, ilk defa MP5, G–3, Beratta, Kaleşnikof gibi silahların da kullanıldığı bir operasyonla, 10 ana kuzusunu öldürüyordu. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in, ABD’de “resmi temaslarda” bulunmak üzere yola çıktığı gündü. 18 yaşındaki Aziz Dönmez, 40 yaşındaki Feyzullah Koca, sonra Habib Gül (Nevzat Çiftçi), Zafer Kırbıyık, Erkan Özkan, Mahir Emsalsiz, Ahmet Savran, Halil Türker, Ahmet (Abuzer) Çat, Ümit Altıntaş ve Önder Gençaslan yaşamlarından oldu, 30 tutuklu ve hükümlü de ağır yaralandı.

Ulucanlar’daki baskından bir saat önce Aydın Hapishanesi’nde de, siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldıkları koğuşlara operasyon düzenlendi. Elektrik ve suların kesilmesinin ardından koğuş duvarları yıkıldı, içeriye gaz bombası atılıp, tazyikli su sıkıldı. Tam üç saat süren baskın sonucunda, koğuşlara giren güvenlik güçleri, cop, demir çubuk ve dipçiklerle mahkûmları hastanelik etti.

Aydın Cezaevi fırtınayı atlatmıştı ancak Ulucanlar’da tam anlamıyla kıyamet kopmuştu. Baskın bitmiş, canlar yitmişti. Operasyonun nedenlerini kamuoyuyla paylaşmak isteyen yetkililer, her zamanki gibi, çelişkili açıklamalara başvurdular. Önce koğuş yetersizliği nedeniyle 33’ü kadın 76 mahkûmun başka cezaevlerine nakledilmesi için operasyon yapıldığı belirtildi. Sonra Adalet Bakanlığı, “tünel kazıldığı” ihbarı üzerine baskın düzenleyen askerlere karşı, mahkûmların silah kullandıklarını öne sürdü. Peki, bitti mi? Kesinlikle hayır! “ölümlerin mahkûmlar arasındaki iç hesaplaşmadan kaynaklanmış olabileceği” ve “cezaevinde örgüt üyelerinin, sorgu odalarının bulunduğu” da iddialar arasındaydı.

Baskının ertesi günü, ülkenin en büyük gazetelerinden biri, altında “kanlı isyanı başlatmadan beş dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler” yazan bir fotoğraf yayımladı. Sonra bu fotoğrafın beş yıl önce çekildiğini belirtip, özür dilediler. Baskın yapılmasına neden olduğu savlanan “tünel” ise, operasyondan 10 gün sonra gözetleme kulesine 20 metre mesafede, koğuş avlusunun tam ortasında bulundu! Cezaevini gezen gazetecilerin, tünelin kazıldığı yerin, gözcüler tarafından rahatlıkla görülebileceğini söylemesi üzerine yetkililer, insanı hayrete düşüren bir yanıt verdiler:

“Mahkûmlar, tünel kazılırken dikkat çekmemek ve gözcülere yakalanmamak için, avlunun üzerini brandayla kapatmışlar. Kazı esnasında çıkan sesi engellemek için de, avluda daktilo ile çalışarak gürültü çıkarmışlar.”

Avlunun ortasındaki tünelin, 10 gün sonra bulunması “hikâyesi”ne çocukların bile inanmayacağını iddia eden tutuklu ve hükümlüler, tünelin, hapishane idaresi tarafından kazdırıldığını öne sürdüler. Hazırlanan resmi raporlar ve otopsi tutanakları ise, ülkeyi yönetenlerin açıklamalarını suya düşürüyor, yaşanan dramı tüm ayrıntılarıyla belgeliyordu. Bilirkişi raporunda, “Öldürme amacıyla ateş edildiği”, “Cesetlerde kimyasal madde yanıkları bulunduğu” ve “İşkence yapıldığı" yazıyordu. Aziz Dönmez, Zafer Kırbıyık ve İsmet Kavaklıoğlu, av tüfeğiyle, diğerleri ise değişik tipte silahlarla yakın mesafeden açılan ateşle öldürülmüştü. Çoğu kalbinden kurşunlanmış, Ahmet Savran ve Halil Türker, kafalarından vurulmuştu. Habib Gül (Nevzat Çiftçi), kan kaybından hayatını kaybederken, mahkûmların hepsinde darp izi bulunuyordu. Öldürülen mahkûmların elbiseleri de sırra kadem basmıştı! TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı alt komisyonun 28 Haziran 2000 tarihli raporunda şu görüşlere yer verilmişti:

“Elbiselerin kaybolması, atış mesafesi başta olmak üzere, ateşli silah yaralarının tam olarak yorumlanmasını engellemektedir. Olay, planlı yapılmıştır. Müdahale için günlerce hazırlanılmış, yeterli sayıda personel getirilmiş, hatta Özel Harekât Birliği’nden de takviye alınmıştır. Cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği devlete, dolayısıyla da güvenlik güçlerine emanet edilmiştir. Yani bu operasyonda ölen insanların can güvenliğinden devlet sorumludur.”

Söz sırası artık kanlı baskından yaralı kurtulan, üstlük bir de haklarında dava açılanlardaydı:

“Güvenlik güçleri, ‘arama yapma’ bahanesiyle, hiçbir uyarıda bulunmadan sabaha karşı 04.00’de baskın düzenledi. Hemen hemen hepimiz uyuyorduk. Arkadaşlarımız çatılarda, askerleri gördüklerini söyleyince uyandık. Aynı anda 6. ve 7. koğuşların çatılarından, hiçbir uyarı yapılmadan tarama atışı başladı. Gözetleme kulelerinden ‘Sizin kanınızı içmeye geldik’ anonsu yapıldı. Hedef, 4. ve 5. koğuşlardı. İlk atışlar sırasında, Halil Türker ve Abuzer Çat adlı arkadaşlarımız yaşamlarını yitirdi, Ümit Altıntaş ve Zafer Kırbıyık ise yaralandı. Yaralı arkadaşlarımızı taşıyarak, 4. koğuşun havalandırmasına ve koğuş içine çekilmeye çalıştık. Ancak güvenlik güçleri, yaylım ateşini sürdürüyorlardı. Bu sırada Nevzat Çiftçi ve Önder Gençaslan da yaralandı.

Çatılar dışında, müşahede dediğimiz 14. koğuşun camlarından da, makineli tüfeklerle rasgele ateş ediliyordu. 3 No’lu gözetleme kulesindeki sivil giyimli kişiler ise, av tüfeği ile hedef gözeterek atış yapıyordu. Gaz bombaları ve silahların kullanıldığı baskın sabaha dek sürdü. Sonra içeriye, itfaiye hortumlarıyla önce su ardından da köpük sıkmaya başladılar. Saat 10.00 civarında sıkılan köpük, adam boyuna ulaştı. Boğulma tehlikesi geçirdik. Güvenlik güçleri, daha sonra havalandırma ve koğuş duvarlarını patlayıcılarla patlatarak, açılan deliklerden üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler. Yoğun bir şekilde, kükürt gazı sıkıyorlar, göz yaşartıcı bomba atıyorlardı. Köpüğe ve ateş yağmuruna karşın yaralanmayı göze alarak koğuşa çekildik.

Saat 11.00 sıralarında içerde kalmamamız daha fazla mümkün olmadığı için dışarı çıkmaya karar verdik. Kol kola girerek, dışarı çıktık. Üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler ve birçok arkadaşımız yaralandı. Koğuştan yaralı oldukları için çıkamayan yaralı arkadaşlarımız, gaz maskeleriyle içeriye giren görevlilerden tarafından tarandı. Aziz Dönmez bu esnada öldürüldü. Havalandırmaya çıkınca, kar ve gaz maskeleri takmış, robokop giysili yüzlerce görevli tarafından, demir ve plastik coplarla, itfaiyenin kullandığı kancalı demirlerle ve silah dipçikleriyle dövüldük. 4. koğuşun havalandırmasından, 500 metre mesafedeki hamama dek, sürüklenerek götürüldük.

Ölüler ve yaralıların tamamını üst üste yığdılar. Hamam, işkencehaneye dönüştürülmüştü. İşkence tam altı saat sürdü. Cenk Aslan gözünü kaybetmişti aldığı darbeler sonucunda. Sürekli slogan atanlardan Özgür Saltık’ın ağzı askerler tarafından yırtıldı. Ellerindeki listeden, koğuş ve siyasi temsilcilerin adlarını okuyup, ‘Habib Gül, İsmet Kavaklıoğlu, Cemal Çakmak... Bunları öldüreceğiz’ diyorlardı, telsizlerden ‘30–40 kişiyi gözden çıkarın’ anonslarını duyuyorduk. ‘Burada Deniz Gezmiş’leri bile astık, sizi de öldürelim mi?’ şeklinde konuşuyorlardı. Saatler süren ağır işkencenin ardından özellikle ellerindeki listede ismi geçen arkadaşlarımızı, yakın mesafeden kafalarına sıktıkları kurşunlarla öldürdüler..."

Baskınının ardından tedavileri tam anlamıyla yapılamadan hücrelere konulan, 11’i kadın 28 tutuklu ve hükümlü, açlık grevine başladı. Eylem, mahkûmların, “Başka cezaevlerine sevkedilemeyecek durumda olanların tedavi edilmesi ve sevk için sağlık raporu verilmesi” istemine, Adalet Bakanlığı’nın “evet” demesi üzerine, operasyondan 19 gün sonra bitirildi. Lakin Yozgat, Amasya, Konya Ermenek, Burdur, Tokat Zile, Niğde, Nevşehir ve Gaziantep cezaevlerine gönderilen tutuklu ve hükümlüler, aylarca tedavi göremediler. Örneğin, Bartın Hapishanesi’ne gönderilen Özgür Saltuk, çenesi kırık olduğu ve tel takıldığı için sıvı ile beslenebiliyordu. Aynı hapishanede bulunan Kemal Yarar ve Nihat Konak vücutlarının çeşitli yerlerinden yaralı oldukları halde hastaneye kaldırılmadılar.

Yukarıda söylemiştik. Ankara Cumhuriyet Savcılığı olayların ardından sağ kurtulan 85 tutuklu ve hükümlü hakkında, “adam öldürmek, faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek, adam öldürmeye teşebbüs etmek, adam yaralamak, cezaevi yönetimine karşı ayaklanmak, silah bulundurmak ve cezaevi binasına zarar vermek” iddiasıyla dava açtı. Savcılık, operasyona katılan 145 jandarma hakkında ise “yasadan kaynaklanan yetkilerini kullandıkları” gerekçesiyle görevsizlik kararı verdi.

İddianamede, baskını gerçekleştiren ekibi yöneten 15 subay ve astsubay, “mağdurlar” arasında sayılırken, sadece bir tutuklu “mağdur-sanık” olarak yer aldı. İddianamede, karman çormandı. Somut hatalar sanık avukatları aracılığıyla saptanabildi. Yargılanan mahkûmlardan Rahmi Eren’in, olaydan dört gün sonra, baskında yaralanan Behzat Örs’ün eşi Saime Örs’ün de bir gün sonra tutuklandığı ortaya çıktı. Erkek mahkûmlar Duygu Mutlu ve Deniz Akkaş ise kadın tutuklu ve hükümlüler arasında gösterildi. Ölümlerin beşinden sorumlu oldukları öne sürülen mahkûmlardan Cemal Çakmak hakkında önce idam, sonra ağır müebbet, diğer mahkûmlar hakkında da 12 yıl ile 47 yıl arasında hapis cezası istendi.

Kadın mahkûmlara 108 yıl, erkek mahkûmlara 162 yıl ve toplamda 12 bin yıl hapis cezası istenen dava, 22 Şubat 2000 günü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Mahkeme Heyeti, dava dosyasını, görevsizlik kaarı vererek Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) gönderdi. İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül tepkisini şu sözlerle dile getiriyordu:

“Çok istisnai bir dava… Anlaşılmaz bir dava ve tam bir skandal. Davanın Ankara DGM’ye gönderilmesi ise hukuki değil siyasi bir karardır.”

Ankara DGM’nin de görevsizlik kararı vermesi üzerine, dosya bu kez Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay incelemesi sonucunda, davanın tekrar, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesine karar verildi. Olaydan aylar sonra başlayan davanın, hemen hemen hepsi olaylı geçen duruşmaları sırasında söz alan, sanık avukatlarından Zeki Rüzgar, 1147 sayfalık dosyada, tek bir silah dahi yakalandığına ilişkin belge bulunmadığını söyledi. Tutuklu sanıklardan Devrim Turan, askerlerin sürekli olay gecesinde kadın mahkûmların suratlarına biber gazı sıktığını, gardiyanların da kendilerine saldırdıktan sonra alkışlarla, ıslıklarla bunu kutladıklarını iddia etti. Bir yıldır halen tedavilerinin yapılmadığını vurgulayan sanık Turan, “Yaralarımızın birisi kapanıyor, diğeri açılıyor. Katillerin yerine bizler yargılanıyoruz” diye tepki gösterirken, bir diğer sanık Aynur Sis ise şöyle konuşuyordu:

“Daha önceden planladıkları katliamı, hayata geçirdiler. Suçsusuz, devlete karşı ayaklanmadık, cezaevine zarar vermedik, kimseyi öldürmedik.”

Yine bir başka duruşmada sanık Sevinç Şahingöz, tesadüfen yaşadıklarını belirtirken, “Ölmediğimiz için mi suçluyuz. Hizbullah vahşeti karşısında dudaklarını ısıranlar, Türkiye’nin başkentinde bu katliama nasıl izin verdi” diyordu. Sanık Cemaat Ocak, o gece bazı adli tutuklulara da gardiyan elbisesi giydirildiğini öne sürerek, askerlerle komutanları arasında geçtiğini iddia ettiği, konuşmayı aktarıyordu:

Asker: Komutanım kol bacak kırmak serbest mi?

Komutan: Öldürmeyin de ne yaparsanız yapın.

Asker: Sağ olun. Komutanım.

Cemaat Ocak’ın, “bana işkence yapan kadın gardiyan şu an salonda bulunuyor” demesi üzerine, jandarmalar,
Dilek isimli infaz koruma memurunu, mahkeme salonundan kaçırdılar.

Sanık Yıldırım Doğan da, mahkûmların, o gece saat 06.00’da cezaevi hamamına götürüldüğünü, burada delici aletlerle vücutlarının kesildiğini, açık yaralarına ne olduğunu bilmedikleri kimyasal madde sürüldüğünü anlattı. Doğan, “Bu dava, tarihin ve insanlığın önünde şimdiden mahkûm olmuştur” diye konuşuyordu. Operasyon sırasında isimlerinin megafonla teker teker anons edildiğini iddia eden Yıldırım Doğan, görevlilerin “Buradan canlı çıkamayacaksınız” sözlerinin ardından ise dört kişinin yaralı vaziyette hamamdaki özel bir bölüme alındıklarını ve ateşli silahla öldürüldüklerini öne sürdü.

Sanıklardan Hatice Yürekli, savunmasına, ölüm orucunun 41. gününde olduğunu belirterek başladı. Mahkeme heyetinden su isteyen Yürekli, altı sayfalık dilekçesini ise yorgun olduğu için oturarak okudu. 29 Aralık 1998 günü Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındığını ifade eden Yürekli, bir ay önce de hapis cezasına çarptırıldığını söyledi. Cezaevindeki olaylar sırasında yaralanan Yürekli, “26 Eylül 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşananlar, tarihe bir katliam olarak geçececektir” dedi.

Ateş saçan yürekli yoldaş

“bu bir örgü:
alev bir saç örgüsü
kıvranıyor
kanlı; kızıl bir meşale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!”

“Ezgi” ve “Hazal” kod adlı Hatice Yürekli’nin 33 yıllık kısa ömrü, açlık greviyle tamamlandı. Tokat Almus doğumlu olan Yürekli, eyleminin son iki ayında, doğru dürüst su ve şeker bile alamıyordu. Direnişinin 180. gününde, Ankara Numune Hastanesi’nde, bilinci açık bir şekilde bu dünyadan ayrıldı. İzmir'de toprağa verdiler onu...

Fatma Hülya Tümgan, savunma yapmak istediğini ve
savunmasıyla bağlantılı olarak da, F tipi cezaevleri ve ölüm orucu eylemi ilgili hazırladığı dilekçesini okumak istedi. Mahkeme heyeti, sanık avukatlarının tüm itirazlarına rağmen bu talebi kabul etmedi. Fatma Hülya Tümgan, öldüğünde 35 yaşındaydı. Yani ortasındaydı ömrünün. Gözaltına alınmadan önce, Mücadele Dergisi’nin Samsun temsilcisiydi. Hükümlüydü Tümgan, DHKP-C davasından 12,5 yıl hapis cezası almıştı. Tamı tamına sekiz yıldır, Ulucanlar Cezaevi’ndeydi.

Kanlı operasyon sırasında yaralanmıştı. “Öldürülen, hastaneye kaldırılan ve sürgüne gönderilen arkadaşlarımızdan sonra Ulucanlar’da kala kala 10 kadın tutuklu kalmıştık. Hepimiz yaralıydık ve görüş yerinde bekletiliyorduk. Ellerimiz kelepçeli, üstümüz başımız yırtık, ıslak ve kan içinde, yüzümüz tanınmaz haldeydi. Tedavilerimiz engellendiği gibi hiçbir insani ihtiyacımız da karşılanmıyordu. Kırık parmaklarımın yanlış kaynadığı için sağ elimi tam olarak kullanamıyordum. Kelepçeli halimizle yaralarımızı tedavi etmeye çalışıyorduk. Yırtılmış olan iç çamaşırlarımızdan kırıklara askı vb. şeyler yaptık. Su ve kan öbekleri arasında, çıplak betonda saatlerce bekletildik. İdarenin emri ile yaralı olmamıza karşın tekme, dipçik, cop ve yumruklarla hücrelere götürüldük. Görevliler, özellikle karnımıza ve bacak aralarımıza vuruyorlar, sözlü tacizde bulunuyorlardı.”

Ölüm orucu eylemine 1. ekipte başladı Fatma Hülya Tümgan ve 187 gün boyunca sürdürdü direnişini. Durumu ağırlaşınca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı.
Adalet Bakanlığı’nın “Refakatçi Genelgesi”nin ardından Tümgan’ın hakkında “işkence yaptığı” gerekçesiyle dava açtığı, kadın gardiyanı Onun refakatçisi(!) olarak görevlendirdiler. Ailesi, kızlarının, hastanenin tek kişilik odasında tutulduğunu ve yattığı yatağın altında, iğneler, cam kırıkları konulduğunu iddia edince, kadın gardiyan görevden alındı. Kendisine zorla takılan serumu çıkarınca, üzeri ve yatağı ıslanan Tümgan, zatürreeye yakalandı. Ölmeden 4 gün önce bilinci tamamen kapanan Fatma Hülya Tümgan, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde defnedildi.

Bir diğer sanık Cafer Tayyar Bektaş da, ölüm orucu eylemindeydi. 6 Mayıs 2001’de, direnişinin 200. günü hayata veda etti. 25 yaşındaydı. Tunceli’nin Pülümür ilçesinde dünyaya gelmişti. Yakalandığında, üniversite öğrencisiydi. “Hasan” kod adlı Cafer Tayyar, Ulucanlar’da ağır yaralandı. Ulucanlar’dan Amasya Cezaevi’ne nakledilirken slogan attığı için hayaları sıkılarak bir yumurtalığı patlatıldı. Hayata Dönüş operasyonundan sonra Sincan F Tipi Cezaevi’ne sevkedildi. Sağlığı bozulunca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Bilincini yitirdi, 10 gün makineye bağlı kaldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Heyeti, Ankara’da ölüm orucuyla ilgili görüşmeler yaparken Hüseyin Kayacı ile birlikte yaşamları sonlanıyordu. Cafer Tayyar Bektaş, Ankara Karşıya Mezarlığı’nda düzenlenen cenaze törenin ardından Ulucanlar’da baskınında öldürülen arkadaşları Mahir Emsalsiz ve Önder Gençarslan’ın yanına toprağa verildi.

Tunceli’de 2005 yılının yaz aylarında gerçekleştirilen Maoist Komünist Parti (MKP) baskınında, yaşamını yitiren 17 kişiden biri olan Cemal Çakmak, İstanbul Gazi Mahallesi’nde iki bin kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından Sarıgazi’de gömüldü. Ulucanlar Cezaevi’ndeki olayların ardından hakkında idam istenen tek kişi olan Cemal Çakmak aslında yıllar önce hapishanede ölümden dönmüştü:

“Hamamın yakınındaki özel bölmede, 30 kişilik bir tim tarafından haya burma, çivili sopayla vurma, kancalı demirlerle sırt bölgesini parçalama gibi çeşitli işkencelere tabii tutuldum. Sürekli ‘Cezaevinde cep telefonu var mı, tünel var mı?’ şeklinde sorular sordular. Ellerinde karışımını bilmediğim bir sıvı vardı ve neşteri bu sıvıya batırarak vücudumu çizdiler. Uyuştum. Görevlilerden biri en sonunda, ‘Buraya kadar’ dedikten sonra her iki bacağıma ve kafama birer kurşun sıktı. Kurşun kafamı sıyırmış, kendimden geçmişim. Arkadaşlarımın anlatımına göre, beni öldü sanarak ‘Bu... Yozgat’a gömülsün’ demişler ve beni, yani cenazeyi Yozgat Cezaevi’ne sevk edilenler ile birlikte göndermişler. Gerçek Yozgat’ta ortaya çıkmış, ölü olmadığımı oradaki gardiyanlar fark etmişler. Yarım yamalak bir tedavinin ardından, vücudumdaki metal parçalarının hepsi çıkarılmadan Burdur Cezaevi’ne sevkedildim.”

Burdur Cezaevi’nde de aylarca tedavi edilmeyen Cemal Çakmak, felç tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Ailesi, Cemal Çakmak’ın sağlığı için çırpınıyordu. Kardeşi Güler Çakmak, 1992’de gözaltında gördüğü ağır işkence sonucunda ağabeyinin sağ gözünü kaybettiğini belirterek, “Başına aldığı darbeler, damar tıkanıklığına yol açtı. Beynine yeterli oksijen gitmiyor” diyordu. Oğlu için eylem yaparken kelepçelenen anne Zekiye Çakmak, sık sık Cemal Çakmak’ın resmini öperek, onun ölüme terk edilmemesi için yetkililerden yardım istiyordu.

Sanki devletin sopası, Cemal Çakmak’ı takip ediyordu. Burdur Cezaevi’nde gerçekleştirilen müdahale sonrası, bacağı kırıldı ve vücudunda ağır darp izleri oluştu. Burdur’dan Bursa Cezaevi’ne sevkedilen Cemal Çakmak için ailesi, tedavi görebilsin diye imza kampanyası başlattı. Kanlı Hayata Dönüş’ü de yaşadı Çakmak, F tipi hücre sürecini de. Tavır Dergisi’nde Cevahir Özden, 1996 yazında kendisi gibi ölüm orucu eylemcisi olan, “ölüm şerbeti dolu bardaklarla birlikte yan yana uzandıkları” Cemal Çakmak’ı anlatıyor:

“Açlığı göğsümüze yasladığımız Cemal ağabey... Hastane odasına ilk gittiğimiz anı hatırladım birden. Serum takıldıktan kısa bir süre sonra, Hayati Can’ın haberini (Hayati Can, 96 ölüm orucu eylemindeki 12. ölümdü, anlaşma sağlandıktan sonra hayatını kaybetti) almıştık. Senin, o an seruma bakışını hiç unutmam. İnsan hiç kendinden nefret eder mi? Sen o anda etmiştin. Yoldaşını yitirirken kendin yaşamaya devam ediyordun, bunun için kendinden nefret ediyordun. İçinde biriken hüznü, dışarı yansıtmıştın ve sevginin kutsallığına inanan bir insanın yüreğine tanık olmanın huzuruyla, ellerimi uzatıp ellerini sıkmıştım. Bir damla yaş akmıştı tek gözünden. O anda lanet yağdırmıştım içimden, iki gözünle yaş dökemiyordun yoldaşına...”

Ulucanlar’da yaşamını yitiren Nevzat Çiftçi, Habip Gül olarak biliniyordu. Gözaltına alındığında sahte kimliğinde diretmiş ve Habip Gül ismiyle anılır olmuştu. Üç kez tutuklanmış, cezaevinden firar etmiş, ölüm orucu eylemine katılmıştı. Çiftçi, hapishanedeyken gıyabında TKİP Merkez Komite üyeliğine getirilmişti.

Ali Rıza Dermanlı, Ulucanlar, Burdur ve Gebze cezaevlerinde yaralandı. Eşi Birsen Erdoğan Dermanlı da öyle... Son ölüm orucu direnişine katılmıştı Ali Rıza Dermanlı, Birsen Dermanlı ise kalp ve astım hastasıydı. Yine mahkûmlardan Erdal Gökoğlu ve Mustafa Selçuk önce Ulucanlar sonra Burdur hapishanelerinde yaralandılar.

Mahkeme heyetinin değiştiği, sanıkların birçok kez dövüldüğü, avukatlarının ise tartaklandığı duruşmalar sırasında, dışarıda bekleyen tutuklu ve hükümlü yakınları ise sürekli gözaltına alındı. Yavrularının mağdur olmasına karşın sanık koltuğuna oturtulduğunu dile getiren aileler, Ankara Valiliği’nin baskında görevli jandarmaların yargılanmalarına gerek olmadığı yönündeki kararına ise itiraz etti. Ankara Bölge İdare Mahkemesi itirazı onaylayarak, Valilik tarafından verilen “Men-i Muhakeme kararı”nı kaldırdı. Olaylar sırasında görevli polislere ise soruşturma dahi açılmadı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 85 tutuklu ve hükümlü, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 161 güvenlik görevlisi hakkında açılan davalar, o gündür, bugündür hala sürüyor. Davada yargılanan Ercan Akpınar, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin yıkılmak istenmesiyle ilgili duygularını aktarıyor:

“Ulucanlar'ın hamamında dökülen kanlarımızı duyduk ki temizleyememiş ve çareyi zemindeki fayansları toptan değiştirmekte bulmuşlar. Belki bu şekilde kan izlerimiz ‘temizlenmiştir’. Peki, bizlerin bilincinde derin bir nefret ve haklı gururla kodlanmış izleri nasıl sileceksiniz? Silemezsiniz! Bizler orada yaşananları asla unutmayacak, asla bağışlamayacağız!
Kanlarımızla beton zemini ıslattığımız, kahkalarımızla köhne duvarlarını çınlattığımız bir zindan yıkılıyor. ‘Zindanlar Yıkılsın!’ elbette. Ama onu, işçi ve emekçilerin devrimci öfke ve nefreti yıkmalı…”


Devam Edecek...

Hiç yorum yok: