16 Ocak 2010 Cumartesi

Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 3






POSTALLARDAKİ KAN, BİZİM KANIMIZ…



“Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kere daha yaşamak zorunda kalırlar.”

George Santayana


Şimdi sırada Türkiye cezaevleri var… Her daim Latin Amerika'yı yasa boğan süreç, döndü dolaştı, geldi Türkiye'yi buldu. Yine sabaha karşı asfalt yolları çiğnedi, tank paletleri. Kabuğuna çekmek için insanları, etkisi belki de on yıllar boyunca hiç eksilmeyecek bir darbe yapıldı. Tam 26 yıl önce, 12 Eylül 1980 günü ordu yönetime el koydu! Şili, Arjantin ve benzeri askeri darbelerle yarışır bir şekilde, 12 Eylül cuntası da, karabasan gibi çöktü toplumsal muhalefetin üstüne... Cezaevindeki mahkûmlar, sorgu merkezlerine, işkence tezgâhlarından geçenler ise, cezaevlerine taşındı, yüzlerce gün gözaltında kaldı, kan işedi, genç, yaşlı, kadın, erkek tüm insanlar... Ülke mahpushaneye döndü, içerisi doldu, taştı.

Türkiye’deki hapishaneler, özellikle 12 Eylül darbesinin ardından baskı, yasak, işkence, katliam, operasyon, açlık grevi ve ölüm oruçlarıyla anılır oldu. “Böl- parçala-yönet” düsturu ile başlatılan “karıştır-barıştır” metodu ile aşama aşama yükseltilen cezaevlerinin baskı politikaları, Tek Tip Elbise (TTE) dayatmasıyla doruk noktasına ulaştı. İşkence tezgâhlarında ölümler, gözaltında kayıplar (ülke tarihinde 1200 siyasi kayıp vardır) gibi, Derinlemesine Araştırmalar Laboratuarı (DAL) da bu sürecin ürünüydü. “Beslemeyelim asalım”, copla tecavüz iddialarına “Elimizde taş gibi delikanlılar dururken neden cop kullanalım”, işçi sınıfına yönelik patron tepkisi “Şimdiye kadar biz ağladık, onlar güldü. Şimdi sıra onlarda” ve yolsuzluğu özendiren “Benim memurum işini bilir” sözleriyle anlatılan 12 Eylül karanlığı, rüşvetçiler, hayali ihracatçılar, karaborsacılar, kara para ve uyuşturucu tacirlerinin hâkimiyetine yol açtı. Toplumsal muhalefetin susturulmasının ardından önü açılan çeteler ve organize suç örgütleri, “kolay yoldan para kazanmayı”, “rantı” ve “köşe dönmeciliği” Türkiye'nin gündemine oturttu.

Darbe süreciyle birlikte eleştiri ve muhalefet de istemeyen 12 Eylül yöneticileri, basın kuruluşlarını susturma yolunu seçti. 13 büyük gazete için dava açıldı, 400 gazetecinin cezalandırılması istendi, 40 ton yayın yakıldı ve 3 gazeteci öldürüldü. Cuntanın ardından enflasyon yüzde 70’lere işsizlik de yüzde 22’lere tırmandı. Gelir dağılımında ücretlilerin payı yüzde 14’lere, tarım kesiminin payı yüzde 12’lere düşerken sermayenin payı yüzde 74’lere yükseldi. Sendikal örgütlenme, toplusözleşme ve grev hakları, uluslararası normlara ve ILO standartlarına göre büyük ölçüde budandı. Toplusözleşme ve grev hakkı sembolik hale getirilirken birçok işkolu grev kapsamı dışına çıkarıldı.

Cunta karanlığında tam 650 bin kişi gözaltına alındı. Sıkıyönetim Mahkemeleri ve ardılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde (DGM) 98 bin 404 kişi örgüt üyeliği suçlamasıyla yargılandı, 21 bin 764 kişi üyelikten ceza aldı. 1 milyon 863 bin kişi fişlendi. On binlerce kişi işinden oldu, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı. 29 bin kişiye yurtdışı yasağı getirildi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 229 kişi ya işkencede son nefesini verdi, ya da cezaevlerinde katledildi. İdamı istenen 7 bin kişiden 517’si ceza aldı. ‘O Bakışlardaki Gözler’in sahibi 17 yaşındaki Erdal Eren’in (Cunta onu asmak için yaşanı büyüttü) de aralarında bulunduğu 50 kişi darağacına gönderildi.

(12 Eylül öncesinde de siyasi idamlar vardı. 1960’lı yıllarda Başbakan Adnan Menderes, bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın, 1970’lerde ise öğrenci liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın boyunlarına yağlı urganı doladılar…)

20 Ağustos 1981'de Adana Cezaevi'nin infaz avlusunda gecenin üçünde Mustafa Özenç idam edilir. Hücresinde yazdığı şiirle veda eder hayata;

"O büyük gün geldiğinde
ben kim bilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kim bilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembeyaz karın soğuğundan
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz fark etmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse fark etmeden ben de katılacağım.

Türkiye’nin son idamlığı Hıdır Aslan’dır. Tarih 25 Ekim 1984 idi. “Arkamızdan ağlamayın” diyerek ipe yürüdü…

Mapusta da olsa

Baharın serzenişi yersiz
Kaldır hele başını
Utangaç vatanım

Mutluluğuna
Birkaç fırça vuracağız
Renklerinden evrenselliğin
Ve biraz dik başlı çizeceğiz onu
Onurlu, eğilmez bir baş gibi
Yani kendine benzeteceğiz
Mapusta da olsa

Hıdır Aslan

Diyarbakır ve Mamak cezaevleri, siyasi düşüncelerden arındırma merkezleri haline getirildi. Bağımsız, işbirlikçi, ihbarcı, ajan, oportünist vs. vs. yaratılması hedeflendi. Mamak ve Diyarbakır’da insanlar “Sinek kondu komutanım, kovabilir miyim?” diye sormak zorunda bırakıldı. Amaç netti: Cezalandırmadan ıslaha, ıslahtan beyin yıkama ve dönüştürmeye... 12 Eylül karanlığının en koyusu, özellikle Diyarbakır Cezaevi’ne yansıtıldı. (Diyarbakır Cezaevi’nde tarih 18 Mayıs 1973 idi. 1968 gençlik önderi, TKM (ML) kurucusu İbrahim Kaypakkaya işkencede ser verip sır vermiyordu. Onun yarınlara taşınan sözü şuydu: “Türkiye'nin geleceği çelikten yoğruluyor, belki biz olmayacağız, ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak”)
Korkunun izdüşümüydü bu. Kahredici bir şekilde suspus… Çoklarına göre baskı, şiddet ve işkence sıradanlaşmıştı, olağanlaşmıştı. Yıllar sonra İstanbul Sarıgazi’de bir otobüsün içinde öldürülen cezaevinin iç güvenlik komutanı Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın adı, acı, baskı ve şiddetle anılır oldu. Diyarbakır vahşet, vahşet Diyarbakır oldu. Cezaevleri tarihinin kanlı sayfalarında özel yerini alan Diyarbakır’dan, 1981–1984 tarihleri arasında 34 tabut çıktı.

Diyarbakır’da, “Yaşamak direnmektir” deyip, ölümü seçmek zorunda kalan Mazlum Doğan’lar, kendilerini ateşe veren “dörtler” (Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner, Mahmut Zengin) koşulların vahametini ortaya koyuyorlardı. Açlık grevlerinde ilk ölüm, 20 Nisan 1981 yılında yine Diyarbakır Askeri Cezaevinde yaşandı. Siyasi tutuklu Ali Erek açlığın koynunda yaşamını yitirdi. İlkti belki Ali Erek, ancak sonuncu olmadı. Koşulların insanileştirilmesi için ölüm orucuna yatan M. Hayri Durmuş 12 Eylül, Akif Yılmaz 15 Eylül, Ali Çiçek 17 Eylül, Kemal Pir ise 7 Aralık 1982 günü hayatlarını kaybettiler. Diyarbakır’daki açlık grevleri bitmedi. İki yıl sonra Cemal Arat ve Orhan Keskin adlı tutuklu ve hükümlüler de peşi sıra öldüler.

Ülkenin dört bir yanına dağılmış, sivil ve askeri tam 644 cezaevinde yaşananlar, tarihin karanlık sayfalarına not olarak düştü. Gencecik insanlar, bir nesil, Mamak, Diyarbakır, Davutpaşa, Metris, Alemdağ, Maraş, Erzincan, İzmit, Bursa, İstanbul Hasdal, Adana, Çanakkale, Sultanahmet, Sağmalcılar (Bayrampaşa), Bartın, Gaziantep, Amasya, Gelibolu Askeri, Kartal Askeri, Burdur, Ağrı, Ceyhan, Muş, Ulucanlar (Ankara Merkez Kapalı), Buca, Erzurum, Mardin, Yozgat, Ümraniye, Tokat-Zile, Aydın cezaevlerinde yaşamlarını yitirdiler, sakat kaldılar. Söylem ise hep aynıydı. Hastalanarak öldü, kalp krizi geçirerek öldü, aşırı hap yuttuğu için öldü... Öldü... Öldü...

Cezaevlerine yönelik ilk ciddi operasyon ise, Hayata Dönüş adı verilen büyük baskından, tam 19 yıl önce yaşandı. Alemdağ Askeri Cezaevi'ne yapılan baskında, yüzlerce gaz ve gözyaşartıcı bomba kullanıldı. Tarih 24 Aralık 1981... O gün 3 siyasi tutuklu yaşamını yitirdi, onlarcası yaralandı. Şerif Yazar ve Hakan Mermeroluk olay yerinde, 40 yaşındaki Bahadır Dumanlı ise kaldırıldığı Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde 3 Ocak 1982 günü hayatlarını kaybettiler.

Devrimci Sol ve TİKB davası tutuklu ve hükümlüleri, Tek Tip Elbise (TTE) dayatmasına, 1984 yılında 75 gün süren ölüm orucu eylemiyle yanıt verdiler. Metris ve Sağmalcılar cezaevlerinde, iki ayrı ekip halinde 25 Devrimci Sol ve beş TİKB davası mahkûmunun yer aldığı eylemle ilgili olarak, iktidardaki ANAP hükümetinin tepkisi, talepleri kamuoyuna yanlış yansıtmak oldu. Tek tip elbisenin kaldırılması isteğinden söz etmeyen iktidar, direnişin “af” ve “idamların durdurulması” arzusuyla başlatıldığını duyuruyordu. Daha sonra sıkça karşılaşılacak olan “İçeride gizli gizli yiyorlar” açıklamasına ise ilk kez bu eylemde başvuruldu.

Ölüm orucundakiler, eylemlerinin 50. gününde, zor kullanılarak, Haydarpaşa Askeri Hastanesi'ne taşındılar. 14 Haziran 1984 günü saat 23.40’da eyleminin 64. gününde Abdullah Meral yaşamını yitirdi. Direnişin 66. günü saat 06.15. Haydar Başbağ hayatını kaybetti. Aynı gün saat 07.35... Fatih Öktülmüş de son nefesini verdi. Sansür duvarı yıkıldı, TRT bültenleri, ilk kez ölüm haberlerini duyurdu. Eylemin 74. günü... Tarih 24 Haziran 1984... Saat 23.55... Hasan Telci’nin hastanede yaşamını yitirmesiyle, eylemde hayatını kaybedenlerin sayısı dörde yükseldi. Direniş, 75. gün olan 25 Haziran 1984’te sona erdi. Tutuklu ve hükümlülerin, “işkence ve baskıların kalkacağı”, “savunma hakkı konusunda hassas ve dikkatli davranılacağı” konusundaki talepleri kabul edildi. Ancak devlet, TTE’den taviz vermedi. Aralarında Aysel Zehir’in de bulunduğu çok sayıda tutuklu ve hükümlüde kalıcı hasarlar oluştu.


TABUTLUKTAN KANLI BASKINLARA…


Siyasi tutuklu ve hükümlüler, 12 Eylül cuntasının açtığı sayısız yarayı daha tam anlamıyla saramadan, “Tabutluk” adı verilen Eskişehir Özel Tip Cezaevi açıldı. Yetmedi. Meşhur 1 Ağustos Genelgesi’yle de tüm cezaevlerinde, Tek Tip Elbise (TTE) uygulaması dayatıldı. Yüksek güvenlikli cezaevlerinin anası denilebilecek bu hapishaneye, 1989 senesinde ardı ardına nakiller başladı. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, baskı ve şiddetin yakıcılığını, böylelikle bir kez daha derinden hissetme şansızlığına kavuşmuş oldular. Uygulamaya karşı durup, hücrelere tıkılmayı reddederek, direnişe geçtiler. Ve kan çeşmesinin musluğu tekrar açıldı. Aydın Cezaevi’nden Eskişehir’e sevkedilen açlık grevindeki Hüseyin Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya isimli iki tutuklu yolda katledildi. Yıldırma politikaları karşısında, toplumsal muhalefetin güçlü olduğu dönemlerdi. Etki tepkiyi doğurdu. Direniş büyüdükçe büyüdü. Genelge, verilen mücadelenin ardından fiilen kaldırıldı. Eskişehir Özel Tip Cezaevi ise, DYP-SHP hükümeti döneminde kapatıldı. 1991 yılında hayata geçirilen Terörle Mücadele Yasası (TMY) ile birlikte büyük oranda boşalan cezaevleri, ardından tekrar hınca hınç doldu.
Buca Cezaevi olayları yaşanmadan bir yıl önce hapishaneler tekrar karışmaya yüz tutmuştu. Sene 1994. Diyarbakır Cezaevi’nden Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ne yapılan sevkler sırasında, mahkûm Ramazan Özüak ölürken, onlarca tutuklu ve hükümlü yaralandı.


BUCA’DA KANLI BASKIN


Ve yer İzmir’in ünlü Buca Cezaevi. Her şey, dört tutuklu ve hükümlünün firarıyla birlikte başladı ve sonrasında mahkûmlara yönelik üst üste altı ayrı müdahale gerçekleştirildi. Olaylar sırasında, birçok tutuklu ve hükümlü yaralandı, bir kısmı felç tehlikesiyle hastaneye kaldırıldı. Jandarma ve polisin katıldığı asıl operasyon ise, 21 Eylül 1995 günü düzenlendi. DHKP-C davası tutuklu ve hükümlüsü 94 kişinin yattığı 6. ve 7. koğuşlara, operasyon gerçekleştiren güvenlik güçleri, Yusuf Bağ (25), Turan Kılıç (37) ve Uğur Sarıaslan’ın (24) yaşamlarını yitirmesine neden oldu. 15 asker ve 39 mahkûmun yaralandığı baskında, göz yaşartıcı bombalar, gaz bombaları, tazyikli su, demir çubuklar ve sopalar kullanıldı. Buca baskınını protesto eden siyasi tutuklu ve hükümlüler, 22 cezaevinde ‘genel direniş’ adıyla açlık grevine başladı. 50 gün süren eylem sonucunda, rahatsızlık geçiren Kalender Kayapınar Çanakkale Cezaevi’nde, Ümit Doğan Gönül Aydın Cezaevi’nde Mustafa Kaya ise Bursa Cezaevi’nde tedavi olanağının sağlanaması ve açlık grevinin etkisi sonucu yaşamlarını yitirdiler.
Antalya'da 31 Ağustos 1995'te DHKP-C örgütüne üye olduğu iddiasıyla tutuklanarak Antalya ve Buca hapishanelerinde 3 ay kalan Mehmet Kurnaz, gözaltında ve cezaevinde gördüğü işkencelerden dolayı yaşamını yitirdi.


ÜMRANİYE’YE ÇİFTE OPERASYON


Ümraniye Cezaevi’ne (Üsküdar E Tipi Cezaevi) yönelik ilk baskın, 13 Aralık 1995 günü yapıldı. Sol görüşlü mahkûmların kurdukları barikatlara, İslamcı tutuklu ve hükümlüler de destek olmuştu. Saatlerce süren operasyonda, çok sayıda tutuklu ve hükümlü yaralandı. Kış kendini göstermişti. Hava buz gibiydi. Dondurucu soğuk, insanın iliklerine dek işliyordu. Ama her şeye karşın haber takip edilmeliydi. Milliyet Gazetesi’nde çalışıyordum o sıralar. Cezaevindeki olaylar sona erince, arabamızın yönünü yaralıların kaldırıldığı Numune Hastanesi’ne çevirdik. Artık kollu flaşıyla birlikte müzelik sayılan, manuel fotoğraf makinelerin haslarından olan ve bana sayısız röle kirlenmesi, donma, kilitlenme gibi oyunlar oynayan Nikon F3’ümle görevdeydik yine. Vizörün ve objektifin buharını da temizledikten sonra önümden kanlı sedyeler geçerken arka arkaya bastım deklanşöre. Sabaha birkaç saat kalmıştı. Hastanenin basın odasında, uzun zamandır görüşülmeyen meslektaşlarla yapılan kısa süreli bir sohbetin ardından soğuktan korunmak için görev otosuna koştum hemen, telsizin kısa kanalından şoföre, “kalorifer çalışmıyorsa benden çekeceğin var” demeyi unutmadan. “Yahu kaç saattir seni bekliyorum. Açlıktan öleceğimi sandım. Şu hiç bir şeye benzemeyen kumanyaları bir an önce yiyelim.” diye sitem üstüne sitemle karşıladı beni. Tam kumanyalara girişeceğiz. Basın odasının camında Metin Göktepe’yi gördüm. Göz göze geldik. Şoför arkadaşa, “bekle biraz bir misafirimiz var” dedikten sonra gittim Metin’i getirdim.

— Metin, daha az önce basın odasındaydım sen ise yoktun. Yeni mi geldin?

— Evet. Yaralılar, acil servis de mi?

— Yaralıları, ambulanstan çıkartılırlarken güçlükle çekebildik. Jandarma zorluk çıkardı. Acil servisin girişene çoktan etten duvar örmüşlerdir. Sabaha dek yapacak bir şey yok anlayacağın. Şu karnımızı bir doyuralım.

Önce haberle ilgili notları paylaştık, ardından kumanyamızı. Güneş daha doğmamıştı.

Gerçek Dergisi, Evrensel Gazetesi’ne çevriliyordu. Bir akşam vakti, Metin, Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki bürosuna, çayımı içmeye gelmişti. İş teklifi yapmıştı ayaküstü. Yeni açılacak gazeteye çağırmıştı beni. Kadrosuz çalışıyordum, kadro sözü bile vermişti.

— Söylesene Evrensel’e niye gelmedin o zaman?

— Belki de, yeni bir gazete olduğu için ‘risk almaya değer mi?’ diye düşündüm.

— Bence yanlış yaptın. Neyse boş ver. Sonuçta bu senin seçimin...

— Hatırladın mı? Dedi sonra bana, müstehzi bir ifade yerleşmişti yüzüne;

“İstanbul Üniversitesi’nin merkez kampusunda, fotoğraf makinelerimizi görmelerine ve polise rağmen, ülkücülerin bizi kovaladığı günü. Bacaklar uzun tabi, can havliyle nasıl da kaçıyordun. Çıkardığın toz bulutu yüzünden, boğulacağımı sandım bir an.”

— Yok be canım ne kaçması... Sadece geri çekiliyordum.

Kocaman bir kahkaha, gece birden ısınmıştı. Nereden bilecektim. Yaklaşık bir ay sonra ufat tefek, dost canlısı Metin’in yaşamının çalınacağını…

İkinci ve ölümcül olan operasyon ise, 4 Ocak 1996 tarihinde gerçekleşti. Operasyon saat 09.00 da başladı, saat 15.30 sıralarında bitti. Tam 6,5 saat süren baskında, birbirlerine kenetlenerek hayatlarını savunmaya çabalayan tutuklu ve hükümlüler, demir çubuklarla, kalaslarla dövülerek tek tek bir birlerinden kopartıldı. Koğuş, malta, hücre her yer kana boyandı. Baskında, DHKP-C davası tutuklu ve hükümlülerinden, Abdülmecit Seçkin, Rıza Boybaş, Orhan Özen ve Gültekin Beyhan hayatlarını kaybetti, 40 kişi yaralandı. Aynı gün birçok cezaevinde isyan çıktı, barikatlar kuruldu, infaz koruma memur ve baş memurları rehin alındı. Olaylardan beş gün sonra, 9 Ocak 1996 tarihinde tutuklu ve hükümlülerin talepleri kabul edildi ve rehineler serbest bırakıldı. Günümüzde pazarlık yapmaz denilen devlet, masaya oturmuştu.

Bir tek içerisi değil, dışarısı da kaynıyordu. 1996 yılı belli uzun geçecekti. Cezaevinde öldürülen Boybaş ve Özen için Alibeyköy Mezarlığı’nda yapılmak istenen cenaze törenine katılmak isteyen bin kişi gözaltına alındı. Cenazeler, polisler tarafından gömülürken 1 Mayıs Emekçi Bayramı’nda sinema salonlarını, karakola çeviren zihniyet, gözaltına aldığı bin kişiyi de, Eyüp Kapalı Spor Salonu’na dolduruldu. Cenaze törenini izlemekle görevli meslektaşım Metin Göktepe, devletin verdiği sarı basın kartına sahip olmadığı için keyfi bir şekilde gözaltına alındı. İnsanların yaşama özgürlüğünü korumakla yükümlü olanlar, işkencede katlettiler Metin’i...


DİYARBAKIR KANA BULANDI


Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Diyarbakır’a ziyarete geldiği gündü 24 Eylül 1996. O gün bu şehirde yaşananlar asla hafızalardan silinmeyecekti. İddialar korkunçtu. Önce Diyarbakır Devlet Hastanesi alarma geçirilmişti ardından güvenlik kuvvetleri, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde kalan tutuklu ve hükümlüleri, cop, kalas, beysbol sopası, demir ve çivili sopa kullanarak, vahşi bir şekilde dövmüştü. Saldırı sonucu, Mehmet Aslan, Ahmet Çelik, Kadri Demir, Edip Derikçe, Rıdvan Bulut, Mehmet Nimet Çakmak, Mehmet Kadri Gümüş, Erhan Hakan Perişan, Cemal Çam ve Hakkı Tekin ölmüş, 23 kişi de ağır yaralanmıştı. Haber önce “itirafçılarla teröristler çatıştı” diye verildi. Ama bunun aslı astarı yoktu. Külliyen asılsızdı. Yüzlerce kilometre uzaklıktaki Bayrampaşa Hapishanesi’nde ise tepki büyüktü. Gülbahar Köker, Vedat Aydemir, Hamdullah Şengüller adlı tutuklu ve hükümlüler ise olayı protesto etmek için kendilerini yaktılar.

Savunmasız durumdaki tutuklu ve hükümlülerin, işkence sonucu öldürüldüğü ise, otopsi raporlarıyla kanıtlandı. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na ulaşan raporlarda, ölümlerin ağırlıklı olarak “beyin harabiyetinden kaynaklandığı, tutukluların çeşitli aralıklarla dövüldüğü, bunun hastaneye götürülürken bile sürdüğü, hatta ölülerin dahi dövüldüğü” ortaya çıktı. Yetkililerin, “Kadın mahkûmlarla birlikte olmak isteyen erkek tutuklu ve hükümlüler isyan çıkardı” şeklindeki açıklaması ise hayret vericiydi. Çünkü Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde kadın koğuşu yoktu. Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davada, 35’i asker, 29’u polis ve 8’i gardiyan olmak üzere toplam 72 kişi, “Görevi kötüye kullanmak” ve “Kasten adam öldürmek” ile suçlandılar. Altı kez mahkeme başkanı, 30 kez yargıç ve savcısı değişen dava, sanık askerlerin terhis edilmesi ve asker ve infaz koruma memurlarının başka yerlere atanması nedeniyle yıllar yılı sonuçlandırılamadı. Ve en nihayetinde 10 yıl sonra karar verilebildi. Mahkeme heyeti, tutuksuz yargılanan sanıklardan 62’sini 5 yıl hapis cezasıyla cezalandırdı. Ancak sanıkların cezası, 2001 yılında kabul edilen 4166 sayılı yasa (Nam-ı diğer Rahşan Affı) göz önüne alınarak ertelendi. Sanıklar ile operasyon tanıklarının ifadelerinin alınmaması nedeniyle dava, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşındı. Diyarbakır Barosu Başkanı ve müdafi avukatı Sezgin Tanrıkulu, davadan çıkan kararları “korkunç” olarak nitelendirdi. Tanrıkulu, “Karar adalete uygun değildir. Kastı aşmak suretiyle adam öldürmekten açılan davanın sonucu mağdurları ve toplumu tatmin etmemiştir. Sanıklar bir gün bile cezaevi ve gözaltında kalmamıştır. Bu dava cezasız kaldı.”

Yaralılardan Mehmet Pehlivan, fazladan bir yıl içeride kaldı. O içerideyken kızı Zilan, yetersiz beslenme nedeniyle öldü. Çıkınca bütün kapılar üstüne kapandı Mehmet Pehlivan’ın, aylarca iş bulamadı. Ve bugün semt pazarlarında nazarlık satarak geçimini sağlıyor. Mehmet Pehlivan, o kanlı günü şöyle anlatıyordu:

“Görüş sırasında, asker ve polisler, ‘Allah Allah’ sesleriyle saldırıya geçti. İlk darbeyi polis copuyla elimden aldım. Sonra kalaslarla kafama kafama vurdular. Yediğim darbeler nedeniyle bayıldım. Gözlerimi açtığımda, görüş kabininde kanlar içindeydim. Her taraf kan gölüydü ve arkadaşlarımın cesetleri yerdeydi. Yaralı arkadaşlarımıza cezaevi müdürü ve yüzbaşı çivili kalaslarla vuruyorlardı. Ben de bundan nasibimi aldım. Arkadaşlarımızdan kimin ölü, kimin sağ olduğunu bilmeden Gaziantep Cezaevi’ne gönderildik. Saldırıda başım, ayağım ve iki kaburgam kırıldı.”

Operasyonda hayatını kaybeden Rıdvan Bulut’un annesi Sıdıka Bulut, acıyı katmer katmer yaşayanlardandı:

“Daha oğlumun ölümünün kırkı geçmeden bizi Diyarbakır’dan bir gece zorla sürgün ettiler. İstanbul’a göç etmek zorunda kaldık. Daha oğul acısı bitmemişti ki, bir de İstanbul'da sürgün acısı yaşamaya başladık. Eşim o kadar acı çekti ki, yaşadığı acılardan kanser oldu. Sürgün olmanın ve yaşadığımız onca acıdan dolayı hayatını kaybetti.”


Devam Edecek...

Hiç yorum yok: