“EVRENİN EN GELİŞMİŞ ALETLERİ”
Ulucanlar Cezaevi’ndeki kanlı baskının ardından Burdur E Tipi Hapishanesi’ne nakledilen yaralı tutuklu ve hükümlülerin, çekilecek çileleri henüz bitmemişti. Yakınları baskı görüyor, günde bir saat süreyle su verilen cezaevinde, hastalık kol geziyordu. Günler, sağ görüşlü adli tutukluların saldırı girişimleri, kantin alışverişinin kısıtlanması, koğuş temsilcilerinin birbirleriyle görüşmelerinin yasaklanması, radyo ve teyplerin toplatılmasıyla geçiyordu. Mahkûmlara, ne olduğu belli olmayan sarı bir sıvının zorla enjekte edildiği öne sürülüyor, ayrıca koğuş kapılarına siyasi tutuklu ve hükümlülerin fotoğraflarının asıldığı, bazılarının üzerine de çarpı işareti konulduğu iddia ediliyordu.
Çok geçmedi aradan... Beklenen operasyon, 5 Temmuz 2000 günü bağıra bağıra geldi. Burdur Cezaevi’nde “F tipi cezaevleri uygulamasını protesto etmek isteyen 11 tutuklunun mahkemelere çıkmadığını” gerekçe gösteren güvenlik güçleri, dozerlerle(!) baskın düzenlendi. Operasyon için Isparta, Konya ve Antalya’dan takviye jandarma birlikleri getirilmişti. Sabah saat 08.00 idi. Askerlerin, çatılara çıktığını ve koğuş bölgesinde toplandığını gören 16 kadın ve 45 erkek mahkûm barikat kurdu. Sonrasını tanıkların anlatımlarından okuyalım:
“Barikatları, Ulucanlar’da yaşananların tekrarlanacağını kurduk. Yarım saat sonra gaz, ses ve sis bombaları atılmaya başladı. Tazyikli su püskürtüyorlardı. Suda yapışkan bir madde vardı. Bariyerleri biz yakmadık. Bizi dumanda boğmak için kendileri yaktılar. Ellerinde ateş püskürten bir makina vardı. Yunus Aydemir ve Cemil Aksu arkadaşlarımızın yüzü yandı. Başına gaz bombası isabet eden Sadık Türk, beyin kanaması geçirdi. Güvenlik görevlileri, duvar yıkılınca kepçeyle bizi çekmeye çalışıyorlardı. Kolumuz, bacağımız, kafamız neremiz denk gelirse almaya çalışırken Veli Saçılık’ın kolu koptu. Kol tamamen yoktu. Biz kopan kolu suyun içinden çıkardık. Ama kopan yerden hiç kan akmıyordu.
Jandarmalar daha sonra içeri çengel atmaya başladı. Çengeller, yaralanmalara ve arkadaşlarımızın gözlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarına yol açtı. Sonrasında, İnayet Kandemir ve Makbule Akdeniz, iş makinesinin kepçesine konularak, sanki topraklarmış gibi hücreler tarafına boşaltıldılar. Halil Tiryaki, cop ve kalasla dövüldü. Yere yatırılıp, üstünde tepinildi. Ali Mitil ve Hüseyin Kilit’in ayakları, Özgür Kılınç'ın kolu, Hülya Tulunç’un da kaburgaları, demir ve kalas darbeleriyle kırıldı. Yusuf Demir’in kafası ve yüzünde derin yara izleri oluştu. Asiye Güden, çenesinden yaralandı. Şahin Geçit’in eli, çarpan sis bombası nedeniyle parçalandı. Baskın bitiminde, sevkler yapılırken gardiyanlar, cezaevi girişindeki boşlukta ‘işkence tezgâhı’ kurdular. A. A. T. ismindeki kadın arkadaşımıza gardiyanlar, floresan lamba ile tecavüze etti.”
Cezayirli Cemile Bupaşa'nın rahmine bira şişesi sokmuştu Fransız Gizli Ordusu. Türkiye’de ise F.D., M.C., H.E., E.P., A.Z.G. ve daha niceleri, florasanla, copla, elektrikli copla, parmakla, şişeyle, hortumla, sopayla, silah namlusuyla tecavüze uğradı. M.K., N.T., Ü.Ç., İ.U., D.U., L.İ. ve D.Ö., işkence ve tecavüz sonucu çocuklarını düşürdüler. Tecavüze uğrayan lise öğrencisi ise birde üstüne okulundan atıldı.
El Salvador devrimci hareketinin kadın komutanlarından Ana Guadalupe Martinez’in “gizli zindanlarda” yaşadıkları aşağı yukarı şöyledir:
“Beni soymaya ve belden aşağı davranmaya başladılar. Göğüslerimi, cinsel bölgelerimi, bacaklarımı elleyip sıkmak için her fırsattan yararlanıyorlardı. Daha fazla elleyip, sıkmalarından kurtulmak için sandalyede oturur kaldım, herkesin eli üzerimde geziniyordu çünkü...
Görevim susmaktı. Devrimcilerin işkenceye karşı direnmesini sağlayan etken, bedensel güç değildir. İşkence uşakları, bedensel dayancı nasıl yıkacaklarını bilselerde, moral ve inanç dik tutuldukça, ne işkence ne de ilaç direnci kıramaz!
Çığlıklarım hücrenin duvarlarına çarparak kayboldu. Astsubay Rosales, askerlerden birini, beni sıkıca tutması için çağırdı ve bu şekilde tecavüz edebildi. Sarhoştular. Hücredeki alkol kokusu iğrençti. Tam bir şok içinde yatıyordum yerde. Bunun er ya da geç başıma geleceğini biliyordum.”
El Salvador’u Burdur’a bağlamak hiç te zor değildir. Dört yıl arayla iki ölüm orucu eylemine de katılan ve hafızasını yitiren erkek tutuklu F.L.’nin, Burdur Cezaevi’nde başından geçenlerden özetle:
“Gardiyanlar üstüme çullandılar. Bir yandan kaba dayak atıyor, diğer taraftan pantolonumu indiriyorlardı. Gardiyanlardan birisi de soyunuyordu. Beni yüzüstü yere düşürdüler. Küfürler yağdırıyor, bir yandan da bacaklarıma bastırıyorlardı. Üzerimde, soyunan gardiyanın ağırlığını hissettim. Bana tecavüz etmeye başlamıştı ki, bir ses, ‘durun!’ diye seslenince toparlandılar...
F.L., arkadaşı Deniz Bakır ile birlikte cezaevinden çıktıktan sonra Gazi Mahallesi’nde ölüm orucunu sürdürmüştü bir dönem. Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan kanlı baskının 3. yıldönümünde ise, F.L., kendini yakmaya çalıştı. Operasyonda can veren Ümit Altıntaş’ın Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabri başında, üstüne kolanyayı döken ve çakmağı çakan F.L., birinci derece yanıkla hastaneye kaldırıldı.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okurken “Kahrolsun faşizm” yazılı pankart açtığı gerekçesiyle, Ankara DGM’de, 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Barış Gönülşen ise, hem Ulucanlar Hapishanesi’nde, hem de Burdur Cezaevi’nde yaralanmıştı:
“Onlar, kompresör ve buldozerler vasıtasıyla duvarları deliyorlar, bizler kapatmaya çalışıyorduk. Sürekli gaz bombası atıyorlardı. Bir bomba, Sadık Türk’ün, başının delinmesine neden oldu. Kadınlar koğuşuna geri çekilmeye mecbur kaldık. Altmış kişiydik, koğuşta 4 saat direndik. Yer, dar olduğu için sinir gazları etkili oldu. Gazlar, vücuda sirayet ediyorlardı. Astımlılar sinir krizleri geçiriyorlardı. Sonra, büyük bir kepçeyle duvarı delmeye başladılar. Kepçe, Veli Saçılık’ın kolunu kopardı.”
Olaylardan sonra cezaevindeki 70 mahkûm açlık grevine başladı. 18 erkek tutuklu ve hükümlü, içerisinden kanalizasyon geçen yerin iki metre altındaki kör hücrelere konuldu. Havalandırması bulunmayan hücrelerde, ıslak beton üzerinde ranza, yatak, battaniye olmadan kalıyorlardı. Kadın tutuklular ise sadece ranza bulunan müşahede hücresinde tıkıldılar. Baskında yaralanan 61 kişiye verilen raporlarda, “darp, gaz zehirlenmesi, vücuttan parça kopması, taciz ve tecavüze maruz kalma, kafada travma” gibi bulgulara rastlanıldığı belirtildi.
Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler cephesinde bunlar yaşanırken, aynı hapishanede kalan Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer’in katili C.B., lüks içinde hayatını sürdürüyordu. Denizer’i 40 milyon lira borcu olduğu için öldürdüğünü iddia eden ve 27,5 yıl hapis cezası alan B.’nin koğuşunda, yok yoktu! Ne yaman çelişki. Birileri yeraltında, bokun, sidiğin içerisinde hayat mücadelesi veriyor, bir diğerinin, havadar odasında, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, şofben, müzik seti, cep telefonu bulunuyordu. Çete üyeleri, mafya liderleri, bunu aslında hep yapardı. Rant kavgalarını, hapishaneye taşırlar, içerisini, birilerinin himayesinde cennete çevirirlerdi. Bayrampaşa Cezaevi’nde sekiz, Metris’te beş kişiyi, gözlerini bile kırpmadan öldüren onlardı. Uşak Cezaevi’nde beş mahkûmu katleden, cesetleri çatılardan atıp devlete meydan okuyan, siyasi kadın tutukluların bulunduğu yere “sıra sizde” pankartını asan yine çetelerdi. Bergama Hapishanesi’ne ring aracı yerine ambulanslarla nakledilen çete üyelerinin, üzerlerindeki ateşli silahlarla yolculuk etmelerine göz yumuluyor, hatta “Asker bunu, siz istediniz” diye döviz açma cesaretini bulabiliyorlardı.
Yine Burdur’a dönelim. Benzer kanlı olaylarda olduğu üzere, Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlülere de, 'cezaevi idaresine karşı toplu isyan' suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede operasyonun, cezaevinde 30 milyar liralık zarar meydana geldiği öne sürüldü. Tüm mahkûmlara Türk Ceza Yasası’nın 304/1. maddesi uyarınca, 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası verilmesi istendi. Jandarma hakkında yapılan soruşturma neticesinde ise “Olaylara mahkûmların sebep olması” gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi.
Baskında yaralananlardan ve aralarında Tuncay Yıldırım ve Ali Aycen’in de bulunduğu sekiz kişi, Bergama Özel Tip Cezaevi’ne sevkedildi. Yaralıydılar. Burdur Cezaevi’nde yaşadıklarını, kamuoyu iyi paylaşmak istediler. İçeride çektikleri fotoğraflar, gazetelerde yayımlanınca, haklarında Adalet Bakanlığı’nca disiplin soruşturması açıldı. Soruşturma sonucunda, hepsi de suçlu bulundu ve 15’er gün hücre cezasına çarptırıldılar: “Filmlerin negatiflerini, yönetimin izni ve bilgisi olmadan dışarıya çıkartıp, ulusal gazetelerde yayınlanmasına sebep oldukları ve bu hareketlerinden dolayı cezaevimiz idaresini zor duruma düşürerek, üzücü bir olaya mahal verdikleri ve cezaevimizin güven ve itibarını sarstıklarından dolayı…” Doğrusu bu ya, karar, bu topraklarda doğan herkese, daha küçük yaşlarda belletilen “kol kırılır, yen içinde kalır” düsturu ile birebir örtüşüyordu. “Kendi yarasını, kendine saklaması gerekenlerden” tanık Ali Aycen’e verelim sözü, O da, Burdur Hapishanesi’nde yaşadıklarını dile getirsin:
“Gardiyanlar sayıma gelmeden, 3. ve 4. koğuşların kapılarını, mazgalları ve ara malta kapılarını kapattılar. Elektrik ve sularımızı kestiler. Uyarı dahi yapmadan 4. koğuşun kapısına bomba attılar. Çatıdaki askerler ise, kafamıza kiremit yağdırıyordu. Kadın arkadaşlarımız, kendi koğuşlarının mazgalını patlatarak, yanımıza geldiler. Hep birlikte, 3. koğuşta kurduğumuz barikatların arkasına geçtik. Askerler ve gardiyanlar, barikat olarak kullandığımız battaniye ve yatakların üzerine mazot döküp, ateşe verdiler. Attıkları gaz bombaları, bütün vücudu yakıyor, bilinci kapatıyordu. Barikatlara özellikle uzun itfaiye kancaları ve tazyikli sularla yükleniyorlardı. 60, 70 kişi vardık, bin kişinin katıldığı operasyonla, katledilmeye çalışıldık. Saatler süren direnişin ardından, ‘Allah Allah’ sesleriyle içeri girdiler. Ya yaralı ya da baygın durumdaydık. ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek’ sloganlarını arasında, vakit geçirmeden işkenceye başladılar.”
Mahpushanede, insana ait öyküler bitmez. Mutsuz sonlar desen hiç tükenmez. Önce Bergama Cezaevi’ne ardından da Buca’ya sevkedilen Tuncay Yıldırım, Burdur Hapishanesi baskınında yaralanmıştı. MLKP davasından hüküm giyen, Tuncay Yıldırım, Buca Cezaevi’nde hücre tipi yaşamı protesto etmek için ölüm orucuna başladı. Çok geçmedi, İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi'ne konuldu. Eylemcilerin günlük su, şeker ve tuz ihtiyacı, bir buçuk milyon liraydı. Tuncay Yıldırım, beş gün boyunca bu ihtiyaçlarını alamadı. Önemli mi bilemem. Tuncay, sevgililer gününde tahliye edildi. Ancak eylemini, İzmir Yamanlar'daki bir evde sürdürdü. 2002 yılının nevruzunda canından oldu.
Fotoğrafların gazetelerde yayımlanmasının ardından, ‘hazımsızlık’tan olsa gerek, Bergama Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler ile onların ailelerine yönelik hak ihlalleri hız kazandı. Cezaevi yönetiminin öncelikli görevi, suç unsuru fotoğraf makinesine el koymaktı. Jandarma ve gardiyanların katılacağı ‘genel arama’ isteğine, mahkûmlar itirazda bulunmadı. Tutuklu ve hükümlüler, hapishane idaresinin, koğuşlardaki kişisel eşyaları alma talebine de ‘evet’ dediler. İsteklerinin kabul edildiğini gören idare, bu kez de, tutuklu ve hükümlülerin yeni yapılan hücrelere konulmasında diretti. Mahkûmlar hücre uygulamasına karşı çıkınca, 26 Temmuz 2000 günü sabahı, baskın düzenlendi. Cezaevindeki siyasilere ait koğuşlar tahrip edildi. Avukatların itirazı üzerine askeri yetkililer, “Operasyon yapılmadığını, tutuklu ve hükümlülerin dirençlerinin kırılmaya çalışıldığını” söylediler. Sonunda anlaşma sağlandı. Bergama’daki 77 siyasi tutuklu ve hükümlü, Buca Cezaevi’ne sevkedildi. Burdur ve Bergama’dan önce aslında 2000 yılının ilk operasyonu Bandırma Cezaevi’nde yaşanmıştı. 7 Ocak 2000 günü, Bandırma Cezaevi’ndeki İslamcı tutuklu ve hükümlülere müdahale edildi. Baskında, İBDA-C davası tutuklusu Ayhan Sönmez, jandarma kurşunuyla öldürülürken üçü ağır altı kişi de yaralanıyordu. Hayata Dönüş operasyonu için artık start verilmişti.
“KOPAN BİR KOLU ARAMAK”
Burdur Cezaevi operasyonunda, Devlet Su İşleri’ne (DSİ) ait dozerin kepçesiyle, sağ kolu kopartılan ve kopan kolu başka bir şehirde, komşu kent Isparta’da bir sokak köpeğinin ağzında bulunan Veli Saçılık dehşet anlarını aktarıyor:
“İş makinesinin operatörü, bilerek ve isteyerek, kepçenin başıyla beni duvara sıkıştırdı. O esnada, kolumun koptuğunu gördüm. Yere düştüm. İki saat boyunca, koğuşa sıkılan suyun içinde kaldım. Bir arkadaşım, kolu bulup üzerime koydu. Engels, insan ellerine ‘evrenin en gelişmiş aletleri’ diyordu ve benim üretmek için gerekli ellerimden biri yoktu artık... Demek ki ömrüm boyunca işçi olamayacaktım. Bayılmamı önlemek için beni sürekli konuşturmaya çalışan ihtiyara, bunu söyledim. Beni, ‘üzülme yoldaşım, işçi olacaksın, iyileşeceksin’ diye yanıtladı. Yeni bir şeyi keşfetmenin heyecanıyla, ‘olsun ihtiyar, onlar da artık bana kelepçe takamayacaklar’ dedim.”
Ancak Saçılık yanılıyordu. Sağ kolu kopmuştu ama sol kolu duruyordu. Kalan koluna zinciri doladılar ve onu nakil aracına bağladılar. Genç adam, 1995 senesinde, Emek gazetesi satarken gözaltına alınmıştı. 17 yaşındaydı. O dışarıdayken davası sürmüş ve 1998 yılında yardım ve yataklık suçlamasıyla üç yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Özgürlüğüne ise, cezasının bitimine yedi ay kala, Şartla Tahliye Yasası’ndan yararlanarak kavuşabilecekti.
“Burdur Devlet Hastanesi’nde sadece bir tetanos iğnesi vurmakla yetindiler. Isparta’ya sevkedildim. Beni tedavi eden doktor, kolumun artık dikilemeyeceğini belirterek ‘Çok zaman geçmiş. Ayrıca kopan kolunu naylon torbaya koyup yollamışlar. Eğer buzlu bir torbaya konulsaydı, yerine dikilebilirdi’ dedi. Tekrar Burdur Devlet Hastanesi'ne sevk edilmeme karşın beni cezaevine geri götürdüler. Revir diye, boş bir odaya attılar. Getirdikleri yatak ve battaniye ıslaktı. Açlık grevine başlayınca, beni hastaneye kaldırdılar. Adalet Bakanlığı müfettişi gelene kadar, tedavi edilmedim. 15 gün banyo yaptirmadılar, üzerime atılan gaz bombasının bıraktığı islerle durdum. Hastanede ifademi alan müfettiş, operasyonun, devletin otoritesini göstermek için yapıldığı söyledi. Ben de ‘Devlet otoritesini kolumu kopararak mı gösterdi?’ diyerek devletin tavrına isyan ediyordu, Veli Saçılık...
Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi doktorları, hastanelerinde tedavi altına alınan Saçılık’ın kolunu dikemediklerini açıklıyordu. Yavrusunun sağlık durumunu öğrenmek için hastaneye koşan Anne Kezban Saçılık ise, görevlilerin “Teyze oğlunun kolu morgda, istersen al!” sözleri karşısında şok geçiriyordu. Hastane personeli, jandarmanın istemi üzerine kolu gömmediklerini ve askeri yetkililere teslim ettiklerini öne sürdüler. Jandarmalar ise kolu teslim almadıklarını iddia ediyorlardı. Tartışmadan çıkan her hangi bir sonuç yoktu. Mesele, arapsaçına döndürülmek isteniyordu. Tek gerçek vardı. Genç bir adam, hayatı boyunca sakat kalacaktı. Saçılık'ın kolu, sokak köpeğinin ağzından alındıktan üniversite görevlilerince, Doğancı Mahalle Mezarlığı’na gömüldü. Isparta Valiliği, olayı ‘trajikomedi’ olarak nitelendirdi! İçişleri Bakanlığı ise, çalışmasına engel olmak istemiyle iş makinesine saldıran! Saçılık’ın, kolunu makineye kaptırmasının, gözyaşartıcı gaz ortamında ve olay anındaki aydınlatma yetersizliği nedeniyle engellenemediği açıklıyordu.
Adalet Bakanlığı, Saçılık’a, ‘protez kol’ sözü verdi. Fakat sözlerini, ‘ödenek yokluğunu’ gerekçe göstererek tutmadılar. Saçılık’ın takma kolu, aylar aylar sonra takılabildi. Kolun parası uzun süre ödenmediği için genç adam zor günler geçirdi. Ankara Mamak’ta yoksul bir gecekonduda kalıyorlar, evin geçimini ihtiyar babası inşaatlarda gece bekçiliği yaparak sağlamaya çalışıyordu. Saçılık, yıllarca iş bulamadı: “Cezaevinde yattığım ve tek kollu olduğum için zaten iş bulamıyorum; iş bulduğumda da polis işyerine ‘bu tehlikelidir’ diye baskı yapıyor’ diyordu. Devlet, O’nun peşini bırakmamaya kararlıydı sanki. Adına açılan ‘bağış kampanyası’ nedeniyle Veli Saçılık, gıyabında yargılanarak 3 ay hapis, 249 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Saçılık’ın, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi aleyhine Antalya 1. İdare Mahkemesi’nde açtığı davada, hastanenin, Saçılık için 2 milyar lira, annesi Kezban Saçılık ve babası Cemal Saçılık için de 500’er milyon lira tazminat ödemesi öngörüldü.
Ulucanlar Cezaevi’ndeki kanlı baskının ardından Burdur E Tipi Hapishanesi’ne nakledilen yaralı tutuklu ve hükümlülerin, çekilecek çileleri henüz bitmemişti. Yakınları baskı görüyor, günde bir saat süreyle su verilen cezaevinde, hastalık kol geziyordu. Günler, sağ görüşlü adli tutukluların saldırı girişimleri, kantin alışverişinin kısıtlanması, koğuş temsilcilerinin birbirleriyle görüşmelerinin yasaklanması, radyo ve teyplerin toplatılmasıyla geçiyordu. Mahkûmlara, ne olduğu belli olmayan sarı bir sıvının zorla enjekte edildiği öne sürülüyor, ayrıca koğuş kapılarına siyasi tutuklu ve hükümlülerin fotoğraflarının asıldığı, bazılarının üzerine de çarpı işareti konulduğu iddia ediliyordu.
Çok geçmedi aradan... Beklenen operasyon, 5 Temmuz 2000 günü bağıra bağıra geldi. Burdur Cezaevi’nde “F tipi cezaevleri uygulamasını protesto etmek isteyen 11 tutuklunun mahkemelere çıkmadığını” gerekçe gösteren güvenlik güçleri, dozerlerle(!) baskın düzenlendi. Operasyon için Isparta, Konya ve Antalya’dan takviye jandarma birlikleri getirilmişti. Sabah saat 08.00 idi. Askerlerin, çatılara çıktığını ve koğuş bölgesinde toplandığını gören 16 kadın ve 45 erkek mahkûm barikat kurdu. Sonrasını tanıkların anlatımlarından okuyalım:
“Barikatları, Ulucanlar’da yaşananların tekrarlanacağını kurduk. Yarım saat sonra gaz, ses ve sis bombaları atılmaya başladı. Tazyikli su püskürtüyorlardı. Suda yapışkan bir madde vardı. Bariyerleri biz yakmadık. Bizi dumanda boğmak için kendileri yaktılar. Ellerinde ateş püskürten bir makina vardı. Yunus Aydemir ve Cemil Aksu arkadaşlarımızın yüzü yandı. Başına gaz bombası isabet eden Sadık Türk, beyin kanaması geçirdi. Güvenlik görevlileri, duvar yıkılınca kepçeyle bizi çekmeye çalışıyorlardı. Kolumuz, bacağımız, kafamız neremiz denk gelirse almaya çalışırken Veli Saçılık’ın kolu koptu. Kol tamamen yoktu. Biz kopan kolu suyun içinden çıkardık. Ama kopan yerden hiç kan akmıyordu.
Jandarmalar daha sonra içeri çengel atmaya başladı. Çengeller, yaralanmalara ve arkadaşlarımızın gözlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarına yol açtı. Sonrasında, İnayet Kandemir ve Makbule Akdeniz, iş makinesinin kepçesine konularak, sanki topraklarmış gibi hücreler tarafına boşaltıldılar. Halil Tiryaki, cop ve kalasla dövüldü. Yere yatırılıp, üstünde tepinildi. Ali Mitil ve Hüseyin Kilit’in ayakları, Özgür Kılınç'ın kolu, Hülya Tulunç’un da kaburgaları, demir ve kalas darbeleriyle kırıldı. Yusuf Demir’in kafası ve yüzünde derin yara izleri oluştu. Asiye Güden, çenesinden yaralandı. Şahin Geçit’in eli, çarpan sis bombası nedeniyle parçalandı. Baskın bitiminde, sevkler yapılırken gardiyanlar, cezaevi girişindeki boşlukta ‘işkence tezgâhı’ kurdular. A. A. T. ismindeki kadın arkadaşımıza gardiyanlar, floresan lamba ile tecavüze etti.”
Cezayirli Cemile Bupaşa'nın rahmine bira şişesi sokmuştu Fransız Gizli Ordusu. Türkiye’de ise F.D., M.C., H.E., E.P., A.Z.G. ve daha niceleri, florasanla, copla, elektrikli copla, parmakla, şişeyle, hortumla, sopayla, silah namlusuyla tecavüze uğradı. M.K., N.T., Ü.Ç., İ.U., D.U., L.İ. ve D.Ö., işkence ve tecavüz sonucu çocuklarını düşürdüler. Tecavüze uğrayan lise öğrencisi ise birde üstüne okulundan atıldı.
El Salvador devrimci hareketinin kadın komutanlarından Ana Guadalupe Martinez’in “gizli zindanlarda” yaşadıkları aşağı yukarı şöyledir:
“Beni soymaya ve belden aşağı davranmaya başladılar. Göğüslerimi, cinsel bölgelerimi, bacaklarımı elleyip sıkmak için her fırsattan yararlanıyorlardı. Daha fazla elleyip, sıkmalarından kurtulmak için sandalyede oturur kaldım, herkesin eli üzerimde geziniyordu çünkü...
Görevim susmaktı. Devrimcilerin işkenceye karşı direnmesini sağlayan etken, bedensel güç değildir. İşkence uşakları, bedensel dayancı nasıl yıkacaklarını bilselerde, moral ve inanç dik tutuldukça, ne işkence ne de ilaç direnci kıramaz!
Çığlıklarım hücrenin duvarlarına çarparak kayboldu. Astsubay Rosales, askerlerden birini, beni sıkıca tutması için çağırdı ve bu şekilde tecavüz edebildi. Sarhoştular. Hücredeki alkol kokusu iğrençti. Tam bir şok içinde yatıyordum yerde. Bunun er ya da geç başıma geleceğini biliyordum.”
El Salvador’u Burdur’a bağlamak hiç te zor değildir. Dört yıl arayla iki ölüm orucu eylemine de katılan ve hafızasını yitiren erkek tutuklu F.L.’nin, Burdur Cezaevi’nde başından geçenlerden özetle:
“Gardiyanlar üstüme çullandılar. Bir yandan kaba dayak atıyor, diğer taraftan pantolonumu indiriyorlardı. Gardiyanlardan birisi de soyunuyordu. Beni yüzüstü yere düşürdüler. Küfürler yağdırıyor, bir yandan da bacaklarıma bastırıyorlardı. Üzerimde, soyunan gardiyanın ağırlığını hissettim. Bana tecavüz etmeye başlamıştı ki, bir ses, ‘durun!’ diye seslenince toparlandılar...
F.L., arkadaşı Deniz Bakır ile birlikte cezaevinden çıktıktan sonra Gazi Mahallesi’nde ölüm orucunu sürdürmüştü bir dönem. Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan kanlı baskının 3. yıldönümünde ise, F.L., kendini yakmaya çalıştı. Operasyonda can veren Ümit Altıntaş’ın Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabri başında, üstüne kolanyayı döken ve çakmağı çakan F.L., birinci derece yanıkla hastaneye kaldırıldı.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okurken “Kahrolsun faşizm” yazılı pankart açtığı gerekçesiyle, Ankara DGM’de, 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Barış Gönülşen ise, hem Ulucanlar Hapishanesi’nde, hem de Burdur Cezaevi’nde yaralanmıştı:
“Onlar, kompresör ve buldozerler vasıtasıyla duvarları deliyorlar, bizler kapatmaya çalışıyorduk. Sürekli gaz bombası atıyorlardı. Bir bomba, Sadık Türk’ün, başının delinmesine neden oldu. Kadınlar koğuşuna geri çekilmeye mecbur kaldık. Altmış kişiydik, koğuşta 4 saat direndik. Yer, dar olduğu için sinir gazları etkili oldu. Gazlar, vücuda sirayet ediyorlardı. Astımlılar sinir krizleri geçiriyorlardı. Sonra, büyük bir kepçeyle duvarı delmeye başladılar. Kepçe, Veli Saçılık’ın kolunu kopardı.”
Olaylardan sonra cezaevindeki 70 mahkûm açlık grevine başladı. 18 erkek tutuklu ve hükümlü, içerisinden kanalizasyon geçen yerin iki metre altındaki kör hücrelere konuldu. Havalandırması bulunmayan hücrelerde, ıslak beton üzerinde ranza, yatak, battaniye olmadan kalıyorlardı. Kadın tutuklular ise sadece ranza bulunan müşahede hücresinde tıkıldılar. Baskında yaralanan 61 kişiye verilen raporlarda, “darp, gaz zehirlenmesi, vücuttan parça kopması, taciz ve tecavüze maruz kalma, kafada travma” gibi bulgulara rastlanıldığı belirtildi.
Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler cephesinde bunlar yaşanırken, aynı hapishanede kalan Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer’in katili C.B., lüks içinde hayatını sürdürüyordu. Denizer’i 40 milyon lira borcu olduğu için öldürdüğünü iddia eden ve 27,5 yıl hapis cezası alan B.’nin koğuşunda, yok yoktu! Ne yaman çelişki. Birileri yeraltında, bokun, sidiğin içerisinde hayat mücadelesi veriyor, bir diğerinin, havadar odasında, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, şofben, müzik seti, cep telefonu bulunuyordu. Çete üyeleri, mafya liderleri, bunu aslında hep yapardı. Rant kavgalarını, hapishaneye taşırlar, içerisini, birilerinin himayesinde cennete çevirirlerdi. Bayrampaşa Cezaevi’nde sekiz, Metris’te beş kişiyi, gözlerini bile kırpmadan öldüren onlardı. Uşak Cezaevi’nde beş mahkûmu katleden, cesetleri çatılardan atıp devlete meydan okuyan, siyasi kadın tutukluların bulunduğu yere “sıra sizde” pankartını asan yine çetelerdi. Bergama Hapishanesi’ne ring aracı yerine ambulanslarla nakledilen çete üyelerinin, üzerlerindeki ateşli silahlarla yolculuk etmelerine göz yumuluyor, hatta “Asker bunu, siz istediniz” diye döviz açma cesaretini bulabiliyorlardı.
Yine Burdur’a dönelim. Benzer kanlı olaylarda olduğu üzere, Burdur Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlülere de, 'cezaevi idaresine karşı toplu isyan' suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede operasyonun, cezaevinde 30 milyar liralık zarar meydana geldiği öne sürüldü. Tüm mahkûmlara Türk Ceza Yasası’nın 304/1. maddesi uyarınca, 7 yıl 6 aya kadar hapis cezası verilmesi istendi. Jandarma hakkında yapılan soruşturma neticesinde ise “Olaylara mahkûmların sebep olması” gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi.
Baskında yaralananlardan ve aralarında Tuncay Yıldırım ve Ali Aycen’in de bulunduğu sekiz kişi, Bergama Özel Tip Cezaevi’ne sevkedildi. Yaralıydılar. Burdur Cezaevi’nde yaşadıklarını, kamuoyu iyi paylaşmak istediler. İçeride çektikleri fotoğraflar, gazetelerde yayımlanınca, haklarında Adalet Bakanlığı’nca disiplin soruşturması açıldı. Soruşturma sonucunda, hepsi de suçlu bulundu ve 15’er gün hücre cezasına çarptırıldılar: “Filmlerin negatiflerini, yönetimin izni ve bilgisi olmadan dışarıya çıkartıp, ulusal gazetelerde yayınlanmasına sebep oldukları ve bu hareketlerinden dolayı cezaevimiz idaresini zor duruma düşürerek, üzücü bir olaya mahal verdikleri ve cezaevimizin güven ve itibarını sarstıklarından dolayı…” Doğrusu bu ya, karar, bu topraklarda doğan herkese, daha küçük yaşlarda belletilen “kol kırılır, yen içinde kalır” düsturu ile birebir örtüşüyordu. “Kendi yarasını, kendine saklaması gerekenlerden” tanık Ali Aycen’e verelim sözü, O da, Burdur Hapishanesi’nde yaşadıklarını dile getirsin:
“Gardiyanlar sayıma gelmeden, 3. ve 4. koğuşların kapılarını, mazgalları ve ara malta kapılarını kapattılar. Elektrik ve sularımızı kestiler. Uyarı dahi yapmadan 4. koğuşun kapısına bomba attılar. Çatıdaki askerler ise, kafamıza kiremit yağdırıyordu. Kadın arkadaşlarımız, kendi koğuşlarının mazgalını patlatarak, yanımıza geldiler. Hep birlikte, 3. koğuşta kurduğumuz barikatların arkasına geçtik. Askerler ve gardiyanlar, barikat olarak kullandığımız battaniye ve yatakların üzerine mazot döküp, ateşe verdiler. Attıkları gaz bombaları, bütün vücudu yakıyor, bilinci kapatıyordu. Barikatlara özellikle uzun itfaiye kancaları ve tazyikli sularla yükleniyorlardı. 60, 70 kişi vardık, bin kişinin katıldığı operasyonla, katledilmeye çalışıldık. Saatler süren direnişin ardından, ‘Allah Allah’ sesleriyle içeri girdiler. Ya yaralı ya da baygın durumdaydık. ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek’ sloganlarını arasında, vakit geçirmeden işkenceye başladılar.”
Mahpushanede, insana ait öyküler bitmez. Mutsuz sonlar desen hiç tükenmez. Önce Bergama Cezaevi’ne ardından da Buca’ya sevkedilen Tuncay Yıldırım, Burdur Hapishanesi baskınında yaralanmıştı. MLKP davasından hüküm giyen, Tuncay Yıldırım, Buca Cezaevi’nde hücre tipi yaşamı protesto etmek için ölüm orucuna başladı. Çok geçmedi, İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi'ne konuldu. Eylemcilerin günlük su, şeker ve tuz ihtiyacı, bir buçuk milyon liraydı. Tuncay Yıldırım, beş gün boyunca bu ihtiyaçlarını alamadı. Önemli mi bilemem. Tuncay, sevgililer gününde tahliye edildi. Ancak eylemini, İzmir Yamanlar'daki bir evde sürdürdü. 2002 yılının nevruzunda canından oldu.
Fotoğrafların gazetelerde yayımlanmasının ardından, ‘hazımsızlık’tan olsa gerek, Bergama Cezaevi’ndeki siyasi tutuklu ve hükümlüler ile onların ailelerine yönelik hak ihlalleri hız kazandı. Cezaevi yönetiminin öncelikli görevi, suç unsuru fotoğraf makinesine el koymaktı. Jandarma ve gardiyanların katılacağı ‘genel arama’ isteğine, mahkûmlar itirazda bulunmadı. Tutuklu ve hükümlüler, hapishane idaresinin, koğuşlardaki kişisel eşyaları alma talebine de ‘evet’ dediler. İsteklerinin kabul edildiğini gören idare, bu kez de, tutuklu ve hükümlülerin yeni yapılan hücrelere konulmasında diretti. Mahkûmlar hücre uygulamasına karşı çıkınca, 26 Temmuz 2000 günü sabahı, baskın düzenlendi. Cezaevindeki siyasilere ait koğuşlar tahrip edildi. Avukatların itirazı üzerine askeri yetkililer, “Operasyon yapılmadığını, tutuklu ve hükümlülerin dirençlerinin kırılmaya çalışıldığını” söylediler. Sonunda anlaşma sağlandı. Bergama’daki 77 siyasi tutuklu ve hükümlü, Buca Cezaevi’ne sevkedildi. Burdur ve Bergama’dan önce aslında 2000 yılının ilk operasyonu Bandırma Cezaevi’nde yaşanmıştı. 7 Ocak 2000 günü, Bandırma Cezaevi’ndeki İslamcı tutuklu ve hükümlülere müdahale edildi. Baskında, İBDA-C davası tutuklusu Ayhan Sönmez, jandarma kurşunuyla öldürülürken üçü ağır altı kişi de yaralanıyordu. Hayata Dönüş operasyonu için artık start verilmişti.
“KOPAN BİR KOLU ARAMAK”
Burdur Cezaevi operasyonunda, Devlet Su İşleri’ne (DSİ) ait dozerin kepçesiyle, sağ kolu kopartılan ve kopan kolu başka bir şehirde, komşu kent Isparta’da bir sokak köpeğinin ağzında bulunan Veli Saçılık dehşet anlarını aktarıyor:
“İş makinesinin operatörü, bilerek ve isteyerek, kepçenin başıyla beni duvara sıkıştırdı. O esnada, kolumun koptuğunu gördüm. Yere düştüm. İki saat boyunca, koğuşa sıkılan suyun içinde kaldım. Bir arkadaşım, kolu bulup üzerime koydu. Engels, insan ellerine ‘evrenin en gelişmiş aletleri’ diyordu ve benim üretmek için gerekli ellerimden biri yoktu artık... Demek ki ömrüm boyunca işçi olamayacaktım. Bayılmamı önlemek için beni sürekli konuşturmaya çalışan ihtiyara, bunu söyledim. Beni, ‘üzülme yoldaşım, işçi olacaksın, iyileşeceksin’ diye yanıtladı. Yeni bir şeyi keşfetmenin heyecanıyla, ‘olsun ihtiyar, onlar da artık bana kelepçe takamayacaklar’ dedim.”
Ancak Saçılık yanılıyordu. Sağ kolu kopmuştu ama sol kolu duruyordu. Kalan koluna zinciri doladılar ve onu nakil aracına bağladılar. Genç adam, 1995 senesinde, Emek gazetesi satarken gözaltına alınmıştı. 17 yaşındaydı. O dışarıdayken davası sürmüş ve 1998 yılında yardım ve yataklık suçlamasıyla üç yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Özgürlüğüne ise, cezasının bitimine yedi ay kala, Şartla Tahliye Yasası’ndan yararlanarak kavuşabilecekti.
“Burdur Devlet Hastanesi’nde sadece bir tetanos iğnesi vurmakla yetindiler. Isparta’ya sevkedildim. Beni tedavi eden doktor, kolumun artık dikilemeyeceğini belirterek ‘Çok zaman geçmiş. Ayrıca kopan kolunu naylon torbaya koyup yollamışlar. Eğer buzlu bir torbaya konulsaydı, yerine dikilebilirdi’ dedi. Tekrar Burdur Devlet Hastanesi'ne sevk edilmeme karşın beni cezaevine geri götürdüler. Revir diye, boş bir odaya attılar. Getirdikleri yatak ve battaniye ıslaktı. Açlık grevine başlayınca, beni hastaneye kaldırdılar. Adalet Bakanlığı müfettişi gelene kadar, tedavi edilmedim. 15 gün banyo yaptirmadılar, üzerime atılan gaz bombasının bıraktığı islerle durdum. Hastanede ifademi alan müfettiş, operasyonun, devletin otoritesini göstermek için yapıldığı söyledi. Ben de ‘Devlet otoritesini kolumu kopararak mı gösterdi?’ diyerek devletin tavrına isyan ediyordu, Veli Saçılık...
Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi doktorları, hastanelerinde tedavi altına alınan Saçılık’ın kolunu dikemediklerini açıklıyordu. Yavrusunun sağlık durumunu öğrenmek için hastaneye koşan Anne Kezban Saçılık ise, görevlilerin “Teyze oğlunun kolu morgda, istersen al!” sözleri karşısında şok geçiriyordu. Hastane personeli, jandarmanın istemi üzerine kolu gömmediklerini ve askeri yetkililere teslim ettiklerini öne sürdüler. Jandarmalar ise kolu teslim almadıklarını iddia ediyorlardı. Tartışmadan çıkan her hangi bir sonuç yoktu. Mesele, arapsaçına döndürülmek isteniyordu. Tek gerçek vardı. Genç bir adam, hayatı boyunca sakat kalacaktı. Saçılık'ın kolu, sokak köpeğinin ağzından alındıktan üniversite görevlilerince, Doğancı Mahalle Mezarlığı’na gömüldü. Isparta Valiliği, olayı ‘trajikomedi’ olarak nitelendirdi! İçişleri Bakanlığı ise, çalışmasına engel olmak istemiyle iş makinesine saldıran! Saçılık’ın, kolunu makineye kaptırmasının, gözyaşartıcı gaz ortamında ve olay anındaki aydınlatma yetersizliği nedeniyle engellenemediği açıklıyordu.
Adalet Bakanlığı, Saçılık’a, ‘protez kol’ sözü verdi. Fakat sözlerini, ‘ödenek yokluğunu’ gerekçe göstererek tutmadılar. Saçılık’ın takma kolu, aylar aylar sonra takılabildi. Kolun parası uzun süre ödenmediği için genç adam zor günler geçirdi. Ankara Mamak’ta yoksul bir gecekonduda kalıyorlar, evin geçimini ihtiyar babası inşaatlarda gece bekçiliği yaparak sağlamaya çalışıyordu. Saçılık, yıllarca iş bulamadı: “Cezaevinde yattığım ve tek kollu olduğum için zaten iş bulamıyorum; iş bulduğumda da polis işyerine ‘bu tehlikelidir’ diye baskı yapıyor’ diyordu. Devlet, O’nun peşini bırakmamaya kararlıydı sanki. Adına açılan ‘bağış kampanyası’ nedeniyle Veli Saçılık, gıyabında yargılanarak 3 ay hapis, 249 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Saçılık’ın, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi aleyhine Antalya 1. İdare Mahkemesi’nde açtığı davada, hastanenin, Saçılık için 2 milyar lira, annesi Kezban Saçılık ve babası Cemal Saçılık için de 500’er milyon lira tazminat ödemesi öngörüldü.
Gelelim en sinir bozucu ayrıntıya... Yardım ve yataklık suçlaması nedeniyle hüküm giyen ve içerideyken sakat kalan Saçılık, AİHM kararları doğrultusunda, yeniden yargılanmak istemiyle mahkemeye başvurdu. Ve ne oldu? Beraat etti genç adam. Boşyere bir insanın hayatıyla oynanmıştı. Pisipisine cezaevine düşmüş, insanın içine işleyen bir dramın kurbanı olmuş, sakat kalmıştı.
BEKSAV Sinema Atölyesi, Saçılık’ın hayatını 60 dakikalık belgesel filme taşıdı. Sedat Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı filmin adı, “Kelepçe” idi…
CEZAEVİNDE SANAT…
Yeniden de olsa dönüp geri
Geçerdim yine o yoldan
Zincirlerden yükselen ses
Söz ediyor yarınlardan
“Kavai Köprüsü”nden, “Kelebek”e, “Alcatraz Kuşçusu”ndan, “Carandiru”ya, “Babam İçin”den, “O da Bir Ana”ya, “Duvar”dan, “Uçurtmayı Vurmasınlar”a toplama kamplarını, cezaevlerini, hasreti ve esareti anlatır filmler. Romanlar yazılır adına... Saygon zindanlarını “direnme savaşı” ile tanırız. Sonra günü gelir “Salvador’un gizli zindanları” olur eserin adı. Ülkemizde ise “Tatar Ramazan”, “72. Koğuş”, “Bizim Koğuş”, “Esir Şehrin Mahpusu”, “İçerdeki Oğul”, “Yaralısın” ve daha niceleri... Hikâyeler, mektuplar ve elbette şiir, dört duvar arasından sıyrılır gelir.
Hırsla çakarım kibriti
İlk nefeste yarılanır cigaram
Bir duman alırım dolu
Bir duman kendimi öldüresiye
Biliyorum “Sen de mi” diyeceksin
Ama akşam erken iner mapushaneye
Ve dışarda delikanlı bir bahar
Seviyorum seni çıldırasıya.
Ahmed Arif
“Hasretinden Prangalar Eskittim”, “Tutuklunun Günlüğü”, “Bir Siyasinin Şiirleri”, “Saat 21–22 Şiirleri”, “Mahpushane Şiirleri” ve “Zindan Duvarları”... Hasretin yakıcılığı daha nasıl resmedilir.
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…
Ahmed Arif
“Görülecek günler var daha” der Sabahattin Ali ve devam eder:
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Mapus yata yata biter
Aldırma gönül aldırma
Lord Byron, Paul Eluard, Victor Hugo, Paul Verlaine, Baudelaire, Federico Garcia Lorca, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Ziya Gökalp, Kemal Tahir, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Ahmed Arif, Yılmaz Güney, Attila İlhan, Can Yücel... Onlar demir parmaklıklar ve taş duvarlar arasında eğitimlerini aldılar. Sinop Kalesi’nden Yedikule Zindanları’na, Drama Mapushanesi’nden bugüne uzanan bir kültürdür bu…
Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi;
Tek suçumuz hür insanlar gibi konuşmak
Kitaplar suç ortağımız.
KAYNAKÇA
. TECRİT Yaşayanlar Anlatıyor – Selami Karnaz – Boran Yayınları.
. Hücremde Bir Gün - Boby SANDS – Sosyalist Yayınlar
. Salvador’un Gizli Zindanları - Ana Guadalupe MARTİNEZ
. Zulüm Politikaları - Kate MILETT – Metis Yayınları
. Türkiye Solunun Hapishane Tarihi - Şaban Öztürk - Yar Yayınları
. Hücrem - Yılmaz GÜNEY – Güney Yayınları
. Hapishane Şiirleri - Erdoğan Alkan - Kaynak Yayınları
. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek - Adnan Yücel - Yurt Kitap/Yayın
. Bir Direniş Odağı Metris - Sinan KUKUL – Yar Yayınları
. Firar Öyküleri - Adnan GERGER – Başak Basın Yayın
. Sessiz Ölüm - Ümit KOŞAN – Belge Yayınevi
. Sessiz Ölüm – Hüseyin Karabey – Metis Yayınları
. Venceremos - Şili'ye Evet, Pinoçet'e Hayır
. Spartaküs - Howard Fast – Sosyalist Yayınlar
. Tutsak Dergiler – Boran Yayınevi
. Başeğmeyen Kadınlar – Boran Yayınevi
. Direniş, Ölüm ve Yaşam 1 – Boran Yayınevi
. Direniş, Ölüm ve Yaşam 2 – Boran Yayinevi
. Fırtınadan Sonra - Howard Fast - Oda Yayınları
. Gözaltında Tecavüz - Meryem Erdal - Çivi Yazıları
. Direnme Savaşı - Nguen Duc Thuan - Oda Yayınları
. Hapishanelerde Katliam – Anadolu Yayıncılık
. İnancın Sınandığı Zor Mekânlar HÜCRELER - Nevin Berktaş - Yediveren Yayın
. 78’liler Vakfı, kuruluş senedi taslağı.
. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cemil Kutlu (Ada hapishaneleri)
. Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğuna - Çağdaş Hukukçular Derneği
. Yaşatmak İçin Öldüler – Şenay Dönmez – Boran Yayınevi
. Nikaragua Sandinist Devrimi - Henri Weber - Belge Yayınları
. Haydari Kampı - Themos Kornaros - Can Yayınları
. Hıdır ve İlyas – A. Kadir Konuk - Belge Yayınları
. Nevin Bektaş, İnancın Sınandığı Zor Mekânlar: Hücreler...
. Tecrit Karşıtı Yoldaş Mektupları) Damlada Okyanus - Derleyen Tuncay Günel - Şubat Basım Yayım
. Ölümsüz Şarkı - Victor Jara – Parantez Yayınları.
. Ökselerin Yöresinde – Şükran Kurdakul – Ümit Yayıncılık. . Didar Abla - Yayına Hazırlayanlar: Ayşe Hülya Özzümrüt/Ümit Efe - BARİKAT Dergi ve Yayıncılık.
. Demir Parmaklıklar Ortak Düşler – Mukaddes Erdoğdu Çelik – Ceylan Yayınları
. Benim Hapishanelerim – Zeki Sarıhan Berfin Yayınları.
. Umut Yağmuru - Ümit İlter – Boran Yayıncılık
. Cumhuriyet, Birgün, Evrensel, Ülkede Özgür Gündem, Demokrasi, Hürriyet, Sabah, Milliyet gazeteleri…
. Yaşadığımız Vatan, Yürüyüş, Alınteri, Atılım, İşçi Köylü, Tavır dergileri
. Haklar ve Özgürlükler bülteni
. Sivil toplum örgütleri raporları
. Tecrit karşıtı internet siteleri
Devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder