21 Kasım 2007 Çarşamba

SESSİZLİĞE KARŞI / Alper Turgut



Tecritte sınır yok 2 (devam)



Cumhuriyet Kitap Eki / 15-03/2007

Tecritte sınır yok 1



Cumhuriyet Kitap Eki / 15-03-2007

Bu kitap 'Sessizliğe Karşı'



Cumhuriyet Pazar Dergi / 11-03-2007

Bugün olmasa da yarın bu gerçekle hesaplaşacaklar



BİRGÜN GAZETESİ / 01-02-2007

Delirten Hücrelere Karşı Çıkmak



Radikal Kitap Eki / 13 Nisan 2007

20 Kasım 2007 Salı

F tipinden insan manzaraları


STAR GAZETESİ CUMARTESİ EKİ / 17-02-2007










Sürgündeki Halikarnas Mozolesi geri dönsün

“Ölümsüz Pırlanta”nın vatan hasreti sürüyor

Alper Turgut

Dünyanın 7 harikasından biri olan 24 yüzyıllık Halikarnas Mozolesi’nin (Halikarnasos Mausolleum ) çalınarak götürüldüğü İngiltere’den var oluşunun kaynağı Bodrum’a (Halikarnas) dönmesi için 18 ay önce başlatılan kampanya çığ gibi büyüyor. Bodrum Belediyesi, Bodrum Sanatçılar Platformu ve Alternatif Sinema’nın öncülüğünde başlatılan kampanyada şu ana dek 103 bin imza toplandığını söyleyen Av. Remzi Kazmaz, “Sürgündeki mozolenin vatanına dönmesi için Türkiye dışında Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Avustralya’da da imza kampanyası sürüyor. Tanzanya ve Yunanistan başta olmak üzere birçok ülke emperyalist devletlerden eserlerini geri aldı. Hükümet teminat verirse hem mozole hem de yurtdışına kaçırılan diğer eserler iade edilebilir” diyor.

Mozole (anıtmezar) kelimesini ortaya çıkaran muazzam anıtın öyküsü kendisi gibi tarihsel dev bir aşka dayanıyor. Karya uygarlığının başkenti Bodrum’da, kral Mausolos’un ( M.Ö 377 - 354), çok sevdiği kız kardeşi Artemisia ile evlenmesi hikayenin başlangıç noktasıydı. (Günümüzde ensest olarak lanetlenen bu ilişki biçimi, kral ve firavunların kendilerini tanrı olarak gördüğü eski uygarlıklarda, soyun bozulmaması için sürdürülen bir ritüel idi) Kral Mausolos’un yaptırdığı ve tarihçilerin daha sonra “Ölümsüz Pırlanta” adını vereceği anıtmezarın (mozole) inşası, O’nun ölümünden sonra biricik aşkı Artemisia tarafından sürdürüldü. Amazonların savaşçı ruhunu taşıyan ve tarihin ilk kadın amirali olan Artemisia, yapının mermerlerini İskenderiye’den (Paros adası) getirtti. Şaheserin daha yüzde 50’si ortaya çıktığında Halikarnas’ın da parası bitmişti.

Anıtmezar, tarihinin çok çok ötesindeydi. Ne de olsa Hindistan’daki Tac Mahal gibi bir aşkın ürünüydü ve eser sonlanmadan Artemisia’nın da ömrü bitti. İki aşığın birlikte gömüldükleri anıtmezar, devrin en ünlü mimarlarının elbirliğiyle çalıştığı ve sanatçıların heykellerle süslediği göz kamaştırıcı bir esere dönüştü. 60 x 80 metre boyutu ve 50 yüksekliğiyle devasa bir görünüme bürünen ve tepesine 4 atlı bir savaş arabası oturtulan Halikarnas Mozolesi tarihteki yerini aldı ve Artemis tapınağıyla birlikte Anadolu’nun çıkardığı iki harikadan biri oldu. Yüzlerce yıl Halikarnas’ı bir inci gibi süsleyen ve ihtişamını sürdüren 36 sütunlu mozole, savaşlar ve afetlerle yıprandı ve her şeyden önemli olan zamana yenik düştü.

Kalıntıları, Bodrum Kalesi’nde kullanıldı. Tarihe meydan okuyan birçok önemli parçası ise Osmanlı padişahı Abdülmecit zamanında büyük bir savaş gemisine bindirilerek İngiltere’ye götürüldü. Çalınarak, yaşam bulduğu topraklardan ayrı düşen paha biçilmez Halikarnas Mozolesi, bugün Dünya’nın üç büyük müzesinden biri olan ve iki sterlin karşılığında gezilen British Museum’da sergileniyor.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde mozolenin kaçırılmasına yönelik ilk tepki kendisi de sürgün olan bir sanatçıdan geldi. Halikarnas Balıkçısı mahlasıyla bilinen büyük edebiyatçı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın İngiliz kraliyet ailesine mektup yazarak geri istediği ve “sizin adınıza biz koruyoruz” gibi ukala bir yanıt aldığı mozole için artık bugün Bodrum’a gönül verenler harekete geçmiş durumda…

Kampanya sadece mozoleyi kapsamıyor, Türkiye'den çeşitli yollarla yurtdışına çıkarılarak Avrupa’daki müzelerde sergilenen tarihi eserlerin tümünü kapsıyor. Gazi Mahallesi olayları ve davasıyla ilgili Kültür Bakanlığı’nca yasaklanan “Gereği Düşünüldü” adlı belgeseli çeken Av. Remzi Kazmaz, geçen yıl ise Antik Halikarnasos Bodrum belgeselini hayata geçirdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın harekete geçmesini ve kaçırılan tarihi eserleri Avrupa Birliği’nden istemesi gerektiğini belirten Kazmaz, “Bodrum sadece kum, deniz, güneş kenti değildir. Aynı zamanda birçok medeniyete beşiklik yapmış ve tarih baba Heredot’u bağrından çıkarmış tarihi bir kenttir.” diye konuşuyor. Bodrum belgeselinin İngiliz BBC, Alman ZDF televizyonlarında gösterildiğini vurgulayan Kazmaz şunları söylüyor: “Bodrum Belediyesi ve Bodrum Kaymakamlığı, ilçeyi açık hava müzesine çevirme kararı aldı. Son dönemde yaşanan yozlaşmadan payını fazlasıyla alan bu mavi cennet yavaş yavaş bitiyor. Bodrum, tarihi eserlerin geri gelmesiyle sit alanı ilan edilebilir. Bu yapılaşmayı ve çirkinliğin sürmesini önler. Böylelikle Bodrum, uzun soluklu bir turizm cenneti olabilir”

İmza sayısının gitgide arttığını ve kampanyaya gönül verenlerin çoğaldığına dikkat çeken Kazmaz, buna karşın AKP hükümetinin hala harekete geçmediğini ifade ediyor. Ellerinde iki plan bulunduğunu belirten Remzi Kazmaz, kampanyanın başarıya ulaşmaması durumunda hukukçuların devreye gireceğini söylüyor. Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun boyun eğdiği kapitülasyonlar nedeniyle en önemli ve en tarihi eserlerini emperyalist ve kapitalist ülkelere kaptırdığını anlatan Kazmaz şöyle konuşuyor:

“Bu eserlerin gerçek sahibi Anadolu ve onun topraklarında hüküm sürmüş medeniyetlerdir. Hırsızlama yoluyla tarihi değerlerimize el koymak suçtur. Ve bu suç yüz yıldır işlenmeye devam ediyor. Tarihi eserlerin talan edilmesi, çalınması, izinli, izinsiz götürülmesi günümüzde de devam ediyor. Uluslararası sözleşmeler dahilinde eserlerin bulunduğu ülkelerle görüşmeler yapılmalı. Artık buna dur demeliyiz. Eserlerin iadesi için B planını devreye sokacağız. Sınır Tanımayan Avukatlar ile birlikte ortak hareket edecek olan Bodrumlu 30 avukat, iade için ya İngiltere’deki yerel mahkemelerden karar alıp Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuracak ya da direk hazırlanacak dosyayı AİHM’e yollayacak. Kararın olumlu veya olumsuz olması önemli değil. Uluslararası kamuoyuyla birlikte eninde sonunda Mozolenin ve diğer eserlerin iadesi sağlanacak.”

Cumhuriyet Pazar Dergi

DÜNYA HAMAS'A BAKIYOR



ALPER TURGUT

Sloganları "Değişim ve Reform"du.

Hamas daha iktidara taşınmadan uygulamaları, vaatlerini yerine getirecekleri konusunda Filistinlilere güven verdi. Eğitim, sağlık, sosyal yardım konularında büyük adımlar atıldı. Hamas, şimdi İsrail'le masaya oturabilir... Sonuç, ya barış olacak, ya da...

Ortadoğu’nun en kanlı ve en radikal İslami örgütü olan Hamas, “Değişim ve Reform” sloganıyla girdiği Filistin seçimlerini kazandı. Süper güçlerin öfkesini daha da arttıran, her dört kişiden birinin işsiz, her iki kişiden birinin yoksulluk sınırı altında yaşadığı enkaz görünümündeki Filistin’de kazanılmış bir zaferdi bu, 15 yıllık barış serüvenini belki bininci kez sekteye uğratarak…

Müslüman Kardeşler’in (Ihvan) Filistin’deki askeri kolu olarak 14 Aralık 1987’de birinci intifadayı (ayaklanma) yaratan koşullarda kurulan İslami Direniş Hareketi (HAMAS), bağımsız ve şeriata dayalı bir Filistin devleti kurulana dek cihat düsturunu benimsedi… 1970’lerin Filistin’inde erk sahibi olan sol örgütlerin, 1980’lerde gittikçe artan İslami eğilim karşısında silinmeleri, ayrıca yurtsever, ilerici ve laik söylemleriyle tanınan Filistin halkının tartışmasız lideri Yaser Arafat’ın şeriatçı örgütlenmelere ödün vermesi ortamında doğdu Hamas…











Ve Filistin’in asli gücü Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) bölmek isteyen İsrail’in Hamas’ın büyüyüp, gelişmesine ön ayak olduğu söylenir oldu. Coşku, cesaret ve yiğitlik anlamına da gelen Hamas, Gazze de bildiri dağıtarak işe başladı. Eğitim, sosyal hizmet, hukuki yardım gibi legal alan faaliyetleri ile güçlenen örgüt, Siyonizmi hedef alan etkin boykot ve kampanyalarla da kısa sürede yetkinleşti. El Halil, Beir Zeit, Necâh, Beyt Laham ve Gazze İslam üniversitelerinde hızla yayıldı. Başlangıçta Mısır orijinli bir örgüt olan Hamas, Ürdün ve Mısır arasında bir süre bocaladıktan sonra Müslüman Kardeşler ile köprülerini attı ve giderek önce Suudi Arabistan’a sonra da İran’a yanaştı. Suudi Arabistan, Kuveyt, Ürdün, İran ve Mısır gelen yardımlarla cami, okul, hastane, kreş ve aşevleri kuran, muhtaç ailelere maddi destekte bulunan HAMAS üyeleri, silahlı dar bir grubu, sabırla kitle örgütüne dönüştürdü. Ortadoğu, Avrupa hatta ABD de irtibat büroları ve temsilcilikler kurdu.

Yandaş örgüt İslami Cihad ile doğrudan eylem konusunda ters düşen Hamas, uzun soluklu bir savaş için binlerce militanını eğitmeyi ve silahlandırmayı önceliğine aldı. Eylül 1989’da silahlı mücadele aşamasına geçen ve İsrailli görevlileri rehin alma eylemleriyle rüştünü ispatlayan Hamas, 1991 yılında Filistin mücadelesinin simge ismi Şeyh İzzettin El Kassam adına kurulan birliklerle askeri operasyonlarına hız verdi. Filistin’in bu yeni “mücahitleri”, Gazze’yi kaleleri, İsrail toprakları ile “kutsal kent” Kudüs’ü savaş alanı olarak seçti. İlk ayaklanma sırasında Filistinlilerin, barışçıl gösterileri ve taşlı saldırıları, İsrail’in insanlığı dehşete düşüren ve sıkça vahşete dönüşen şiddet uygulamalarıyla karşılaşmıştı. 2000’deki ikinci ayaklanma, şiddette ölçünün ne kadar aşılabileceğine örnekti.

İsrail’in karşısındaki baş aktör Hamas idi. Arafat’ın (Ebu Ambar) “Küçük Generalleri” büyüdüler ve Hamas’ın aktif birer militanı oldular. 1993 yılında ilk “canlı bomba” eylemini gerçekleştiren ve dünyaca tanınmaya başlanan Hamas, 2004 yılındaki ateşkes sürecine dek 400’ün üzerinde intihar komandosunu çoğu sivil İsrail hedeflerine gönderdi. İsrail, meşhur suikast politikasını, Hamas için de uygulamaya koymakta gecikmedi. 2004 yılında örgütün ruhani lideri felçli Şeyh Ahmet Yasin, bir ay sonra da halefi Dr. Abdülaziz El Rantisi öldürüldü. Halid Meşal, Muhammed Sayyam, Muhammed Nezzal, Musa Abu Merzuk, İbrahim Goşe, Müşir El Masri, Imad El İlmi, İsmail Haniya, Mahmud Zahar gibi liderlerle ön plana çıkan Hamas’ın başındaki isim, İsrail’in nokta operasyonlarına karşı açıklanmıyor. Ancak Meşal, Zahar ve Haniya etkin bir konumda bulunuyor.


Hamas’ın önündeki en ciddi rakip ise, ilk hücreleri 47 yıl önce kurulan El Fetih yani FKÖ idi. Arafat’ın Filistin politikasını belirleyen ve yıllardır iktidarda bulunan örgütüne karşı Hamas, kimi zaman Hizbullah ile bazen de sosyalistlerle işbirliği yaptı. Hamas’ın eylemleri, barış görüşmeleri sırasında sık sık Arafat ve İsrail’in arasını açtı. Hamas ile El Fetih’e bağlı El Aksa Şehitleri Tugayı arasında yaşanan çatışmalarda ise, onlarca kişi yaşamını yitirdi. FKÖ’nün yolsuzluklarıyla bunalan, yurtdışından her yıl gelen bir milyar dolarlık yardımın aslan payını alan ve lüks villalarda yaşayan El Fetih familyasından yaka silken halk, sivil toplum örgütleri ve sendikalarla gücüne güç katan ve kazandığı belediyelerde uyguladığı şeffaf yönetimle dikkat çeken Hamas’a yöneldi. Zafere yürüdüğünden iyice emin olan ve kendine çeki düzen vermek isteyen Hamas, son dönemde imaj değiştirmeye karar verdi. Şiddet görüntüleri içermeyen televizyon kanalını devreye sokarak, örgüt liderleri de bu kapsamda kızıla boyalı sakallarından vazgeçerek, artık cihadı benimseyen bir örgüt olmadıklarını kanıtlamaya çalışıyordu. Ve sonunda Hamas, yaklaşık 650 bin Filistinli seçmenin oyunu alarak, yüzde 60 gibi ezici bir çoğunlukla 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde tek başına iktidar olmasına yetecek 74 sandalye kazandı.

Ancak Arap dünyası, bu zaferin, çok kolay bir şekilde mağlubiyete dönüşebileceği uyarısında bulunuyor. İsrail’i reddetmekle iktidara ulaşan Hamas, tüm Filistinlilerin siyasi ve ekonomik zincirlerle bağlı olduğu bu ülkenin masasına oturmak zorunda kalacak gibi görünüyor. Çünkü elektriğinden suyuna her şey İsrail’den geliyor ve Filistin’in tüm ticareti, 2. utanç duvarının inşasını hızla sürdüren “düşman ülke” üzerinden yapılıyor. İsrail’in koyduğu 17 ayrı vergiyle yaşam alanını adamakıllı daraltması, bütçenin yarısını oluşturan dış yardımın yüzde 40’lık bölümüne “koşul” konulması, çalışacağı devlet kadrolarının büyük bir kısmının El Fetih üyesi olması, çöken ekonomi, işsizlik, yolsuzluk, bozuk sağlık sistemi, sürgündeki Filistinliler, mülteci kamplarının durumu, Hamas’ın altına gireceği yükler olarak sıralanıyor. Tüm dünya, Hamas’a “silah bırak” çağrısı yaparken örgüt, 7 bin silahlı militanı ve on binlerce taraftarıyla ulusal ordu kurmaya hazırlanıyor. Gazze’den sonra Batı Şeria’dan da çekilmeyi planlayan İsrail, büyük Yahudi yerleşim alanları ile Kudüs’ü bırakmayı düşünmüyor. İktidardan olmanın şokunu yaşayan El Aksa Şehitleri Tugayı’nın isyanı ve İsrail ile yapılan ateşkese son verdiğini açıklaması, şer ekseninin “en gözde” ismi İran’ın Filistin’de elçilik açma girişimine Hamas’ın onay vermesi, Filistinli silahlı gruplar arasında çatışmaların şiddetlenmesi, sorunun boyutları konusunda fikir veriyor.
Çocukları “canlı kalkan” yapıp askeri araçların önüne bağlayan, gencecik bedenleri kalbura çevirmekte beis görmeyen dinsel motifli İsrail şahinlerinin karşısına Hamas, hamasi bir öyküyü, altı oğlundan üçünün intihar komandoluğunu “ölmeden gelmeyin” diyerek pekiştiren, “şehitlerin anası” mahlâsıyla ve elinde kalaşnikofuyla tanıttığı yeni milletvekili Meryem Ferhat’ı çıkarıyor. Kim bilir belki de bu radikal fotoğraflar, sıcak gelişmelerin asla Ortadoğu’yu terk etmeyeceği anlamına geliyor. İsrail halkının çoğunluğunun Hamas’la masaya oturmaya “evet” demesi, Hamas’ın da uzun süreli bir ateşkesten yana olduğunu açıklaması ise yine de barış ve çözüm adına bir taze umudu yeşertiyor.
Cumhuriyet Pazar Dergi

TUTSAK DERGİLER...





Alper Turgut

Cezaevlerindeki siyasi tutuklu ve hükümlülerin ortaklaşa çıkardığı el yazması yayınların dışarıya ulaşabilmiş bazı sayıları “Tutsak Dergiler” adıyla kitaplaştırıldı. Ceza, sansür, toplatma ve imha uygulamalarına karşın yılmayan “Cezaevi Basını”nın ürünü olan kitabın, dünyada herhangi bir örneği ise bulunmuyor.

Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği TAYAD) üyesi ailelerin katkıda bulunduğu kitap, Boran Yayınları’nca çıkarıldı. Tekirdağ, Kandıra, Sincan ve Edirne F tipi cezaevlerinde erkek, Gebze ve Uşak cezaevlerinde ise kadın siyasi tutuklu ve hükümlüler, siyaset, mizah, kültür ve sanat içerikli 17 ayrı dergiyi hayata geçirdiler. “Masala”, “Itır”, “Feşmekan”, “Yürek Çağrısı”, “Nail İbo”, “Berdan’dan Berkan’a”, “Vız Gelir”, “Gomedi”, “Cansuyu”, “Aile Postası”, “Zeybek Ateşi”, “Genç Düşünce”, “Sevgi”, “Zafer Yolunda İleri”, “Feda”, “Nüktedan” ve “Şafaktan Önce” adlı bu dergilerin arasına kitap baskıya girerken en son “Komün” katıldı. Bazıları 50. sayıya ulaşan dergiler, herkesin okuyabilmesi için İnternet sitelerinde de yerlerini alırken seçkilerin bir bölümü ise İngilizceye çevrildi.

Kitapta, 12 Eylül Cuntasıyla başlayan cezaevinde periyodik dergi çıkarma geleneğinin, F tipi cezaevlerindeki tecrit politikasına duyulan tepki nedeniyle yaygınlaştığı ve çeşitlenip, yetkinleştiği belirtiliyor. Şiir, fıkra, öykü, karikatür, resim, anı, deneme, yorum, haber-araştırma, inceleme hemen hemen her konuda akıl yoran, kalem oynatan mahkumlar, hem dışarıdaki gelişmeleri resmedip hem de içerdeki yaşamı anlatan eserlere imza atıyorlar. Ayrı cezaevlerinin farklı muhalif dergileri bazen birbirleriyle röportaj yapıyor, bazen de dışarıdan gelen mektuplara sayfalarını açıyorlar. Dergilerde yok yok. Cezaevindeki yeni icatlar, burçlar, editör köşesi, künye, ilan panosu… Ekonomiden sinemaya, eğitimden televizyona, müzikten politikaya, tarihten popüler kültüre dek uzanan geniş bir yelpazede eleştiri, tartışma ve açıklamalara yer veriliyor. Tam teşekküllü acar muhabir Ferit’in haberleri, Gazeteci Yazar Yanar Döner ile Zihni Fikrikarışık’ın yorumları, Höşmenim Abi tiplemesi, mahpushane haberlerini ulaştıran kulağı delik fare nam-ı diğer Logar Cini Çeto, dergilerin mizah yükünü yüklenmiş görünüyor. Tam ortasında kalem bittiği için renk değiştiren yazılarıyla, rengarenk boyalarla desteklenen fotoğraf, montaj ve kolajlarla süslenen sayfalarıyla ve ilginç kapak ve logolarıyla cezaevi dergileri artık elimizin altında…

BİR DERGİ NASIL HAZIRLANIR
Yazı kadroları, ölüm orucu eylemi, tahliye ve tutuklamalar nedeniyle sürekli değişen dergilerin hazırlanışı da binbir zahmet ve emek istiyor. Örneğin bir derginin yeni sayısı hakkındaki görüşlerini belirtmek için tüm tutuklular, düşüncelerini küçük kağıtlara yazıp bir kesmeşeker büyüklüğüne getirinceye dek büküyor. Bükülmüş kağıtlar daha sonra naylonla sarılıp, iplerle bağlanıyor ve havalandırma duvarlarını aşmak için topa dönüştürülüyor. Böylelikle düşünceler kolektif bir yayın adına çatıları aşıp, yazı kurulundaki tutuklu ve hükümlülerin hücrelerine ulaştırılıyor. Sonra kafa kafaya verilip konular belirleniyor, görev dağılımı yapılıyor ve tekrar top yağmuru başlıyor. Burada sözü gönüllü gazetecilere, tutuklu ve hükümlülere bırakalım:

“Her hücredeki yazar, işkenceye dönüşen sayımlar, talana dönüşen aramalar, keyfi baskı ve dayatmaların bitmediği koşullarda; ziyaret ve avukat görüşleriyle, her gün birkaç kez atılan protesto sloganları arasında yazısını yazdı.”

TAYAD’lı ailelerin anlatımlarına göre; Dergilerin hepsi elle yazıldı, karbon kağıdı yasak olduğu için elle çoğaltıldı. Yağmurlu havalarda çamura bulandı, aramalarda yırtıldı, el konuldu. Tüm bu aşamaların ardından bir araya getirilen 40, 50 hatta 100 sayfayı aşan yazmalar, iğne iplikle ciltlendi. Taze ve kuru soğan kabuğu ile tıbbi ilaçlar ve oraletten elde edilen boyalar sayfalara can verdi. Dergilerin basımında sakız ve reçel kullanıldı. Kapak için ise çoğu kez süt kutusundan yararlanıldı. Ardından diğer tutuklulara ulaştırıldı ve dışarıya gönderilmesi için cezaevi yönetimine teslim edildi. Dergilerin başına gelen aksilikler bitecek gibi değildi. Çünkü sıra “Mektup Okuma Komisyonu”ndaydı. Dergilerin birçok sayısı komisyona takıldı, “sakıncalı” bulundu. Bunlardan ancak yarısı özgür kalabildi. Dışarı ulaşabilen dergilerin hali ise bazen içler acısıydı. Nice karikatürün balonları karalanmış, paragraf, cümle ve kelimeler “sansür”lenmişti.
CUMHURİYET PAZAR DERGİ

KARAKALPAK KIZI...



Alper Turgut

“Karakalpak Kızı”, Ceyhun Irmağı (Amu Derya) kıyılarında, Kızılkum Çölü’nün kurağı ile Aral Gölü’nün serinliği arasında uzanan kıraç topraklarda, çoğu göçebe bize çok yakın bizden çok uzak yoksul bir halkın, Karakalpaklar’ın yaşama tutunma öyküsüdür.

1900’lerin ilk çeyreğinde, step ve bozkırlarında kızılların ve beyazların karşılıklı at sürdüğü, kıran kırana savaştığı Orta Asya’da geçer Roman… Mutlak otorite Hanlar, taş kalpli toprak ağalarının Karakalpakçası baylar (bey), lafta softa, uçkur düşkünü dinsel lider İşanlar… İşte “Büyük Ekim Devrimi” öncesi iktidar sahiplerinin portesi; “Bağır çağır gerici, su katılmamış muhafazakâr.” Tümü Beyaz Ordu’nun bir kolu olan Basmacılar hareketinde yer alırlar. Süslü çatışma sahnelerine yer vermez sayfalarında, çünkü asıl anlatılmak istenen kadının ezilmişliği ve kurtuluşları için toplumsal mücadelenin hayati önem taşımasıdır. Kaderin onulmaz yaralarını taşımayı peşinen kabul edenler. Onlar… Mal niyetine alınıp satılan kadınlar… Yüzyıllardır fakir evlerin ekonomisini sürükleyen illettin adıdır başlık parası. Vazgeçilmez bir geçim kapısıdır. Hâlihazırda kız çocukları, birçok coğrafyada günlük sıradan bir işmiş gibi yaşlı, geçkin çokça çirkin ve zengin erkeklerle para karşılığında evlendirilirler. Aslında yerel değil tastamam evrensel bir gerçekliğin sızısıdır bedenlerde, iri tuzlu gözyaşlarıyla resmedilen…

Kahramanımız Cumagül, hali vakti yerinde bir ağanın, Zaripbay’ın kızıdır. Taze gelinlerle evlenmenin erkekliğin şanından olduğu belletilen Zaripbay, yeni bir izdivaç için bozkırın soğuğunda karısı Sanem ile kızı Cumagül’ü kapı dışarı eder. Karakalpak kızı Cumagül henüz 12 yaşındadır, o güne dek sevgisinden mahrup kaldığı babası tarafından evlatlıktan da reddedilir. Zaripbay, haşin ve zalim bir adamdır, “boş ol” kelimesini üç kere tekrar etmeden önce eşi Sanem’i öldüresiye döver. Merhamet yoktur asla. Kadınlara ise susmak düşer, konuşmak yasaktır çünkü… Sonrası bir örgüdür. Tekrar tekrar yaşanır acılar. Anadan kıza geçer. Ayaza ve kıtlığın ortasında hayata tutunmaya çalışır ana-kız. Cumagül’e dayısı komadaki Sanem’i yani öz be öz kızkardeşini öldürmeyi teklif eder. Çünkü öç almanın karşılığı Zaripbay’dan kan parası koparmaktır.

Sığındıkları Uygur köyünde büyür Cumagül, kendi kaderini çizmek için evleneceği erkeği kendi seçer. Kötü huylu olurlar diye zengin bir nasip istemez, fakir bir delikanlı olan Turumbet’i beğenir ve Mangit köyüne gelin gider. Karakalpak erkeklerinin birbirinden farkı yoktur. Kocası Turumbet de, feodal düzenin pohpohlamasıyla gerim gerim gerinen diğer hemcinsleri gibidir. Kocasının şiddet nöbetleri, Cumagül’ün en büyük kâbusudur. Zaman geçer, yazgı yine oyununu oynar. Turumbet, “Aslandan aslan, cigitten cigit doğar” (Cigit eşittir yiğit) diye kükrer ve hamile karısını bir oğlu doğurmazsa kapı dışarı edeceğini söyler. Sanem’in kaderi Cumagül’ü de bulur. Kızı olur Cumagül’ün… Ataerkil toplumlarda bir kadının en büyük düşmanı yine bir kadındır. Kötü kaynananın çatal dili, oğlunu harekete geçirir. Dışı taş duvardır, içi ise yanar adamın... Ama özür dilemekten, gönül okşayıcı en ufak bir hareketten muaftır. Cumagül’ün yalvarmaları çare olmaz. Evin reisi anasının da gayretiyle dediğini yapar ve karısıyla kızını defeder. Mahvolmanın eşiğinde Cumagül’ün yardımına devrim yetişir. Mangit köyünde Sanem’in de yanına taşınmasıyla üç nesil kadın bir araya gelir. Çalışmaya başlar Cumagül ve odun satmak için Çimbay kentine gider. Bolşeviklerin düzenlediği bir mitingde alır soluğunu, kadın ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğunu öğrenir…
Karakalpak Kızı’nın diğer karakterleri Cumagül’ün gönlünün kaydığı Bolşevik Aytbay, uğursuzluk ve kötülük abidesi, kanlı katil Tacim, her daim hinlik peşindeki Kutımbay, Duysenbay, büyücülük yapmaktan bile çekinmeyen mollalar ve Sovyet köyünün iyiliksever Aksakalı (yönetici) Turebay romana renk katarlar.

Başta Karakalpak kadınları olmak üzere artık her şeyi değiştirecek ve dönüştürecektir. Mangit romanın tam odağındaki köydür, Cumagül ile birlikte o da kabuğundan sıyrılacaktır, ağa kulluğundan çıkan fakir köylüler ise devrimci bir imeceye sarılacaktır. Devrim daha bebedir ve kadınların çilesi bitecek gibi değildir. Okula gönderildikleri için şehrin kapılarına asılan kız çocukları, okumak için kaçtıkları için babalarının ölüme yolladığı genç kızlar… Ve roman akar gider…

Ünlü Karakalpak yazar Tulepbergen Kaipbergenov’un 41 yıl önce yayınlanan bu eseri, Cumagül şahsında kadınların tarih ve devrimle harmanlanmış uzun soluklu mücadelesini anlatıyor. Yöresel gelenekleri nakış nakış işleyerek… Toplumsal gerçekçiliği işleyen romanlarıyla tanınan Tulepbergen Kaipbergenov, aynı zamanda öykü ve derleme üzerine de kalem oynatan bir isim. Karakalpak Kızı (Doç Karakalpaka), 1929’da Nukus’un Ortanbay köyünde doğan Kaipbergenov’un ilk romanı… Sovyetler Birliği’nde büyük ilgiyle karşılanan yapıt, başta Rusça olmak üzere diğer Sovyet Cumhuriyetleri dillerine çevrildi, Moskova, Taşkent, Alma-ata ve Bişkek’te basıldı. Ardından Üç ciltlik Karakalpak Destanları (Karakalpakskiye Dastanı) adlı eseriyle halk efsanelerini, ata sözlerini, tarihi hikâyeleri kaleme aldı. Evrensel Basım Yayın’dan çıkan 504 sayfalık kitap, Kayhan Yükseler tarafından çevrildi.

19 Kasım 2007 Pazartesi

TARİFESİZ BİR SEFERE ÇIKIYORUM...




Bavulumda itinayla derleyip topladığım


Hayallerim, hatıralarım ve umutlarım


Elimde eskimiş tek gidiş bileti


Ve muğlâk bir maske suratımda




Gemi koptu iskeleden


Benden çok uzak artık


El sallıyorum arkamdan


Yana yakıla tarifsiz




Taşıyamadım boşluğumu


Çöktüm olduğum yere


Puslu bir günün,


En zamansız saatinde




ALPER TURGUT, SESSİZLİĞE KARŞI'DAN...

















18 Kasım 2007 Pazar

BU YÜREK SUSMAYACAK, BU YÜREK DURMAYACAK...



...Görevi başındayken gözaltına alındı, ölü bulundu. Adı Metin Göktepe' ydi, gazeteciydi... Eyüp Spor Salonu, cinayet mahalliydi, katilleri polis. Ailesi ve meslektaşları davanın peşini bırakmadı, sorumlular yargılandı. Genç gazeteciler, o günlerde "Hepimiz birer Metiniz" diye yürüyorlardı... Aradan on yıl geçti, yine gazeteciler öldürüldü, ama onun ölümü, şiddeti görünür kılmıştı.
Yazı: (ALPER TURGUT)



Metin'in kafasında bir darp var
Polis karakolundan morga kadar
Mosmor
Bir darbe var yüreğimizde beynimizde
Soruyor bir işaret fişeği
Biz üzülerek mi yaşayacağız hâlâ...
Can Yücel


Gazeteci Metin Göktepe'nin gözaltına alınıp dövülerek katledilişinin üzerinden tam 10 yıl geçti. Daha 28 yaşındaydı öldüğünde... Gençti. Katilleri, onun hayatını, mesleğini, düş, hayal ve umutlarını çalarken gözlerini bile kırpmadılar. Bu, çok uzak bir anı değil. Yaralar kolay kabuk bağlamasa da bazen, sevdiklerine, sevenlerine, ailesine, meslektaşlarına mücadele etmek ve Metin olmak kaldı.


Faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların, yargılı yargısız infazların birbirini izlediği, muhaliflere göz açtırılmadığı, genç kanlarının akıtıldığı, korkunç bir bilançoyla girilmişti 1996'ya. Daha ilk günlerden bu şiddetin devamının geleceği belliydi, önce Ümraniye Cezaevi'ne dört tutuklu ve hükümlünün öldüğü, 40'ının yaralandığı bir baskın düzenlendi, ardından Sabancı Kuleleri'nde, üç kişinin yaşamını yitirdiği suikast gerçekleşti, silahlı Çeçenlerin kaçırdığı Avrasya Feribotu, İstanbul'a doğru hareket etmişti. Gazetecilerin bırakın dinlenmeyi, soluk almaya dahi ayıracak zamanları yoktu. Sokaklarda, alanlarda, her türlü toplumsal olayda şiddet onlara da yönelmişti ve tehdidin, hakaretin, saldırının ve gözaltının sıradanlaştığı bir ortamda, tahmin bile edemeyecekleri, farklı bir acıyla yüzleşeceklerdi.


EYÜP KAPALI "ÖLÜM" SALONU


8 Ocak 1996, Pazartesi. Ümraniye Cezaevi'ndeki operasyonda ölen tutuklulardan ikisi, Alibeyköy Mezarlığı'nda toprağa verilecekti. Polis, sabahın erken saatlerinden itibaren mezarlıkta etten duvar ördü ve yukarıdan gelen bir emirle, tutuklu yakını, öğrenci, avukat, cenaze törenine katılmak isteyen her kimse, gözaltına almaya başladı. Sıra gazetecilere geldi. Önce sarı basın kartı olmayanların görev yapmasına izin verilmedi, sonra kendilerince muhalif gazete ve dergilerin muhabirleri keyfi bir şekilde tek tek gözaltına alındı. Evrensel muhabiri Metin Göktepe de gözaltına alınanlar arasındaydı. Cenazeleri gömme işlemini de üstlenen güvenlik güçleri, bini aşkın insanı (1052), hukuk dışı bir tutumla, emniyet müdürlüğüne veya karakollara sevk etmek yerine, spor salonuna doldurdu. Şili Cuntası'nın işkencehaneye çevirdiği Santiago Ulusal Stadı'nın küçük ölçekte bir benzeri Eyüp Kapalı Spor Salonu'nda yaratıldı.
Dayak faslı gözaltına alınanların spor salonuna taşındığı belediye otobüslerinde başlamıştı. Tanıklar, yere yatırılan ve tekmelenenler arasında görmüşlerdi Metin'i. Polis şefleri, kadınlara "O... bu taraftan", erkeklere ise "P... bu taraftan" diyerek, iki farklı noktadan salona soktular, gözaltına alınanları. İşkence, spor salonunda ağırlaşarak sürdü, tribünler, saha, tuvaletler ve salonun altındaki koridor, canhıraş çığlıklarla inledi.


Metin Göktepe, "işte bu gazeteci, buna özel muamele" diyenler tarafından çepeçevre sarıldı. Çok sayıda polis, coplarla ve üzerinde "Haydar" yazılı kazma sapına benzer sopalarla dövdüler Metin'i. Cansız bedeni spor salonunun yakınlarındaki bir çay bahçesine atıldı, ölüm nedeni "Kafa travmasına bağlı beyin kanaması ve doku içi kanama"ydı.


BU YÜREK SUSMAYACAK...


Metin, Sıvas'ın Gürün ilçesine bağlı Çipil köyünde 10 Nisan 1968 günü doğmuştu. Köyde geçen çocukluğun ardından 12 Eylül darbesine bir yıl kala o henüz 11 yaşında iken İstanbul'a taşındılar. Tam sekiz kardeştiler. Metin, sondan ikinciydi. 1989'da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'ne girdi, öldürüldüğünde hâlâ bu okulun öğrencisiydi. Dört yıllık gazeteciydi, ufak tefekti, dost canlısıydı, bağlama çalardı ve çokça gülerdi.


Genç bir gazetecinin gözaltında öldürüldüğü haberi kamuoyunda bir bomba etkisi yarattı. Şimdi devletten bir yanıt bekleniyordu, dilleri karıştı, içişleri bakanı ölüm nedeni olarak "duvardan", olaya bakan savcı ise "sandalyeden düşmüş" dedi. İki açıklama da hem gerçek dışıydı, hem inandırıcılıktan uzaktı. Metin'in öldürülmesiyle en çok canı yanan elbetteki annesi Fadime Göktepe'ydi. Acısını da beraberinde taşıyıp sorumluların cezalandırılması istemiyle yıllarca sürecek mücadelenin simgesi oldu. Şöyle diyordu: "Evde oturmak çözüm değil. Ben eylemlere gitmeseydim, bağırmasaydım, sokağa çıkmasaydım ne olurdu? Ağlardım. Ağla ağla biter mi bela? Mücadele edecek, bağıracaksın. Hem de kararlı olacaksın. Kadınların görevi çok... Bana ne demekle olmaz!"


Metin'in meslektaşları ise Adli Tıp Kurumu girişinde ve İstanbul Adliyesi'nde toplanarak sessiz kalmayacaklarını vurguladılar ve sorumluların cezalandırılmasını istediler. Çağdaş Gazeteciler Derneği üyeleri, Başbakanlık önünde gösteri yapıp kalemlerini kırdılar. Basın örgütleri, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Bayramı'nda gazeteci öldürülen bir ülkede, kutlamaların herhangi bir anlamı olmadığını açıkladılar. Evrensel'in kırmızı logosu siyah çıktı ve gazetedeki topyekun tüm haberlere Metin Göktepe imzası atıldı. 11 Ocak günü Göktepe, meslektaşlarının da aralarında bulunduğu binlerce kişi tarafından ve sekiz saatlik bir yürüyüşün ardından, sloganlar, marşlar ve karanfiller eşliğinde Esenler'de toprağa verildi.


Metin Göktepe davası, yıllarca İstanbul, Aydın, Afyon, Ankara arasında mekik dokudu. Gazeteciler, dava nereye taşınırsa taşınsın "İnadına hepimiz birer Metin'iz" sloganıyla oradaydılar. 48 kamu görevlisine açılan dava 6 polisin nispeten az cezalara çarptırılmasıyla sona erdi ve "mahkûmiyet kararı çıkan ilk gazeteci cinayeti" olarak tarihte yerini aldı. Göktepe'nin ailesinin, İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı tazminat davasında da, devlet anne Göktepe'ye 500 milyon lira maddi, tüm Göktepe ailesine toplam 8.5 milyar lira manevi tazminat ödemeye mahkûm oldu. Ailenin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvuru ise halen sonuçlanmadı.


CUMHURİYET PAZAR DERGİ

12 Kasım 2007 Pazartesi

Ferhat'ın Suçu Ne?


Ferhat Gerçek 7 Ekim'de vuruldu, kurşun omuriliğine isabet ettiği için de sakat kaldı. Suçu yasal bir dergiyi "Yürüyüş"ü satmaktı. Kurşun polis kurşunundan çıkmıştı ama Ferhat hakkında soruşturma açıldı. Yeni polis yasası işte böyle işliyordu!
Röportaj: Alper TURGUT
Siz bu satırları okumadan tam otuz altı gün önce, saat 15.00’e kadar Ferhat Gerçek gülüyor, bağıra çağıra konuşuyor, daha da önemlisi yürüyordu. Hem de Yürüyüş dergisi dağıta dağıta… Şimdi inanmıyorsanız çıkıp bakın, etrafınıza sorun, Yürüyüş legal bir dergi, öyle yasadışı bir hali falan yok. Ama Ferhat Gerçek, sırf bu dergiyi satıyor, diye, saat 15.00’te sırtından vuruldu. Bir numaralı şüpheli; resmi kıyafetli bir polis memuru… Hemen akıllara, 1996 yılında Alibeyköy Sayayokuşu’nda öldürülen 16 yaşındaki lise öğrencisi İrfan Ağdaş geliyor. Moğollar’ın “Bir şey yapmalı” şarkısı, Kurtuluş dergisi dağıtırken canından olan İrfan’ı anlatır; “Yolun ortasında henüz on altısında insanım insanım diyorsa bir şey yapmalı”…

Ferhat sakat kaldığını ve asla yürüyemeyeceğini günler sonra öğrendi. Ailesi, arkadaşları ve Temel Haklar Federasyonu, sorumlular yargı önüne çıkartılsın, vuran polis tespit edilip cezalandırılsın diye suç duyurularında bulundu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü herhangi bir açıklama yapma gereği duymadı. İşin en dramatik yanı ise, “Polise Mukavemet” suçlamasıyla felç kalan Ferhat Gerçek ve 16 arkadaşına soruşturma açıldı.

7 Ekim’e yani Ferhat’ın vurulduğu güne dönmeden önce, onun vurulmasını kolaylaştıranlara, 1 Haziran 2007’de, TBMM’de kabul edilerek yasalaşan “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu”na bakalım. Meclis, şiddet olaylarının içinden geçerek önüne gelen değişikliği onaylamakta tereddüt etmedi, oysa 1 Mayıs’ta polis İstanbul’u gaz bombalarıyla kasıp kavurmuş, kadın erkek, genç yaşlı demeden önüne kim geldiyse coplamış, yerlerde sürüklemişti. İtirazlar günlerce sürmüş, emniyet müdürünü İzmir’de bir avukatın dövülmesiyle başlayan olaylar da polisin bu yetkiyi sonuna kadar kullanmaya hazır olduğunu göstermişti.

Nüfus cüzdanına göre 19, bedenine göre 17 yaşında olan Ferhat Gerçek de bu yasaya göre hareket eden polis tarafından vuruldu ve sakat kaldı. O gün, Yenibosna’nın işlek caddesinde Yürüyüş dergisi önlükleri üzerinde dergi dağıtan gençlerin yanına polis otosu yanaştı, resmi giyimlilerdi. Amirleri “Bırakın, yasal bir dergi dağıtıyorlar” diye anons etti, ama onlar dinlemediler, amaçları gençler arasında bulunan Ersin Kip’i gözaltına almaktı. Gençler, gençliklerini yaptılar ve arkadaşlarını vermediler. Polisler telsizle takviye çağırdılar, yeni ekipler geldi, sonrası, arbede, kargaşa, biber gazı, cop. Taşlar ve kurşunlar havada uçuştu, polisler tam 20 el ateş etti, işte o kurşunlar biri Ferhat’ın omuriliğine saplandı. Ateş eden 35 yaşlarında bir polisti. O ve diğer polisler savunmalarında derginin yasak olduğunu söylediler, Ferhat’ı arkadaşlarının vurduğunu!

Ferhat’ın yardımına koşanlar tampon yaparak kanı durdurmaya çalıştılar, 112 Acil Servis’i aradılar. Polis birini dövdü, diğerini kızıyla birlikte gözaltına aldı. Ferhat günlerce hastanede kaldı, arkadaşları ellerinde onun fotoğrafları hastane kapısında beklediler.

Ferhat’la, Bağcılar’da, bir yakınının evinde buluştuk. Konuşmamız boyunca gülümsemesi eksilmedi yüzünden, ziyaretine gelen arkadaşlarının “Çok konuşkansındır, ama röportajda dut yemiş bülbüle dönmüşsün” diye takılmalarına sessiz kaldı. Utangaçlığını bir kenara bıraktığında ise “Bunun” dedi “Bunun hesabı mutlaka sorulmalı”…

Sonra da vurulduğu anı anlattı: “Baktım polisler ateş ediyor, kaçmaya çalıştım. Tam köşeyi dönüyordum, silahın sesini duydum. Vurulmuştum. İlginç, ama her hangi bir acı hissetmedim. Sadece sırtıma bir sıcaklık dalgası yayıldı, gözlerim karardı ve yere düştüm, sonra da derin bir sessizlik çöktü. Bayılmamıştım, yerde, yaralı yatıyordum. Arkadaşlarım beni hastaneye kaldırmak istedi, polisler izin vermedi, ‘Bırakın gebersin’ diye bağırıyorlardı, hatta bana yardıma gelenleri dövdüler. Bülent Kemal Yıldırım bana sarılmıştı, bizi ayırmak için hem onu hem de beni tekmelediler. Arkadaşlarım gözaltına alındılar, ben yerde, öylece 40 dakika bekletildim… Kan kaybediyordum. Sonra ambulans geldi, hastaneye kaldırıldım. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne bağlı cerrahi servisinde de yarım saat bekletildim. Hala bayılmamıştım. Sonra savcı geldi ifademi aldı, aileme haber verildi. ” Doktorların tanısına rağmen Ferhat kendinden umutlu… Yürümek ve büyümek istiyor. Ayağa kalkınca ne mi yapacak, “Yürüyüş’ü satacağım yine” diye yanıtlıyor…

BÜTÜN ÇOCUKLARI VURUN!


1980’li yılların başı… Fehmi Gerçek, 14 yaşında Giresun’dan İstanbul’a göç etti. Gelir gelmez de dayısının kızıyla evlendi. Gündüz tekstil fabrikasında çalışıp gece kömür taşıyarak ailesini geçindirmeye çalıştı. Bu evlilik Ferhat’ın doğumuna rağmen sürmedi. İki kez daha evlendi, dört çocuğu daha oldu. Ferhat’ı “Sessiz, sedasız bir çocuktu” diye tanımlıyor “Devamlı müzik dinlerdi, özellikle da türkü”. Ferhat lise birde okulu bırakınca, baba-oğul tekstil atölyesinde birlikte çalışmışlar, firma kapanınca Ferhat boşluğa düşmüş. “Serseri arkadaşlarıyla takıldı bir süre” diyor Fehmi Gerçek “Devrimci olunca onları bıraktı, İkitelli Temel Haklar Derneği’ne gidip gelmeye başladı. Daha bu olaydan bir ay önce mahalledeki çeteler, pompalı tüfekler, satır ve bıçaklarla, ‘uyuşturucu sattırmayacağız’ dedikleri için derneği bastılar. Oğlum orada da yaralandı. Yeni iyileşmişti, bu saldırıya uğradı. Bir tek beni hastaneye aldılar. Onu ilk gördüğümde beynimden vurulmuşa döndüm”.

Ferhat’ın sakat kaldığını öğrendiğinden beri uyumuyor Fehmi Gerçek. “Geleceği yok artık oğlumun” diyor “Bana bir şey olursa kim bakacak ona… Dergi satıyor diye mahalledeki her çocuğu vurun o zaman… Polisin silahı var diye ateş etmesi mi gerekiyordu? Sorumluların yargılanmasını istiyorum. Gencecik fidan gibi bir delikanlıyı sakat bırakanlar bir an önce cezalandırılsın”. Fotoğraflar: Vedat Arık

Cumhuriyet Pazar Dergi / 11-11-2007

10 Kasım 2007 Cumartesi

Cezaevinde sessiz ölüm

ÇHD, yeni İnfaz Yasa Tasarısı'nı 'Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğuna' başlığıyla ele aldı

Çağdaş Hukukçular Derneği'nin (ÇHD) incelemesi yeni "İnfaz Yasa Tasarısı''nın , mahkûmu insan olarak görmediğini, despotik bir çizgiyi temsil ettiğini ortaya koydu. Tasarıda 12 Eylül'ün bile başaramadığı uygulamalar bulunduğu vurgulanarak amacın ''her türlü işkencenin, zamana yayılmış sessizce öldürmenin toplumdan gizlenmesi için gerekli 'yüksek güvenliğin' sağlanması'' olduğu belirtildi.
Baro raporlarına da yer verilen çalışmada hücre , tecrit, tretman (iyileştirme) ve tek tip elbise uygulamalarının çok sayıda hükümlünün yaşamına mal olacağı kaydedildi. ÇHD ''Sessiz direnişte bulunmak'', ''Gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak'' ve ''Gereksinimden çok yayın bulundurmak'' gibi kısıtlamalar karşısında söylenebilecek söz kalmadığını vurguladı.

ALPER TURGUT

Çağdaş Hukukçular Derneği'nce (ÇHD) çıkarılan ''Çağdaş Hukuk'' un özel sayısında, yeni "İnfaz Yasa Tasarısı'' masaya yatırılırken F tipi cezaevleri, hücre, tecrit, tretman (iyileştirme) ve tek tip elbise gibi sorunlar mercek altına alındı. Baro raporları, disiplin cezaları incelemeleri ile tutuklu ve hükümlü mektuplarına da yer verilen ''F tipinden Yeni İnfaz-İzolasyon Yasası'na, Mahpusluktan Kürek Mahkûmluğu'na'' başlıklı yayında, tasarının amacının ''her türlü eziyet ve işkencenin, zamana yayılmış sessizce öldürmenin toplumdan gizlenmesi için gerekli 'yüksek güvenliğin' sağlanması'' olduğu belirtildi.

ÇHD, ''Ceza ve İnfaz Yasa Tasarısı'' nın hukuksal eleştirisinde, tasarıda hakların her an geri alınabilir bir ödül olarak gösterildiğini vurgulayarak ''Tanınmış gibi görünen kısmi haklar boyun eğdirme ve sindirme politikasının aracı olarak düzenlenmiştir'' tespitinde bulunuyor. Tasarının 64. maddesinde, tek tip elbise giyilmesinin zorunlu, reddedilmesinin disiplin suçu olarak düzenlendiği kaydedilen raporda, 12 Eylül faşizminin başaramadığı bu uygulamanın, birçok hükümlünün yaşamına mal olmadan engellenmesi istendi. Raporda, tasarının 82. maddesinde, hukuk dışı ''zorla müdahale'' imkânı arandığı ifade edilerek şu görüşlere yer verildi: ''Zorla müdahale nedeniyle insanlar yaşamını yitirmiş, yüzlerce tutuklu ve hükümlü sakat kalmıştır. Müdahaleler çok daha kapsamlı ve ağır sonuçlar doğuran yeni eylem biçimlerine (kendini yakma vb.) yol açmaktadır. Maddeden anlaşılan, Adalet Bakanlığı'nın geçen 4 yıl içerisinde ülkemiz cezaevlerinde meydana gelen acı olaylardan hiç ders çıkarmadığı ve hukuk dışı idare mantığını yenilemeye ihtiyaç duymadığıdır. Düzenleme tamamen kaldırılmalıdır.''
Tasarının 34. maddesinin girişinde düzenlenen ''Kurumlarda, odalar ve eklentilerinde, hükümlülerin üst ve eşyasında habersiz olarak her zaman arama yapılabilir'' hükmünün, kişi güvenliği ve özgürlüğünü ortadan kaldıracağı için anayasanın 19. maddesine aykırı olduğunun altı çiziliyor.

''Haberleşme ve İletişim Araçlarından Yoksun Bırakma veya Kısıtlama'' yı düzenleyen 40. maddenin, tutuklu ve hükümlüleri mektup, telgraf, televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap ve diğer iletişim araçlarından bir aydan üç aya kadar yoksun bırakmasının tecrit koşullarını ağırlaştıracağı belirtildi.

Raporda, ''disiplin cezalarında kıyas'', ''disiplin soruşturmalarında savunma hakkı' ve ''yönetim tarafından alınacak tedbirleri'' içeren maddelerin de hukuka ve anayasaya aykırı olduğu kaydedildi.

ÇHD ayrıca ''Kurumda kapıların açılması ve temasın önlenmesi'', ''Hücreye koyma'', ''Bazı etkinliklere katılmaktan alıkoyma'', ''Ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma'', ''Nakil'' ve ''İş karşılığı verilen ücretten kesme veya işten bütünüyle yoksun bırakma'' gibi maddeler ile çeşitli düzey ve yoğunlukta ''izolasyon'' uygulamasının dayatıldığını vurguluyor. Tasarının 24. maddesi ikinci bendinin trajik bir şekilde ''engizisyon'' yükümlülüklerini hatırlattığı belirtilen raporda, ''İnfaz idaresine göre hükümle birlikte bedenin 'mülkiyeti ve intifa hakkı' el değiştirmiştir'' yorumunda bulunuluyor.

Cumhuriyet Gazetesi / 19-08/2004

Sır Perdesi Genişliyor



Taksim'de öldürülen Önder Babat'ın ailesini arayıp kendisini polis olarak tanıtan bir kişi, cinayetin tek kanıtı olan kurşun çekirdeğindeki silinti ve kazıntıların balistik raporuna yansımadığını ileri sürdü


ALPER TURGUT


Üniversite öğrencisi Önder Babat 'ın Taksim'de öldürülmesinin üzerinden 5 ay geçti ancak fail bulunamadığı için bir türlü dava açılamadı. Babat'ın ailesini arayan bir polis, cinayetin tek delili olan kurşun çekirdeğinde bulunan ''silinti'' ve ''kazıntı'' ların balistik raporuna yansımadığını öne sürdü. Avukat Anıt Baba , bu iddia hakkında gereğinin yapılması için cumhuriyet savcılığına dilekçeyle başvurdu. Babat ailesi ise cinayeti soruşturmakla görevli polisler hakkında ''ihmal'' ve ''savsaklama'' suçu işledikleri gerekçesiyle Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'na önümüzdeki salı günü suç duyurusunda bulunacak.


İDDİALAR ÇÜRÜDÜ


İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Önder Babat, 3 Mart 2004 günü İstiklal Caddesi'nin İmam Adnan Sokak girişine yakın bir bölgede uzak bir mesafeden başına sıkılan tek kurşunla yaşamını yitirmişti. Babat'ın, taş düşmesi, seken kurşun, serseri kurşun, yorgun kurşun gibi etkenler sonucu hayatını kaybettiği iddiaları ise bir süre sonra çürümüştü.
Adli Tıp Kurumu'nun raporunda, Babat'ın direkt atışla hedef alındığı, büyük olasılıkla aynı sokakta bir binanın içinden veya susturucu takılmış bir namludan çıkan, yüksek enerjili 9 mm. çapında bir kurşunla vurulduğu kesinleşti. Babat'ın kafasından çıkarılan kurşun çekirdeğinin, ekspertiz incelemesinde ise ''faili meçhul diğer olaylarla herhangi bir bağlantısının tespit edilemediği'' açıklandı.


İddiaya göre, bir süre sonra aileyi emniyet mensubu olduğunu söyleyen ancak ismini vermek istemeyen bir kişi aradı ve şu iddialarda bulundu:
''Kriminal Şube Müdürlüğü'ndeki ekspertiz incelemesi sırasında, mermi çekirdeği üzerinde silah aidiyetini belirsiz kılmak için kasıtlı olarak yapılmış kimi silinti ve kazıntılar tespit edildi. Ancak balistik raporu hazırlanırken anlaşılmaz bir şekilde bu durumun raporlara yansımadı.''
Bu iddia hakkında gereğinin yapılması için hazırlık soruşturmasını yürüten cumhuriyet savcısına dilekçe ile başvurulduğunu anlatan Avukat Anıt Baba, ''Bu iddia gerçekse işlenmiş olması muhtemel suçun vasfının da ağırlaşacağı açıktır'' dedi.


YAŞAMA HAK TANIYIN


Babat'ın ailesi ve arkadaşlarıyla birlikte 3 Ağustos Salı günü Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunacaklarını vurgulayan avukat Baba şöyle konuştu:
''Babat cinayetinde görevi ihmal veya savsaklama suçu işleyen kamu görevlileri hakkında cezalandırılmaları istemiyle şikâyette bulunma zorunluluğu doğmuştur.''
Emniyet yetkilileri ise soruşturmanın savcılık tarafından yürütüldüğünü belirterek iddialarla ilgili şu ana dek herhangi bir açıklama yapmadı.
Genç üniversitelinin yaşamını yitirdiği İmam Adnan Sokak'ta yarın, Umut Vakfı'nın Bireysel Silah(SIZLANMA): YAŞAMA HAK TANIYIN! konulu kısa film ve animasyonlu sokak gösterimleri başlıyor. Türkiye'deki bireysel silahsızlanma mücadelesinin lokomotifliğini üstlenen vakfın etkinlikleri 6 Ağustos'a dek sürecek.


Cumhuriyet Gazetesi / 01-08-2004

GECEKONDUCULAR BİRLEŞTİ

İstanbul'da 'Yıkımlara hayır mitingi'

*Yıkımlara Karşı Emekçi Halk Koordinasyonu tarafından bugün saat 13.00'te Kadıköy İskele Meydanı'nda gerçekleştirilecek ''Yıkımlara Hayır Mitingi''ne, gecekondu sahipleri dışında meslek odaları, sendikalar, siyasi partiler de katılacak.

ALPER TURGUT

Gecekondu bölgelerindeki evlerin yıkılarak yerine sosyal konutların yapılmasını içeren ''Kentsel Dönüşüm ve Sosyal Rehabilitasyon Projeleri'' ne tepki çığ gibi büyüyor. Gecekondu mahallelerinde oturanlar, yıkımların siyasi bir karar olduğunu belirterek komiteler, platformlar kuruyor ve eylem takvimini hayata geçirmeye hazırlanıyorlar. Sivil toplum örgütlerinin de desteklediği yıkım karşıtı miting ise bugün Kadıköy'de gerçekleştirilecek.

İstanbul'u yönetenler, Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında, 250 bin konutun yıkılacağı, 3 milyon insanın da yer değiştireceğini ifade ediyor. Kentteki bir buçuk milyon kaçak yapıdan yüz bini hakkında yıkım kararı çıktığını vurgulayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, son sekiz ay içerisinde bunlardan 1658 tanesinin yıkıldığını, 1200 bina için de suç duyurusunda bulunulduğunu açıklıyor. Projenin zenginlere yeni olanaklar sağlayacağını, inşaat ve emlak sektörüne kazanç getireceğini savunan gecekondu sahipleri ise, ''Birçoğumuz işsiz olan bizleri bir de evsiz bırakıp villalar, golf sahaları, tatil köyleri, iş, alışveriş ve eğlence merkezleri açacaklar'' diyor.

''1970'li yılların sonuna doğru kurulmaya başlanan ilk evlerin ardından başlayan ve 1990'ların ortalarında artan göçle birlikte hız kazanan gecekondu gerçeğini devlet ve hükümet daha yeni mi fark etti?'' diye yakınan gecekondu sahipleri şöyle konuşuyor:
''Örneğin muhtarlık binası, sağlık ocağı, okul, cami, cemevi, asfalt yol, su, elektrik, telefon bulunan bir yer nasıl kaçak olabilir? Gazi Mahallesi, Okmeydanı, Gülsuyu-Gülensu Mahallesi, Mustafa Kemal Mahallesi, Aydos, Nurtepe, Bayramtepe, Ayazma, Alibeyköy, Güzeltepe... Liste uzayıp gider. Buralarda yıllardır bir arada bulunan, komşuluk, dostluk ilişkileri kuran ve tek suçları yoksulluk olan yüz binlerce kişi yaşıyor.''

Yıkımlara karşı herkesin farklı eylem anlayışı olduğunun da altını çizen gecekondu sahipleri şunları söylüyor:
''Kimi Taksim Meydanı'ndaki otobüs duraklarını kondu haline getirirken kimi F1 yarışları sırasında Akfırat'ta 'Zenginlere Formula, yoksullara yıkım' pankartı açıyor. Bunun dışında yıkılan gecekondusu karşılığında inşaat halindeki villalara saldıranlar da var, molotofkokteyli ve taşlarla yıkımlara direnenler de. Kentsel Dönüşüm Projesi'nin ardından gecekondu mahallelerinde rant avına çıkan silahlı çeteler peydah oldu. Esnafa saldıran, ailelerimizi korkutan bu çetelere göz yumulduğunu düşünüyoruz. Yıkım sorunu ve çetelerin tehdidi nedeniyle her an istenmeyen olaylar yaşanabilir.''

Cumhuriyet Gazetesi / 28-08-2005

F tipi cezaevinde kanser tedavisi!


18 ayda altı kez operasyon geçiren Erol Zavar'a 'hapishane koşullarında tedavisi mümkün' raporu verildi

*İki çocuk babası Erol Zavar, 4 yıldır tecrit koşullarında kanserle mücadele ediyor. Eşi Elif Zavar, ameliyat öncesi bile şiddete maruz kaldığını öne sürdüğü Erol Zavar için insanca koşullarda yapılacak bir tedavi isteminin yetkililer tarafından kabul edilmediğini belirtiyor.

ALPER TURGUT

F tipi cezaevinde yatan iki çocuk babası Erol Zavar , yaklaşık 4 yıldır tecrit koşullarında kanserle mücadele ediyor. Eşi Elif Zavar , son 18 ay içerisinde altı kez ameliyat edilen kocasından 30'a yakın tümör alındığını belirterek ''Erol, durumunun daha da ağırlaşacağını bile bile insani koşullarda tedavi olabilmek için kısa süreli açlık grevi yaptı. Buna karşın baskılar devam ediyor ve sağlık durumu gitgide kötüleşiyor. Erol'un cezaevinde ve hastane koğuşlarında iyileşebilmesi mümkün değil'' diye konuşuyor.

Elif Zavar, eşinin yaşama dört elle sarılabilmesi için tam donanımlı bir hastanede, her türlü baskı ve şiddetten uzak bir şekilde tedavi görmesi gerektiğini vurguluyor. ''Sevdiğiniz insan ölüme her geçen gün biraz daha yaklaşıyor. Ama önünüze aşamayacağınız engeller konularak çaresiz bırakılıyorsunuz'' diyen Elif Zavar, eşinin hastalığı süresince yaşadıklarıyla ilgili olarak şunları söylüyor: ''Erol, cankurtaranla değil, ring araçlarıyla hastaneye götürülüyor. Yol boyunca sürekli hakarete uğruyor ve tartaklanıyor. Bu da yetmezmiş gibi ameliyata alınmadan önce çırılçıplak soyulup dövüldü. Eşim, hijyenden uzak bir ortamda, tecrit altında tutuluyor. Ameliyat dışında radyoterapi, kemoterapi gibi yöntemler ise tedavisinde kullanılmıyor. Cezaevinde ve hastanede bir insanlık suçu işleniyor.''

Siyasi hükümlü Erol Zavar'ın tedavisinin dışarıda yapılması için Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı'na eşi Elif Zavar beş, avukatları ise üç kez başvuruda bulundu. Dilekçelerin hepsine, ''Zavar'ın cezaevinde yatmasında sakınca bulunmadığı ve sağlık durumunun iyi olduğu'' yanıtı verildi. Ankara, İstanbul ve İzmir'de yapılan ''Erol Zavar'a özgürlük'' kampanyasında toplanan 10 bin imza Adalet Bakanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı'na gönderildi. Cumhuriyet Savcılıklarına birçok kez suç duyurusunda bulunuldu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) yapılan başvuru üzerine açılan dava ise karar aşamasında... En son elindeki belgelerle Ankara Tabipler Odası'na danışan Elif Zavar, ''Erol Zavar'ın ileri derecede kanser olduğu, tetkiklerinin Sağlık Bakanlığı tarafından veya üniversite hastanesince tekrar yapılıp karar verilmesi'' yönünde alternatif rapor aldı. Elif Zavar, eşinin sağlık durumunun kötüleşmesinden sorumlu tuttuğu Adalet Bakanlığı'na dava açmaya hazırlanıyor.

Yine kanser hastaları Esmer Yaman ve Gülsüm Aslan , cezaevi koşullarında tedavilerini güçlükle sürdürüyorlar. Filiz Gülkokuer, Hayati Kaytan, Mehmet Yıldırım, Hatice Yaman, Fatma Gündüz, Fatma Tokmak, Savaş Kör, Ersin Eroğlu, Bayram Sarıtaş, Zeynel Karabulut, Hasan Rüzgâr, Fatma Tokmak, Azime İbiş ve Mesut İbiş 'in aralarında bulunduğu çok sayıda tutuklu ve hükümlü ise ağır fiziksel hastalıklar ve psikolojik rahatsızlıklarla boğuşuyor.
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ

HİKMET ÇETİNKAYA
Tecritte Ölüm...

Öyküleri birbirine benziyor. Dinledikçe canını acıtıyor insanın...
Sessiz çığlıklarını kimse duymuyor!..
Sanki yürekler taş kesilmiş...
Onlar, dört duvar arasından yazdıkları mektuplarda, ölüme adım adım yaklaştıklarını anlatıyorlar. Aileleri basın toplantıları düzenliyorlar...
Bir duyurabilseler seslerini!..
Güneşin rengini, yıldızların soluk alışını, çiçeklerin kokusunu, denizin mavisini, bebeklerin gülüşünü çoktan unuttular...
Her hafta onlarca mektup alıyorum cezaevlerinden...
Sitem dolu mektuplar!..
Dört duvar arasına sıkışmış genç insanlar yaşamdan, umuttan söz ediyor , bir çay içimlik sürede kendi öykülerini anlatıyorlar!..
Yarı uykunun güneşlerinden bir demet kır çiçeği uzatıyorlar yüreklere!..
Suskun değiller, hep konuşuyorlar...
Nasıl anlatsam onların öykülerini, nasıl dokunsam kalem tutan parmaklarına, inanın bilemiyorum...

Alper Turgut'un Cumhuriyet'teki haberini okurken, benim de bildiğim o öykü bir insanlık dramı olarak içimi acıtıyor...
Ölümcül hastalıklar yakalarına yapışmış bir kez, bir türlü bırakmıyor...
Hücrede yaşam sağlık sorunlarını arttırıyor. Kiminin gözleri görmüyor, kiminin bacakları tutmuyor...
İntiharlar çoğalıyor F tipi cezaevlerinde...
Alper Turgut, 2002 yılında on iki tutuklu ve hükümlünün intihar ettiğini yazıp ekliyor:
''Tutuklu ve hükümlü yakınları ve insan hakları savunucuları, hücre tipi cezaevlerinin akıl hastanelerine dönüştüğünü öne sürüyorlar...''
Acaba bu toplumun, cezaevlerindeki intiharlardan haberi var mı? Acaba bu toplum Volkan Ağırman 'ı, Halit Koçyiğit 'i tanıyor mu?

****

Siyasi tutuklu Ali Şahin 'in ölüm haberini duydunuz mu siz?..
Yirmi dört yaşındaydı Ali. 19 Aralık 2000 tarihinde ''Hayata Dönüş'' operasyonunda yaralanan Ali Şahin, Tekirdağ F Tipi Cezaevi'nde sekizinci ekip üyesi olarak ölüm orucuna başlamıştı...
Ali'nin öyküsü hüzün vericiydi...
Ölüm orucunu yarıda kesti Ali...
Çünkü lösemiye yakalanmıştı...
Bir süre sonra öldü!..
Peki yetmiş bir yaşında Mehmet Yurdakul 'un öyküsünü dinlediniz mi hiç?
Zile M Tipi Cezaevi 'nde yatıyordu Mehmet Yurdakul. Akciğer kanseri olmuştu. Ankara Numune Hastanesi'ne kaldırıldı ve bir süre sonra taburcu edildi...
Ankara Numune Hastanesi, Mehmet Yurdakul için ''sağlam'' raporu vermişti...
O da bir süre sonra öldü!..
Bir süre önce Erol Zavar 'ın öyküsünü okudunuz bu köşede...
Erol Zavar, mesane kanseriydi...
Evli ve iki çocuk babası olan otuz dört yaşındaki Erol Zavar, hâlâ Tekirdağ F Tipi Cezaevi revirinde...
Mesane kanseri olan Erol Zavar cezaevi revirinde tedavi görebilir mi?
Grip değil Erol, kansere yakalanmış bir hükümlü!..
Hüseyin Yıldırım ise felç!.. Orhan Eroğlu felç...
Yirmi dört yaşındaki Ali Şahin'in ölümü, diğerlerinin böbrek, kemik erimesi, kanser olması nedense bizleri hiç ilgilendirmez!
F tipi cezaevlerinde ölüm orucu eylemlerinde 112 kişi yaşamını yitirdi son dört yıl içinde...
Bir insanlık dramı yaşanıyor F tipi cezaevlerinde...
Türkiye 2004 yılında bir ayıba alkış tutabilir mi?

****
AKP iktidarı sabah akşam demokratikleşmeden, insan haklarından, özgürlüklerin genişletilmesinden söz ederken cezaevlerinin sorunlarını ağırlaştıran bir tutum sergiliyor...
Tutuklu Aileleriyle Dayanışma Derneği (TUAD) , cezaevlerinde demokratikleşmeyi dışlayan hak ihlallerinin yaşandığını öne sürüyor...
Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun Tasarısı, yeniden tek tip elbiseyi , tecridin yaygınlaşmasını, zorla çalıştırmayı içeriyor...
Bir başka önemli nokta:
Aileler cezaevlerindeki yakınlarıyla 'Türkçe' konuşacaklar görüşmelerde. Eğer, Türkçe yerine örneğin 'Kürtçe' biliyorlarsa görüşme yasağı var...
Olacak şey değil!..

Cumhuriyet Gazetesi

Kızıl Hacker'lar 1 Mayıs'ta eylemdeydi

1500 SİTEYİ ÇÖKERTTİLER

ALPER TURGUT

Sanal âlemde tam 8 yıl önce kurulan ve kendilerine ''Kızıl Hacker'lar'' adını veren bir grup, ''tüm emekçilerin 1 Mayıs'ını kutlamak için'' 1500'ü aşkın internet sitesini hack'ledi. Mardin ve Osmaniye il emniyet müdürlükleri, Çankaya İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve DYP Çankaya İlçe Teşkilatı'nın da aralarında bulunduğu çökertilen sitelere, ''Hacked by RHT'' (Kızıl Hacker Grubu tarafından hack'lenmiştir) ibaresi yerleştirildi.

Emekçi bayramını meydanlarda değil de farklı bir şekilde sanal âlemde kutlama kararı alan Kızıl Hacker'lar, 30 Nisan günü başlattıkları eylemlerini 3 gün sürdürdüler. Kızıl Hacker'lar tarafından çökertilen siteler arasında ayrıca Hakiki Koç turizm işletmesi, sendikalar, dershaneler, müzik şirketleri, oteller, Rotary Kulübü, çeşitli ülkücü siteler, kişisel siteler ve yerli-yabancı çeşitli firmalara ait internet sayfalarının olduğu ifade edildi. Hiçbir örgütle ilişkileri bulunmadığını, sadece devrimci ve demokratlara bağlı olduklarını açıklayan Kızıl Hacker'lar, 1997'de kurulan takımın bugüne dek birçok soruşturma geçirdiğini, eski bir üyelerinin de ''bilişim suçu'' iddiasıyla halen cezaevinde yattığını belirttiler.

Grubun açıklamasında, ''Kırılan yerler genellikle milliyetçi firma ve sanatçıları bünyesinde bulunduruyor. Yükselen ırkçılık ve bunun net ortamına yansımasından sonra, grubumuz sanal alanda devrimci sitelere karşı yapılan saldırılara yanıt verip işçi sınıfının yanında olmaya çalışmaktadır'' denildi. Kızıl Hacker'lar (Redhack) daha önce de Başbakanlık, RTÜK, MHP, Garanti Bankası, HSCB Bankası ile binlerce devlet sayfasını kırmıştı.

Cumhuriyet Gazetesi / 05-05/2005

Kadıköy'deki mitingden izlenimler...

Son yılların en kalabalık 1 Mayıs'ı

ALPER TURGUT

Kadıköy Meydanı'nda bir pazar günü ve sağanak beklentisine karşın hava çok güzel... Yıllar sonra işçilerin meydanlarla barışıp, kendilerine ait olan 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı'na dev gibi bir güçle katılması ise her şeyden güzel... Son yılların en kalabalık, en kitlesel kutlamasını yaratan emekçiler, geçen yıl yanlışa düşüp iki farklı meydanda toplanmışlardı, ancak bu yıl bölünmeye inat, güçlerini birleştirme kararı alınca daha bir güçlü çıktı ses... Her renkten bayrak ve dövizler, onbinlerin elinde yükselerek ve farklı noktalarda toplanan 4 ayrı kol birleşip insan seline dönerek alana yürüdüler.

Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Atatürk, Clara Zetkin, Che ... İdam edilerek 1 Mayıs'a kan ve can veren Chicago Beşlisi , evrensel kahraman Don Kişot sonra Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Süleyman Yeter, Hasan Ocak, Önder Babat ... 1977, 1989 ve 1996 1 Mayıslarında yaşamlarını yitirenler, Yılmaz Güney, Ruhi Su, Rıfat Ilgaz . Tüm önder, değer ve figürler, fotoğraf ve resimler dışında yüreklerde de taşındı. İşçi, memur, gazeteci, sanatçı, emekli, öğrenci, komünist, anarşist, kadın, erkek, ihtiyar, genç... Alana sığmadılar. Tekerlekli sandanyeler, kundaklar aracılığıyla da olsa coşku kaçınılmaz çünkü çoktan davul, zurna sesleri, çeşitli dillerden sloganlara karıştı. Takım elbiselerini giyip gelmiş olan eski TKP'liler, çelenkleriyle alana renk verdiler. 12 Eylül öncesinde büyük bir gençlik hareketi olan İlerici Gençlik Derneği (İGD) üyeleri de bir nostaljiye can verircesine alandaki yerlerini aldılar.

Kadıköy'de 9 yıl önce kan ve şiddetin ön plana çıktığı 1 Mayıs eyleminden sonra ilk kez bu alan emekçilere açılıyordu. Korkulan olmadı, güvenlik güçleri soğukkanlı davrandı ve kendini gruplardan uzak tuttu, hatta kendilerine ''Kızıl Sancaklılar Birliği'' adını veren rap rap uygun adım yürüyüp tek tip elbise giyen Haklar ve Özgürlükler Platformu bile alana sorunsuz girdi.

Cumhuriyet Gazetesi / 02-05-2005

F tipi cezaevi ziyaretine kalp pili engeli

DOKTOR RAPORUNA RAĞMEN OĞLUNU GÖREMEDİ

Kalbinde pil olan Ali Akpınar, ölüm riski taşıdığı için X-Ray cihazından geçmeyince oğlunu göremedi. Cezaevi yetkilileri doktor raporuna karşın Akpınar'ı elle ramayı reddetti.

ALPER TURGUT

Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nde kalan Wernicke Korsakoff hastası Hüseyin Akpınar 'ın babası Ali Akpınar , kalbindeki pil yüzünden X-Ray cihazından geçemeyince oğlunu göremedi. Konuyla ilgili olarak suç duyurusunda bulunan Hüseyin Akpınar, ayrıca babasının yaşadıklarını TBMM İnsan Hakları İzleme Komisyonu'na mektup yazarak bildirdi.

Bağcılar'da oturan Ali Akpınar, kalp rahatsızlığı nedeniyle 2004 yılının yaz aylarında ameliyat oldu ve kalbine pil takıldı. Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Cezaevi'ne yatan oğlu Hüseyin Akpınar'ı 31 Mart 2005 Perşembe günü görmek isteyen babanın ziyareti kalp piline takıldı. X-Ray cihazından geçmesi tehlikeli ve riskli olan Ali Akpınar, cezaevi görevlilerine doktorlar tarafından kendisine verilen ''X-Ray cihazından geçmemesi gerektiği'' yönündeki rapor ile kalbinde pil takılı olan hastaların özel kimlik kartını gösterdi. İddiaya göre, elle arama yapılmasını isteyen Ali Akpınar'a cezaevi yönetimi tarafından X-Ray cihazından geçmesi gerektiği iletildi.
''Ya geç, bir şey olmaz'' yanıtını alan baba Ali Akpınar, tüm girişimlerine karşın sonuç alamayınca oğlunu göremeden geri dönmek zorunda kaldı. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği tarafından yapılan açıklamada, ''Baba, oğlunu göremediğine mi yansın, oğlunu görebilmek için hayatını tehlikeye atması gerektiğine mi? Ne olacak peki? Oğlunu göremeyecek mi bu baba? Ya da ölmesi mi gerekiyor? Tecrit işkencedir'' denildi.

Kalp pili olan hastalar, X-Ray cihazından geçme zorunluluğunun olduğu emniyet, havaalanı, cezaevi gibi yerlerde, X-Ray cihazından geçmeyerek kendilerini elle aratıyorlar. Hatta insan sağlığını tehlikeye sokmaması için kalp pili olan hastalar geçerken bu cihazların kapatılması gerekiyor.

Cumhuriyet Gazetesi / 20-04-2005

Sır perdesi aralanamadı...

BABAT'IN 1. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ

ALPER TURGUT

Üniversite öğrencisi Önder Babat (25), tam bir yıl önce sır perdesi halen aralanamayan karanlık bir cinayet sonucu yaşamından oldu. Babat'ın ailesi, Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın cinayetin ardından başlattığı hazırlık soruşturması sürerken iç hukuk yollarının etkisiz olduğu gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) dava açılmasına karar verdi.
İÜ Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Önder Babat, geçen yıl bugün, Türkiye'nin en ünlü ve en kalabalık caddesi olan İstiklal Caddesi'nin on adım ötesinde vurularak öldürüldü.

Babat'ın önce ''kafasına düşen taş'' nedeniyle yaşamını yitirdiği açıklandı; ardından ailesinin ve avukatının ısrarıyla yapılan otopsisinde, ölümüne 9 mm. çapında bir kurşunun yol açtığı anlaşıldı. Ölümüne ''yorgun kurşun'' , ''serseri kurşun'' , ''seken kurşun'' veya ''maganda kurşununun'' sebebiyet verdiği iddiaları ise kısa bir sürede çürüdü. Çünkü Adli Tıp Kurumu raporu, Babat'ın kör kurşunla değil, doğrudan hedef alınarak öldürüldüğünü belirledi.
Babat, Tuncelili yoksul bir ailenin en büyük çocuğuydu. Bir ay sonra tek dersini verip okulunu bitirecek ve insan hakları konusunda uzmanlaşan bir akademisyen olma hayalini gerçekleştirmek için kollarını sıvayacaktı. Babat, bugün saat 18.45'te yaşamını yitirdiği Beyoğlu İmam Adnan Sokağı'nda anılacak.

Cumhuriyet Gazetesi / 03-03/2005

İşkenceci yaş tanımıyor

İstanbul'da 2003 yılında 34, 2004 yılında ise 12 çocuk işkence gördüğü iddiasıyla İHD'ye başvurdu

**İHD İstanbul Şubesi'nin Hak İhlalleri Raporu'na göre son iki yılda 622 kişi işkence gördü. Son iki yılda işkence gördüğünü ileri süren yurttaşların 46'sı ise yaşları 14 ile 17 arasında değişen çocuklar.

ALPER TURGUT

Tüm dünyada lanetlenen ''insanlık suçu'' işkencenin, yetişkinler dışında çocuk kurbanları da var. İstanbul'da geçen yıl, yaşları 14 ile 17 arasında değişen 12 çocuk işkence gördükleri iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Mağdur çocuklar, ''korkudan altına kaçırma, yalnız kalamama ve evden dışarı çıkamama'' gibi psikolojik sorunlar yaşarken işkence yaptıkları iddiasıyla suçlanan güvenlik güçleri hakkında soruşturma açılmadı.

İHD İstanbul Şubesi'nin Hak İhlalleri Raporu'na göre, son iki yılda 622 kişi işkence gördü. İstanbul'da işkence gördüğü iddiasıyla 2004 yılında 12, 2003'te ise 34 çocuk İHD'ye başvuruda bulundu. İHD'ye aileleriyle birlikte gelen mağdur çocuklardan 17 yaşındaki lise öğrencisi G.K. , Gazi Mahallesi'nde bakkal dönüşü bir gösterinin dağıtıldığına tanık oldu. Poşetinin içinden, bakkaldan aldığı malzemeler çıkmasına karşın polis tarafından dövülen G.K., o günden bu yana psikolojik sorunlar yaşıyor. ''Şüpheli şahıs'' olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan 17 yaşındaki H.D. ise ''Askıya aldılar, hayalarımı sıktılar. Tıraş bıçağıyla kaşlarımı kazıdılar'' diye konuştu. H.D., 15 günlük iş göremez raporu aldı.

Bağcılar'da babalarına ait minibüste, ağabeyiyle birlikte çay ve kahvaltılık satan 14 yaşındaki S.B. , başına gelenleri şöyle anlatıyor:
''Polis ve zabıta memurlarının, ağabeyime dayak attıklarını görünce müdahale ettim. Cop, silah ve kalaslarla ikimizi birden dövdüler. Kolum kırıldı. Yaşım küçük olmasına karşın 24 saat gözaltında tutuldum.''

15 yaşındaki H.T.T. ve annesi Sakine T. , Fıçıcı Abdi Mahallesi'nde çıkan silahlı çatışmada yaralanan iki kişiye yardım ettiler. Yaralıları taksiye bindirerek hastaneye götüren annenin ifadesine başvurulurken kızı H.T.T., gözaltına alındı. Avukatıyla üç gün görüştürülmeyen ve Beyoğlu Çocuk Bürosu'nda elini kesen küçük kız, savcılık tarafından serbest bırakıldı.
Öğrenci Y.K. (14), polis tarafından Beyoğlu'nda gözaltına alındı. ''Ellerimi kelepçelediler ve kafama silah kabzasıyla vurdular'' diyen Y.K., savcılık tarafından serbest bırakıldı.

Cumhuriyet Gazetesi / 26-01-2005

24 yıl aradan sonra yeniden

Devrimci Sol ana davası

*Yargıtay tarafından bozulan 1243 sanıklı Devrimci Sol ana davası, 24 yıl aradan sonra yeniden görülecek. Davanın ilk duruşması 11 Nisan'da yapılacak.

ALPER TURGUT

Toplam 1243 sanıklı Devrimci Sol ana davası, 24 yıl aradan sonra tekrar görülecek. Yargıtay tarafından ''kayıp 100 klasör'' nedeniyle bozulan davanın duruşması, Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 11 Nisan 2005 günü başlayacak ve dört gün sürecek. Halkın Hukuk Bürosu avukatları, davada yargılananların mağdur olduğunu belirterek ''Yaşadıkları işkenceyi, baskıyı kimse telafi edemez. Asıl yargılanması gereken 'Asmayıp besleyelim mi?' diye fetva verenlerdir. Bu davada derhal beraat kararı verilerek bir parça olsun adaletsizliğin giderilmesi konusunda adım atılmalıdır'' dediler.

Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından Metris Baştabya'da 1981 yılında başlayan ana dava tam 10 yıl sürdü. Mahkeme, sanıkları bir idam, 33 müebbet ve binlerce yılı bulan hapis cezalarına çarptırdı. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi kapanınca yetkiyi devralan Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi, ana dava dosyalarını Yargıtay'a gönderdi. Yargıtay 11. Ceza Dairesi'nin incelemesi sonucunda, dava dosyalarının dörtte birinin kayıp olduğu anlaşıldı.
Ceza Dairesi, kayıp belgeler arasında iddianame ve ifadeler gibi belgeler bulunduğunu belirterek eksik 100 klasör nedeniyle davayı bozdu. Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı'nın dava dosyasının eksik olmadığı gerekçesiyle yaptığı başvuru ise Yargıtay tarafından reddedildi. Bozulan ana dava dosyası, geçen yıl tekrar Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildi.

12 Eylül darbesinin ardından tutuklanan dava sanıkları, 2 yıl süresince avukatları ve aileleriyle görüştürülmediler. İlk duruşmanın ardından tutuklular, kalem ve kâğıtla yargılandıkları dava dosyalarını istedikleri için saldırıya uğradılar. Verdikleri dilekçeler nedeniyle onlarca tutuklu, yargılandıkları maddelerden daha ağır cezalara çarptırıldılar. Dava sürerken tek tip elbise (TTE) uygulamaya konuldu. Uygulamayı kabul etmeyerek duruşmaya don ve atletle getirilen tutuklular, mahkeme heyeti tarafından ''ahlaka mugayir'' kıyafetle geldikleri gerekçesiyle salondan atıldılar. TTE uygulamasını protesto için yapılan ölüm orucu eylemindeyse 4 tutuklu yaşamını yitirdi. Davanın sanıkları yıllarca tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldılar. Sanıkların büyük kısmı beraat etti.

Cumhuriyet Gazetesi / 05-01-2005

F tipinde TV komedisi

Sincan'daki cezaevi yönetiminin tercihi: Ya Türk filmi ya da Hıristiyanlık propagandası

Tutuklu ve hükümlü aileleri, Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nin merkezi TV yayını içinde bulunan haber ve belgesel kanallarının iptal edildiğini ileri sürdü. Yabancı kanallar arasında sadece Hıristiyanlık propagandası yapan GOD TV'nin yayınının devam ettiğini belirten aileler, "AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyundu" dediler.

ALPER TURGUT

Ankara Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'ndeki merkezi televizyon yayınında yer alan yabancı haber, bilim, kültür ve sanat kanallarının kaldırılması tutuklu ve hükümlülerin tepkisini çekti. Merkezi yayında tek yabancı kanal olarak 24 saat Hıristiyanlık propagandası yapan GOD (Tanrı) TV'nin kaldığını belirten tutuklu ve hükümlü yakınları, ''AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyunmuştur'' dedi.

Tutuklu ve hükümlü aileleri, Sincan 1 No'lu F Tipi Cezaevi'nin merkezi TV yayını içinde bulunan BBC-World, DW, ARTE gibi kanalların, cezaevi yönetiminin kararı doğrultusunda iptal edildiğini iddia etti. Bu kanalların yerine Yeşilçam TV, Dizi TV gibi yerli kanalların yayımlanmaya başladığını belirten aileler, tutuklu ve hükümlülerin dış dünyaya açılan pencerelerinin kapatıldığını ve tretman (iyileştirme) adı altında apolitikleştirme ve sıradanlaştırmanın dayatıldığını öne sürdüler.

Tanrı TV serbest

Trajikomik bir şekilde merkezi yayın içinde kalan tek yabancı kanalın GOD TV (İngilizce Tanrı) olduğunu ifade eden aileler, bu kanal aracılığıyla 24 saat süreyle Hıristiyanlık propagandasının ekranlara taşındığını söylediler. AKP iktidarının laiklik ilkesini zedelediğini iddia eden aileler, ''AKP, cezaevlerinde misyonerliğe soyunmuştur. Avrupa Birliği'ne (AB) uyum işini bakalım daha hangi boyutlara kadar götürebilecekler'' diye konuştular.

Tutuklu ve hükümlü aileleri, her an kamerayla izlenen teknolojinin her türlü imkânından yararlanan yüksek güvenlikli cezaevinde en son olarak havalandırmalara jiletli tel çekildiğini belirterek şunları söylediler:
''İlerde bütün havalandırmaların tel örgülerle kapatılması gündeme gelecek. Amaç tutuklu ve hükümlülerin birbirleriyle olan bütün bağlarını kopartmak. Adalet Bakanlığı yetkilileri, personel açığından ve paralarının olmadığından şikâyet ediyor ancak tecrit koşullarını daha da ağırlaştıran jiletli tellere para bulabiliyor.''

Cumhuriyet Gazetesi / 28-02-2005

Kocaeli'de ceza yağmuru

Deniz Gezmiş anmasına katılan 9 öğrenci okuldan atıldı, 23'ü uzaklaştırıldı

ALPER TURGUT

Kocaeli Üniversitesi'nde (KOÜ), Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilişlerinin 33. yıldönümü nedeniyle düzenlenen anma törenine katılan öğrencilerden dokuzu, haklarında açılan soruşturma sonucunda okuldan atıldı. Okul yönetimi, 23 öğrenciye ise 1 ay ile 1 yıl arasında değişen sürelerde uzaklaştırma cezası verdi.

Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Kampusu'nda gerçekleştirilen bahar şenlikleri kapsamında, 1968 öğrenci hareketi ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) liderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan 'ın anısına 6 Mayıs 2005 günü akşamı bir anma töreni düzenlendi. Törende, Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya 'nın resimlerinin açılması üzerine, jandarmalar, gösteriye müdahale etti ve çok sayıda öğrenciyi gözaltına aldı. Jandarma yetkilileri, askerlerin kendilerine taş atarak direnen öğrencileri etkisiz hale getirmek için havaya ateş açtığını öne sürdü.

Ancak güvenlik güçlerinin kullandığı silahlardan çıkan kurşunlar, jandarma er Levent Çenbeli 'nin ölümüne, öğrenci Çağlayan Bozacı 'nın ise omzundan yaralanmasına neden oldu. Olayların ardından 32 öğrenci ile bir jandarma erine dava açıldı.

Yaralı öğrenci Çağlayan Bozacı, ''jandarmaya mukavemet ettiği'' iddiasıyla tutuklanarak bir süre cezaevinde kaldı. İki öğrenci hakkında çıkarılan gıyabi tutuklama kararı ise sonradan kaldırıldı.Üniversite yönetimi de anma töreninin ardından 32 öğrenci hakkında soruşturma açtı. Soruşturma sonucunda, öğrencilerden Serdar Yıldırım, Metin Kaya, Seda Kumral, Süriye Çatak, Nazım Hoplar, Kuzey Boy, Ekin Güneş Saygılı, Tufan Bakır ve Çağlayan Bozacı okuldan atıldı.
Öğrenciler, okuldan atılan arkadaşlarının, İletişim Fakültesi'nde 5ay önce düzenlenen panele katılan ABD'li Deniz Piyade Albayı Adrew Nicholas Tradd 'ı protesto ettikleri için mimlendiklerini öne sürdü.

Cumhuriyet Gazetesi / 15-09-2005

Alper Turgut'a ödül


Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi'nin geleneksel ödülleri sahibini buldu. "Basın Özgürlüğü Ödülü"ne gazetemiz muhabiri Alper Turgut layık görüldü. Törene CHP Bursa milletvekilleri Kemal Demirel, Mehmet Küçükaşık, eski Milli Savunma ve Milli Eğitim Bakanı Turhan Tayan, Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Recai Ekmekçi, Osmangazi Belediye Başkanı Recep Altepe, Yıldırım Belediye Başkanı Özgen Keskin, Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, ÇGD Genel Başkanı Ahmet Abakay ve çok sayıda gazeteci katıldı.

Cumhuriyet Gazetesi / 03-12-2006

İşkence iddiası haberi mahkûm ettirdi

İstanbul Haber Servisi - Gazetemiz muhabiri Alper Turgut, "İşkenceye Beraat" başlıklı haberi nedeniyle 20 bin YTL para cezasına çarptırıldı. " Basın Yasası'nın 19. maddesine muhalefet " ettiği öne sürülen Turgut adına Yargıtay'a başvuran gazetemiz avukatları, gazeteciliğin gereğinin yapıldığını belirterek mahkûmiyet kararının bozulmasını istediler.

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, yazıişleri müdürü Mehmet Sucu ile Alper Turgut hakkında 18 Ekim 2004'te yayımlanan ve işkence suçundan yargılanan polislerle ilgili haber nedeniyle dava açıldı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, sanıkların Basın Yasası'na aykırı davranarak "kesinleşmemiş mahkeme kararı hakkında görüş bildirmek" suçunu işledikleri gerekçesiyle cezalandırılmalarını talep etti. Davanın görülmesine, hazırlık aşamasında çıkarılan 60 bin YTL'lik ön ödeme cezasının yatırılmamasının ardından İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde başlandı. Mahkeme yargıcı Sevim Efendiler, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi'nce 11 Kasım 1998'de örgüt üyeliği suçlamasıyla gözaltına alınan sanıklara işkence yaptıkları ileri sürülen polislerin beraatlarına karar verilmesine ilişkin haberin, hüküm kesinleşmeden önce yazıldığını belirtti. Selçuk ve Sucu'nun 5187 sayılı yasaya göre sorumlulukları bulunmadığı gerekçesiyle beraatlarına karar veren Efendiler, Turgut'un üzerine atılı suçu işlediğinin tüm dosya kapsamından anlaşıldığını kaydederek 20 bin YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına hükmetti. Efendiler, Turgut hakkında, geçmişteki hali, suç işleme eğilimleri göz önüne alınarak erteleme hükümlerinin uygulanmasına yer olmadığına da karar verdi.

Gazetemiz avukatlarından Bülent Utku tarafından hazırlanan temyiz dilekçesinde mahkûmiyet hükmünün bozulması talep edildi. Turgut'un haberindeki hangi sözcüklerin mahkeme kararına ilişkin görüş bildirmek anlamına geldiğinin açıklanmadığı kaydedilerek, haberin hukuka uygun olduğu ifade edildi. Turgut hakkında daha önce verilmiş hiçbir mahkûmiyet kararının olmadığı, bu nedenle "geçmişteki hali" gerekçe gösterilerek cezanın ertelenmesine yer olmadığına karar verilemeyeceği belirtilerek " Dosyadaki somut durum mahkemenin dayandığı gerekçenin aksini göstermektedir. Turgut'un sabıkasız oluşu bir olumsuzluk değil, olumlu bir durum arz etmektedir. Bu nedenle verilen cezada erteleme yapılmaması usul ve yasaya aykırıdır" denildi.

Cumhuriyet Gazetesi / 14-10-2006

Sanal âlemin son çılgınlığı...


Facebook'ta, lakap, nick, uyduruk fotoğraflar hak getire... Ve 'Büyük Birader' bu yüzden çok mutlu, herkes bilerek ve isteyerek kartını açık oynadığı için... İlkokul arkadaşını buluyor biri, diğeri eski sevgilisini... Kavgalılar uzlaşıyor, küskünler barışıyor. Bir yanda facebook'a bodoslama dalanlar, diğer yanda da moda olduğu gerekçesiyle uzak duranlar var. Meşhur tipler, medyatikler, televoleciler de burada... Hayranı oldukları ünlüler için gruplaşanlar, siyaset adına örgütlenenler de... TV ağzıyla söylersek, facebook, "sezona damgasını vuruyor."

ALPER TURGUT

Facebook'ta yaş, medeni durum, din, tuttuğun takım... Her şey sere serpe... Koruma kalkanı yok... Maillerini, telefon numaralarını verenler mi ararsınız? Fotoğraflarını ve videolarını sürekli güncelleyenleri mi? Ve yalana asla tahammülü yok.

Facebook adlı meret, insanların, sanal halkalar şeklinde hiç durmadan uzayan bir zincir gibi birbirine bağlanmasını ve tabirimi mazur görün, çekirge sürüsü gibi çoğalmasını sağlıyor. Zaten tüketim çağında, "çok sıkıldım yahu", "baydı", "yalan oldu" gibi anlamsız kelime ve kelime grupları, özellikle gençlerimizi esir almış durumda... Onlar, hızla tüketecekleri, olur olmaz her yerde kullanacakları yeni oyuncaklarını çoktan buldular. Türkiye'de de yaklaşık iki haftadır, 2007 yılının bombası diyebileceğimiz facebook'a yönelik çığ gibi büyüyen bir katılım var. Argo olacak ancak facebook adlı hala tam anlamıyla keşfedemediğim soyut zamazingoya, "yüz rehberi" diyen de var, "feyz book" diye göklere çıkaran da... Öte yandan muhtarlık ve dedektiflik bürosu işlevi gördüğü de kesin...

HERŞEY SERE SERPE

"Hangimizin arkadaşı daha çok" saplantısı, saçma sapan bir rekabeti beraberinde getiriyor. Yalnızlık, kentlerimiz kalabalıklaştıkça çoğalıyor. Hatırlanılmak istiyor insan, bir başına kalma korkusu, fark edilmeme endişesi, aynı zamanda sürüden kopmama telaşı... Örneğin vapurda sürekli cep telefonlarıyla oynayan hüzünlü bir nesil ile yolculuk ediyorum. Büyük bir umutla mesaj gelmesini veya son model telefonlarının çalmasını bekliyorlar. Ve gündüzün kırılgan ve apolitik gençleri, geceleri ayrı bir kimliği benimsiyorlar. Çünkü onlar, büyük bir enerjiye ve dinmeyen bir coşkuya sahipler... Tereddüt etmeden, tüm duyguların etkisini yitireceği maskelerin ardına gizleniyorlar. Karmakarışık insan ruhunu salıvermek için... Marjinal, sapkın, psikopat diye nitelendirilme riskini yok sayarak... Ve böyle hareket etmeyi, özgürlük sanarak... Yani aldanarak... Ama insan oyuncak değil... Hem yaralıyor, hem de yaralanıyorlar. İşte, psikolojisi çokça bozuk yeri geldiğinde de tepetaklak olan günümüz insanlarının, internet üzerindeki yansıması... Kimse üstüne alınmasın, benim gözlemim bu...

Ancak facebook'a gelince işler biraz karışıyor. Yaş, medeni durum, din, tuttuğun takım... Her şey sere serpe... Koruma kalkanı yok... Üstüne üstlük herkes birbirine burun kıvırıyor, modern bir kimlik niteliğindeki sayfalarıyla dalga geçiyor. Abartanlar uyarılıyor, "bil ki seni tanıyoruz" denilerek... Maillerini, telefon numaralarını verenler mi ararsınız? Fotoğraflarını ve videolarını sürekli güncelleyenleri mi? Hakkını vermek lazım... İlginç bir site facebook... Bildiğimiz herhangi bir şeye benzemiyor. Ve yalana asla tahammülü yok. Kısaca değinelim, Harvard'lı 19 yaşındaki Mark Zuckerberg , 2004 yılında öğrenci arkadaşları için Facebook'u yarattı. Genç adam nereden bilsin, geçen 3 yıl içinde, her kıtadan, farklı ülkelerden ve değişik yaş gruplarından 43 milyon insanın (bu sayı sürekli artıyor) adeta hücumuna uğrayan dünyanın en büyük sosyal ağına imza atacağını... Paranın, reklâmın, yatırımın kokusunu iyi alan internet ve bilişim devleri Microsoft ve Yahoo, zaman kaybetmeden Facebook'a gözlerini dikti bile... Sitenin ederi şimdilik 13 milyar dolar...

Kimin arkadaşı daha çok?

Facebook'ta, lakap, nick, uyduruk fotoğraflar hak getire... Ve 'Büyük Birader' bu yüzden çok mutlu, herkes bilerek ve isteyerek kartını açık oynadığı için... İlkokul arkadaşını buluyor biri, diğeri eski sevgilisini... Kavgalılar uzlaşıyor, küskünler barışıyor. Bir yanda facebook'a bodoslama dalanlar, diğer yanda da moda olduğu gerekçesiyle uzak duranlar var. Meşhur tipler, medyatikler, televoleciler de burada... Hayranı oldukları ünlüler için gruplaşanlar, siyaset adına örgütlenenler de... TV ağzıyla söylersek, facebook, "sezona damgasını vuruyor." Sanal çılgınlık, gerçek hayatta yankısını buluyor. Yanlış anlaşılmalar ise gırla... İsim karışıklıkları, istemediğin bir kişiye sobelenmek ve dahası... Erkek öfkesi, kadın kıskançlığı şimdiden başladı. Patron kızıyor, eşler kıskanıyor... Geçmişe özlem adına bir araya gelenler, çok sayıda gruba bölünüyorlar ve bu topluluklar, şaka değil binlerce üyeyi ağırlıyor. Nostaljinin bile suyunu çıkarıyorlar, ahlar ve vahlar arasında... Filmler, konserler, şarkılar öneriliyor, kitaplar eleştiriliyor. Davetler, randevular, çeşitli organizasyonlar... Sıkılanlar oyunlara dadanabiliyor. Sanal da olsa, duble rakı, çiğ köfte, fava, börülce, yan masadan ikram edilebiliyor. Herkesin ortak noktası ise sanırım merak... Eski eş, sevgili, dost, arkadaşların, yeni haline, statüsüne, medeni haline, ulaştıkları mertebeye göz atılıyor. Bu nedenle içtenlikten uzak "merhabalar" bazen sırıtıyor.

Gelelim başta söylediğimiz, hangimizin arkadaşı daha çok meselesine... Adamın bin arkadaşı var niye benim elli tanecik diye düşünürseniz yandınız. (yazıyı yazarken benim arkadaş sayısı 93'e ulaştı, bir kısmını çok iyi tanımıyorum bile...) Ve anlayamadığım ve asla anlayamayacağım bir insanın tüm hayatı boyunca bin tane dostu olur mu? Şayet politikacı değilseniz tabii... Son olarak diyeceğim o ki, sevmek ve nefret etmek arasında bocalamak istiyorsanız, buyurun facebook'a... "Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal" diye mırıldanmak şartıyla...

Cumhuriyet Hafta Sonu / 13-10-2007

'Çok yaşa Fidel... 80 yıl daha'


Chavez, Morales ve diğerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro'dan örnekler veriyorlar, başka bir hayatın mümkün olduğunu Küba'yla somutlaştırıyorlar. Castro'nun hastalığı da işte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endişesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi... 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için değil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama sağlığının yavaş yavaş düzelmeye başladığına dair gelen haber ve fotoğraflar bu hüznü yatıştırdı. Fidel, Küba halkından biraz zaman ve sabır istedi. Bu arada ABD'deki Castro düşmanları nümayişe başladılar bile, Kübalılar ise ''Çok yaşa Fidel, 80 yıl daha'' diyerek karşılık verdiler.

ALPER TURGUT

Savaşlar, yoksulluk, şiddet, salgın hastalıklar, doğal afetler... Dünya giderek baş edilmesi zor bir yer haline gelirken, kimine göre güçlü, kimine göre hafif bir ışık umudu tazeliyor... Bu ışığın merkezi Küba, yaratıcısı ise Fidel Castro ... 1989'da Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, tek sosyalist vatan olarak göz dolduran Küba şimdi Latin ülkeleriyle birlikte, yeni bir dalganın da esin kaynağı... Chavez , Morales ve diğerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro'dan örnekler veriyorlar, başka bir hayatın mümkün olduğunu Küba'yla somutlaştırıyorlar. Castro'nun hastalığı da işte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endişesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi... Peki, Fidel Castro kim? İşte bu sorunun yanıtı...

Fidel Alejandro Castro Ruz , 13 Ağustos 1926 günü Oriente Eyaleti'ne bağlı Mayari'de zengin bir toprak sahibinin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. ''Uygun mücadele koşullarında ve Don Kişot'un bazı özellikleriyle doğdum'' diye anlatıyordu çocukluğunu ''Politik bilince kavuşmadan önce bile asiydim. Daha sonra isyankârlığım beni doğru ve haklı bir yola ve o yolu savunmaya götürdü'' . Küçük Fidel'in köyden kente geçişi sancılı oldu. Çünkü mutlulukla geçirdiği ilk yılların ardından henüz altı yaşında, yatılı bir okula verildi. Artık yalnızdı ve sorunları tek başına göğüsleyecekti. Yıllar, onu Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne taşıdı. Düşünceleri de artık netti, çünkü Karl Marks 'ın Komünist Manifestosu'nu okumuş, hem kendisi hem de ülkesi için bir gelecek kurgulamaya başlamıştı. Küba, ABD'nin hegemonyasından kurtulup özgür olmalıydı. 1950-1952 yılları arasında yaptığı avukatlıkta, müvekkillerinin fakir tutuklular olması ise bu düşüncesindeki kararlılığı gösteriyordu. Örgütlenme çalışmalarını sürdüre dursun, 1952'de hem onun hem de kuşağı için zor günler başlamıştı, Fulgencio Batista , ikinci kez diktatörlüğe soyunmuştu.

DEVRİME GİDEN YOL

Fidel ülkesinin özgürlüğü için mücadele etmeye kararlıydı. İyi bir hatip olması onu kısa sürede bağımsızlık hareketinin liderliğine taşıdı. 26 Haziran 1953'te ikisi kadın 125 acemi savaşçı, Fidel'in komutasında Oriente'nin başkenti Santiago Cuba'nın en önemli kışlası Moncado'ya baskın düzenlediler. Saatler sonra püskürtüldükleri o gün tam 61 arkadaşlarını kaybettiler... Yenilmişlerdi. Ancak Fidel, askeri açıdan başarısızlıkla sonuçlanan bu baskının devrime giden yolu açtığını biliyordu. İşkenceli sorguların ardından mahkemeye çıkartıldı. Uzun savunmasını, ''Zararı yok, beni mahkûm ediniz! Tarih beni beraat ettirecektir'' sözleriyle tamamlarken devrime giden bu yolu işaret ediyordu. 16 yıla hüküm giydi. Diktatörlük, cezaevindeyken bile tehlikeli buldu Fidel'i... İki yıl sonra serbest bırakıldı, sürgün hayatını yaşayacağı Meksika'ya geçti.

Batista diktatörlüğü şiddetini giderek arttırıyordu. Rejim karşıtları, özellikle öğrenciler, sokaklarda ve gözaltında, işkencede katlediliyorlardı. ABD'nin ''arka bahçe'' si Küba, kumar ve uyuşturucu batağına çevrilmişti. Ülkeye yolsuzluk ve yoksulluk hakimdi, artık. Önce İspanya, sonra İngiltere, tekrar İspanya ve en sonunda da ABD'nin sömürgeleştirdiği topraklar, artık kurtarıcısını bekliyordu.

SOSYALİZMİ KURACAĞIZ

Fidel'in pes etmek gibi bir niyeti yoktu. Küba, nam-ı diğer ''Yeşil Timsah'' bağımsızlığına kavuşmalıydı. Fidel ve dostlarının ilk işi Meksika'da ''26 Temmuz Hareketi'' örgütünü kurmak oldu. Ayaklanma çocuk oyuncağı değildi. Moncado deneyimi de göstermişti ki, acemi yanları bir an önce törpülenmeliydi. Küba'da uzun soluklu bir gerilla savaşı vermek için eski kadrolardan eğitim aldılar. Çok geçmeden Ernesto Che Guevara da aralarına katıldı. Hazırlıklar tamamlandı, artık Küba'ya dönme zamanı gelmişti. Fidel, Che ve Raul Castro 'nun aralarında bulunduğu topluluk, hem silah arkadaşıydılar, hem de dost. 12 metrelik ''Granma'' adlı bir tekneye doluşup 1956 yılının Aralık ayında Küba'ya çıkarma yaptılar. Asiler, karaya ayak basar basmaz ateş yağmuruna tutuldu. 82 kişilik gruptan topu topu 12 kişi, Sierra Maestra dağlarındaki karargâha ulaşabildi. Dengesizliğin savaşıydı bu... 12 isyancının karşısında yaklaşık 40 bin kişilik Batista ordusu vardı. Yılmadılar. Kübalı özgürlük savaşçısı Jose Marti 'nin ''Haklı olmak bir ordudan bile kuvvetlidir'' sözüne sarıldılar. Halk da kendilerini devrime ve özgürlüğe götürecek olan bu bir avuç insanı, ''Yaşasın Sakallılar'' (Viva Los Barbudos) sloganlarıyla bağrına bastı. Asi Radyo'dan (Radio Rebelde) savaş çağrısını duyan köylüler ve öğrenciler, akın akın gerillaya katıldı. 26 Temmuz Hareketi, önce kendini savundu, sonra taarruza kalktı. Dağlarda geçen iki yılın ardından Fidel'in başkomutanlığında yedi cephe açıldı. Che, Raul Castro, Camilo Cienfuegos, Juan Almeida, Ramiro Valdes, Calixto Garcia komutasındaki milisler, kırları fethedip şehirlere dayandı. 1956 - 1959 yılları arasında 60 bin kişiyi katlettiren diktatör Batista, canını kurtarmak için 1 Ocak 1959 günü Dominik Cumhuriyeti'ne kaçmak zorunda kaldı. Dokuz bin gerilla, bir gün sonra zafer şarkıları eşliğinde Havana'ya girdi. Castro ve diğerleri, devrimden daha zor olanın devrimi korumak olduğunu kısa sürede anladılar. Latin Amerika'da ABD emperyalizminin ilk bozgunu Domuzlar Körfezi Çıkartması, soğuk savaşın doruğu ve neredeyse üçüncü dünya savaşını çıkartacak olan füze krizi, rejim karşıtları, toprak ağaları, Batista kadroları, ülkeyi parselleyen dev yabancı şirketler, Amerikan ambargosu, ülkenin yedek parça ve daha önemlisi enerji ihtiyacı... Küba halkına inancı tam olan Fidel, yoksulluk katlanıp, sorunlar çığ gibi büyürken bile; ''Ülkemiz insanlara maddesel zenginlikler sunmak için çok yoksul olsa da, onlara eşitlik duygusu, insanlık onuru sunamayacak kadar yoksul değildir'' diyordu... Fidel ve yoldaşları, kollarını sıvayıp ''Sosyalizmi kuracağız, kurduğumuz gibi savunacağız'' şiarıyla harekete geçtiler. Eğitimli yaklaşık 50 bin genç, Küba cehaletten kurtulsun diye okuma yazma seferberliğine omuz verdi (bugün ülkedeki okuma yazma oranı yüzde yüz). 60 yeni üniversite açıldı, mezun sayısı 20 kat arttı. Eğitim, sağlık ve barınma (Küba'da sokak çocuğu yok) parasız hale getirildi. Spor özendirildi, her çocuğa süt dağıtıldı. Yurtdışından 17 bin tıp öğrencisine bedava eğitim hakkı tanındı. Ülkenin tek partisi konumundaki Komünist Parti'nin üyeleri ve devlet görevlilerine yılda bir ay tarlalarda veya üretimde gönüllü çalışmak zorunluluğu getirildi.

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN

Fidel, İngiltere Kraliçesi İkinci Elisabeth ve Tayland Kralı Bhumibol Adulyadej'in ardından en uzun süreyle iktidarda kalan üçüncü lider. O, dünyanın ezilenleri için şaşmaz bir pusula... Che, ona ''şafağın ateşli peygamberi'' diye seslenmişti ''Fidel'e Şarkı'' şiirinde. Ve Fidel'e şöyle veda etmişti; ''Bir gün başka gökler altında son saatim gelirse, son düşüncem halk ve özellikle sen olacaksın...'' Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Nelson Mandela, Salvador Allende, Gabriel Garcia Marquez, Hugo Chavez, Evo Moroles gibi birçok dostu oldu Fidel'in... 20. yüzyılı sarsan birçok olaya tanıklık etti. Güney Amerika'da yükselen sol dalganın dayanağı da oydu. Savaşa, işgale tepki gösterdi. Tek kutuplu yerküreye karşı ''başka bir dünya mümkün'' diyenlerin sözcüsü ve filozofu oldu.

ABD ise Fidel Castro'nun peşini hiç bırakmadı. Onu susturmak için her yol denendi. Floridalı gazetecilere Fidel'i karalamak için oluk oluk para akıtıldı. ABD'de konuşlanmış rejim karşıtlarıyla Küba'daki müzmin muhaliflere milyonlarca dolar para yardımında bulunuldu. Dile kolay, CIA orijinli 621 suikast girişiminden kurtuldu Fidel...

Uzun zamandır Küba'yı kendisinden sonraya hazırlayan Fidel Castro bugünlerde hasta. ''Siyaset için en iyi yaş 80'dir'' diyordu, ama Bağlantısızlar Zirvesi'ne katılamadı. 80. doğum gününü kutlamayı da 2 Aralık 2006 gününe bıraktı, Granma ile Küba'ya çıkartma yapmasının 50. yıldönümüne... 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için değil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama sağlığının yavaş yavaş düzelmeye başladığına dair gelen haberler bu hüznü yatıştırdı. Bu arada ABD'deki Castro düşmanları nümayişe başladılar bile, Kübalılar ise ''Çok yaşa Fidel, 80 yıl daha'' diyerek karşılık verdiler. Fidel, yetkilerini kendisinden beş yaş küçük olan Raul Castro'ya devretti. Yaklaşık 10 yıl önce Komünist Partisi, olağanüstü durumlar için böyle bir kararı almıştı. Küba'nın iki numaralı adamı olan Raul, 53 yıldır ağabeyiyle ortak mesai yürütüyor. Moncado baskınında Adalet Sarayı'nı ele geçiren, bu sebeple iki yıl hapis yatan, Meksika'ya ağabeyiyle giden bir dava adamı Raul... Devrimin ardından Silahlı Kuvvetler Bakanlığı'na getirilen Raul, yıllardan beri Küba ordusuna komuta ediyor. Aynı zamanda Merkez Komite üyesi de olan Raul, ağabeyinin ifadesiyle, ''dürüst, ileri görüşlü, ayrıntıya önem veren bir devlet yöneticisi''.

Fidel, tam 47 yıldır, dünyaya da geleceğin ne getireceğini göstermeye çalışıyor ve sosyalizmin bir hayal olmadığını... O Küba'ya inanıyor, Kübalılar da ona.

Cumhuriyet Hafta Sonu / 23-09-2006