29 Haziran 2008 Pazar

"DEHŞETİ YAŞADIM"

ÖZGÜR ÜLKE GAZETESİ'NİN BOMBALANMASI HABERİ...









MİLLİYET GAZETESİ / 1994



26 Haziran 2008 Perşembe

Kağıtsızlar hapishaneyi ateşe verdi




Fransa’da sınırdışı edilmeyi bekleyen göçmenlerin tutulduğu bir hapishanede, Tunuslu bir göçmenin hücresinde ölü bulunmasının ardından isyan başladı. Tutsaklar, hapishaneyi ateşe verdi. İnsan hakları savunucuları, tutsaklara yönelik uygulamaları protesto etti.


Geçtiğimiz Cumartesi günü, 273 göçmenin tutulduğu Paris yakınlarındaki Vincennes Sınırdışı Hapishanesi'nde Tunuslu bir mülteci hücresinde ölü bulundu. Türk ve Kürt tutsaklarında bulunduğu hapishane ateşe verildi, isyan başladı. Tunuslu göçmenin kalp krizi nedeniyle öldüğü açıklanırken, isyanda 20 kişinin yaralandığı belirtildi.

Hapishane önünde bir araya gelen insan hakları savunucuları ve demokratik kurumlar, hükümetin sınırdışı politikasını ve tutsaklara yönelik uygulamayı protesto etti, tüm 'kağıtsızların' serbest bırakılmasını istedi.

Irkçılığa Karşı Halklar Arasında Dostluk Hareketi MRAP ve Sınır Tanımayan Eğitim Ağı RESF temsilcileri yaptıkları konuşmalarda, yaşananların sorumlusunun hükümet olduğunu belirttiler. MRAP temsilcisi, “Bu üzücü ölüm bu insanlık dışı, acımasız kriminalize edilmiş takıntılı göçmen politikasının sonucudur” dedi, hapishanenin kapatılmasını istedi.

Fransa Başbakanı François Fillon, 2008 yılı içinde 26 bin kağıtsız göçmeni sınırdışı edeceğini açıklamıştı. Sarkozy, İçişleri Bakanı olduğu 2006 yılında kitlesel sınırdışı politikası izledi. Fransa’da göçmen avına gidildi, özel sınırdışı hapishaneleri inşa edildi, yüzlerce sığınmacı buralara konuldu.


Kaynak; ATILIM

İşkencesiz bir dünya için...




İnsan hakları savunucuları, '26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü' nedeniyle bugün Taksim Gezi Parkı'nda yaptıkları basın açıklamasında, işkencesiz bir dünya istedi.


Taksim Gezi Parkı'nda bir araya gelen İHD İstanbul Şubesi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İstanbul Tabip Odası, Mazlumder, Helsinki Yurttaşlar Derneği ile Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı üyeleri adına basın açıklamasını İHD Genel Sekreteri Sevim Salihoğlu yaptı.

11 Eylül'den sonra işkence meşrulaştı


Salihoğlu, 11 Eylül saldırısından sonra tüm dünyada 'terörle mücadele' gerekçesiyle işkencenin meşrulaştıran, yaygınlaştıran tutum ve politikaların sürdüğünü ve işkencecilerin korunduğunu belirterek, Türkiye'de de işkencenin bir hak ihlali olma özelliğini devam ettirdiğini kaydetti.
Özellikle Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'nda yapılan değişiklik sonrasında karakollarda, jandarma birimlerinde, sokaklarda, gösteri ve yürüyüşlere müdahalede işkencenin, nicelik ve şiddetinde ciddi artışlar yaşandığına dikkat çeken Salihoğlu, “Çünkü, cezasızlık, sistematik işkencenin hem bir sonucu hem de araçlarından birisidir” diye konuştu.


Sistem, işkenceye tolerans tanıyor

Salihoğlu, mevcut sistemde asıl problemin “işkenceye tolerans” tanınması olduğunu belirterek, “İşkenceye sıfır tolerans” yaklaşımının gerçeklik kazanabilmesi için, başta zihniyet değişimi ve hukuki tedbirlerin alınmasının önemine vurgu yaptı. İnsan hakları hareketinin, işkenceye karşı, tüm dünyanın taktirle karşıladığı bir mücadele yürüttüğünün de altını çizdi. Salihoğlu, “Elbette asıl büyük pay, maruz kaldıkları insanlık dışı uygulamalara karşın 'ben işkence gördüm' diyebilenlere aittir. İşkencesiz bir dünya için hep birlikteyiz” dedi.


KAYNAK; ATILIM

Mahkeme heyeti hızını alamadı




19 Aralık 2000'de Malatya Hapishane'sinde yaşanan katliam girişimi sonrasında tutsaklar hakkında açılan dava karara bağlandı. Mahkeme hızını alamadı, ölüm orucunda şehit düşen 5 tutsak hakkında da hapis ve para cezaları verdi.


Asker ve gardiyanların yargılandığı Bayrampaşa Hapishane Katliamı davasında tutsakların yaşamını yetirmesine ya da yaralanmasına neden olan askerleri aklamak için davayı sürece yayıp zamanaşımına sokan adalet, Malatya'da yaşanan katliam girişimi davasında elini çabuk tuttu. Malatya 1. Asliye Ceza Mahkemesi, 'zaman aşımı dolacağı' gerekçesiyle hızını alamadı, 54 tutsağın her birine 3 yıl hapis ile 141 YTL para cezası verdi. Mahkeme, ayrıca yargılanan tutsaklar arasında bulunan ve ölüm orucu direnişinde şehit düşen 5 devrimciye de hapis ve para cezası hükmetti.


19 Aralık 2000 tarihinde eş zamanlı düzenlenen 'hayata dönüş' katliamı saldırısında saldırıya uğrayan Malatya Kapalı Hapishanesi'nde tutsaklardan 1'i ağır 34'ü yaralandı. Katliam girişiminin ardından başlatılan savcılık soruşturması sonucunda, asker ve gardiyanlara hakkında değil, tutsaklar hakkında dava açıldı. Malatya 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen davada, 54 tutsak “Hapishane idaresine direnme” ve “kamu malına zarar verme” iddiaları ile yargılandı.
Mahkeme heyeti, zamanaşımı dolacak kaygısı'yla çok sayıda tutsağın son savunmalarını bile almadan, 54 tutsağa “Hapishane iradesine direndikleri” iddiasıyla 1 yıl, “kamu malına zarar verdikleri” iddiasıyla da 2 yıl hapis ve 141 YTL para cezası verdi. Öyle ki mahkeme, katliam girişiminin ardından farklı hapishanelere götürülen 5 ölüm orucu şehidi hakkında da cezaya hükmetti. Yargılananlar listesinde adı yer alan devrim şehitleri Ender Can Yıldız, Muharrem Çetinkaya, Fatma Bilgin, Melek Birsen Hoşver ve Feride Harman hakkında da karar verdi.


Av. Tanay: Yargı pratiğinin açık göstergesi

Dava avukatlarından Taylan Tanay, Yargıtay’a başvuruda bulunarak mahkeme kararına itiraz ettikleri bildirdi. Karar hakkında “Türkiye’deki yargı pratiğinin açık göstergesi” diye belirten Av. Tanay, “Yaşamını yitiren tutuklulara ilişkin davanın ortadan kaldırılması gerekiyordu. Yaşamını 5 tutukluya dahi, ceza verilmesi, mahkeme heyetinin, davaya nasıl yaklaştığının göstergesidir” dedi. Tanay, “Bayrampaşa Hapishane davasında olduğu gibi, güvenlik güçlerinin yargılandığı davaların zamanaşımını girmesi için her şey yapılıyor, sürekli hâkim değişiyor, hiçbir ara karar yerine getirilmiyor, sanıkların ifadesi dahi alınmıyor. Malatya davası örneğinde ise, tutuklu ve hükümlüleri koruyucu bütün usul hükümleri bir yana bırakılıyor. Ölen sanıklar açısından dahi cezalandırma yoluna gidiliyor. Bu da Türkiye’deki yargı pratiğinin açık göstergesidir' dedi.


ATILIM'dan alınmıştır.

24 Haziran 2008 Salı

"'Hayata Dönüş' Belleklerde Asla Zamanaşımına Uğramayacak"




Zamanaşımından düşen Hayata Dönüş Operasyonu davasının müdahil avukatı Taylan Tanay "Operasyonun gerçek sorumluları değil, olay tarihinde görevli personel hakkında dava açıldı. Adil bir yargılama olmadı. AİHM'ye gidiyoruz" dedi.



BİA Haber Merkezi - İstanbul

24 Haziran 2008, Salı


NİLÜFER ZENGİN


"Hayata Dönüş Operasyonu'" davasında "tutuklulara kötü muamele yaptıkları" ve "görevlerini kötüye kullanma" suçunu işledikleri iddiasıyla bin 460 kamu görevlisinin yargılandığı dava zamanaşımından düştü.


Davanın müdahil avukatı Taylan Tanay "Bu dava mahkeme dosyasında zaman aşımına uğrayabilir ancak bu vahşet halkın belleğinde asla zaman aşımına uğramayacaktır. Yaşamını yitiren tutuklu ve hükümlülerin ailelerinin, bütün insanların adalet arayışı sürecektir" dedi.

"Hayata Dönüş hücre tipi cezaevine geçmek için önceden tasarlanmış bir katliamdır"

Tanay "19 Aralık operasyonları hücre tipi cezaevi modeline geçmek için tasarlanmış, defalarca tatbikatları yapılmış, ölü ve yaralıların bilanço hesabı önceden yapılmış bir katliamdır. Bu dava 17 Haziran 2001'de kamuoyundaki olası tepkilerin önünün alınması için 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde açıldı. Bu operasyondan sorumlu olanlar hakkında açılmadı, operasyon sonrasında F tipi cezaevi nakillerinde çalışan bin 460 asker, olay tarihinde cezaevinde görevli 155 infaz koruma memuru hakkında görevi kötüye kullanma ve kötü muamele suçlamasıyla dava açıldı" dedi.


"Operasyonlarda yaralanıp ölmeyen hükümlüler hakkında davalar açıldı"

Taylan davayla ilgili şöyle konuştu:


"Bu davada zamanaşımı bilerek kondu. Hiçbir zaman gerçek bir yargılama yapılmadı. Dava boyunca 11 hakim değişti, mahkeme adli ve idari hiçbir yazıya cevap vermedi. İstanbul Valiliği operasyona katılan personelin ismini istenmesine rağmen göndermedi."

"Böyle bir vahşet yaşanmış, insanlar katledilmiş, sorumluları hakkında tek bir dava açmamışsınız, dönüp bu operasyona maruz kalanlar hakkında dava açmışsınız. Bu operasyon kapsamında Bayrampaşa'da 12 tutuklu yaşamını yitirdi. Altı kadın diri diri yakıldı, aileler tespit edemediler cesetleri, 'hepsi bizim çocuklarımız' deyip teslim aldılar. Bu tablonun sorumluları hakkında dava açılması 44483 sayılı memurların yargılanması hakkındaki kanun gereğince valilik tarafından engellendi."

"Oysa ki bu inanılmaz vahşi saldırıya maruz kalan tutuklu ve hükümlüler hakkında olaydan 68 gün sonra dava açıldı, yargı hiçbir engel tanımadı."

"Dava göstermelik olarak açıldı"

"23 Haziran 2003'te 23. celse görüldü, daha 16 sanığın ifadesi bile alınmamıştı. Bırakın gerçek bir yargılama yapmayı bu davanın göstermelik açıldığına ilişkin öne sürdüğümüz iddiaların tamamı doğrulandı."


"AİHM'ye gidiyoruz"

"Gerekçeli kararın tebliğinden hemen sonra bu kararla ilgili Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesindeki 'adil yargılama' hakkının açık ihlalinden ötürü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvuracağız. Bu davanın zamanaşımına girmesinde kusurlu olan İstanbul Valileri hakkında suç duyurusunda bulunacağız. Müdahil tarafın hiç bir talebini yerine getirmeyen mahkeme ve hakim hakkında Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na suç duyurusunda bulunacağız. Ancak bugün kurulun beş yargıç üyesinden biri olay tarihinde Cezaevi veTevkifevleri Genel Müdürü'ydü. Tanay "sonucu hem temyiz edeceklerini hem de AİHM'ye başvuracaklarını" söyledi.


22 Haziran 2008 Pazar

Rio’nun sekizinci harikası




İstanbul’un çevresini saran gecekondu mahalleleri birçok insan tarafından gidilmesi riskli yerler olarak biliniyor. Bu mahallelere tur düzenleyen bir turizm şirketi, uçuk bir fikir gibi görülebilir. Ancak İstanbul’a benzer bir kent yapısı olan Rio de Janeiro’da turizm şirketleri yıllardır plajlardan sıkılan ziyaretçilerini kentin arka sokaklarına götürüyor ve silahlı çete üyeleriyle tanıştırıyor.


Deniz Ülkütekin

Fernando Meirelles ve Katia Lund’un 2002 yapımı filmi City of God (Tanrı Kent), dünya çapında önemli başarı kazanmıştı. Bu doğal olarak beklenmedik diye nitelendirilebilecek bir başarıydı. Çünkü film, Rio de Janeiro’nun yoksul gecekondu mahalleleri favelalardaki yaşamdan bir kesit sunuyordu. Dolayısıyla yerel bir hikâyenin beyaz perdeye aktarılmasıydı. Konumuz, filmin bu hikâyeyi anlatmakta gösterdiği başarı değil. Ancak hızla favelanın uyuşturucu imparatoru haline gelen Li’ı Ze, Tanrı Kent’te barışın sürmesini tek başına sağlayan Barney, o ölünce Li’l Ze ile arasında savaş başlayan Ned ve tüm hikâyeyi göçünden seyrettiğimiz, kendini bu bataklığın içinden kurtarmaya çalışan Roket’in gerçek yaşamdaki ilham kaynakları, yıllardır Tanrı Kent’teler. Private Tours isimli bir turizm şirketi de Rio’yu ziyaret edecek turistlere, Tanrı Kenti ve ve diğer gecekondu mahallerelerini gezdiriyor. Uzun süredir devam eden bu hizmet, aynı zamanda turistlere uyuşturucu satıcılarıyla tanışma fırsatı da sağlıyor.


Yaklaşık bir milyon yoksul insanın hayatını sürdürdüğü favelalarda yaşam koşulları son derece zorlu. Sırf imkânsızlıklar değil kanunların deniz seviyesinden çok fazla yukarı çıkamaması da bunda rol oynuyor. Tanrı Kent gibi mahallelerde örgütlenen silahlı çetelerse uyuşturucu trafiğini kontrol etmek için sık sık birbirleriyle çatışmaya giriyorlar. Sao Paulo gazetesi Folha’nın bir muhabiri favelalara yapılan turlardan birine katılmış. Latin Amerika’daki en büyük gecekondu mahallesi olarak bilinen Rocinha’ya yapılan bu gezide dokuz yılını hapiste geçiren silahlı bir çete üyesiyle tanışma fırsatı bulmuş ve kendisinin hapisane anılarını dinlemiş. Çete üyesi görüşme sırasında, polisin olduğu kadar diğer çetelerin de kendilerini fazlasıyla tedirgin ettiğini belirtmiş. Aynı silahlı çeteden bir başka üyeyse çalışma şartlarını detaylı bir şekilde anlatmakta bir sakınca görmemiş. Kendisi günde on iki saat çalışarak doksan Avro haftalık kazanıyormuş. Yüzleri gözükmediği sürece, çete üyeleri için silahlarıyla fotoğraflarının çekilmesi de bir problem değil.
Dört çekerli araçların, turistleri lüks otellerin önünden toplayıp favelalara götürmesi, Riolular için yeni bir görüntü değil. Uçsuz bucaksız Cobacabana sahilinden sıkılanlar için kent içindeki yaşamı görmek son derece iyi bir alternatif.

Ancak Rio Turizm Şefi Rubem Medina, eğer hikâye doğruysa Folha’nın haberine konu olan turizm şirketinin lisansının kaybedeceğini söylüyor ve ekliyor:
“Böyle bir turu düzenlemek çok gereksiz. Rio’da gezilebilecek çok daha güzel yerler var”. Kent polisini ilgilendiren konuysa turstlerin hayatının riske atılıp atılmadığı. Ancak şirketin sahibi Pedro Novak bu turları sadece kendilerinin düzenlemediğinin altını çiziyor. Sonraki sözleri de hiç uzlaşmaya yönelik değil. “Favelalarda silahlı çeteleri varlığı yetkililerin suçu. Bizi yargılamadan önce kendi pisliklerini temizlesinler.”


CUMHURİYET PAZAR DERGİ - 22 HAZİRAN 2008

Aklınız Tuzla’daysa siz de bir ses verin...





Çeşitli üniversitelerden akademisyenler ortak bir bildiriye imza atıp Tuzla tersanelerindeki ölümleri protesto etti. Bildiriyle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile işverenler duyarlı olmaya çağrıldı. Kampanya tuzlabildirisi.blogspot.com’da hâlâ imzaya açık. Bu akademik sorumluluğu üstlenenlerden Prof. Dr. Ahmet Makal bu tepkinin insanlık görevleri olduğunu vurguluyor, Prof. Dr. Gülay Toksöz de sendikaların zayıflaması ile iş kazalarının artışı arasındaki bağı kuruyor...


Berat Günçıkan


Şaşırtıcı bir bildiriydi. Çeşitli üniversitelerin Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümlerinden öğretim üyeleri Tuzla tersanelerindeki ölümleri protesto ediyor, durdurulması için çağrıda bulunuyordu. Aralarında bölüm başkanları da vardı. Akademisyenlerden, daha doğrusu işçi sorunlarına ilişkin bir çıkış 80 sonrasında neredeyse hiç görmediğimiz bir “eylem”di. Bu yüzden bildiriyi imzalayan 112 akademisyenden Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyeleri, aynı zamanda ÇEEİ Bölüm Başkanı ve Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Makal ve Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Gülay Toksöz’le konuştuk...


- Uzunca bir süredir akademik çevrelerden Türkiye’de ve tersanelerde olup bitenlere ilişkin güçlü bir ses duymuyorduk. Sizi tepki göstermeye yönelten ne oldu?


Ahmet Makal: Türk insanının yaşanan sorunlara karşı tepkisizliği şüphesiz genel bir eğilim ve akademisyenler de bu eğilimden paylarına düşeni alıyorlar. Bu tepkisizlik koşullarında, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümleri öğretim üyelerinin ortak bir duyarlılık çerçevesinde bir araya gelerek, Tuzla ve diğer tersanelerdeki olaylara tepkilerini bir imza kampanyası ile hem ilgili kamu ve işveren kuruluşlarına, hem de kamuoyuna duyurma yolunu seçmeleri, şüphesiz önemsenmesi gereken bir durum. Bu öğretim üyelerinin uzmanlık alanları; iş hukukundan sosyal güvenliğe, sendikacılıktan iş sağlığı ve iş güvenliğine kadar, bizatihi çalışma yaşamının değişik boyutlarını içeriyor. Bölümlerimizdeki öğretim üyeleri, hem bu konulara ilişkin araştırma ve yayın faaliyetlerinde bulunuyorlar, hem de gerek lisans, gerekse lisansüstü düzeyde çok sayıda öğrenci yetiştiriyorlar. Bu bölümlerin mezunları da, diğerleri yanında çalışma yaşamıyla ilgili işlerde istihdam ediliyor. Örneğin, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda değişik görevlerde çalışan çok sayıda mezunumuz var. Bütün bu nedenlerle, çalışma yaşamının devlet, işveren örgütleri ve sendikalardan oluşan aktörlerine ve kamuoyuna bu dramatik olaylarla ilgili görüşlerimizi aktarmak, sorunların çözümünde destek önerisinde bulunmak bizler açısından kaçınılması mümkün olmayan bir sorumluluktu. Diyebiliriz ki, tersanelerde yaşananlar bir “insanlık sorunu”, buna tepki göstermekse toplumun tüm kesimlerine düşen bir “insanlık sorumluluğu”dur.


- Tersaneler yeni iş alanları değil, ancak biz daha önce bu kadar çok ve neredeyse insana kitlesel cinayetler işleniyor dedirtecek “kazalar” duymamıştık. Sizce bunca “kaza”nın nedeni nedir?

Gülay Toksöz: Geçmişte tersanecilik kamunun faaliyet alanında ve iş kazaları son derece düşük sayıda yaşanırken giderek özel sektörün payının arttığı bir işkolu haline geldi ve dünya piyasalarına yönelik üretim hızla artmaya başladı. Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) Yönetim Kurulu Başkanı’nın açıklamasına göre 2003’ten bu yana dünya gemi inşa sanayii yüzde 89 büyürken Türkiye’deki büyüme oranı yüzde 360’ı bulmuş. Bu büyümenin gerisinde dünya piyasalarıyla rekabet etmeyi mümkün kılan ucuz işgücü bulunuyor. Ucuzluğun bedeliyse sayısı giderek artan iş kazaları, ölümler ve yaralanmalar ile ödeniyor. Kuşkusuz burada taşeron sisteminin büyük önemi olduğunu belirtmek gerekir. Araştırmalar üretimin yüzde 90’ının taşeron şirketlerce gerçekleştirildiğini ve taşeron firmaların küçük ölçekli işletmeler olarak işçilerin can güvenliğini sağlayacak genel önlemleri alma gücünün olmadığını, bunun ana işverene ait bir sorumluluk olması gerektiğini gösteriyor.

PİYASA EKONOMİLERİ VE...

- Endüstri ilişkilerinin dünü ile bugünü arasında bir kıyaslama yaparsak, Tuzla tersaneleri bize neyi anlatıyor?

G. Toksöz: 1980 sonrası dönemde tüm ülkelerde piyasa ekonomilerinin egemen olduğunu ve kuralsızlaştırmanın işgücü piyasalarına damgasını vurduğunu biliyoruz. Aynı zamanda, kamu kesimimin ekonomideki yeri gerilerken özel sektör ön plana çıkmaya başladı. Özellikle uluslararası piyasalara yönelik üretim ve ticaret, ülkeler arasındaki rekabeti öne çıkardı ve gelişmekte olan ülkeler bu rekabet sürecinde çareyi işgücü maliyetlerini düşürerek fiyatları düşürmekte buldular. İşgücü maliyetlerinin düşürülmesi ise o zamana kadar çalışanları koruyan iş yasası hükümlerinin gevşetilmesi, kayıtdışı çalışmanın yaygınlaşması ve sosyal korumanın aşındırılması üzerinden oldu. Yasaların sunduğu koruma ve kapsamında bulunan işçi sayısı azalsa bile yasalara uygun işçi istihdamını hâlâ maliyetli bulan büyük işletmeler açısından küçük işletmeler onlar adına taşeron ve fason üretim yaparak maliyetleri düşürmeyi sağladılar. Bunu, İş Kanunu hükümlerine aykırı şekilde işçileri çok uzun süre çalıştırarak, gerekli iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almayarak, kimi zaman işçileri sigortalı yapmayarak ya da çalıştıkları gün sayısını düşük gösterip eksik prim ödeyerek sağladılar. Endüstri ilişkileri açısından 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan değişim ne yazık ki çalışma hakkının insan onuruna yakışır bir şekilde gerçekleştirilmesinin gerilemesi yönünde oldu.


EĞER SENDİKALAR DAHA ETKİN OLSAYDI!

- Sendikaların güçsüzleşmesi ya da işçilerin işsiz kalma korkusuyla, işverenin de baskısıyla sendikalaşmadan uzak duruşu bu kazaların artışında etkili olabilir mi?


A. Makal: Kesinlikle etkili oluyor. Yapılan bilimsel çalışmalar, işyerlerinde sendikaların etkinlik kazanamamasının, iş denetiminin yeterli ölçüde yapılmasını engellediğini ortaya koyuyor. Güçlü bir sendikal örgütlenme, bizatihi denetime konu olabilecek sorunların ortaya çıkmasını engelleyebileceği, yani işverenin mevzuata aykırı uygulamaları üzerinde caydırıcı olabileceği gibi, bu sorunların saptanmasını ve denetimini de kolaylaştırır. Bu açıdan sendikalar, işyerlerindeki mevzuata aykırı uygulamaların saptanıp, ilgili makamlara iletilebilmesi açısından ilk ve en önemli unsuru teşkil ettikleri için, “içsel denetim”in vazgeçilmez öğeleridir. Eğer Tuzla’da ve diğer tersanelerde sendikalar daha etkin olsalardı, ölümlü iş kazalarına yol açan oluşumların engellenmesi doğrultusundaki adımlar çok daha kolaylıkla ve büyük etkinlikle atılabilirdi.


- “Kaza”ların önlenmesi için sizce yapılması gerekenler neler?

G. Toksöz: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı iş müfettişlerinin alınması gereken önlemler konusunda yaptığı çeşitli çalışmalar bize şunu gösteriyor: İş sağlığı ve iş güvenliği açısından işyerinde bulunan risklerin çoğu durumda bölünemezliğinden ötürü işyerinin bir bütününde değerlendirilmesi gerekiyor. Yani asıl tersane işverenleri işçi sağlığı ve iş güvenliği hükümlerine uygunluktan sorumlu olmalı ve taşeron firma işçilerinin sosyal sigorta primlerinin düzenli ödenip ödenmediğini denetlemeli. İş kazalarının yanı sıra yakalanılan meslek hastalıkları da göz önüne alındığında her tersanede işçi sayısının 50 kişiyi aşmasına bakmadan işyeri hekimi bulundurulmalı ve işçiler düzenli sağlık kontrolünden geçirilmeli.


Fazla mesai fiili bir mecburiyet olmaktan çıkarılmalı. Ağır ve tehlikeli bir işkolu olan ve maksimum dikkat gerektiren tersane mesaisinde, işverenler tarafından günde 7,5, haftada 37,5 saat sınırlandırılmasına riayet edilmeli. Tersaneler bölgesinde bulunan işyerleri kendi içinde de rekabet ettiğinden tüm işletmelerin hep birlikte asgari bir standarda ulaştırılması gerekiyor. Kuşkusuz işçiler başta olmak üzere, tüm çalışanlara istihdamdan önce gerekli eğitimin verilmesi de büyük önem taşıyor.


- Tuzla dışında, Türkiye’deki çalışma yaşamına ilişkin olarak dikkatinizi çeken, henüz sözünüzü söylemediğiniz, ya da söyleyip de yeterince duyulmasını sağlayamadığınız neler var?

A. Makal: Tuzla’da yaşananlar, kuşkusuz çok çarpıcı. Ama bunları bir açıdan, buzdağının görünen bölümü olarak nitelemek de mümkün. Türk çalışma yaşamı tepeden tırnağa ciddi sorunlarla iç içe. İşsizlik, kayıtdışı istihdam, uluslararası normlara aykırı öğeler barındıran çalışma mevzuatı, iş sağlığı ve iş güvenliği alanındaki ciddi eksiklikler, sosyal güvenlik sorunları bunlar arasında. Tuzla olaylarının açıkça ortaya koyduğu gibi, devlet çalışma hayatına ilişkin denetim görevini de yeterince yerine getirmiyor, getiremiyor. Geniş halk kitleleri, olumsuz çalışma ve yaşama koşulları altında bulunuyor ve yoksulluk Türkiye’nin yakıcı gündem maddelerinden biri haline geldi. Şüphesiz ki, bütün bu oluşumlar, sendikaların güç kaybetmesiyle de bağlantılı. Sendikaların zayıflaması ise sadece işçilerin güçsüzleşmesi değil, aynı zamanda demokrasinin sosyal tabanını yitirmesi anlamına geliyor.


Ülkemizde yoğun biçimde yapılan sivil toplum tartışmalarında, bunun tanımlayıcı öğelerinden birinin örgütlülük olduğu ve çalışma yaşamının örgütlü olmadığı bir sivil toplumun var olamayacağı üzerinde de dikkatle durulmalı. Siyasal iktidarın, muhalefetin, medyanın, aydınların ve hatta Türkiye’deki muhafazakârlaşma eğiliminden nasiplerini alan bazı sendikaların bu sorunlara ilgisizliği ise şüphesiz üzücüdür. Toplumsal barışın sağlanmasının olmazsa olmaz koşulu olan adalet düşüncesi, zihinlerde arka planlara itilmiş gibi görünüyor. Tuzla olaylarının, tüm toplumsal kesimleri bütün bu hayati sorunlar üzerinde düşünmeye sevk etmesini diliyorum. Tabii ki sadece düşünmek yetmez; sorunları çözme yolundaki adımların da hızla atılması lazım.


CUMHURİYET PAZAR DERGİ - 22 HAZİRAN 2008

F Tipi’nde İngilizce kitaba yasak!




Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Hapishanesi, 1982 yılında Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından yasaklanan Ekonomi Politik adlı kitaba el koydu. İdare, İngilizce kitapları bile tutsaklara vermedi.

Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Hapishanesi idaresi, Mayıs ayında da akıllara durgunluk veren yasaklara imza attı. İdare, MLKP dava tutsağı Turaç Solak'a posta yoluyla gönderilen Ekonomi Politik isimli kitabı vermedi. İdare, antidemokratik uygulamaya gerekçe olarak, Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 27 Şubat 1982 tarihinde kitap hakkında verdiği 'toplatma' kararını gösterdi.

İngilizce kitaba da yasak

Tekirdağ F Tipi Hapishanesi, birçok hapishanede uygulanan Kürtçe ve Ermenice yayın yasağının kapsamını genişletti! İdare tutsaklara gönderilen ve İngilizce yayınlanan Socialist Worker ve Northeastan isimli dergilerin birçok sayısı na el koydu. Ayrıca, MLKP dava tutsağı Hasan Polat'a ziyaretçisinin götürdüğü sandalet de teslim edilmedi. Bunun gerekçesi ise, “sandaletin terliğe benzemesi” gösterildi.

Hapishanede kene var, önlem yok
İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi bugün dernek binasında basın toplantısı düzenleyerek, Sincan L Tipi Kadın Hapishanesi'nde kene görüldüğünü, ancak idarenin herhangi bir çalışma yapmadığını duyurdu.

İHD Ankara Şube Mali Saymanı Adile Erkan'ın okuduğu basın açıklamasında hapishanelerde artan hak ihlallerine dikkat çekildi. Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan genelgenin halen uygulanmadığına dikkat çekildi.

İHD'ye tutsakların avukatları aracılığı ile yaptığı başvuruyu aktaran Erkan, Sincan 1 No lu F Tipi Cezaevinde ve Sincan Kadın Kapalı Cezaevinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin havalandırmalarında kene bulduklarını söyledi. Tutsakların konu ile ilgili olarak idare ile görüştüklerini ancak herhangi bir sonuç alamadıklarını belirten Erkan, “Bildiğiniz üzere uzun bir süredir cezaevindeki tutuklu ve hükümlüler jandarmanın keyfi tutumundan kaynaklı, tedavi olamadan cezaevine geri getirilmektedir” dedi. Erkan, herhangi bir kene ısırığı durumunda tutsakların nasıl tedavi edileceklerini sorduğu açıklamada, tutsakların yaşamlarından İHD olarak endişe ettiklerini belirtti.

Erkan konuşmasını, “Başta Adalet Bakanlığı olmak üzere tüm yetkililerinden cezaevinde en son yaşanan kene olayına karşı derhal önlem almalarını ve kamuoyunu bilgilendirmelerini talep ediyoruz” diyerek sonlandırdı.


ATILIM'dan alınmıştır...

17 Haziran 2008 Salı

58 yıl sonra, yeniden 4. Filo

İSTANBUL (16.06.2008)- Amerikan ordusu 1950’de dağıtılan 4. Filo’yu gelecek ay itibarıyla “terorizmle ve yasadışı hareketlerle savaş” iddiasıyla yeniden harekete geçiriyor. Pentagon tarafından 25 Nisan'da yapılan açıklamada 4. Filo'nun oluşturulacağını duyurmuştu.

Uruguaylı araştırmacı, gazeteci, Raul Zibechi imzasıyla Telesur’da yer alan habere göre Temmuzun ilk günlerinde ABD ordusu 4. Filo’yu yeniden aktive edecek. Gerekçe ise “terorizmle ve yasadışı hareketlerle savaş.” Makaleyi kaleme alan Zibechi 4 Filo’nun yeniden harekete geçmesini Venezüella ve bölge ülkelerine bir “mesaj” olarak değerlendiriyor. Hatırlanacağı üzere Küba lideri Fidel Castro 6 Mayıs 2008'de Küba Komünist Partisi'nin yayın organı Granma'da yayınlanan makalesinde, Amerikan filosunun amacının, “terörle mücadele olmadığını”, tersine Latin Amerika ülkelerini ölüm ve tedhişle tehdit etmek olduğunu söylemişti.

Fidel Castro makalesinde, “Yeniden kurulan 4. filonun hedefinin ayrıca gösterilmesine gerek bile yok. Bu Amerikan girişimi, Küba’nın müttefiki Venezüella ve bölgeye mesaj vermeye yönelik” ifadesini kullanmıştı.

Zibechi ise bölgenin haritasının değiştirilmeye çalışıldığına dikkat çektiği makalesinde, “Bunun uzun soluklu bir planın ilk aşaması olduğundan söz ediliyor” dedi. Florida Mayport’ta üslenecek olan filoya Koramiral Joseph D. Kernan’ın komuta edeceği belirtiliyor.

Zibechi makalesinde her birinde nükleer denizaltı olan on bir uçak gemisinden oluşan 4. Filo’nun aktifleşmesi Güney Amerika’daki belirli bir gerilim anına ve hammadde pazarındaki uç değişkenliklerin olduğu bir döneme denk düştüğü yorumunu yapıyor.

Zibechi: ABD bölgeye havadan ve karadan saldırmaya hazırlanıyor

ABD’nin petrol gereksiniminin üçte biri Venezüella, Meksika ve Ekvador’dan sağlandığını söyleyen Zibechi makalesinde şöyle diyor: “İmparatorluk bölgede uğradığı bir dizi yenilgiden ötürü zor durumda: Paraguay’da Fernando Lugo’nun başkanlık seçimini kazanması, Brezilya ve Venezüella’nın girişimiyle yakında kurulacak olan Güney Amerika Savunma Konseyi, Ekvador’da Başkan Correa’nın ulusötesi petrol ve maden şirketlerine karşı yürüttüğü süreç, Mercosur’u (güney ortak pazarı) birinci dünya ülkelerinin ekonomilerine daha az bağımlı hale getiren Brezilya gibi bir ülkenin ekonomik bağımsızlığı en belirgin olanları.

Bütün bunlara, Haiti’deki son ayaklanmalar, Bolivya’daki egemenlik anlaşmazlıkları, Arjantin’de büyük patronların Başkan Cristina Fernandez’e karşı saldırgan tutumları gibi bölgede istikrarı bozacak etkenleri de ekleyebiliriz.

Bütün bu panorama karşısında ve yiyecek fiyatlarında olağanüstü artışa neden olan spekülasyonların beslediği dengesizlik ortamında 4. Filo’nun yeniden aktive edilmesi ABD’nin bölgeye havadan ve denizden müdahaleye hazırlandığını düşündürüyor.

4. Filo sadece uyarı değil, tehdit de

Gerçekten Afganistan ve Irak başarısızlıklarından sonra Pentagon bir kara harekâtını göze alamaz. Bu nedenle bölgeyi kontrol edebilmek için deniz ve hava araçlarını güçlendirmek tek seçeneği. Ancak 4. Filo şovu yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bir tehdit de...

Kesin olan bir şey var ki, varlıkların biriktirilmesi şiddet (maddi, sembolik veya her ikisi birlikte) olmadan olmaz. Tümüyle antidemokratik dikey bir toplum modeli yapısı gerekir. Artık bölgede 60’lar ve 70’lerde olduğu gibi belli bir sınıfın ayrıcalıklarını korumak için darbe yapmaktan söz edilmiyor. Şimdilerde her şey tümüyle farklı: Bölgenin ve dünyanın haritası değiştirilmeye çalışılıyor. Ulusötesi şirketler ve İmparatorluk, doğal zenginliklerin olduğu yerlerdeki halkı topraklarından sürüyor ya da tek tip ürün yetiştirip satacağı topraklar arıyor. Bunun için rüşvet veya zor kullanarak kendisini rahatsız eden hükümetleri süpürüyor. 4. Filo da bu düzeneğin bir parçası” tespitinde bulundu.

ATILIM'dan alınmıştır...

16 Haziran 2008 Pazartesi

ONUNCU KÖYÜN FİDANLARI



TAYAD'ın bu yıl ikincisini düzenlediği “Haydi Kol Kola” isimli şenlik Sarıyer Pir Sultan Abdal Kültür ve Dayanışma Derneği Cemevi bahçesinde 15 Haziran 2008 akşamı yapıldı.


ARMUTLU'DA BİN KİŞİ TAYAD'LA KOLKOLA HALAYA DURDU


TAYAD'lı Ailelerle dayanışma amacıyla yapılan şenlikte, etkinliğin içeriğine ilişkin konuşmayı TAYAD Başkanı Mehmet Güvel yaptı. Konuşmasında TAYAD ile dayanışmanın aynı zamanda tutsaklarla da dayanışmak olduğuna değindi. TAYAD'ın mücadele tarihinden örnekler verdi.

Şair Ruhan Mavruk, davet edildiği sahnede yine olanca coşkusuyla "ada halkı" olarak tanımladığı izleyiciye dayanışma ve birlik çağrısı yaptı ve bir şiirini okudu. Şenlik alanına kurulan standlarda tutsakların el işi ürünleri, TAYAD'ın çıkarmış olduğu kitaplar, yayınlar ve fotoğraf sergisinde ise TAYAD'ın mücadele tarihinden kareler vardı. Fotoğraf sergisinin hemen yanında ise demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde şehit düşenlere ithafen asılan pankartta şu cümle yazılıydı: "Kahramanlar Ölmez, Halk Yenilmez!" Etkinliğin Armutlu'da yapılıyor olması hem TAYAD açısından hem de Armutlu halkı açısından büyük bir manevi değere sahipti.


Armutlu Halkı kendi evlatlarını uğurlamıştı yoksul kondularda yapılan ölüm oruçlarında ebediyete. Bu nedenle etkinlik boyunca kullanılan her cümlede, sergilenen her fotoğrafta, söylenen her şarkıda kendilerinden bir parça buluyorlardı. Etkinliğe coşku katan yoğun duygular yaşatan birazda belleklerde biriken hatıralarıydı Armutlu Halkının. Etkinliğe TAYAD'ın dostları aydınlar da katılmıştı. TAYAD'ın mücadelesinde onları yalnız bırakmayan dostları şair Ruhan Mavruk ve gazeteci-yazar Alper Turgut, Armutlu Cemevi bahçesinde konukların sorularını cevaplayarak kısa bir söyleşi yaptı. Söyleşide Yazar Alper Turgut F Tiplerine karşı verilen mücadele de belgelere yer verdiği "Sessizliğe Karşı" isimli kitabının serüveninden bahsetti. Türkiye de aydın olmak ve tecrit konusu söyleşinin odağına oturuyordu.


Sahneye ilk olarak Ercan Aydın çıktı. Türküleriyle sevenlerine güzel anlar yaşattı. TAYAD'lı Ailelere desteğini sunarak alkışlarla sahneden ayrıldı. Daha sonra Nurettin Güleç sahnede sevilen Türkçe ve Kürtçe şarkılarını seslendirdi. Nurettin Güleç alkışlarla uğurlanırken İdil Tiyatro Atölyesi oyuncularının aylardır beklediği an gelmişti. Bilgesu Erenus'un yazmış olduğu "Onuncu Köyün Fidanları" isimli Canan ve Zehra Kulaksız kardeşlerin hikayesini anlatan ve Ümit İlter şiirlerinden kolajlanan oyunu sahneye koyacaklardı.






Canan ve Zehra kardeşlerin son yolculuklarına uğurlandıkları Armutlu Cemevi bahçesini tıklım tıklım dolduranlar, sahnede anlatılan hikayeyi adeta nefes almadan büyük bir dikkatle izliyorlardı. Armutlu'nun ve TAYAD'ın onurlu tarihinde yerini alan Canan ve Zehra kardeşlerin destansı direnişi sahnede hatırlatılırken zaman zaman duygulu anlar yaşandı. Armutlu halkı yakından tanığı Kulaksız kardeşlerin anısına oyunu keserek "Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez" sloganı attı. Oyun dakikalarca ayakta alkışlanırken oyuncular seyirciyi selamladıktan sonra baba Ahmet Kulaksız'ı sahneye davet etti. Tamda babalar günü'nde böyle bir anı ile sahneye çıkan Ahmet Kulaksız, kızlarından ve Armutlu'da o destanı yazan ölüm orucu şehitlerinden bahsetti. Hepsini saygı ile selamlayarak sahneden ayrıldı.


Şenliğin finalinde ise Grup Yorum'un sahne almasıyla son bulan şenlikte halaylar çekildi, marşlar söylendi. Grup Yorum TAYAD'lı analara hitaben yapılmış şarkılarının yoğunlukta olduğu bir repertuarla sahnedeydi. Daha önce seslendirmemiş olduğu bazı türküleri de istek üzerine seslendiren Yorum yine sevenlerinin kalbinde yerini almıştı. Ve geçen yılda olduğu gibi çocuklar Grup YORUM'un davetiyle sahneye alınarak program saat 23.00 gibi bitirildi…


halkinsesi.tv'den alınmıştır...

FACEBOOK ÇEVİK KUVVETLERİ




yeniHarman'ın "Facebook Çevik Kuvvetleri" haberi...

Facebook'a üye olan bazı polisler marifetleriyle övünüyor: "Bunlara biber gazı sıkmak yanlış, direkt mermi sıkmak lazım. Allah copunuzu keskin, gazınızı bol eylesin"

Gösteri ve yürüyüşlerdeki sert müdahaleleriyle eleştirilen polisler Facebook'u keşfetmekte gecikmedi. Facebook'un tüm üye kullanıcılara açık bir platform olduğunu umursamayan polisler, kurdukları özel gruplarda birbiriyle mesajlaşıyor, eleştirilere sebep olan müdahalelerinden övgüyle bahsediyor.

Yeni Harman dergisinin son sayısında yayınlanan derlemede Facebook'ta gerçek isimleriyle, üniformalı resimleriyle tartışan, küfreden eğlenen, kendileriyle ilgili haberlere yorum yapan polislere yer verildi. Facebook'ta "Özel tim", "Polis Kafe", "Çevik Kuvvet", "Bekar Polisler Lokali" gibi çeşit çeşit grupları var.

Kazara gazeteci görse "Çevik Kuvvet C Özel Tim" adlı gruba konan bir video sonrasında bir grup üyesi şöyle diyor: "Şu son eklediğiniz videolar yakışmamış kaldırın bence, kazara bir gazeteci görse ‘Çevik anırıyor' diyecek rezil olcaz elaleme. Özel tim olarak sizden ricam bu tür videoları kendi aranızda seyredin bu tür umuma açık herkesin izleyebileceği yerlere koymayın."

Allah gazınızı bol eylesin

1 Mayıs tartışmasının yapıldığı polis gruplarından birinde bir grup üyesi şöyle diyor: "Biber gazı sıkmakla adil davranmıyorsunuz; bence bunlara direk mermi sıkacaksınız; hem de kafalarına, tek tek… Hem nüfus planlamasına katkı olur hem de ülke pisliklerden temizlenmiş olur."

Bir grup üyesi "Yanlış kişilere müdahale edildi" diyor ve devam ediyor "Önce basının hakkından gelinecekti..." Bayrampaşa Çevik Kuvvet'in grubunda da 1 Mayıs müdahalesi konuşuluyor. Grupta, 1 Mayıs fotoğraflarının yanı sıra grup üyelerinin üniformalı resimleri ve bozkurt resmi var. Grupta üniformalı vesikalık resmini kullanan bir üye, 1 Mayıs'ta İstanbul'da olmak istediğini yazmış, "Metropol Aslanları; gazanız mübarek olsun" diye tebrik etmiş ardından da, "Allah copunuzu keskin, gazınızı bol eylesin" diye dua etmiş.

Cerrah'ın ajanı Sinem isimli kullanıcının üye olduğu grupların birbiriyle zıt görüşlerle ilgili olduğunu gören bir polis, "Sinem sen rütbelilerin ajanı mısın? Belki de Cerrah müdürün (Celalettin Cerrah) ajanısın?" diyor. Ardından Sinem ve grup üyeleri arasında konuyla ilgili ufak tartışmalar yaşanmış ve Sinem gruptan atılmış.

Rütbeliler giremez "Bekar polisler lokali" grubunun tanıtımında "Rütbeliler Giremez" yazarken, "Mersin çevik kuvvet" grubunda "Gençler sizin hiç rütbeli üyeniz yok mu" diyor biri. Sonra üniformalı yeni bir üye girip, "slm gençler, baktım burada bir başı boşluk bi el atayım dedim hepinize kolay gelsin. A.e.o (Allah'a emanet olun)" diyor. Grubun fotoğraf albümündeki Mersin Çevik ekibinin resmi altında, "Mersin'in bozkurtları bunlar" şeklinde yorumlar var. DTP'ye karşı omuz omuza Mersin Çevik Kuvvet Grubu'nun ilgili olduğu diğer gruplar ise şöyle: "Dtp'lilerin elini sıkmayan siirt emniyet müdürü'nün ellerinden öperiz", "Pkklılara terörist demeyenlerin elini sıkmam diyen emniyet müdürümüz" ve "Polis kadar çok çalışan yok diyenler grubu..."

RADİKAL GAZETESİ...

Tuzla’da grev günü




Tersane işçisi, iş cinayetlerini ve çalışma koşullarını protesto için iş bıraktı


DİSK’e bağlı Limter-İş öncülüğünde Tuzla tersanelerindeki iş cinayetlerinin son bulması amacıyla işçiler 1 günlük iş bıraktı. Çalışma koşullarının düzeltilmesini isteyen işçiler AKP’yi ölümlere duyarsız kalmakla suçladılar. Greve milletvekilleri, DİSK’e bağlı sendikalar, siyasi parti temsilcileri ve sol gruplar destek verdi.


Limter-İş Başkanı Dinç, 16 yıldır Tuzla tersanelerinde bir “vahşetin” yaşandığını ve işçilerin ölüme gönderildiğini belirterek “Bugüne kadar 99 tersane işçisi öldü. Tersanelerdeki sorun sadece işçi ölümleri değil. İşçiler burada yaralanıyor, kazalar ve meslek hastalıkları ile yüz yüze kalıyorlar” dedi.


İstanbul Haber Servisi - Tuzla tersanelerindeki “işçi cinayetleri” bir günlük grevle protesto edildi. İşçiler, “Tuzla’da katil AKP’dir”, “İşçiler birleşin, ölümleri durdurun”, “Yaşamak için grevdeyiz” sloganları attılar.


Limter-İş Başkanı Cem Dinç 16 yıldır Tuzla tersanelerinde bir “vahşetin” yaşandığını ve işçilerin ölüme gönderildiğini belirterek “Bugüne kadar 99 tersane işçisi hayatını kaybetti. Tersanelerdeki sorun sadece işçi ölümleri değil. İşçiler burada yaralanıyor, kazalar ve meslek hastalıkları ile yüz yüze kalıyorlar” dedi.


DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi de, “Tuzla tersanelerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği tüzüğünün uygulanmasını, taşeron sisteminin kaldırılmasını, çalışma saatlerinin 7.5 saat olmasını ve kayıt dışı ekonominin son bulmasını istiyoruz” dedi.


DİSK’e bağlı Türkiye Liman, Tersane Gemi Yapım ve Onarım İşçileri Sendikası (Limter-İş) öncülüğünde Tuzla tersanelerindeki işçi cinayetlerinin son bulması amacıyla tersane işçileri 1 günlük iş bıraktı, mevcut çalışma koşullarını protesto etti.


‘TUZLA KATİLİ AKP’DİR’


Limter-İş Sendikası üyeleri dün sabah saat 07.00 sıralarında Tuzla Tersaneler Caddesi üzerine gelerek bütün tersane işçilerini bir günlük iş bırakmaya davet etti. “Hepimiz aynı gemideyiz. Grev bizim grevimiz”, “İşçinin emekten çok onura ihtiyacı var”, “Kahrolsun ücretli köle düzeni”, “Ucuz ekmek cenneti, işçilere cehennemdir” dövizleri taşıyan işçiler, “Tuzla’da katil AKP’dir”, “İşçiler birleşin, ölümleri durdurun”, “Yaşamak için grevdeyiz” sloganları attılar.


Davul-zurna eşliğinde halay çekilen grev alanında konuşan Çelebi, Tuzla tersanelerinde yasadışı, işçi sağlığına ve iş güvenliğine uygun olmayan koşulların olduğunu belirterek şöyle devam etti: “İşverenlere, Tuzla tersanelerindeki ölümleri durdurma çağrısı yapıyorum. Tersanelerdeki sürecin bir sektörel izleme kurulu tarafından yönetilmesini istedik. Fakat işverenler diyaloğa yanaşmadı.”


Çelebi, bir süredir Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB), Limter-İş, Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR), Dok Gemi-İş, Türk Tabipleri Birliği (TTB), Mimar ve Mühendisler Odası ve konunun uzmanı akademisyenlerin de içinde olduğu bir sektörel izleme kurulu oluşturma çabası içinde bulunduklarını ifade etti.

Çelebi, özetle şunları söyledi: “Tuzla’da işlenen cinayetlere karşı sessiz kalınıyor, duymuyorlar, görmüyorlar ve sonuca müdahale etmiyorlar. İktidar topu taca atarak bu işi çözemez. Bu işin sorumlusu Çalışma Bakanlığı, hükümettir, bu ülkeyi yönetenlerdir. Tersaneler kapansın demiyoruz, elbette çalışsın. İnsan onuruna yakışır bir biçimde çalışmalılar. Burada üretim yapan patronları, GİSBİR yönetimini uyarıyoruz. İlan ediyoruz, patronların kucağında sendikacılık yapan değil, gerçekten işçi haklarını koruyan Limter-İş, DİSK ile masaya oturmak zorunda, onlarla bu sorunu çözmek zorunda.”

Cumartesi günü yapılacak toplantıya Limter-İş katılıyor diye GİSBİR’in katılmadığını belirten Cem Dinç “İşçisiz, Limter-İş’siz bir çözüm olamayacağını biz yıllardır söylüyoruz. Limter-İş’siz çözüm bulunmaya çalışılıyor. Patronlar boş durmuyor. Bizlere ‘bilinçsiz, cahil’ dediler, ‘bile bile intihar ettiğimizi’ söylediler. Asıl cahil olan, bilinçsiz olan, tersane patronlarıdır ” diye konuştu.


CUMHURİYET GAZETESİ / 17 Haziran 2008

15 Haziran 2008 Pazar

Hazirandı ve işçiler yürüyordu



15-16 Haziran 1970’te sokağa dökülen işçilerin arasında pek çok kadın işçi vardı ve en ön safta yürüyorlardı... Renklendirme: Eylem Zor



Biz kendimiz için yürüdük, çünkü sendikalarımızı kapatıp haklarımızı elimizden alacaklardı... Türkiye tarihindeki en büyük işçi direnişlerinden 15-16 Haziran’ı böyle anlatıyor tanıkları. Fabrikalardan sokaklara dökülürken böyle büyük bir direnişin parçası olacaklarını tahmin etmiyorlardı. Bugünkü sessizliği de bu yüzden anlayamıyorlar. Neyse ki Tuzla işçilerinin, “iş cinayetleri”ni durdurmak için yarın yapacakları bir günlük grev var...



Esra Açıkgöz


Bundan tam 38 yıl önce bugün, caddelerde tulumlarıyla, önlükleriyle sokaklara dökülen işçilerin sloganları yankılanıyordu, “Anayasa değişmez, yeni yasa sökmez”, “Demirel istifa”, “İşçiyiz, güçlüyüz!”, “Zincirimizden başka kaybedecek şeyimiz yok”, “Sendikamız kapatılamaz”… Davutpaşa’dan, Topkapı’dan, Fındıkzade’den, Silahtarağa’dan Cağaloğlu’na yürüyorlardı. Gebze’de ağır sanayide çalışan işçiler, Ankara Asfaltı’nda Kartal’daki işçilerle birleşti, istikametleri Kadıköy’dü, vapurlarla karşıya geçip Taksim’e çıkacaklardı. Sarıyer’den gelenler Büyükdere Caddesi’nden; Alibeyköy’den gelenler Haliç yolunu izleyerek Unkapanı’ndan Taksim’e gidecekti. Her fabrikanın önünde duruyor, destek çağrılarında bulunuyor, sesleri yanıtsız kalmıyor, giderek çoğalıyor, büyüyorlardı...


Anlattıklarım genç kuşaklar için bir film karesi gibi dursa da, İstanbul bundan 38 yıl önce, o zamana kadar yapılan en büyük işçi eylemine işte böyle tanık oldu. 80 binden fazla işçi, sendikalarının, DİSK’in önünü kesmek amacıyla 274 ve 275 sayılı sendikalar yasasında yapılacak değişiklikleri protesto etmek için sokaklara döküldü. Hem de sadece bir gün öncesinde alınmış bir eylem kararıyla. Ancak işçilerin yolu Unkapanı ve Galata köprüleri kaldırılarak, vapurlar çalıştırılmayarak Anadolu Yakası’nda Kadıköy’de, Avrupa Yakası’nda Eminönü’nde kesildi. Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda çıkan çatışmada, iki işçi, bir polis ve bir esnaf öldü...


Tarihe, 15-16 Haziran Direnişi olarak geçen bugün, işçi sınıfı tarihindeki en önemli olaylardan. Direnişe katılanların o günü anlatırken hâlâ gözlerinin parlaması da bundan. Bugüne gelince onu anlamakta zorlanıyorlar, düşük ücretler, sendikasızlaşma, artan kayıt dışı istihdam... Yine de Tuzla işçilerinin, iş cinayetlerine dur demek, yaşam haklarını savunmak için yarın grev yaptıklarını hatırlamak biraz da olsa rahatlatıyor onları…


KARINCA KADAR ÇOKTULAR...


Tarih, 15 ve 16 Haziran 1970. Yer, Topkapı, Davutpaşa, Silahtarağa, Kartal, Sarıyer, Cağaloğlu... İstanbul’un her yerinden, hatta Gebze’den Taksim’e doğru yürüyen işçiler o gün bir tarih yazdılar. Türkiye işçi sınıfının en büyük grevlerinden birini, 15-16 Haziran Direnişi’ni gerçekleştirdiler.


MEHMET ATAY

DİSK’te örgütleme uzmanıydım. Kemal Türkler ve Kemal Nebioğlu’nun deyişiyle “Asker Mehmet” olarak biliniyordum. 16 Haziran’a gidişte; binlerce insanın katıldığı Saraçhane Yürüyüşü, 1961 Anayasası sonrasında oluşan dinamikler, Ankara’da işsizlerin “Açlık Yürüyüş”, Kavel Direnişi, 15 milletvekili çıkaran TİP’in gündemi belirlemesiyle esen sol rüzgâr gibi olaylar kilometre taşı olmuştur. DİSK güçlenince önünü kesmek için sendikalar yasasını değiştirmeye çalıştılar. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a, Başbakan Demirel’e, hükümete mektuplar yolladık. Rıza Kuas mecliste, “Bu yasayı çıkarmayın, işçi sınıfının patlamasına yol açacaktır” dedi, inanan olmadı. 14 Haziran’da oy birliğiyle eylem kararı aldık, gece Alibeyköy, Gaziosmanpaşa, Sütlüce, Büyükdere’deki kahveleri dolanıp eylemi duyurduk. İlk gün işleri durdurduk, ufak yürüyüşler de oldu. İkinci gün, yürüyüşe Bakırköy’deki Derbi Lastik fabrikasıyla katıldım. Yüz binden fazla işçi döküldü sokağa, bu kadar katılım beklemiyorduk. Sadece DİSK üyeleri değil, herkes çıktı. Sağlı sollu fabrikaların arasından geçen korteje devamlı yeni işçiler katılıyordu.
Hafızama kazınan görüntülerden biri de, Cevizlibağ’da ilaç fabrikalarında çalışan kadın işçilerin yürüyüşe katılımıydı, hamile kadınlar yürüdüler. İlk müdahale Topkapı’da oldu, yolumuzu kestiler, ancak kadınlar öne geçince, polis ve jandarma ne yapacağını bilemedi. Kadınların cesareti kimi erkek sendikacıların da ezberini bozdu... Bu sırada, Arçelik, ECA da Gebze’den İstanbul’a, o zamanki Ankara Asfaltı’na yürüyüşe geçmişti. İşçiler Bağdat Caddesi’nden yürürken, muhtemelen orada yaşayan zenginler sonumuz geldi diye korkuya kapılmıştır, ancak hiçbir taşkınlık yaşanmadı. Cağaloğlu’ndaki barikatta yine önce kadınlar atılıp, tankların üzerinden yürüyerek geçtiler. Bizi barikatlarla durduramayacaklarını anlayınca, köprüleri açtılar, tekneleri sahilden çektiler. En acısı da Yoğurtçu Parkı’nda iki arkadaşımız öldürüldü, bir kilometre daha yürüseler Kadıköy’e varacaklardı oysa ki... Polis telsizlerinden, gazeteci arkadaşlardan ölümlerin haberini aldık. O güne dair unutamadığım bir şey de, o günün akşamı DİSK’i aramaya gelen polisle, Kemal Türkler’in diyalogudur. DİSK binasını aramaya gelen polislere, Türkler ne aradıklarını sordu, silah arıyorlardı, hiçbir şey bulamadılar tabii ki. Tam giderlerken Türkler amire döndü, “Bizim” dedi, “silahla işimiz yok, bizim silahlarımız sabah şehrin sokaklarında yürüdüler zaten”. Ertesi gün DİSK yetkililerini tutukladılar. Pek çok işçi işten atıldı. 16 Haziran’da işçiler asık suratla değil, güle oynaya yürüdü.


CELAL ALÇINKAYA

Maden-İş Sendikası’nın Eyüp Silahtarağa, - Demirdöküm eyleminin gerçekleştiği yer- bölge temsilcisiydim. 14 Haziran Pazar günü sendika temsilcileriyle, DİSK’in önünü kesecek yeni sendika yasasıyla ilgili bir toplantı yapıldı, fabrikalarda gündüz vardiyası başlamadan, 08.15’te şalterleri indirme kararı aldık. Bir günde örgütledik eylemi... O dönem her şey kömürle çalıştığından, fabrikalardan dumanlar yükselirdi, ancak o gün Emniyettepe’ye çıkıp Haliç’i, Çobançeşme’yi, Silahtarağa’yı izledim, bütün fabrikalarda dediğimiz saatte dumanlar kesildi, çok etkileyiciydi. Bölge temsilcisi olduğum için fabrika fabrika geziyor ve her fabrikada alkışla karşılanıyordum, en gururlandığım gündü.


İkinci gün Kağıthane’den Gültepe’ye çıkmak için yürüyüşe geçtik, geçtiğimiz fabrikalardan çıkanlar yürüyüşe ekleniyordu. İlginç olaylar da yaşadık. Mesela bir fabrikanın kapısından girdik, içeride hiç kimse yok. Bahçesinde bir tur attık ki ne görelim, işçileri duvarın arkasına saklamışlar. Marşlar söyleyerek işçilere yaklaşınca, bıraktılar, onlar da yürüyüşümüze katıldılar. Kimi işverenler de korktukları için işçilere izin verdi, oysa bir cıvataya bile zarar verilmeyeceği kararı almıştık, öyle de oldu... Kol kolaydık, kortejin güvenliğini sağlıyor, aramıza tanımadıklarımızı sokmuyorduk. Cağaloğlu’nda tanklar yolumuzu kesti; kadınlar, gençler tankların üzerinden atlayıp Eminönü’ne indik. Galata ve Unkapanı Köprüleri’ni açtıkları, vapurların çalışmasına engel oldukları için karşıya geçemedik. Kadıköy’deki çatışmada iki işçinin bir de esnafın öldüğü haberini bu esnada aldık. Gözaltılar da başlayınca, fabrikalarda çalışmadan durma kararını verdik. Büyük bir dayanışma vardı. Mesela, Demirdöküm işçileriyle Eyüp’e, fabrikaya dönerken polis üç kişiyi gözaltına aldı, arkadaşlarımızın bırakılması için karakola gittik, mecbur, bıraktılar. Direniş bizim bölgede sekiz gün sürdü, iş durdurma eylemine devam ettik. Sekizinci gün, bölge garnizon kumandanı, Şişli emniyet amiriyle geldi. Benim için 15-16 Haziran Direnişi ile ilgili gıyabi tutuklama kararı çıkmış, tam götüreceklerken işçiler, temsilcimizi vermeyiz, hepimiz katıldık direnişe, hepimizi götürün, diyerek kapıya yığıldılar. İşçiler hakkında kovuşturma yapılmaması ve direndiğimiz sekiz günün yevmiyesinin ödenmesi koşuluyla teslim oldum. Önce Sirkeci’ye emniyete, sonra da Maltepe’ye götürdüler, üç ay yattım. Üç defa idamla yargılandım. Biri de 15-16 Haziran Direnişi’yle ilgiliydi, sonunda beraat ettim. Öyle korkmuşlar ki, 12 Eylül’de, “artık sendikacılık yapmayacağım” yazan bir form imzalatmaya çalıştılar.


ATİLLA ÖZSEVER

70’te Kartal Maltepe’de İkinci Zırhlı Tugay’da Mekanize Piyade Taburu’nda görevliydim. Daha 22 yaşımdaydım. 15 Haziran’da, bölüğümüzü Nizamiye’ye çağırdılar. Öğleden sonra Maltepe’deki, Demirel’in kardeşi Şevket Demirel’in ortağı olduğu Haymak Fabrikası’nda çatışmalar çıktığını bildirerek, fabrikaya gitme emri verdiler. İşçiler bizi, “Ordu işçi elele” sloganlarıyla ve sevinç gösterileriyle karşıladı, ancak fabrikanın etrafını çevirince durumu anladılar. Hiç unutmam, tam bu sırada içlerinden bir genç önüme fırlayıp yakasının bağrını açmış, “Vurun beni”, diye bağırıyordu. Eyleme karşı olmadığımı anlatıp onu teskin ettim ve neyse ki bir olay yaşamadan kışlaya döndük. Olay çıkma ihtimaline karşın yatakhanelerde değil, çadırda kaldık. O akşam, askerlere “İşçiler, sendikal haklarını kısıtlayan bir kanuna karşı tepki gösteriyorlar. Yarın öbür gün siz de işçi olabilirsiniz, bunu unutmayın” dedim. 68 dönemini yaşayan genç bir subay olarak siyasi konulara duyarlıydım, ancak ben de ilk defa işçilerle karşı karşıya geliyordum. 16 Haziran’da birliğimiz 1. Ordu Kurmay Başkanı Vahit Güneri’nin emrine girdi. İşçilerin Bağdat Caddesi’nden Kadıköy’e ineceği bilgisi gelince, bize Kadıköy’deki Kurbağalıdere Köprüsü’nde barikat kurup, iskeleye inmelerini önleme talimatı verildi. İşçiler öğlen geldiler, kadınlar öndeydi, giderek yaklaşıyorlardı. Sanırım bizim oraya intikal etmemizden önce Yoğurtçu Parkı’nda çatışma yaşanmış, ölenler olmuştu. Vahit Güneri’nin emir subayı, manevra mermisi kullanma emri verdi. Ona, bunun büyük çatışmaya neden olabileceğini söyledim. İşçiler yaklaşıyordu, bir an önce bizi geçip gitsinler, istiyordum. Askerlere eğer geçerlerse çatışmaya girmeyin, dedim. Emir subayı manevra mermisi kullanma emrini ikinci kez verdi, ama ben merminin olduğu kariyeri hatırlayamıyordum! Ve işçiler bizi geçtiler. Orada benim için iki ilginç sahne vardı; yedek subayımı omuzlarına kaldırmaları ve bir polis arabasını ters çevirmeleri... O gün görev yapan askerler sorgulandı, ancak ceza almadık. Bu direniş sosyalist düşüncelerimi güçlendirdi. İşçi sınıfı eylemle gücünü gösterince, ona karşı alınan önlemler sertleşti, Memduh Tağmaç’ın, 12 Eylül’de “sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı” sözü 16 Haziran’a vurguydu.


NURTEN ARICAN

İbrahim Ethem İlaç Fabrikası’nda çalışıyordum, Kimya-İş Sendikası’nda işyeri temsilcisiydim. Fabrikadaki çoğu kadın 600-700 işçiye, haklarının ellerinden gideceğini anlattığımızda protestoya katılmayı tereddütsüz kabul ettiler. Fabrikada sendikasız işçi yoktu, kadınlar erkeklerden daha bilinçliydi, sınıfsal olarak da meseleyi biliyorlardı. Fire vermeden katıldık eyleme... O dönemde 31 yaşımdaydım, beş çocuğum vardı, ancak sınıfsal olarak böyle bir şeyi yapmamam ayıp olurdu, kendimiz için yürüdük.


15 Haziran’ı pek hatırlamıyorum, sanırım iş bırakmıştık. Ancak 16 Haziran dün gibi… Beyaz önlük ve ayakkabılarımızla, hadi lafını duyar duymaz çıktık. Davutpaşa tarafından sloganlarla işçiler geliyordu. Biz önde, onlar arkada yürüyorduk. İşçileri temsilciler olarak biz yönlendiriyorduk, Topkapı’daki ampul fabrikasının önüne gelince, oturun dedim, bembeyaz önlükleriyle insanlar dalgalanıp oturdular. Sloganlarımıza işçiler fabrikadan çıkıp, bize katılarak yanıt verdiler. Topkapı’da polis kordonuna alındık. Geri dönmek üzereyken, biz buradan geçeceğiz diye karar verdik ve erkek-kadın el ele, kol kola kenetlenip polisi yardık. Askerleri de geçtik. Bunları nasıl yaptık, hâlâ anlamış değilim? Kordonları yardıktan sonra ağzımda limonata tadı duydum, meğerse birisi kafamdan limonata dökmüş, ama hatırlamıyorum. Topkapı’dan Şehremini’ye yöneldik, ancak artık özgürdük ya, yürümüyor koşuyorduk. Derken surların orada askerle göğüs göğüse geldik, yaşlı bir adama sanırım vurdular, benim de göğsüme genç bir subayın süngüsü geldi. Bir arbede yaşandı, onu da atlattık. Cağaloğlu’na kadar yol serbestti. Farklı fabrikalardan işçilerle Cağaloğlu’nda buluştuk. Dörtyol ağzında yeniden çatışma yaşadık. Bir tankın üzerine çıktım, bir askerle göğüs göğse geldik, ben onu tuttum, o beni, ama ben orada kalmayı başardım. Tankların üzerinden atlayıp karşı tarafa geçtik, köprünün açıldığını ancak Eminönü’ne geldiğimizde gördük. Taksim’e çıkamayacağımızı anlayınca Edirnekapı yolundan sloganlarla fabrikaya döndük. Ayakkabılarımın olmadığını da o zaman fark ettim, sadece benim değil arkadaşlarımın da ayakları çıplaktı. Anın heyecanından nasıl kaybettiğimizin farkında bile değildik, bu heyecanı hâlâ o günkü gibi yaşıyorum. Yürüyüş sırasında arkaya dönüp baktığımda gördüklerim, onları oturtup kaldırmak... Demek ki güçlüymüşüz. Keşke 17’sinde de yürüseydik... 15-16 Haziran Türkiye’nin görüp geçirdiği en büyük kitle hareketiydi, gayet keyifli, neşeli bir yürüyüştü.

FARUK PEKİN

1969-71 arası Lastik-İş ve Maden-İş yayınlarında yazdım, DİSK Genel Merkezi’nde eğitim çalışmalarında hocalık yaptım. 15-16 Haziran Direnişi’nin en önde yürüyen ve sonra da en başta yargılanan DİSK üyeleri eğitim çalışmalarımıza katılan işçilerdi. 15-16 Haziran’da biraz da sendikaların gözlemcisi gibi görev almıştım; 15 Haziran’da Avrupa, 16 Haziran’da Anadolu Yakası’ndaydım. DİSK o günkü siyasi iktidarı sendikal özgürlüğü yok etmeyi amaçlayan yasa değişikliklerine karşı uyardı. Ankara’da temaslarda bulundu. Bunlar sonuç getirmeyince 14 Haziran’da direniş kararı aldı. İstanbul, İzmit, Gebze, Adapazarı, İzmir ve Ankara’da ilk gün 70 bin, ikinci gün 100 bini aşkın işçi sokaklara bir lav gibi aktı. O günkü toplumsal muhalefet DİSK’in beklentilerini aştı. Ardından gelen sıkıyönetim idaresi sendikacıları ve işçileri yargıladı. Bu yargılama sürecinde en ilginç yayın ANT Dergisi’nce yapıldı ve OYAK konusunu işleyen dergi kapağında “Kapitalistleşen Subaylar İşçileri Yargılayamaz” başlığı yer aldı. Yargılananlar birkaç kişi dışında beraat etti. Anayasa Mahkemesi yapılan değişiklikleri büyük ölçüde iptal etti. 15-16 Haziran’a ilişkin en önemli anılarım; Levent-Mecidiyeköy hattındaki kadın işçilerin coşkulu katılımı ve Kadıköy’deki tankların oluşturduğu barikatları askerlerin utangaç ve şaşkın bakışları arasında aşan işçilerin kararlılığıydı. 15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfı tarihinde hâlâ aşılmamış bir kitlesel eylemdir; DİSK’i “farklı olmanın adı: DİSK” diye tarihe geçiren etkinliktir. Türkiye işçi sınıfının “kendisi için sınıf” olma yolundaki en önemli adımıdır.


BELKIS KAYA

Vilayetin yakınlarında, Babıâli’de, ara bir sokakta bulunan Gripin fabrikasında çalışıyordum, Kimya-İş Sendikası’nın işyeri temsilcisiydim ve TİP üyesiydim. İlk gün izole kalmıştık, ikinci gün olayları tartıştık, herkeste bir heyecan vardı, yürümeye karar verdik. Vilayetin önünden beyaz önlüklerimizle Çemberlitaş ve Beyazıt’tan Fındıkzade’ye geldik. Askerle ilk Fındıkzade’de karşılaştık, onlara ellerimizdeki çiçekleri verince yumuşadılar, barikatları geçtik. Topkapı’daki işçilerle birleşip, aynı istikametten geri döndük. Eylem boyunca en çok bu karşılaşma, diğer işçilerle birleşme anında heyecanlandım. Hepimiz bir ağız olmuş “DİSK kapatılamaz”, “Sendika hakkımız, söke söke alırız”, “Hükümet istifa”, “Bağımsız Türkiye” sloganları atıyorduk. Cağaloğlu’nda tanklar yolumuzu kesince, önce biz davrandık, tankların üzerinden atladık, ardımızdan erkek işçiler. Eminönü’ne vardık, ancak köprüleri açtıkları için öteye geçemedik. Geriye dönme kararı alınmıştı, ama birbirimizden ayrılamıyorduk, fabrikamız Cağaloğlu’nda olduğu halde Edirnekapı’ya kadar yürüdük. Gezmeye gidiyor gibi gittik, endişeyle değil, çünkü güç bizdik ve bizim ekmeğimizle oynuyorlardı. Büyük bir coşku ve kardeşlik vardı. Ertesi gün fabrikada herkes birbirine ne yaptığını anlatıyordu. Keşke o gün adı konulmayan birliktelik, yeniden gösterse kendini... Masaya yumruk vurup aldığım şeyleri geri alacaklarını bildiğim için 80’de emekli oldum. Şimdi Tuzla’da işçiler ölüyor, eylem yapmaya korkuyorlar. İşverenler, kendilerine dikensiz gül bahçesi yarattılar. İşleri taşeronlara vererek sendikalaşmayı imkânsız hale getirdiler. İşçiler ve çalışanlar için bugün de örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka çıkar yol yok.


CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 15 HAZİRAN 2008

Bu dava biter mi?

Dava başlarken yirmili yaşlarında olanlar şimdi birer işadamı, baba, hatta dede... Dev-Sol’un 12 Eylül’de başlayan ana davası 28 yıldır sürüyor. 46 yargıç, altı savcı değişti, ama nihai karar çıkmadı!



Deniz Teztel

Haklıyız, kazanacağız!


Tam 28 yıldır süren bir dava... Yargılanmaya başladıklarında yirmili yaşlarının başında olanlar şimdi birer iş adamı, baba, hatta dede... 12 Eylül’de, 1243 kişiyle, 400 klasörde 250 idam cezası talebi ile başlayan Dev-Sol davası yine ertelendi. 1159 sayfa tutan savunmalarını “Haklıyız, kazanacağız” diye kitaplaştıran “terörist”lerin yeni eylemi neşe ve kahkaha...







Ayaktakiler (soldan sağa): Mustafa Kamil Uzuner, Gaffar Aker, Mehmet Emin Beğen, Cem Yılmaz, Erdal Turgut, Namık Kemal Cibaroğlu, Burhan Kızılgedik.
Ön sıra (soldan sağa): Mustafa Özkahraman, Baki Örs, Feridun Osmanağaoğlu ve duruşmaya yetişemeyen Bilal Çölgeçen... Fotoğraf: Uğur Demir


Oyle günler vardır ki üzerinden yıllar geçse de etkisi, kederi, acısı, bunalımı bitmez… Bu bazen öylesine karmaşık bir gündür ki sadece bir kişiyi değil, tüm ülkeyi etkiler. Türkiye’de “karanlık” günler çok... 12 Eylül 1980 de onlardan biri… Çoğumuzun aklından çıkmıyor, bir çoğumuz da ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Ben de 12 Eylül’ü hiç unutmayanlardanım, ancak artık her zaman konuşmuyorum. Geçen perşembe gününe kadar da yaşamımda pek fazla gündeme gelmedi. Ama o gün “Askeri Darbe”yi yeniden yaşadım… Çünkü 28 yıldır süren bir davayı izledim…
Devrimci Sol-1 davasının başlangıç tarihi 24 Temmuz 1981. İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde başlayan dava 6 sanıklıydı ve mahkemenin çok acelesi vardı. Beş ay sonra duruşma tamamlandı, sanıklar TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca “Anayasayı tağyir, tebdil veya ilgaya teşebbüsten” yani “Anayasayı değiştirmeye veya kaldırmaya teşebbüsten” iki kez idam cezasına çarptırıldılar.

Bir yıl sonra 428 sanıklı Devrimci Sol-2 davası başladı. 146’sı hakkında TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca idam isteniyordu.

Sonraları Devrimci Sol adıyla 6 ayrı dava açıldı, tümü birleştirildi. Sonunda “Ana Devrimci Sol Davası” yaratılmıştı. Sanık sayısı 1243’tü ve 250’si hakkında anayasayı değiştirmek suçlamasıyla idam cezası, diğerleri hakkında da beş yıldan başlayan çeşitli hapis cezaları isteniyordu. Oysa aynı yıl darbe yönetimi 1961 Anayasası’nı halkın yüzde 92’sinin de oyunu alarak değiştirmişti ve bu bugün bile doğru dürüst sorgulanmayacaktı!

Ben o zamanlar 22 yaşında gencecik bir gazeteciydim, sanıkların yüzde 40’ı 18-20, yüzde 34’ü de 20-25 yaşındaydı. Çoğu öğrenci olan “teröristler”in 800’e yakını tutukluydu. Dava devam ederken firar edenler, ölüm orucunda yaşamını yitirenler oldu. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde 46 kez yargıç, 6 kez de savcı değişti. Ancak sanıklarla yargıçlar ve savcı arasındaki tartışmalar hep sürdü, 120 kişi çeşitli nedenlerle duruşmalardan atıldı.

1991’e gelindiğinde değişiklikler devam ediyordu. Askerler iktidarda değildi artık, Ceza Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklik yapılmıştı ama Türk Ceza Kanunu hâlâ yürürlükteydi. İdam cezaları veriliyor, ama 49 kişiden sonra artık infaz yapılmıyordu. 1 Kasım 1991’de İstanbul Sıkıyönetim 2 Numaralı Askeri Mahkemesi kararını açıkladı. Bir kişi TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca idam cezasına, 38 kişi müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 578 kişi beraat etti. Bazı sanıklar hakkında düşme, görevsizlik gibi kararlar, bazıları hakkında da çeşitli hapis cezaları verilmişti. Ve artık tutuklu sanık yoktu…

Dava bitti diye düşünüyorduk, ama henüz bilmiyorduk ki dava garip bir şekilde sürecekti! Verilen kararın kesinleşmesi için dosya Yargıtay 11. Ceza Dairesi’ne gitti. Yargıtay 18 Haziran 2003’te 400 klasörden 104’ünün kayıp olduğu gerekçesiyle davayı esastan bozdu, çünkü dosya incelenemiyordu… Artık sıkıyönetim olmadığı için dosya Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geldi, 11 Nisan 2005’te mahkeme başladı. Yine 1243 sanık yargılanıyordu. 14 Nisan günü savcı esas hakkındaki görüşünü bildirdi. Sadece 224 sanık hakkında ceza istiyordu. Bunların 137’si TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca idam edilmeli, diğer 87 sanık da çeşitli hapis cezalarına çarptırılmalıydı.

Savcının esas hakkındaki görüşünden 2 ay sonra, 1 Haziran 2005’te yeni Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girdi. Avrupa Birliği’nin istemine uyarak idam cezası kaldırılmıştı…

İşte özetle böyle geçmişti 28 yıl… Şimdi Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden bir aradaydık ve ben yine gazetecilik yapıyordum. Bu mahkemeye ilk kez gidiyordum. Bina önünde birkaç erkek duruyordu, beyaz saçlı, kellifelli, kimi top, kimi uzun sakallı, kimi kravatlı, kimi kravatsız… Biri, “Deniz, merhaba” deyince 28 yıldan süzülenler olduklarını anladım! Onlar benim sanıklarım, teröristlerimdi… Yıllardır görmüyordum onları, ne kadar değişmişler, hepsi yaşlanmış! Herhalde bir tek ben genç kalmışım!..

Duruşma salonuna girmeden sadece “nasılsın” diyebildik birbirimize. Mübaşir çağırınca, hep beraber minicik salona girdik. Oturuma sanık Feridun Osmanağaoğlu, Namık Kemal Cibaroğlu, Serhan Arıkhanoğlu, İbrahim Tüzün, Baki Örs, Burhan Kızılgedik, Şener Akşan, Cem Yılmaz, Gaffar Aker, Mustafa Kamil Uzuner, Mehmet Emin Beğen, Erdal Turgut, Mustafa Özkahraman yani 13 sanık katıldı. 8 de avukat vardı. Yargıç ilk kez duruşmaya katılan Cibaroğlu ile Aker’e dava ile ilgili düşündüklerini sordu, savunma yapacaklarını söylediler. Avukat Behiç Aşı dosyanın kapsamının büyüklüğünden söz ederek 400 klasörlük evrakla uğraşmanın mümkün olmadığını, dosyaların bilgisayar ortamına aktarılması gerektiğini, mahkemeden yardım beklediklerini, Adalet Bakanlığı’nın bütçesinden yapılacak yardımla dosyanın tamamının elektronik ortama aktarılmasını istedi. Karar açıklandı, 400 klasör, yani yaklaşık 20 bin sayfalık evrak belirlenen bir şirket tarafından elektronik ortama aktarılacaktı. Bu iş için şirkete Adalet Bakanlığı bütçesinden yaklaşık 57 bin YTL verilecekti. Tek CD düzenlenecek ve avukata verilecekti. Bu CD’yi avukatlar çoğaltacaktı ve artık savunmalara başlanabilecekti. Duruşma 21 Ekim 2008 tarihine ertelendi. Böylece duruşma bitti…

Evet, hakikaten her şey değişmişti! Sıkıyönetim davası sırasında kâtip duruşma tutanaklarını daktilo ile yazardı, şimdi bilgisayar kullanıyordu. Eskiden dosyalar için fotokopi çekilirdi, şimdi CD hazırlanacaktı.

BENİM SANIKLARIM...

Duruşma bitişinde buluştuk, bir süre dertleştik. Avukat Behiç Aşı da bize katıldı. Sanıklarım sadece yaşlanmış, bir de meslek sahibi olmuşlardı. Örneğin, Serhan Arıkoğlu ile Burhan Kızılgedik artık birer avukattı. Kimi evlenmiş, çocukları olmuştu. Kimi kirada oturuyordu, kiminin evi vardı. Bazısı araba, hatta işyeri sahibiydi, kimi ücretli çalışıyordu… Hepsinin saçları kırlaşmıştı…

“Yaşamınızı nasıl görüyorsunuz” diye sordum önce, ilk yanıt geldi: “Artık gülmesini öğrendik”… Bir ağızdan konuşma başladı, görüşler birbirine karıştı. Herkes kendince anlatıyordu yaşamı: “Eskiden gülmezdik, sert sert bakardık. Yüzümüz hep asıktı…”, “ Hayır, yanlış söylüyorsun ben hep gülerdim…”, “Bazımız boşta geziyor, nasıl gülsün, beş kuruş parası yok.”, “Saçı beyazlayan dertlidir, beyazlamayan mutlu!..”, “Yolda düşen olur, düşmeyen olur.”, “Bu ülkede mutlu olunur mu?”…

Biri bir kuşak olarak söz ediyor kendilerinden. “Hep ‘78 kuşağı kayıp kuşak’ derler. Hayır kayıp kuşak değiliz. İşkence gördük, cezaevleri gördük… Bilinçli olarak kuşağımızı yok etmeye çalıştılar” diyor. Diğeri “Böyle söyleme şimdi yanlış anlarlar” diye sinirleniyor “çektiğimiz acıları gündeme getirerek ağlıyoruz, kendimizi acındırmak istediğimizi zannederler”…
Hepsi geçmişiyle gurur duyduğunu söylüyor, üstelik yaşamın kendilerini doğruladığına inanıyor… Geçmişten gurur duymanın halleri de artık farklı ve değişik:

- Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, IMF, bağımsız Türkiye diye slogan attık. Dayak, cop yedik… Şimdi herkes, MHP’liler, milliyetçi geçinenler bile aynı şeyleri söylüyor.

- Aradan 28 yıl geçti, yasalar değişti, herkes anayasanın değişmesini istiyor, ama biz hâlâ
anayasayı değiştirmekten yargılanıyoruz. Bu nasıl mantık?

- Bir bireyselliktir gidiyor. Bizler en olgun bireylerdik. Şimdi robotlaşmış insanlar oldular, özgürce düşünemiyorlar. Ne giyeceklerine, ne okuyacaklarına iktidar karar veriyor… Sonra da aman örgütlü olmayın deniyor. Bu nasıl yaşam?

- Kültürel ve ahlaksal anlamda özgür olmak ne, olgun bireysellik ne…. Bir tartışabilsek her şey düzelecek…

Konuşma 12 Eylül’ün tartışılmasına, yargılanmasına geliyor, “yargılamalıyız, tartışmalıyız” deniyor… Cem Yılmaz gülüveriyor bu isteğe. Halk müziğiyle, etnik, politik müzikle ilgilendiğini, plak yapımcısı olduğunu anlatıyor ve “4 kez bölücülükten yargılandım. Ceza ertelendi. Bir daha beni yargılarlarsa tüm davalar birleşir. Al sana 12 Eylül, al sana ceza. Kim tartışır bu konuyu…” diyor.

Devrimci Sol davasının 1159 sayfalık, “Haklıyız kazanacağız” adını verdikleri savunması geliyor aklıma. Savunmayla ilgili ne düşündüklerini soruyorum. Gülümsüyor, “Herkes bu cümleyi kullanıyor” diyorlar “1 Mayıs’ta, Tuzla tersanesinde, sendikal eylemde hep haklıyız kazanacağız diyorlar. Bu sözcükleri insanlar benimsedi, ama telif hakkı bizim”…

CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 15 HAZİRAN 2008

14 Haziran 2008 Cumartesi

Yüzde 90’ı Kaçak Olan Bir Kent; İSTANBUL




ALPER TURGUT


İstanbul’da kaç tane bina var? İnanır mısınız, bunun yanıtı yok. Envanter deseniz hak getire, dolayısıyla her kurum farklı rakamları telaffuz ediyor. Benimsenen görüş; 1 milyon 120 bin kaçak yapı olduğu yönünde… Kısaca; dev kentin yüzde 90’ı kaçak… Çözüm belki de, çağdaş, tarihiyle barışık, güvenli ve yaşanabilir bir İstanbul hayalinin, herkesçe paylaşılmasından geçiyor. Davutpaşa'daki kaçak imalathane patlamasında 23 işçinin can vermesini, depreme bile gerek olmadan çöken, yuvayken mezara dönüşen binaları unutmadan… Bu güzel şehir, inanın bunu hak ediyor.





Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar Özden, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Kentleşme ve Çevre Sorunları Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi… Özden’e, kaçak yapılaşmadan, kentsel dönüşüm projesine, TOKİ konutlarından, AKP’nin “ne varsa sat” uygulamalarına dek merak ettiklerimizi sorduk.


— İstanbul, ruhsatsız ve kaçak bir şehir… Bilinen öykü bu… Siz ne düşünüyorsunuz?

Kentin yüzde 70’i ruhsatsız… Ruhsatı olup da yasadışı eklemeler yapanları da (kat çıkanlar örnek gösterilebilir) bu orana katarsak İstanbul’daki binaların yüzde 90’nın kaçak olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz. Kaçak yapı oranının Türkiye genelinde yüzde 60’lara ulaştığını da görmezden gelemeyiz. Yoğun göç alan ve sürekli büyüyen İstanbul’un, nüfusu milyonu aşan bazı ilçelerinde kaçak yapılaşma oranı inanın çok yüksek…


— İstanbul’daki kaçak yapılaşmanın tarihçesi nedir?


Kaçak yapılaşma, ilk 1948’de ortaya çıktı, 1980’lerde ise inanılmaz büyüdü, deyim yerindeyse aldı başını yürüdü. 1983, 1984 ve 1986 yıllarında ANAP iktidarı tarafından ardı ardına çıkartılan imar afları, bu büyük kente çözüm sunmak yerine beraberinde yeni sorunlar getirdi. Türkiye’nin “imar ayıbı” işte bu yıllara rastlar. Bugün hala yürürlükte olan 1985 tarihli 3194 sayılı İmar Yasası, eski kanunun revizyona uğramış halidir. Günümüzdeki AKP iktidarı gibi peş peşe yasalar çıkartan ANAP hükümeti, 1980’li yıllara adeta damgasını vurdu. “Koruma Yasası”, “Boğaziçi İmar Yasası”, “Toplu Konut Yasası”… Onlar, imar açısından Türkiye’nin en kötü zamanının yaratıcısı oldular. Bunun adı tezat ve ironidir.





— Bu sürecin şehirdeki yansımalarını nasıl görürüz?


1990’ların sonlarına dek bir anlamda bu oluşum sürüyor. Kentteki yansımalarını görmemek mümkün değil. Şu anda yüksek yapılarla dolu hiçbir altyapısı olmayan bölgeler var İstanbul’da… Örneğin Beşiktaş’tan Maslak’a uzanan bölge, 1990’lı yıllarda başlayan uygulamaların eseridir. Zaten, kentin yatay gelişmesi hiç bitmemişti, böylelikle emsalsiz, dikey gelişmede ortaya çıkmış oldu. Türkiye’nin imar hikâyesi, 1980’li yılların politikalarıyla alakalıdır. Bugün anlaşılacağı üzere, bu öykü demek ki uzun vadede hiçte iyi değilmiş. İmarın miladı ise 1999 yılı Ağustos ayına, yani Büyük Marmara Depremi’ne rastlar.




— Yanılmıyorsam kentsel dönüşüm projeleri depremin ardından geldi


Evet, kentsel dönüşüm 2000’lerde başladı. 2003 yılında ulusal düzeyde kentsel dönüşüm sempozyumu düzenledik. Kentsel dönüşüm gerçeğinden çoğu kimsenin haberi dahi yoktu. Sonra yerel yönetimlerde, kentsel dönüşümü benimsediler. Uluslararası çapta kentsel dönüşüm sempozyumunu, 2004’te Küçükçekmece Belediyesi ile ortaklaşa gerçekleştirdik. Dünyadaki dönüşüm uygulamalarını, Avrupa’nın dört bir yanında yaşanan gelişmeleri ve beraberinde doğan ilkeleri anlatan uzmanlar, “bizde böyle adımlar atalım” dedi. 2000’lerdeki yeniden yapılanma çalışmaları çok önemli. Biraz da küreselleşme ve Avrupa Birliği’nin de etkisiyle, kentsel dönüşüm projeleri sürüyor. Bunu da gözden kaçırmamak gerek…


— AKP’nin “ne varsa sat” mantığı ile hareket ettiği şüphesiz… Bunun İstanbul’a ne yararı olabilir ki?


Sat ve parasını al! Yabancı yatırımcılara, satıcı mantığıyla özel araziler dağıtılıyor. AKP’nin özelleştirme anlayışı da tıpkı ANAP’a benziyor. Dünya kenti İstanbul’da, her şey satılıyor ancak kamusal alana dönüşüm gerçekleşmiyor. Kamuoyu bundan yararlanamıyor, kent adına kullanılmıyor. Sivil toplumun gelişimi, ülkemizde 1990’lı yıllara dayanıyor. İnsanlar yeni yeni haklarını aramaya başladılar. Ve bazen yöneticiler, odaları dahi düşman olarak görebiliyor. Bu anlamda halka geri dönüşü olmayan özelleştirmeye karşı durmak gerekiyor. Yıllarca merkez farklı, yerel farklı diyerek bunun bir sorun olduğunu düşündük. İktidar olan partinin belediyeleri de kazanması durumunda, daha sağlıklı çözümler üretileceğini sandık. Gelinen noktada (AKP örneği), yanıldığımızı anladık. Aslında gücün kimde olduğu değil nasıl kullanıldığını önemliymiş.


— Sanırım gecekondular da kentin bir başka yarası…

Islah planları ve ardından gelen (1984) imar afları, gecekondu sahiplerine ilaç gibi geldi. Bu gecekonduları oy deposu olarak görmenin kaçınılmaz sonuydu. Gecekondular bir anda 5 katlı binalara dönüşüverdi. Bu yapıların büyük bir risk taşıdığı ortada... Özellikle deprem açısından… İstanbul’da gettolar var. Alt gelir ve üst gelirlilerin ayrıldığı, hemşerilik ilişkileriyle yerleşim yerlerini seçenlerin olduğu bir kent İstanbul…





— TOKİ’nin fakirlerden ziyade zenginlere yönelik konutları tepki topluyor…


T.C. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ), ilginç bir biçimde piramidi ters tutuyor. Zenginlere yönelik konutlar en üstte… Anlaşılacağı üzere lüks evlere öncelik tanınıyor. Orta gelir gurubu için fark yok, onlar her halükarda piramidin ortasını alıyorlar. Yoksullar ise ne yazık ki, piramidin ucuyla yetinmek durumunda kalıyor. Bu çok yanlış bir denge…


— “İstanbul’da dikili bir ağacın olsun…” derler. İstisnasız herkes ev sahibi olmanın peşinde…


İstanbul, neredeyse dünyanın en pahalı konutlarına sahip… Bu çekiciliğin kaynağı nedir?
Tabii ki rant… Bu politikalar devam ettiği sürece emlak piyasası büyümeye devam edecek. İnsanlar modern konutların, daha ulaşılabilir ve ödenebilir ev projelerinin peşine düşecekler. Eskiden nakit paranız varsa ev sahibi olabiliyordunuz. Şimdi ev alma şansınız daha çok… Krediyle ödemelerinizi yapabiliyorsunuz. Taksit taksit kira öder gibi konut edinebiliyorsunuz. Piyasa çok hareketli, evler çok hızlı el değiştirebiliyor. Ve kent sınırlarını aşıyor. Bir de koruma prosedürü var. Şöyle bir örnekte verebilirim. İki katlı bir yapıyı ele alalım. Restorasyon kararını kuruldan geçirmek için adeta didiniyorsunuz. Zaten insanlarımız bilinçli değil ve bürokrasi hepimizi yıldırıyor. Bir de bakmışsınız ki, siz hala iki katlı yapı ile uğraşırken yan taraftaki adam, 8 katlı binayı dikmiş. İşte bu durum kanunsuzluğa davetiye çıkarıyor.


— Ya çözüm?


Kentin düze çıkması asla bir finansman sorunu değildir. Her şeye bulunan para, bu iş için de sağlanır. Güçlü bir sivil toplum işbirliği, geniş bir dünya görüşü… Çözüm, çağdaş bir kente bakış açısında yatar.


— Son sorum şehir plancıları üzerine… Eskiden şehir plancıları denilen meslek grubunun varlığından bihaberdik. Günümüzde artık onlarsız olmayacağı aşikâr… Siz ne dersiniz?


2000’li yılların başına kadar bazı ilçe belediyelerinde şehir plancıları yoktu. Belde belediyelerinde ise hemen hemen hiçbir meslektaşımız görev yapmıyordu. Günümüzde şehir plancıları işsiz kalmıyorlar. İstanbul’da üye sayımız 1300’e dayandı. Türkiye genelinde şehir plancılarının sayısı ise 4 bin civarında… Kamu dışında artık farklı sektörlerde, şehir plancıları istiyor. Mesela bir alışveriş merkezi, yer seçimi için şehir plancısına başvuruyor. Veya bir şirket, yüksek ofis binası için şehir plancısına ihtiyaç duyuyor. Gayrimenkul değerlendirme de işimizin bir parçası… Banka ve sigorta şirketleri de şehir plancılarıyla çalışıyorlar.


NİSAN 2008 / İSTANBULUM

AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ; İSTANBUL 2010








ALPER TURGUT


İstanbul 2010 için geri sayım başladı. Şunun şurasında 20 ay sonra mega kentimiz İstanbul,
Avrupa Kültür Başkenti olacak. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı Nuri M. Çolakoğlu, üstüne basa basa İstanbul’un Ortadoğu’nun değil Avrupa’nın bir kenti olduğunu söylüyor. Çolakoğlu, hedeflerini ise şöyle açıklıyor; “Kültür ve sanatın kente yayılması, altyapısının oturması, kültürel mirasın paylaşılması, kentteki yaşam kalitesinin yükselmesi, İstanbul’a gelecek turist sayısının artması ve dolayısıyla gelişmelerin, Türkiye’nin Avrupa Birliği serüvenine katkı sağlaması…”


9750 yıllık tarihi dev kent, daha şimdiden silkinip dirilmeye başladı bile. Sivil toplum kuruluşları, kamu sektörü, belediyeler, üniversiteler, kültür ataşelikleri, kültür merkezleri, müzeler, sanat galerileri, tiyatrolar, sanatçılar, gençler… Kalpleri yedi tepeli güzelim kentle birlikte atan herkes elini taşın altına sokuyor artık… Kentlilik bilincinin yerleşmesi ve geleceğin İstanbul’unu yaratmak için...





— İstanbul 2010’un diğer kültür başkentlerinden farkı nedir?


Çok önemli bir fark şurada yatıyor, daha önceki Avrupa Kültür Başkenti olan şehirler, ya bir belediyenin ya da bizzat hükümetin girişimiyle bu hakkı kazanıyorlardı. Kadroları, görev dağılımları, bütçe ve projeleri, başvurudan önce hazırdı. Oysa İstanbul’un kültür başkentliğini kazanması, sivil toplum girişimcilerinin önayak olduğu yeni bir modeldir. Bu süreç bir öğretim üyesiyle başladı ve dalga dalga yayılarak bu günlere gelindi. 2005’te 13 sivil toplum kuruluşundan oluşan Girişim Grubu çalışmalarına başladı. Kentin kültür ve sanat insanları, akademisyenler, yöneticiler ve yeni STK temsilcilerinin katılımıyla genişleyen Girişim Grubu, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nın da desteklerini alarak İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilmesi için ortak bir dosya hazırladı. "İstanbul: 4 Elementin Kenti" başlıklı dosya 13 Aralık 2005'te, Brüksel'de Avrupa Konseyi'nin Eğitim ve Kültür Genel Müdürlüğü'ne sunuldu. Sivil toplum girişiminin (özellikle ilk etapta) ön plandaki varlığı, Avrupa Birliği’nin İstanbul’u Kasım 2006’da kültür başkenti olarak ilan etmesinde başrolü oynadı. İstanbul 2010 bugün (devleti, belediyesi ve sivil toplum örgütleriyle) ülke politikası oldu.




— Kasım 2006’dan bugüne çok zaman geçti. Birinci elden tanığı olduğunuz bu süreci anlatır mısınız?


Zihin jimnastiğinden çıkıp proje ve planları hayata geçirme dönemi için öncelikle yasal çerçeve oluşturulması lazımdı. Bu nedenle ilk olarak TBMM’ye gidildi. Önce Meclis’in yenilenmesi, ardından sancılı Cumhurbaşkanlığı seçimi derken bir yıllık bir gecikme ile karşı karşıya kaldık. Kasım 2007’de Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın büyük katkısıyla ilgili yasa meclisten geçti. Bunun içinde tepki toplayan Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) yakılmayıp, sadece yenilenmesi de vardı. Koordinasyon kurulu oluşturuldu ve 285 milyon YTL’lik bütçe çıkarıldı. Kurulun başında Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı var. Kurulun diğer üyeleri arasında dört bakan, İstanbul valisi, İstanbul büyükşehir belediye başkanı da yer alıyor. Sivil toplum adına ise Hüsamettin Kavi ve ben… Ardından komiteler oluşturuldu ve İstiklal Caddesi üzerindeki Atlas Pasajı’nda İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Yönetim Merkezi açıldı. Şimdi iyi durumdayız ve çok hızlı gidiyoruz.


— Bütçe nerelerde kullanılacak?


285 milyon YTL’lik bütçenin, 30 küsur milyonu kültür ve sanat için 250 milyonu da uzun vadeli yenileme çalışmaları ile yeni müzelere ayrıldı. Para elimize geçmedi ancak verileceğine eminim. 2008 için iyi bir rakam olduğunu düşünüyorum. Bu, yılsonuna dek günde bir milyon YTL demek… 2009 ve 2010’da bütçe kademeli artacak. Kolları sıvadık, İstanbul için Türkiye için çok büyük işlerle başlıyoruz.




— Bu büyük projeleri sizden duymak isteriz…


Bugüne dek saklanan Topkapı Sarayı’nın paha biçilmez Çin porselenleri günışığına çıkacak. Sarayın silahlar bölümü yenilenecek. Ayasofya’nın güzelliğini engelleyen iskele kaldırılacak. Yine Ayasofya’nın ayrıntıları, mozaikleri, hatları, turistler ve ziyaretçiler için barkovizyon ile gözler önüne serilecek. AKM’nin içi tamamen yenilenecek ve yapının arka tarafındaki otopark alanında 2500 kişilik bir konser salonu inşa edilecek. Belki de en önemlisi ise Marmaray kazılırında çıkan 9750 yıllık kent tarihinin sergilenmesi… İstanbul’un tarihi daha gerilere gitti ve değeri katlandı. Artık biliyoruz ki; İstanbul, dünyanın en eski yerleşim yerlerinden birisi… Amaç Marmaray projesini de geciktirmeyecek bir imkânı yaratabilmek. Hem metro çalışacak hem de arkeolojik kazılar devam edecek. Arkeoloji alanının üstünü kapatmayı düşünüyoruz. Arkeologlar camla kapalı bölümde, insanların gözü önünde çalışmalarını sürdürecek. Bu dünyada canlı izlenen ilk arkeolojik kazı olacak.



— Gençlerle ilgili projeleriniz var mı?


Kültür ve sanat etkinliklerinin içine, kentin kenarında köşesinde kalmış, esas uğraşması gerekenleri yani gençleri katacağız. Nisan (bu ay) ayında “Gepegenç” projemiz var. Her bölgeden gençler yer alacak ve Genç Bilgi ile ortak yapılacak. 20–30 Nisan 2008 tarihleri arasında da İstanbul Üniversite Tiyatroları Şenliği organize edilecek. İstanbul’daki 13 üniversiteden gençler, 18 toplulukla 46 oyun sergileyecekler. Gelecek yıl Türkiye’deki üniversiteler tiyatro şenliğine katılacak, 2010’da ise Avrupa’daki üniversitelerle çığ gibi büyüyeceğiz.





— Ya büyükler?


Yaz ayında çok sevilen “Üsküdar’a Giderken” şarkısından hareketle “İstanbul’a Giderken” adını verdiğimiz popüler klasik müzik etkinlikleri zincirini hayata geçireceğiz. Cem Mansur yönetiminde, Ataköy’den Tuzla’ya birer, ikişer haftalık aralarla İstanbullular konserler verilecek. Modern Folk Üçlüsü de, İstanbul Şarkıları konserleriyle 2010 sürecinin başladığını duyuracak. Sonra sırada Çağdaş Sergiler var. 2010’da İstanbul’u büyük ve görkemli projeler bekliyor.


— Kentin kanayan yarası durumundaki “Tarihi Yarımada” ile ilgili projeler var mı?


Ciddi bir yayalaştırma çalışması olacak. Eminönü Belediyesi ile çalışmalara başladık. Bölgenin motorlu taşımaya kapatılması düşünülüyor. Bölge için çabuk inilip, binilen elektrikli otobüs planlarımız arasında… 2010’da Haliç’te ring seferleri yapılabilsin diye İDO ile görüşmelerimiz sürüyor. Dolmabahçe’den Eyüp’e, bir kısmı saat yönünde, bir kısmı tam aksi istikamette yapılacak bu seferlerde, rehberler çeşitli dillerde ziyaretçilere ne gördüklerini anlatacaklar. Haliç’i “Kültür Vadisi” haline getirecek projeler, inanın çok önemli… Tersaneler terk ediliyor, İstanbul’un merkezinde, New York Manhattan’daki Central Park (yılda 25 milyon ziyaretçisi vardır) ve Londra’daki Kraliyet Parkları’nın en büyüğü Hyde Park benzeri bir alan yaratılması çok değerli bir fikir… İstanbul’un en tarihi bölgesinde büyük bir rahatlamayı da beraberinde getirir. Bunun yanı sıra özel müzeler de boş durmuyor. Sabancı Müzesi’nin harika planları var. Yine Has Müzesi, ünlü British Museum’dan değerli eserler getirtecek. Sonra Pera Müzesi ve diğerleri… Devlet müzelerinin de 2010 İstanbul Kültür Başkenti’ne büyük katkıları olacak. Dolmabahçe’deki 1937 yılında kurulan ve Türkiye’nin ilk güzel sanatlar müzesi olan İstanbul Resim Heykel Müzesi üzerine de kafa yoruyoruz. Müze çok kötü durumda… Acilen yenilenmesi veya başka bir yere taşınması gerekiyor.




— İstanbul 2010’da kaç turist bekleniyor?


1985 ve devamındaki yıllarda çok büyük kentler (Atina, Berlin, Paris, Madrid gibi), kültür başkenti seçilmişti ve bu şehirlerin ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmadıkları görülmüştü. Baktılar olmayacak, teşvik gayesi güdülmeye başlandı. Örneğin Lille, 150 bin nüfusu olan bir kent ve o yıl 7 milyon turist ağırladı. Bu nedenle kültür başkenti olmak, kıymeti her yıl artan, büyük bir prestij kaynağı… İstanbul’da bu yıl beklenen turist sayısı 6 milyon. 2010’da muhafazakâr bir tahmin ile 10 milyon, bir ihtimal 12 milyon turist gelecek gibi görünüyor.
NOT; Avrupa Kültür Başkenti fikri ilk kez 1985 yılında dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atıldı. Aynı yıl Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi projenin kapsamını belirledi ve uygulamaya koydu. 1985'ten 2000 yılına kadar Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin kentlerinden biri Avrupa Kültür Başkenti olarak seçildi. 2000 yılına gelindiğinde, yeni binyıl nedeniyle Avrupa Kültür Başkenti unvanı hem birden fazla kente, hem de AB Adayı olan ülkelerin kentlerine verilmeye başlandı.




KUTU…


Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Seçilen Kentler;


1985 Atina -Yunanistan
1986 Floransa -İtalya
1987 Amsterdam -Hollanda
1988 Berlin -Almanya
1989 Paris -Fransa
1990 Glasgow -İskoçya
1991 Dublin -İrlanda
1992 Madrid -İspanya
1993 Anvers -Belçika
1994 Lizbon -Portekiz
1995 Lüksemburg
1996 Kopenhag -Danimarka
1997 Selanik -Yunanistan
1998 Stockholm -İsveç
1999 Weimar -Almanya
2000 Avignon -Fransa, Bergen -Norveç, Bologna -İtalya, Brüksel -Belçika, Helsinki -Finlandiya, Krakov -Polonya, Reykjavik -İzlanda, Prag -Çek Cumhuriyeti, Santiago de Compostela -İspanya 2001 Porto -Portekiz, Rotterdam -Holanda
2002 Bruges -Belçika, Salamanca -İspanya
2003 Graz -Avusturya
2004 Genova -İtalya, Lille -Fransa
2005 Cork -İrlanda
2006 Patras -Yunanistan
2007 Lüksemburg, Sibiu -Romanya
2008 Liverpool -İngiltere, Stavanger -Norveç
2009 Linz -Avusturya, Vilnius -Litvanya
2010 Essen -Almanya, Peç -Macaristan, İstanbul -Türkiye
2011 Turku -Finlandiya, Tallinn -Estonya
2012 Guimarães -Portekiz, Slovenya
2013 Fransa, Slovakya
2014 İsveç, Latvia
2015 Belçika, Çek Cumhuriyeti
2016 İspanya, Polonya
2017 Danimarka, Kıbrıs
2018 Hollanda, Malta
2019 Italya

KUTU; İstanbul 2010 Ajansı Koordinasyon Kurulu


Koordinasyon Kurulu Başkanı Devlet Bakanı ve Başbakan Yrd: Hayati Yazıcı
Dışişleri Bakanı (Avrupa Birliği müzakerelerini yürüten Bakan) : Ali Babacan
İçişleri Bakanı: Beşir Atalay
Maliye Bakanı: Kemal Unakıtan
Kültür ve Turizm Bakanı: Ertuğrul Günay
İstanbul Valisi: Muammer Güler
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı: Kadir Topbaş
Danışma Kurulu Başkanı: Hüsamettin Kavi
İstanbul 2010 AKB Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı: Nuri M. Çolakoğlu


KUTU; 4 Elementin Kenti


İstanbul, yüz binlerce yıllık tarihinde, üç büyük imparatorluğun başkenti, üç semavi dinin, birçok medeniyetin buluşma noktası ve en önemlisi çağlar boyunca birlikte yaşam kültürünün hayat bulduğu bir kent. Biz de yaşamın sırlarını simgeleyen 4 elementi bu kentin özellikleriyle birleştirdik ve projeleri Toprak, Hava, Su ve Ateş elementleriyle temsil ettik. Dedik ki: İstanbul, '4 Elementin Kenti' başlıklı dosyasıyla, kendi gerçeğini görerek dünyayla bütünleşsin. Kendisini çağlar ötesine taşıyacak yeni kültürel projelere imza atarken İstanbul’un adı toprak, hava, su ve ateş kadar vazgeçilmez olsun...


NİSAN 2008 / İSTANBULUM