11 Şubat 2011 Cuma

“İnsandan, topraktan, hayattan uzak..."



Merhaba Alper Bey,


Bu ülkede düşüncelerini söyleyenlerin yazanların yolu nereye çıkar? Sorumuzun cevabı düşüncelerin ne olduğuna bağlı. Eğer AKP gibi düşünüyorsanız bir zararı yok. Düşüncelerinizi istediğiniz yerde istediğiniz kadar ifade etmekte özgürsünüz. Ama AKP gibi düşünmüyor ve eleştiriyorsanız işte orada tehlike başlıyor. Ne gibi bir tehlike; Yürüyüş Dergisi – Ozan Yayıncılık’ın başına gelenler sizin de başınıza gelebilir.

Yürüyüş Dergisi’ne ne oldu?

Geçtiğimiz Aralık ayının son günlerinde gecenin 03.00’ünde kapılar, duvarlar balyozlarla kırıldı, oksijen kaynaklarıyla kesildi. Büroda bulunan bilgisayarlara, teknik malzemelere, dergilere, kitaplara el konuldu. Çalışanlar ve misafirleri gözaltına alınıp tutuklandı. Ben de o gece büroda bulunan gözaltına alınıp tutuklanan Yürüyüş Dergisi misafirlerinden biriyim. O gece gözaltına alınan 12 kişiden 7’si tutuklandı, hem de hiçbir gerekçe gösterilmeden.

Şimdi Sorumu şöyle değiştiriyorum. Bizler neden gözaltına alındık ve tutuklandık? Yürüyüş Dergisi neden hukuksuz bir şekilde arama adı altında talan edildi?

Aslında bu sorumun cevabı yazdıklarımın en başında ve tek cevabı var. O da savunduğu düşünceler.

Yürüyüş neleri yazıyor-savunuyor?

-Kentsel dönüşüm denen şeyin halk için bir yıkım olduğunu, halkın evlerini yıktırmamasını, direnmesini.

-AKP’nin tekelleri nasıl beslediğini.

-Açlıktan ölen çocukları.

-Gençlerin nasıl yozlaştırıldığını.

-19 Aralık’ta cezaevlerinde siyasi tutuklu ve hükümlülerin nasıl diri diri yakıldıklarını.

Yazdı ve yazmaya da devam ediyor. Ve en önemlisi de halkı tüm bu sorunlar karşısında örgütlenmeye birlik olmaya çağırıyor Yürüyüş. Tüm bu gerçekleri yazdığı için basılıp talan edildi, çalışanları tutuklandı.

Yürüyüş’e yapılan bu saldırı düşünce ve basın özgürlüğüne saldırıdır aslında. Düşünce özgürlüğü mü diyorsunuz? O zaman AKP gibi düşüneceksiniz. Basın özgürlüğü mü? AKP’yi yazmakta özgürsünüz ama eleştiremezsiniz. Oysa bunları yazmadığınızda demokrat bile olamazsınız. Ancak düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunanlar, demokrat olabilirler. Bu ülkede maalesef ki devrimci-demokrat olmanın bedelleri var. Bizler, tutuklanarak ve tecrit edilerek bu bedelleri ödüyoruz.

Bir şarkının sözlerinde denildiği gibi; “İnsandan, topraktan, hayattan uzak…”Ödüyoruz bu bedeli. Evet, insan ve insanca olan şeylerden uzaktayız burada. En insani hakkımız olan sohbetten uzağız. Çünkü 45/1 sayılı genelge uygulanmıyor. (Bu genelge; Haftalık 10 kişinin 10 saat tretmana bağlı olmaksızın sohbet hakkı olduğuna dairdir. 7 yıl süren ölüm orucu sonucunda kazanılan bir haktır.)

Düşünce özgürlüğünüz hapishanede de yoktur! Düşüncelerinizi ifade eden sloganlar atamaz, marşlar türküler söyleyemezsiniz. Sevdiklerinizin, bu ülke için canını feda etmiş insanların fotoğraflarını asamazsınız duvarınıza. Tüm bunları yaparsanız, tecrit içinde tecrit edilirsiniz. Bunları yapmanız durumunda karşılaşacağınız yaptırımlar idarenin keyfine kalmıştır.

Baştan beri anlattıklarımı toparlarsam; Bu ülkede düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak suçtur. Bu büyük suçun (!) cezası olarak en tehlikeli terörist ilan edilir, tutuklanıp F tipi hücrelere konulursunuz. Ve suçunuzun (!) cezası F tipi ile de bitmez, eğer hala o düşünceleri savunursanız, F tipinde de cezalandırılır, haklarınızdan mahrum bırakılırsınız.

Biz Yürüyüş okurları, çalışanları, doğruların savunucusu olanlar; bedeli ne olursa olsun hiçbir hakkımızın gasp edilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü bu haklarımızı bize AKP bahşetmedi, her birini canımız pahasına mücadele edip bedeller ödeyerek kazandık.

Dileğimiz siz aydın, duyarlı, demokrat insanlarımızın da haklarımızı korumada ve savunmada bizlerle birlikte olmanızdır.

Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

NACİYE YAVUZ / Kadın Kapalı Hapishane J-3 Sincan Ankara.

(Ankara Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Mektup Okuma Komisyonu: GÖRÜLDÜ)

6 Ocak 2011 Perşembe

Yazar Nevin Berktaş Özgürlüğüne Kavuşturulmalıdır




12 Eylül yılları da dahil olmak üzere toplam 21 yılını cezaevinde geçirerek, kadın siyasi tutuklular içinde en uzun yıl içeride kalan Nevin Berktaş, 3 Kasım günü yeniden tutuklandı. Bu kez, 19 Aralık katliamı öncesi kaleme aldığı “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar: Hücreler” kitabı nedeniyle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kendisine verilen 10 ay hapis cezası için yeniden cezaevine kondu.

1985-1987 yılları arasında Adana’daki hücreler konusundaki deneyimlerini paylaşmak amacıyla kaleme aldığı “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar: Hücreler” adlı kitap Türkiye’de F Tipi cezaevlerinin tartışıldığı, ölüm oruçlarının devam ettiği süreçte yayımlandı. Kitap hakkında verilen toplatma kararının ardından açılan davalar ise tam 9 yıl sürdü.
Ceza vermeye endeksli bu yargılamalar sonucu kitabın yazarı ve yayıncısı “adil olmayan” yargının hedefine oturtulmuştur. Geçtiğimiz yıl kitabın yazarı olarak Nevin Berktaş'a 10 ay hapis, 461 lira para cezası; ayrıca kitabı basan “Yediveren Yayınları” sahibi Elif Çamyar'a verilen hapis cezası paraya çevrilmişti. Bu karar, Yargıtay tarafından da onaylandı.

“Hücreler” kitabı, piyasaya çıktıktan 7 gün sonra toplatıldı. Yazarı, yayınevi sahibi ve kitaba yazılarıyla katkıda bulunanlar hakkında peş peşe davalar açıldı. DGM Savcıları, kitapta üç farklı örgüte yardım-yataklık yapıldığını iddia ediyor, “Kürt halkının özgürlük mücadelesi” gibi cümleleri de “bölücülük” olarak gösteriyordu. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davaların önemli bir kısmı, beraat ya da para cezaları ile sonuçlandı. Istanbul 6 Nolu DGM’de TCK'nın 169. maddesinden açılan dava ise, (yasadışı örgüte yardım-yataklık etmek) 07.11.2001 tarihinde sonuçlandı ve yazarı Nevin Berktaş’a 3 yıl 16 ay 15 gün hapis ceza verildi. Fakat 169. maddede yapılan yasa değişikliği nedeniyle yapılan itiraz üzerine, 29.6.2007 tarihinde dava 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir kez daha görülmeye başlandı. Ve bu dava, geçtiğimiz yıl sonuçlandı: Terörle Mücadele Kanunu 7/2 maddesine muhalefetten 10 ay hapis, para cezası, kamusal haklardan men…

Nevin Berktaş, muhalif kimliği nedeniyle daha önce yargılandığı davalardan kaynaklı olarak ömrünün 21 yılını cezaevinde geçirdi. 14. Ağır Ceza Mahkemesi dahil, yargılandığı mahkemelerin fazladan cezaevinde yattığını kabul etmelerine rağmen kitaptan dolayı verilen cezanın fazla yatırılan süreye mahsup edilemeyeceği görüşünde. Avukatın talebi de mahsup değil zaten. Çünkü Nevin Berktaş 10 aylık cezayı fiilen yatmıştır. Ağustos 2002 tarihinde Gebze Ağır Ceza Mahkemesi Hücreler kitabından verilen 3 yıl 16 ay 15 günlük ağır hapis cezası üzerine tekrar cezaların içtimasını yapmıştır. Yani ceza çektirilmeye başlanmıştır. Yani Nevin Berktaş, hukuka aykırı bir biçimde cezaevinde tutulmakta, fazladan ceza infazına maruz kalmaktadır.
Ülkemizde başta; Toplumla Mücadele Yasası olarakta bilinen Terörle Mücadele Yasası (TMY) olmak üzere çeşitli yasal düzenlemelerle düşünce ve ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne yönelik saldırılar her geçen gün artıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında açılan davaların sayısı 1200’ü geçmiş durumdadır. Nevin Berktaş dahil halen cezaevlerinde 10’u yazı işleri müdürü 40’ın üzerinde gazeteci ve yazar tutuklu bulunmaktadır.

Nevin Berktaş’ın yazdığı kitaptan dolayı hem haksız olarak cezalandırılması hem de fazladan cezaevinde tutulması kabul edilemez.

Bizler, Nevin Berktaş’ın maruz kaldığı bu hukuk dışılığa kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla bir araya geldik. Nevin Berktaş özgürlüğüne kavuşuncaya kadar da çabalarımızı sürdüreceğiz. Çünkü bir kişinin dahi düşünce ve ifade özgürlüğünden kaynaklı olarak tutuklanmasını, yargılanmasını ve ceza almasını, istemiyoruz.
Çok geç olmadan Nevin Berktaş özgürlüğüne kavuşturulmalı ve aramıza katılmalıdır.

PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu
Nevin Berktaş’ın arkadaşları, dostları

30 Aralık 2010 Perşembe

AH CANLAR, ULUCANLAR...



ALPER TURGUT

Türkiye, sonbaharı iliklerine dek yaşıyordu. Hızla sararan yapraklar, solacak canları hatırlatıyordu. Hüzün sinmişti hayata. Ve gerçek, hiç bu kadar gaddar, hiç bu kadar medetsiz olmamıştı. Besbelli kış erken gelip, gözyaşlarını dahi donduracaktı. Alemdağ, Buca, Ümraniye, Diyarbakır... Tutuklu ve hükümlü aileleri yıllardır perişandı, sürekli “Ölüm kuşu hangi cezaevine konacak” diye haykırıyorlardı. Sadece 1997 ve 1998’de 66 cenaze çıkmıştı cezaevlerinden...

Sıra, ülkenin başkentindeki Ulucanlar Cezaevi’ndeydi. Ve liste uzayıp gideceğe benziyordu. Resmi adı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi olan Ulucanlar Hapishanesi’ndeki, 40 kişi kapasiteli koğuşta, tam 100 kişi kalıyordu ve bir yatakta üç kişi uyuyamaya çalışıyordu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, duruma itiraz ederek, koğuş mevcudunun azaltılması için hapishane idaresine başvuruda bulundular, insani koşullarda yaşama isteklerini ilettiler. Ancak her hangi bir sonuç alamadılar. Cezaevinden kötü kokular yükselmeye başlamıştı. Herkes tedirgindi.

2 Eylül 1999 günü başlayan ve giderek artan gerginlik, 26 Eylül 1999 gecesi kâbusa dönüştü. Baskından yarım saat önceydi, evlatlarının hayatından endişe eden ve bunun için bir haftadır hapishanenin karşısındaki parkta sabahlayan aileler gözaltına alındı. Onlar çığlık çığlığa yavrularının adlarını haykırırken, özel timler, ilk defa MP5, G–3, Beratta, Kaleşnikof gibi silahların da kullanıldığı bir operasyonla, 10 ana kuzusunu öldürüyordu. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in, ABD’de “resmi temaslarda” bulunmak üzere yola çıktığı gündü. 18 yaşındaki Aziz Dönmez, 40 yaşındaki Feyzullah Koca, sonra Habib Gül (Nevzat Çiftçi), Zafer Kırbıyık, Erkan Özkan, Mahir Emsalsiz, Ahmet Savran, Halil Türker, Ahmet (Abuzer) Çat, Ümit Altıntaş ve Önder Gençaslan yaşamlarından oldu, 30 tutuklu ve hükümlü de ağır yaralandı.

Ulucanlar’daki baskından bir saat önce Aydın Hapishanesi’nde de, siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldıkları koğuşlara operasyon düzenlendi. Elektrik ve suların kesilmesinin ardından koğuş duvarları yıkıldı, içeriye gaz bombası atılıp, tazyikli su sıkıldı. Tam üç saat süren baskın sonucunda, koğuşlara giren güvenlik güçleri, cop, demir çubuk ve dipçiklerle mahkûmları hastanelik etti.

Aydın Cezaevi fırtınayı atlatmıştı ancak Ulucanlar’da tam anlamıyla kıyamet kopmuştu. Baskın bitmiş, canlar yitmişti. Operasyonun nedenlerini kamuoyuyla paylaşmak isteyen yetkililer, her zamanki gibi, çelişkili açıklamalara başvurdular. Önce koğuş yetersizliği nedeniyle 33’ü kadın 76 mahkûmun başka cezaevlerine nakledilmesi için operasyon yapıldığı belirtildi. Sonra Adalet Bakanlığı, “tünel kazıldığı” ihbarı üzerine baskın düzenleyen askerlere karşı, mahkûmların silah kullandıklarını öne sürdü. Peki, bitti mi? Kesinlikle hayır! “ölümlerin mahkûmlar arasındaki iç hesaplaşmadan kaynaklanmış olabileceği” ve “cezaevinde örgüt üyelerinin, sorgu odalarının bulunduğu” da iddialar arasındaydı.

Baskının ertesi günü, ülkenin en büyük gazetelerinden biri, altında “kanlı isyanı başlatmadan beş dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler” yazan bir fotoğraf yayımladı. Sonra bu fotoğrafın beş yıl önce çekildiğini belirtip, özür dilediler. Baskın yapılmasına neden olduğu savlanan “tünel” ise, operasyondan 10 gün sonra gözetleme kulesine 20 metre mesafede, koğuş avlusunun tam ortasında bulundu! Cezaevini gezen gazetecilerin, tünelin kazıldığı yerin, gözcüler tarafından rahatlıkla görülebileceğini söylemesi üzerine yetkililer, insanı hayrete düşüren bir yanıt verdiler:

“Mahkûmlar, tünel kazılırken dikkat çekmemek ve gözcülere yakalanmamak için, avlunun üzerini brandayla kapatmışlar. Kazı esnasında çıkan sesi engellemek için de, avluda daktilo ile çalışarak gürültü çıkarmışlar.”

Avlunun ortasındaki tünelin, 10 gün sonra bulunması “hikâyesi”ne çocukların bile inanmayacağını iddia eden tutuklu ve hükümlüler, tünelin, hapishane idaresi tarafından kazdırıldığını öne sürdüler. Hazırlanan resmi raporlar ve otopsi tutanakları ise, ülkeyi yönetenlerin açıklamalarını suya düşürüyor, yaşanan dramı tüm ayrıntılarıyla belgeliyordu. Bilirkişi raporunda, “Öldürme amacıyla ateş edildiği”, “Cesetlerde kimyasal madde yanıkları bulunduğu” ve “İşkence yapıldığı" yazıyordu. Aziz Dönmez, Zafer Kırbıyık ve İsmet Kavaklıoğlu, av tüfeğiyle, diğerleri ise değişik tipte silahlarla yakın mesafeden açılan ateşle öldürülmüştü. Çoğu kalbinden kurşunlanmış, Ahmet Savran ve Halil Türker, kafalarından vurulmuştu. Habib Gül (Nevzat Çiftçi), kan kaybından hayatını kaybederken, mahkûmların hepsinde darp izi bulunuyordu. Öldürülen mahkûmların elbiseleri de sırra kadem basmıştı! TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı alt komisyonun 28 Haziran 2000 tarihli raporunda şu görüşlere yer verilmişti:

“Elbiselerin kaybolması, atış mesafesi başta olmak üzere, ateşli silah yaralarının tam olarak yorumlanmasını engellemektedir. Olay, planlı yapılmıştır. Müdahale için günlerce hazırlanılmış, yeterli sayıda personel getirilmiş, hatta Özel Harekât Birliği’nden de takviye alınmıştır. Cezaevindeki tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği devlete, dolayısıyla da güvenlik güçlerine emanet edilmiştir. Yani bu operasyonda ölen insanların can güvenliğinden devlet sorumludur.”

Söz sırası artık kanlı baskından yaralı kurtulan, üstlük bir de haklarında dava açılanlardaydı:

“Güvenlik güçleri, ‘arama yapma’ bahanesiyle, hiçbir uyarıda bulunmadan sabaha karşı 04.00’de baskın düzenledi. Hemen hemen hepimiz uyuyorduk. Arkadaşlarımız çatılarda, askerleri gördüklerini söyleyince uyandık. Aynı anda 6. ve 7. koğuşların çatılarından, hiçbir uyarı yapılmadan tarama atışı başladı. Gözetleme kulelerinden ‘Sizin kanınızı içmeye geldik’ anonsu yapıldı. Hedef, 4. ve 5. koğuşlardı. İlk atışlar sırasında, Halil Türker ve Abuzer Çat adlı arkadaşlarımız yaşamlarını yitirdi, Ümit Altıntaş ve Zafer Kırbıyık ise yaralandı. Yaralı arkadaşlarımızı taşıyarak, 4. koğuşun havalandırmasına ve koğuş içine çekilmeye çalıştık. Ancak güvenlik güçleri, yaylım ateşini sürdürüyorlardı. Bu sırada Nevzat Çiftçi ve Önder Gençaslan da yaralandı.

Çatılar dışında, müşahede dediğimiz 14. koğuşun camlarından da, makineli tüfeklerle rasgele ateş ediliyordu. 3 No’lu gözetleme kulesindeki sivil giyimli kişiler ise, av tüfeği ile hedef gözeterek atış yapıyordu. Gaz bombaları ve silahların kullanıldığı baskın sabaha dek sürdü. Sonra içeriye, itfaiye hortumlarıyla önce su ardından da köpük sıkmaya başladılar. Saat 10.00 civarında sıkılan köpük, adam boyuna ulaştı. Boğulma tehlikesi geçirdik. Güvenlik güçleri, daha sonra havalandırma ve koğuş duvarlarını patlayıcılarla patlatarak, açılan deliklerden üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler. Yoğun bir şekilde, kükürt gazı sıkıyorlar, göz yaşartıcı bomba atıyorlardı. Köpüğe ve ateş yağmuruna karşın yaralanmayı göze alarak koğuşa çekildik.

Saat 11.00 sıralarında içerde kalmamamız daha fazla mümkün olmadığı için dışarı çıkmaya karar verdik. Kol kola girerek, dışarı çıktık. Üzerimize ateş etmeyi sürdürdüler ve birçok arkadaşımız yaralandı. Koğuştan yaralı oldukları için çıkamayan yaralı arkadaşlarımız, gaz maskeleriyle içeriye giren görevlilerden tarafından tarandı. Aziz Dönmez bu esnada öldürüldü. Havalandırmaya çıkınca, kar ve gaz maskeleri takmış, robokop giysili yüzlerce görevli tarafından, demir ve plastik coplarla, itfaiyenin kullandığı kancalı demirlerle ve silah dipçikleriyle dövüldük. 4. koğuşun havalandırmasından, 500 metre mesafedeki hamama dek, sürüklenerek götürüldük.

Ölüler ve yaralıların tamamını üst üste yığdılar. Hamam, işkencehaneye dönüştürülmüştü. İşkence tam altı saat sürdü. Cenk Aslan gözünü kaybetmişti aldığı darbeler sonucunda. Sürekli slogan atanlardan Özgür Saltık’ın ağzı askerler tarafından yırtıldı. Ellerindeki listeden, koğuş ve siyasi temsilcilerin adlarını okuyup, ‘Habib Gül, İsmet Kavaklıoğlu, Cemal Çakmak... Bunları öldüreceğiz’ diyorlardı, telsizlerden ‘30–40 kişiyi gözden çıkarın’ anonslarını duyuyorduk. ‘Burada Deniz Gezmiş’leri bile astık, sizi de öldürelim mi?’ şeklinde konuşuyorlardı. Saatler süren ağır işkencenin ardından özellikle ellerindeki listede ismi geçen arkadaşlarımızı, yakın mesafeden kafalarına sıktıkları kurşunlarla öldürdüler..."

Baskınının ardından tedavileri tam anlamıyla yapılamadan hücrelere konulan, 11’i kadın 28 tutuklu ve hükümlü, açlık grevine başladı. Eylem, mahkûmların, “Başka cezaevlerine sevkedilemeyecek durumda olanların tedavi edilmesi ve sevk için sağlık raporu verilmesi” istemine, Adalet Bakanlığı’nın “evet” demesi üzerine, operasyondan 19 gün sonra bitirildi. Lakin Yozgat, Amasya, Konya Ermenek, Burdur, Tokat Zile, Niğde, Nevşehir ve Gaziantep cezaevlerine gönderilen tutuklu ve hükümlüler, aylarca tedavi göremediler. Örneğin, Bartın Hapishanesi’ne gönderilen Özgür Saltuk, çenesi kırık olduğu ve tel takıldığı için sıvı ile beslenebiliyordu. Aynı hapishanede bulunan Kemal Yarar ve Nihat Konak vücutlarının çeşitli yerlerinden yaralı oldukları halde hastaneye kaldırılmadılar.

Yukarıda söylemiştik. Ankara Cumhuriyet Savcılığı olayların ardından sağ kurtulan 85 tutuklu ve hükümlü hakkında, “adam öldürmek, faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek, adam öldürmeye teşebbüs etmek, adam yaralamak, cezaevi yönetimine karşı ayaklanmak, silah bulundurmak ve cezaevi binasına zarar vermek” iddiasıyla dava açtı. Savcılık, operasyona katılan 145 jandarma hakkında ise “yasadan kaynaklanan yetkilerini kullandıkları” gerekçesiyle görevsizlik kararı verdi.

İddianamede, baskını gerçekleştiren ekibi yöneten 15 subay ve astsubay, “mağdurlar” arasında sayılırken, sadece bir tutuklu “mağdur-sanık” olarak yer aldı. İddianamede, karman çormandı. Somut hatalar sanık avukatları aracılığıyla saptanabildi. Yargılanan mahkûmlardan Rahmi Eren’in, olaydan dört gün sonra, baskında yaralanan Behzat Örs’ün eşi Saime Örs’ün de bir gün sonra tutuklandığı ortaya çıktı. Erkek mahkûmlar Duygu Mutlu ve Deniz Akkaş ise kadın tutuklu ve hükümlüler arasında gösterildi. Ölümlerin beşinden sorumlu oldukları öne sürülen mahkûmlardan Cemal Çakmak hakkında önce idam, sonra ağır müebbet, diğer mahkûmlar hakkında da 12 yıl ile 47 yıl arasında hapis cezası istendi.

Kadın mahkûmlara 108 yıl, erkek mahkûmlara 162 yıl ve toplamda 12 bin yıl hapis cezası istenen dava, 22 Şubat 2000 günü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Mahkeme Heyeti, dava dosyasını, görevsizlik kaarı vererek Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) gönderdi. İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül tepkisini şu sözlerle dile getiriyordu:

“Çok istisnai bir dava… Anlaşılmaz bir dava ve tam bir skandal. Davanın Ankara DGM’ye gönderilmesi ise hukuki değil siyasi bir karardır.”

Ankara DGM’nin de görevsizlik kararı vermesi üzerine, dosya bu kez Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay incelemesi sonucunda, davanın tekrar, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesine karar verildi. Olaydan aylar sonra başlayan davanın, hemen hemen hepsi olaylı geçen duruşmaları sırasında söz alan, sanık avukatlarından Zeki Rüzgar, 1147 sayfalık dosyada, tek bir silah dahi yakalandığına ilişkin belge bulunmadığını söyledi. Tutuklu sanıklardan Devrim Turan, askerlerin sürekli olay gecesinde kadın mahkûmların suratlarına biber gazı sıktığını, gardiyanların da kendilerine saldırdıktan sonra alkışlarla, ıslıklarla bunu kutladıklarını iddia etti. Bir yıldır halen tedavilerinin yapılmadığını vurgulayan sanık Turan, “Yaralarımızın birisi kapanıyor, diğeri açılıyor. Katillerin yerine bizler yargılanıyoruz” diye tepki gösterirken, bir diğer sanık Aynur Sis ise şöyle konuşuyordu:

“Daha önceden planladıkları katliamı, hayata geçirdiler. Suçsusuz, devlete karşı ayaklanmadık, cezaevine zarar vermedik, kimseyi öldürmedik.”

Yine bir başka duruşmada sanık Sevinç Şahingöz, tesadüfen yaşadıklarını belirtirken, “Ölmediğimiz için mi suçluyuz. Hizbullah vahşeti karşısında dudaklarını ısıranlar, Türkiye’nin başkentinde bu katliama nasıl izin verdi” diyordu. Sanık Cemaat Ocak, o gece bazı adli tutuklulara da gardiyan elbisesi giydirildiğini öne sürerek, askerlerle komutanları arasında geçtiğini iddia ettiği, konuşmayı aktarıyordu:

Asker: Komutanım kol bacak kırmak serbest mi?

Komutan: Öldürmeyin de ne yaparsanız yapın.

Asker: Sağ olun. Komutanım.

Cemaat Ocak’ın, “bana işkence yapan kadın gardiyan şu an salonda bulunuyor” demesi üzerine, jandarmalar,
Dilek isimli infaz koruma memurunu, mahkeme salonundan kaçırdılar.

Sanık Yıldırım Doğan da, mahkûmların, o gece saat 06.00’da cezaevi hamamına götürüldüğünü, burada delici aletlerle vücutlarının kesildiğini, açık yaralarına ne olduğunu bilmedikleri kimyasal madde sürüldüğünü anlattı. Doğan, “Bu dava, tarihin ve insanlığın önünde şimdiden mahkûm olmuştur” diye konuşuyordu. Operasyon sırasında isimlerinin megafonla teker teker anons edildiğini iddia eden Yıldırım Doğan, görevlilerin “Buradan canlı çıkamayacaksınız” sözlerinin ardından ise dört kişinin yaralı vaziyette hamamdaki özel bir bölüme alındıklarını ve ateşli silahla öldürüldüklerini öne sürdü.

Sanıklardan Hatice Yürekli, savunmasına, ölüm orucunun 41. gününde olduğunu belirterek başladı. Mahkeme heyetinden su isteyen Yürekli, altı sayfalık dilekçesini ise yorgun olduğu için oturarak okudu. 29 Aralık 1998 günü Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındığını ifade eden Yürekli, bir ay önce de hapis cezasına çarptırıldığını söyledi. Cezaevindeki olaylar sırasında yaralanan Yürekli, “26 Eylül 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşananlar, tarihe bir katliam olarak geçececektir” dedi.

Ateş saçan yürekli yoldaş

“bu bir örgü:
alev bir saç örgüsü
kıvranıyor
kanlı; kızıl bir meşale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!”

“Ezgi” ve “Hazal” kod adlı Hatice Yürekli’nin 33 yıllık kısa ömrü, açlık greviyle tamamlandı. Tokat Almus doğumlu olan Yürekli, eyleminin son iki ayında, doğru dürüst su ve şeker bile alamıyordu. Direnişinin 180. gününde, Ankara Numune Hastanesi’nde, bilinci açık bir şekilde bu dünyadan ayrıldı. İzmir'de toprağa verdiler onu...

Fatma Hülya Tümgan, savunma yapmak istediğini ve
savunmasıyla bağlantılı olarak da, F tipi cezaevleri ve ölüm orucu eylemi ilgili hazırladığı dilekçesini okumak istedi. Mahkeme heyeti, sanık avukatlarının tüm itirazlarına rağmen bu talebi kabul etmedi. Fatma Hülya Tümgan, öldüğünde 35 yaşındaydı. Yani ortasındaydı ömrünün. Gözaltına alınmadan önce, Mücadele Dergisi’nin Samsun temsilcisiydi. Hükümlüydü Tümgan, DHKP-C davasından 12,5 yıl hapis cezası almıştı. Tamı tamına sekiz yıldır, Ulucanlar Cezaevi’ndeydi.

Kanlı operasyon sırasında yaralanmıştı. “Öldürülen, hastaneye kaldırılan ve sürgüne gönderilen arkadaşlarımızdan sonra Ulucanlar’da kala kala 10 kadın tutuklu kalmıştık. Hepimiz yaralıydık ve görüş yerinde bekletiliyorduk. Ellerimiz kelepçeli, üstümüz başımız yırtık, ıslak ve kan içinde, yüzümüz tanınmaz haldeydi. Tedavilerimiz engellendiği gibi hiçbir insani ihtiyacımız da karşılanmıyordu. Kırık parmaklarımın yanlış kaynadığı için sağ elimi tam olarak kullanamıyordum. Kelepçeli halimizle yaralarımızı tedavi etmeye çalışıyorduk. Yırtılmış olan iç çamaşırlarımızdan kırıklara askı vb. şeyler yaptık. Su ve kan öbekleri arasında, çıplak betonda saatlerce bekletildik. İdarenin emri ile yaralı olmamıza karşın tekme, dipçik, cop ve yumruklarla hücrelere götürüldük. Görevliler, özellikle karnımıza ve bacak aralarımıza vuruyorlar, sözlü tacizde bulunuyorlardı.”

Ölüm orucu eylemine 1. ekipte başladı Fatma Hülya Tümgan ve 187 gün boyunca sürdürdü direnişini. Durumu ağırlaşınca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı.
Adalet Bakanlığı’nın “Refakatçi Genelgesi”nin ardından Tümgan’ın hakkında “işkence yaptığı” gerekçesiyle dava açtığı, kadın gardiyanı Onun refakatçisi(!) olarak görevlendirdiler. Ailesi, kızlarının, hastanenin tek kişilik odasında tutulduğunu ve yattığı yatağın altında, iğneler, cam kırıkları konulduğunu iddia edince, kadın gardiyan görevden alındı. Kendisine zorla takılan serumu çıkarınca, üzeri ve yatağı ıslanan Tümgan, zatürreeye yakalandı. Ölmeden 4 gün önce bilinci tamamen kapanan Fatma Hülya Tümgan, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde defnedildi.

Bir diğer sanık Cafer Tayyar Bektaş da, ölüm orucu eylemindeydi. 6 Mayıs 2001’de, direnişinin 200. günü hayata veda etti. 25 yaşındaydı. Tunceli’nin Pülümür ilçesinde dünyaya gelmişti. Yakalandığında, üniversite öğrencisiydi. “Hasan” kod adlı Cafer Tayyar, Ulucanlar’da ağır yaralandı. Ulucanlar’dan Amasya Cezaevi’ne nakledilirken slogan attığı için hayaları sıkılarak bir yumurtalığı patlatıldı. Hayata Dönüş operasyonundan sonra Sincan F Tipi Cezaevi’ne sevkedildi. Sağlığı bozulunca, Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Bilincini yitirdi, 10 gün makineye bağlı kaldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Heyeti, Ankara’da ölüm orucuyla ilgili görüşmeler yaparken Hüseyin Kayacı ile birlikte yaşamları sonlanıyordu. Cafer Tayyar Bektaş, Ankara Karşıya Mezarlığı’nda düzenlenen cenaze törenin ardından Ulucanlar’da baskınında öldürülen arkadaşları Mahir Emsalsiz ve Önder Gençarslan’ın yanına toprağa verildi.

Tunceli’de 2005 yılının yaz aylarında gerçekleştirilen Maoist Komünist Parti (MKP) baskınında, yaşamını yitiren 17 kişiden biri olan Cemal Çakmak, İstanbul Gazi Mahallesi’nde iki bin kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından Sarıgazi’de gömüldü. Ulucanlar Cezaevi’ndeki olayların ardından hakkında idam istenen tek kişi olan Cemal Çakmak aslında yıllar önce hapishanede ölümden dönmüştü:

“Hamamın yakınındaki özel bölmede, 30 kişilik bir tim tarafından haya burma, çivili sopayla vurma, kancalı demirlerle sırt bölgesini parçalama gibi çeşitli işkencelere tabii tutuldum. Sürekli ‘Cezaevinde cep telefonu var mı, tünel var mı?’ şeklinde sorular sordular. Ellerinde karışımını bilmediğim bir sıvı vardı ve neşteri bu sıvıya batırarak vücudumu çizdiler. Uyuştum. Görevlilerden biri en sonunda, ‘Buraya kadar’ dedikten sonra her iki bacağıma ve kafama birer kurşun sıktı. Kurşun kafamı sıyırmış, kendimden geçmişim. Arkadaşlarımın anlatımına göre, beni öldü sanarak ‘Bu... Yozgat’a gömülsün’ demişler ve beni, yani cenazeyi Yozgat Cezaevi’ne sevk edilenler ile birlikte göndermişler. Gerçek Yozgat’ta ortaya çıkmış, ölü olmadığımı oradaki gardiyanlar fark etmişler. Yarım yamalak bir tedavinin ardından, vücudumdaki metal parçalarının hepsi çıkarılmadan Burdur Cezaevi’ne sevkedildim.”

Burdur Cezaevi’nde de aylarca tedavi edilmeyen Cemal Çakmak, felç tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Ailesi, Cemal Çakmak’ın sağlığı için çırpınıyordu. Kardeşi Güler Çakmak, 1992’de gözaltında gördüğü ağır işkence sonucunda ağabeyinin sağ gözünü kaybettiğini belirterek, “Başına aldığı darbeler, damar tıkanıklığına yol açtı. Beynine yeterli oksijen gitmiyor” diyordu. Oğlu için eylem yaparken kelepçelenen anne Zekiye Çakmak, sık sık Cemal Çakmak’ın resmini öperek, onun ölüme terk edilmemesi için yetkililerden yardım istiyordu.

Sanki devletin sopası, Cemal Çakmak’ı takip ediyordu. Burdur Cezaevi’nde gerçekleştirilen müdahale sonrası, bacağı kırıldı ve vücudunda ağır darp izleri oluştu. Burdur’dan Bursa Cezaevi’ne sevkedilen Cemal Çakmak için ailesi, tedavi görebilsin diye imza kampanyası başlattı. Kanlı Hayata Dönüş’ü de yaşadı Çakmak, F tipi hücre sürecini de. Tavır Dergisi’nde Cevahir Özden, 1996 yazında kendisi gibi ölüm orucu eylemcisi olan, “ölüm şerbeti dolu bardaklarla birlikte yan yana uzandıkları” Cemal Çakmak’ı anlatıyor:

“Açlığı göğsümüze yasladığımız Cemal ağabey... Hastane odasına ilk gittiğimiz anı hatırladım birden. Serum takıldıktan kısa bir süre sonra, Hayati Can’ın haberini (Hayati Can, 96 ölüm orucu eylemindeki 12. ölümdü, anlaşma sağlandıktan sonra hayatını kaybetti) almıştık. Senin, o an seruma bakışını hiç unutmam. İnsan hiç kendinden nefret eder mi? Sen o anda etmiştin. Yoldaşını yitirirken kendin yaşamaya devam ediyordun, bunun için kendinden nefret ediyordun. İçinde biriken hüznü, dışarı yansıtmıştın ve sevginin kutsallığına inanan bir insanın yüreğine tanık olmanın huzuruyla, ellerimi uzatıp ellerini sıkmıştım. Bir damla yaş akmıştı tek gözünden. O anda lanet yağdırmıştım içimden, iki gözünle yaş dökemiyordun yoldaşına...”

Ulucanlar’da yaşamını yitiren Nevzat Çiftçi, Habip Gül olarak biliniyordu. Gözaltına alındığında sahte kimliğinde diretmiş ve Habip Gül ismiyle anılır olmuştu. Üç kez tutuklanmış, cezaevinden firar etmiş, ölüm orucu eylemine katılmıştı. Çiftçi, hapishanedeyken gıyabında TKİP Merkez Komite üyeliğine getirilmişti.

Ali Rıza Dermanlı, Ulucanlar, Burdur ve Gebze cezaevlerinde yaralandı. Eşi Birsen Erdoğan Dermanlı da öyle... Son ölüm orucu direnişine katılmıştı Ali Rıza Dermanlı, Birsen Dermanlı ise kalp ve astım hastasıydı. Yine mahkûmlardan Erdal Gökoğlu ve Mustafa Selçuk önce Ulucanlar sonra Burdur hapishanelerinde yaralandılar.

Mahkeme heyetinin değiştiği, sanıkların birçok kez dövüldüğü, avukatlarının ise tartaklandığı duruşmalar sırasında, dışarıda bekleyen tutuklu ve hükümlü yakınları ise sürekli gözaltına alındı. Yavrularının mağdur olmasına karşın sanık koltuğuna oturtulduğunu dile getiren aileler, Ankara Valiliği’nin baskında görevli jandarmaların yargılanmalarına gerek olmadığı yönündeki kararına ise itiraz etti. Ankara Bölge İdare Mahkemesi itirazı onaylayarak, Valilik tarafından verilen “Men-i Muhakeme kararı”nı kaldırdı. Olaylar sırasında görevli polislere ise soruşturma dahi açılmadı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 85 tutuklu ve hükümlü, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 161 güvenlik görevlisi hakkında açılan davalar, o gündür, bugündür hala sürüyor. Davada yargılanan Ercan Akpınar, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin yıkılmak istenmesiyle ilgili duygularını aktarıyor:

“Ulucanlar'ın hamamında dökülen kanlarımızı duyduk ki temizleyememiş ve çareyi zemindeki fayansları toptan değiştirmekte bulmuşlar. Belki bu şekilde kan izlerimiz ‘temizlenmiştir’. Peki, bizlerin bilincinde derin bir nefret ve haklı gururla kodlanmış izleri nasıl sileceksiniz? Silemezsiniz! Bizler orada yaşananları asla unutmayacak, asla bağışlamayacağız!
Kanlarımızla beton zemini ıslattığımız, kahkalarımızla köhne duvarlarını çınlattığımız bir zindan yıkılıyor. ‘Zindanlar Yıkılsın!’ elbette. Ama onu, işçi ve emekçilerin devrimci öfke ve nefreti yıkmalı…”

24 Kasım 2010 Çarşamba

İki elim kızıl kandadır kanda…




ALPER TURGUT

19 Aralık 2000’di tarih… Tam 83 saat sürdü operasyon. Dile kolay... Ciğerlerin söküldüğü andı… Sarmıştı her yanı yangın yalazı... Komando birlikleri, polisler, infaz koruma memurları… İş makineleri, greyderler, dozerler, ambulanslar, itfaiye araçları… Sıvı yağ ve kolonya ile kendilerini yakanlar… Ateşe verilen yataklar… Barikatlar, ranza demirinden çubuklar, dolap kapağından kalkanlar… Delinen tavanlar, yıkılan duvarlar... Ağır silahlar, hafif silahlar, çeşit çeşit silahlar… Havada uçuşan helikopterler, askeri marşlar ve psikolojik savaş teknikleri… Köpük ve su... Ateş ve kurşun... Göz yaşartıcı bomba, sinir gazı, kimyasal sıvılar… Kirli yeşil, sarı, gri, rengârenk gazlar… Yanma, yaralanma, boğulma, zehirlenme, ölme… Müdahale, müdahale, müdahale…

Evet, kör edici bir yangının ortasındaydılar. Ve ateş harlandı, derilerine yapıştı. Korlaştı bedenleri, köze çevrildi yürekleri. Oysa aylardan Aralık, iliklere dek işleyen bir ayaz, buz gibi soğuk, dışarısı kış, karakış… Zemheri yangına dönüşmüş. Nasıl bir cehennemdi bu? Karbon monoksit havada asılı duruyordu. Nefes almak bile mümkün değildi. Soludukları tek şey dumandı. Bağırtı, cayırtı, gürültü, patırtı, korkunç bir hengâme...

Bir yandan da ölüm orucundaki tutuklu ve hükümlüleri koruyorlardı. Kucaklarında, sırtlarında, omuzlarında taşıyorlardı onları… Yangından, gaz ve kurşun yağmurundan uzak tutmak için…

Yerlerde kan birikintileri vardı ve pompalı tüfekler susmuyordu. Saçmalar bedenleri delik deşik etmişti. Ve onlarca insan yaralanmıştı, şarapnel denizinde…

Konferans salonu, koğuşlar, koridorlar, malta… Yangın sarmıştı dört bir yanı… Ardından son bir hamle ile yüklendiler demir kapıya, açamadılar. Labirentin içinde dönüp durdular, küçüldükçe küçüldü alan ve sonunda sıkışıp kaldılar. Çöktüler oldukları yere, birbirlerine kenetlendiler. Sinir gazı soluk almalarını engelliyordu, bedenler istemsiz bir şekilde kasılıyordu.

Şoka girenlere, sayıklayanlara, bağırıp çağıranlara, saçma sapan konuşanlara moral aşılamak gayretiyle, seslerin dahi anlamsızlaştığı bir ortamda, türküler söylediler;

“Mahsus mahal dedikleri zindanda
Kalırım kalırım kardeş dostlar yandadır
İki elim kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir”

İs ve yanık içindeki yüzleri aydınlanmıştı. Devam ettiler türkülere;

“Mahpusun içinde üç ağaç incir
Elimde kelepçe boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Uzak git ölüm.
Mahpusun içinde mermerden direk
Kimimiz onbeşlik kimimiz kürek
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Nedir bu halim
İnsanın zulmüne dayanmaz yürek
Yatarım yatarım gün belli değil
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Uzak git ölüm.
Mahpusun içinde bir ulu çınar
Kırılsın zincirler yıkılsın duvar
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Uzak git ölüm”

Bu, 83 saat süren Ümraniye Cezaevi baskınında meydana gelen olayların sadece kısa bir özetiydi.

Hüseyin Akpınar, Ümraniye Cezaevi’nde yatıyordu. O, operasyon sırasında yaşadıklarını hayal meyal anımsıyor: “Yaklaşık 30 metre karelik bir alanda 300 kişi kadardık. Bizi korkutmak için dışarıdan ‘Sizin için 200 ceset torbası hazırladık’ diye sesleniyorlardı. Biz de onlara ‘Az hazırlamışsınız. Burada 300 kişiyiz’ diye seslendik. Neyi teslim etmemizi istiyorlardı. Bizler zaten hapiste ve eli kolu bağlı insanlardık. Tavandaki delikten içeri gaz sıkıldığı an, ‘Herkes kıvranmaya başlamıştı. Ben o an şu gaz öldürecekse öldürsün bayıltacaksa bayıltsın’ diye düşündüm”

Mehmet Akdemir de Ümraniye Cezaevi’ndeydi:
“Nefes aldığımda boğazımızdan mideme kadar aynı yanmayı hissetim... Bir ara geriye dönüp baktım... Tablo korkunçtu... Aynı Nazi Toplama Kamplarının "Gaz Odaları"nda olduğu gibi, tavandan ölüm kusan gazlar püskürüyor, insanlar birbirlerinin üstüne üstüne düşmüş... Kimisi kriz geçiriyor, ellerini-kollarını çırpıyor, kimi boğazını tutuyor iki eliyle, kimi kendinden geçmiş, anlamsız sözler haykırıyor... Tam bir vahşet görüntüsüydü...”

Eski ölüm orucu eylemcisi Gamze Turan, Ümraniye’deki Hayata Dönüş’ün tanığıydı:
“Operasyon sırasında henüz 1,5 aylık tutukluydum. Üzerimize incecik bir sıvı sıktılar. Bir süre sonra sıvının değdiği yerler yanmaya başladı. Sonra tazyikli su, sonra yine aynı sıvı... Bu bir süre böyle devam etti. Ardından ateş etmeye ve gaz bombaları yağdırmaya başladılar. Çok yakıcı, kas gerilmesi yaratan bir duman arasında kaldık. Ölüm orucundakileri ve yaralılarımızı ayırdık. Asker kurşunuyla ölenler oldu. Ercan’ı o cehennemden çıkarıp aldığımızda ölmüştü. Rıza için ise çok uğraştık.”

Cezaevinden çıkınca uzun bir tedavi maratonuna giren ölüm orucu direnişçisi Nezahat Turan Gündoğan yaşananları aktarıyor: “Silah sesleri ve ‘saldırı var’ haykırışlarıyla uyandık. Askeri helikopterler, taciz ateşi, kesilen su ve elektrik. Adeta bir psikolojik savaş... Önce plastik kurşunlar ardından da gerçek kurşunlar sıkıldı üzerimize... Gaz bombaları yağıyordu dört bir yandan. Sinir gazları, içeride durulamayacak kadar çok yoğunlaşmıştı. Vücutlarımızda kontrol dışı hareketler ve kasılmalar başladı. Bu sırada bombanın isabet etmesi nedeniyle kardeşimin eli parçalandı. Silahımız yoktu. Operasyona karşı sadece plastik pet şişelerle yaptığımız gaz maskeleriyle direndik. Saldırıya uğrayan bir hayvan bile kendisini savunur. Bizler düşünen birer insan olarak meşru müdafaada bulunduk, bu da bizim en doğal hakkımızdı. Kendini yakarak koridora çıkan Ahmet İbili, karşılıklı olarak siper alan jandarmaların yaylım ateşiyle yaşamını yitirdi. Oysa onu kurtarabilirlerdi. Jandarma eri de işte bu karşılıklı ateş nedeniyle öldü”

Gardiyan Yıldız Ercan, 19–22 Aralık baskını sırasında Ümraniye Cezaevi’nde görevliydi daha sonra “yaşadıklarına daha fazla dayanamadığı” gerekçesiyle istifa etti. Ercan, kanlı operasyonu anlatıyor:
“Uzun bir askeri aracın üzerine yerleştirilmiş iki ayrı silah vardı. Öndeki silah topa benziyordu. Namlusu yaklaşık 1,5 metre boyundaydı. Ana gövdesi ise aşağı yukarı 1,70 metre idi. İkinci silah üç ayrı bölümden oluşuyordu ve namlusu yine topa benziyordu. Ancak ilk silahtan daha ince ve uzundu. Cezaevinin avlusunda bir vincin ucunda asılı olarak gördüğüm şey ise her şeyden farklıydı. Cezaevinin çatısına uzanmıştı. Dış yüzü cam ya da mika gibi saydamdı. İçinde mutfak tüplerine benzeyen ama alakası olmayan bir tüp vardı. Bende bıraktığı izlenim bir kimyasal silah olabileceğiydi. Devlet operasyona değil de bir ülkeyle savaşa gider gibi hazırlık yapmıştı.”

(Hayata Dönüş Operasyonu'ndan önce 1995 ve 1996 yıllarında 4 kişinin yaşamını yitirdiği, yaklaşık 200 kişinin yaralandığı 2 baskın daha yaşayan Ümraniye Cezaevi, 70’i kadın 423 siyasi tutuklu ve hükümlü ile (eyleme katılmayan PKK’li mahkûmlar hariç) Türkiye'nin en büyük cezaevlerinden biriydi. Ümraniye Cezaevi, yaklaşık 3,5 gün süren sıcak çatışmaların sonucunda adeta savaş alanına döndü. Sivil giyimli askeri yetkililer (Belki de JİTEM), jandarma komando özel harekât timlerinin düzenlediği operasyonda, tutuklu ve hükümlülerin ok atma makinesi ve 20 metrelik mesafeye alev püskürten tüpten yapılmış silahlarla karşılık verdiğini öne sürdüler. Ümraniye (Nam-ı diğer Üsküdar E Tipi) hapishanesi gazetecilere gösterilecek halde değildi. Cezaevinin duvarları iş makineleri ile delik deşik edilmiş, çatılar balyozlarla parçalanmıştı. Patlayan borular, itfaiyenin sıktığı sular ve yağmur nedeniyle bloklar “bataklık” haline gelmişti.)

“HAYATTAN GÖÇÜRÜŞ…”

Ahmet İbili, ölüm orucu 1. ekibindeydi. Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Çaltıbozkır köyünde doğdu. 32 yaşındaydı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde okuduğu yıllarda devrimcilerle tanıştı. Mücadele dergisinin Mersin temsilcisiydi. Gıda mühendisi Ahmet İbili bir süre öğretmenlik de yaptı. İlk tutukluluğunu 1993 yılında yaşadı. Son tutukluğu ise 1997 yılı 1 Mayıs çalışmaları nedeniyle oldu. Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonu sırasında kendini yakma kararı aldı. İki kere çakmağı çaktı yanmadı. “Hay aksi” dedi. Yedek çakmağı çıkardı. Bedeni tutuşunca operasyona katılan birliklerin bulunduğu yere doğru koştu. Üzerine jandarmalar tarafından ateş açıldı. Yanmasına karşın bedeninden çıkartılan sekiz kurşundan dördü öldürücü nitelikteydi.

Rıza Poyraz, 16 Temmuz 1971 günü Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı Dağönü köyünde doğdu. Rıza henüz 10 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göç ettiler. Gazi Mahallesi’ne yerleştiler. Konfeksiyon işçiliği ve avizecilik gibi çeşitli işlerde çalıştı. Aralık 1999’da gözaltına alındı. Sorgusu sürerken İstanbul Emniyet Müdürlüğünün 5. katından düştü! Yaraları tam iyileşemeden tutuklandı. Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonu sırasında ağır yaralandı. Ümraniye Cezaevi’nde göğsünü delen kurşun, iç organlarını parçaladı. Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılan Rıza Poyraz’ın dalak, mide ve kalın bağırsağı alındı.

Tam 12 gün hastanede yaşama tutunmaya çabaladı Rıza… Solunum cihazına bağlıydı… Anne Elif Poyraz, “Oğlum hastaneye çok geç getirildi. Çok kan kaybetti. Görüştürmüyorlar evladımla beni. Son bir defa elini tutmak istiyorum. Bu çok mu zor bir şey?” diyerek ağlıyordu. Doktorlar da Rıza’nın hastaneye geç getirildiğini onaylıyordu. Ölmeseydi. Şartlı Salıverilme Yasası'ndan yararlanabilecekti.
Rıza Poyraz’ın ablası Zeynep Poyraz ise Gazi Mahallesi olaylarında öldürülmüştü.

Ercan Polat, 26 yaşındaydı. Tunceli Mazgirt Ataçınar köyü doğumluydu. İstanbul Tepecik’te oturuyordu. Konfeksiyon işçisi Ercan Polat, folklor kursuna gidiyordu. 1996 yılında gözaltına alındı. 13 gün şubede işkence gördü. İşkencecilerin birbirlerine “Rambo”, “Hans” ve “Karadayı” diye seslendiğini söylüyordu. Tutuklanan Ercan Polat, Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonunun ikinci gününde C–8 ve C–9 koğuşları arasında koşarken karnından kurşunlandı. Gazi Mahallesi’ndeki cenazesine 2 bin 500 kişi katıldı.


23 yaşındaki Umut Gedik, Trabzon doğumluydu. O daha küçükken İstanbul’a taşındılar. Büyükçekmece Lisesi öğrenciyken eylemlere katıldı ve gözaltına alındı. 1996 Mayıs ayında tutuklanarak Ümraniye Cezaevi’ne konulduğunda 19 yaşındaydı. Hayata Dönüş operasyonu canını aldı. Yaşamını yitirmesinin nedeni: “Akciğer ödemine bağlı solunum yetmezliği sonucu zehirlenerek ölümdü.” Kısacası boğulmuştu.

İşçi kızıyla evliydi Alp Ata Akçayöz. 30 yaşındaydı. Kars’ın Merkez Çakmak Köyünde doğmuştu. Kızı Berfin 6 yaşındaydı. Alp Ata, esnaftı ve bal ticareti yapıyordu. Ümraniye Cezaevi’nde 8 aydır tutukluydu. Alp, tahliyesine gün sayıyordu.
Hayata Dönüş operasyonu tam gaz sürerken Alp Ata Akçayöz, ıslak battaniyeleri sıkarak su elde ediyordu. Ölüm orucu eylemcilerine vermek için…
83 saat dayandı genç adam, nihayet operasyon bitmişti. Tam çıkarken vuruldu cezaevinden… İki G–3 mermisi bedenini deldi. Babası Avukat Kemal Akçayöz eski bir savcıydı. “Hayattan Göçürüş” koydu kanlı baskının adını. Yılların öğretmeni anne Güler Akçayöz, “Benim oğlumun ellerini arkadan kelepçeleyip öldürdüler.” diyordu. Otopsi raporu aylar sonra alınabildi. Ailesi, devletten 55 milyar lira maddi ve manevi tazminat kazandı. Çünkü idarenin “yaşam hakkı”nın korunmasında yükümlülükleri vardı. Devlet kendi cezaevlerini yıktı, üstüne operasyon mağdurlarına dava açıldı. Yetmedi hazine geldi, “devleti zarara uğrattınız” diye sadece Ümraniye Cezaevi sanıklarından 398 milyar lira talep etti.

Ümraniye ile kanlı baskın sona erdi, namluların ucunda, ateş altında, korun içinde ikisi asker 32 can yitip gitti, yüzlerce kişi yaralandı, çok sayıda tutuklu ve hükümlü ise şarapnel parçaları nedeniyle gözünü, parmaklarını ve diğer uzuvlarını kaybetti. Bu, Türkiye cezaevleri tarihinin en büyük baskınıydı. Ölüm orucu eylemini sonlandırmaktı iddiaları ve saçma sapan bir ironi ile operasyonun adını “Hayata Dönüş” koydular. Mahkûmları “ölü ele geçirdiler”...


ÇANAKKALE…

Çanakkale E Tipi Cezaevi, “it durmaz” tepesinin yamacına kurulmuştu. Bu cezaevinde kullanılan gaz bombası sayısı 5 bin 48 adetti. Operasyona İstanbul ve Balıkesir’den takviye gelen jandarma timleri de katıldı. Dışarıda toplanan bine yakın tutuklu ve hükümlü yakını, siperlere yatmış eli tetikte bekleyen askerler, havada uçan helikopter… Tam 56 sürdü operasyon… Biri asker beş kişi yaşamını yitirdi, 26 ağır yaralı hastanelere kaldırıldı.

Ölüm orucu 1. ekip eylemcisi Hemşire Fidan Kalşen, Hayata Dönüş baskını sırasında Çanakkale Cezaevi’nde kendini yaktı. 36 yaşındaydı. Tunceli doğumluydu. 1995 yılında tutuklanmıştı. “Fidan Kalşen’i arkadaşları yaktı sonra çevresinde Afrika kabilelerinin üyeleri gibi ayin yaptılar.” yazdı gazeteler…
Operasyonda kolu kopan Vefa Serdar da söz: “Fidan Kalşen’i arkadaşlarının yaktığı iddiaları tamamen yalandır. Olayın tanığıyım. Fidan, operasyonun durdurulmaması halinde kendisini yakacağını söyledi. Baskın devam edince de kendisini yaktı.”
Jandarma Kameraman Mehmet Küçük anlatıyor: “Fidan Kalşen barikatların önüne geldi. Alev aldı. Alevlerin içinde iken ellerini havaya kaldırıp marşlar söyledi. Daha sonra fiziki yapısı bozuldu ve yere düştü.”
Fidan Kalşen’in babası Kekil Kalşen, yakalandığı kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirdi. Vasiyeti üzerine kızı Fidan’ın mezarının yanında defnedildi. Fidan Kalşen’in ölmeden önce babasına hediye ettiği üzerinde ‘biz kazanacağız’ yazılı karanfil işlemeli mendil ve kızının hırkasının bir parçası ailesi tarafından tabutun içine konuldu.

Fahri Sarı ateşli silahla, Sultan Sarı ise gaz bombası parçasının göğsüne çarpmasıyla yaşamlarını yitirdiler. Çanakkale E Tipi Kapalı Cezaevi’nde öldürüldüler. PKK Devrimci Çizgi Savaşçıları davasından yargılandılar. 34 yaşındaki Fahri Sarı'nın cenazesi Konya'nın Ereğli ilçesinde toprağa verildi. Ailesi, Fahri’yi Askeri Şehitliğe gömmek istedi ancak ilçe halkının itirazları nedeniyle başka bir mezarlık bulundu.

İlker Babacan, ölüm orucu 3. ekip direnişçisiydi. İstanbul’da doğdu. 22 yaşındaydı. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilkokulu bitirdikten sonra çalışmaya başladı. 1996 yılında 18 yaşındayken tutuklandı. Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde başının sol tarafından giren göz yaşartıcı gaz bombasının kafatasını kırması ve akabinde beyin kanaması sonucu can verdi.

Çanakkale Cezaevi’nde Hayata Dönüş’e yakalanan Semra Askeri’nin ablası aktarıyor: “Kardeşimle karşılaştığımda onu tanıyamadım. Yüzü şiş, ağız bölgesi yanıktı. Nefes almakta zorlanıyordu. Bunun atılan bombalardan kaynaklı olduğunu söyledi. Ayrıca bilekleri sevk sırasında sıkılan kelepçeden dolayı morarmış, işlevini göremez hale gelmişti... Aslında şu anda insanların yaşadıklarını anlatacak kelime bulamıyorum. Tam bir Nazi kampı… İnsanlıkla bağdaşacak bir yanı yok.”

Ölüm orucunda yaşamını yitiren Fatma Ersoy’un tanıklığı: “Hem üst kattaki spor salonunun tabanı deliniyordu, hem de pencerelerden ateş açılıyordu. Çok sayıda yaralımız vardı. Arkadaşlarımızın tümü biz ölüm orucu eylemcileri için kendilerini siper ediyorlardı. Üzerimizde ıslak çarşaflar, etrafımızda etten bir duvar vardı. Gaz bombaları yüzünden ciğerlerimizin iflas edeceğini sandık. Gazlar insanın halüsinasyon görmesine neden oluyordu. Ortamla hiçbir ilgisi olmayan pek çok görüntü geçiyordu gözlerimin önünden…”

ÇANKIRI…

Hasan Güngörmez, 28 Ağustos 1964’de Konya Cihanbeyli Gölyazı köyünde doğdu. 1987'de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya bölümüne girdi. Aynı yıl TKP/ML’ye katıldı. Güngörmez, 1992’de Devrimci Sol üyesi oldu ve tutuklandı. 1996 yılındaki ölüm orucu eylemine katıldı. 2000’de ise gönüllüydü. Operasyonun 10 saat boyunca sürdüğü Çankırı Cezaevi’nde kendisini yaktı. Operasyon sürüyordu. Herkesle vedalaştı sonra çaktı çakmağı... Yanarken zafer işareti yapıyordu. 4. derecede yanıklarla kaldırıldığı hastanede on günü aşkın süre dayandı. Güngörmez'in Konya’daki cenazesinde imam bulunamadı. Bir yakını kıldırdı cenaze namazını...

İrfan Ortakçı 29 yaşındaydı. Çorumluydu. İmam Hatip Lisesi mezunuydu. Ankara’da tutuklandı. Ölüm orucu 1. ekip üyesi İrfan Ortakçı, baskın sırasında kendini yaktı. Operasyona katılan timlerin kiremit yağmuru altındaydı ve yanarken semaha dönüyordu. Sonra üzerine tazyikli su sıktılar. Ağır yaralanan Ortakçı, kaldırıldığı hastanede bir gün sonra canını soludu.

BURSA…

Ali İhsan Özkan, Bursa Cezaevi’nde yatıyordu. 1974 Çorum Alaca doğumluydu. 15 yaşında ailesinin yanına gitmişti Almanya’ya… 18 yaşında sınır dışı edilmişti. Ankara Yeni Demokrat Gazetesi’nde muhabirlik yaptı. TKP(ML) davasından tutuklandı. Ölüm orucu 1. ekip direnişçisiydi. Kod adı Salih’ti. Hayata Dönüş yaşamını aldı.

Murat Özdemir, 1961 İstanbul Kumburgaz doğumluydu. Basın Yayın Yüksek Okulunu mezunuydu. Birçok gazetede çalıştıktan sonra Mücadele gazetesinde göreve başladı. 1992 yılında kısa süreli bir tutukluluk yaşadı. Ertesi yıl İzmir’de tekrar tutuklanarak cezaevine konuldu. Kurtuluş Gazetesi’nin İzmir Temsilcisiydi. 30 yıla hüküm giydi. Bursa Cezaevi’nde 1. ölüm orucu ekibi içerisinde yeraldı. Murat, “operasyon sona ersin” diye kendini yaktı.

UŞAK…

Berrin Bıçkılar 1978 yılında İzmir'de doğdu. Yunanistan göçmeni bir ailenin tek kızıydı. Üç kardeştiler. 1994’te lise öğrencisiyken eylemlere katıldı. Aynı yıl 16 yaşında tutuklandı. Reşit bile değildi. Buca’da üç tutuklunun yaşamını yitirdiği operasyonu yaşadı. Daha sonra Uşak Hapishanesi'ne sevk oldu. 1996 yılında ölüm orucuna gönüllüydü. Berrin Bıçkılar 2000 ölüm orucu eyleminde birinci ekip üyesiydi. 23 yaşında kaybetti hayatını...
Operasyon sırasında Uşak E Tipi Cezaevi'nde Yasemin Cancı ile birlikte kendilerini yaktılar. Çaktılar kibriti, ellerindeki gazete kâğıtlarıyla birlikte kolonya döktükleri saçları da tutuştu. Kısa bir sürede küçük bir kıvılcım, yangına dönüştü, sardı bedenlerini... İkisinin de vücutlarında yüzde 80 oranında yanık vardı. Tam 6 gün dayandı Berrin. Yanık tedavisine "hayır" demedi ancak serum istemedi. Bilincini kaybetti müdahale ettiler. Uyandı, serumu koparttı.

2001 yılında ölüm orucu eyleminde yaşamını yitiren Gökhan Özocak, Berrin’i anlatıyor:

"Eğer birgün ararsanve hani nerde umut nerde güneş diyeBerrin'in yüzüne bakacaksınve gözlerinin gülüşüne..."

Berrin gibi hastanede ölen 33 yaşındaki Yasemin Cancı ise, 1992 yılında Denizli kırsalında gerçekleştirilen operasyonda yakalanmış ve ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilmişti. Ailesi Çanakkaleli olan Yasemin Cancı, İstanbul’da doğdu. Cancı, 1989’da Devrimci Solcu oldu ve Kadıköy Kültür Araştırma Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. Tutuklandıktan sonra Buca cezaevine konulan Yasemin Cancı, 1996 yılındaki ölüm orucu eylemine katıldı. 69 gün süren açlığının ardından Uşak Cezaevi’ne sevk edildi. Kendini yakacağı güne dek orada kaldı.

ADANA…

30 yaşındaki Halil Önder, tutuklanmadan önce Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. Osmaniye Düziçi doğumluydu. Ölüm orucu direnişçisi Önder, 8,5 saat süren Hayata Dönüş baskınında Ceyhan Cezaevi’ndeydi. “Canım halkıma ve vatanıma feda olsun” dedi kendini yakarken... Hastanede 8 gün dayandı:
“Sabaha karşı 03.00–04.00 sıralarıydı. Pencerelerden gaz bombaları içeriye attılar, daha sonra her yerden saldırmaya başladılar. Ben de saldırıyı durdurmak için kendimi yakmaya çalıştım. Beni bir yere götürdüler, taşlar vardı. Taşların üzerinde sürüklediler, yüzlerce kişi üzerime basmaya ve vurmaya başladılar. Daha sonra hiçbir şey hatırlamıyorum...”
Halil’in cenazesinde ağabeyinin de aralarında bulunduğu 11 kişi gözaltına alındı. Kardeşi Faik Önder ise kanlı baskın sırasında Ümraniye Cezaevi’ndeydi. İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi'ne sevk edilen Faik Önder Hepatit B ve Akdeniz anemisiydi. Ölüm orucunda sakat kaldı Faik öğretmen.



Haydar Akbaba ve Muharrem Buldukoğlu, Hayata Dönüş baskını sırasında Ümraniye Cezaevi’nde yanarak yaşamlarını yitirdiler. MLKP davasından yargılanan Akbaba ve Buldukoğlu, “ajan oldukları” iddiasıyla arkadaşları tarafından öldürülmüştü. Yıllar sonra bu “trajedi”yle ilgili kamuoyuna ve ölenlerin ailelerine şöyle bir açıklama yapıldı:
“19 Aralık operasyonu olmasaydı, bu telafisi imkânsız, vahim hatanın meydana gelmeyeceği kesindir. Soruşturmamız bunu tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. İki ölümden derin bir üzüntü ve acı duyduğunu açıklamayı önemli bir görev ve borç sayar; ölümler ve gerçeğin bu kadar geç duyurulmasından ötürü baş sağlığı ve özür dileriz.”

Hayata Dönüş operasyonunda Çanakkale ve Ümraniye cezaevlerinde iki de asker yaşamını yitirdi. Jandarma Nurettin Kurt, “yüksek kinetik enerjili” bir silahla vuruldu. Ancak tutuklulardan ele geçirildiği iddia edilen 5 tabanca bu kapsama girmiyordu. Jandarma Mustafa Mutlu’nun ölümü de uzun namlulu yüksek enerjili bir tüfek nedeniyle olmuştu. Mermi, asker Mutlu’nun bedenini delip geçmişti.


ÖLÜMDEN DÖNMEK…


Ölüm orucu 3. ekip üyesi Mızrap Ateş, Ümraniye Cezaevi’ndeydi: “Ölüm orucu direnişçilerine ayrılan B–7 koğuşunda kalıyordum. Daha sonra Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde kendini feda eden İbrahim Erler’in içeri girip ‘operasyon oluyor arkadaşlar’ demesiyle üzerimi giyindim ve hazırlandım. Devlet bizi ‘Hayata döndürmek’ için operasyon düzenliyordu. Askerler bir yandan ‘teslim olun’ diyor bir yandan da otomatik silahlarla üzerimize kurşun yağdırıyordu. İlk ateş esnasında vücudunun çeşitli yerlerinden yüzlerce saçma yarası alan arkadaşlarımız vardı. ‘Arkadaşlarıma yardım edeyim, onlara destek olayım’ derken bacağımın eklem yerinden vuruldum. Vücudum alev alev yanıyor, kanım boşalıyordu”
Hastanede Mızrap Ateş’in sol bacağını diz kapağından kestiler.

Eli, kolu, kafası, burnu kırılanları, kulak zarı patlayanları, yüzü, gözü, bedeni moraranları yazmak sayfalar sürer... Diğer yaralanmalardan bahsedelim. Sadece Bayrampaşa Cezaevi’nde 77 kişi yaranmıştı.

Özlem Civelek’in bedeninde 3 şarapnel parçası vardı. Birini arkadaşları çıkardı. Haydarpasa Numune Hastenesi’ne kaldırılan Bülent Özdemir’in dalak ve bazi iç organlari alındı. Zeki Demir, elinde patlayan gaz bombasıyla yaralandı. Ayhan Engin, sırtından yedi mermiyi… Serdar Salman sağ omzundan, Veysel Bulut elinden, Feyzi Saygılı sol bacağından, Aslan Bahar sağ topuğundan, Dinçer Otluçimen ve Erol Arıkan sağ bacaklarından, Engin Çoban sol kolundan, Bekir Şimşek kalçasından, Serdar Karaçelik sağ ayak bileğinden kurşunlandı.

Muhabbet Kurt, kulak ve bacaklarından, Düzgün Demirpençe omzundan, Gülay Boran sol diz altından, Dursun Önder kafasından, Işıl Eylem Bardak göğsünden bomba yarası aldı. Doğan Çelik, Hanım Harman ve Binali Sarıelmas, şarapnel yağmuruna yakalandı. Serdar Turan’ın sag elinin üç parmağı koptu. Hücresinde kendisini yakan ölüm orucu eylemcisi İbrahim Erler’in parmakları da...

Songül İnce’nin sol koluna önce bomba pimi sonra kurşun isabet etti. Aylarca tedavi görmediği için neredeyse kolunu kaybediyordu. Ölüm orucu eylemcisi Bülent Özdemir, üç kurşunla ağır yaralandı. Hasan Türkal’ın kalbinin yakınına girdi kurşun… Ciğerlerindeki kanı tüple boşaltabildiler.

Mehmet Kulaksız’a beş kurşun isabet etti, Bülent Özdemir’e ise üç… Kenan Taybora’nın kafasına saplandı kurşun… Karnından yaralanan Okan Barış Ekinci, bazı iç organlarını ameliyat masasında bıraktı. Aslan Aksoy'un sol ayak topuğundan giren kurşun ayak parmaklarını parçalayarak çıktı. Orhan Dağdelen, Özgür Sağlam ve Mehmet Doğan birer gözlerini yitirdiler. Çanakkale’de Vefa Serdar’ın kolu koptu. Cuma Şat’ın dirseği parçalandı. Kurşun Rasim Öztaş’ın sağ bacağının kalça hizasından girip çıkmıştı.

Başının üstünde bomba patlayan Yıldız Baguş iki kere beyin ameliyatı oldu. Kısmi felç geçiren Baguç’un tedavisi yıllarca sürdü. İbrahim Türker, Nurettin Pekan, Tayyar Sürül, Yunus Boluçay, Bahar Aslan, Ümit Günger, Deniz Kurt, İsmail Altun, Ahmet Akyüz, Elif Vural, Aydın Hambayat, İbrahim Dalkaya, Güldede Çeven, Fevzi Saygılı da yaralılar arasındaydı. Uşak Cezaevi’nde Devran çocuk da hırpalandı. 4 yaşındaydı...

Sessizliğe Karşı

23 Kasım 2010 Salı

Kan rengiyle boyanan koğuşlar...





ALPER TURGUT



Bayrampaşa Cezaevi’nde, insanı dehşete düşüren bir gerçek, hayat buluyordu. Siyasi tutuklu ve hükümlülerin tutulduğu C bloğun bir numaralı koğuşunda yatan 27 kadın, iliklerine dek cehennemi yaşıyordu. En çılgın ressamların iflahını kesen, kan rengiyle boyanmıştı el kadar koğuş. Ateş altındaki yaşama alanı, duman karasıyla çevrelenmişti. Mazgallardan alevler fışkırıyor, kendi etlerinin kokusu sarıyordu genizlerini... Çatılardan yapılan atışlar ise cehennemin kadevesiydi. İtiş kakış içerisinde, saatler birbirini kovalıyor, eriyen bedenler çaresizce koşuşturuyordu. Göz gözü görmüyordu. İstemsiz hareketler, çığlık çığlığa haykırışlar sarmıştı dört yanı. Deterjan torbaları ve sebze kolileri ile oluşturulan barikatlar… Dolap kapağından kalkanlar… Pamuk, sargı bezi, terlik lastiği ve kömür ihtiva eden el yapımı ilkel gaz maskeleri ve gözlükler… Karbonatlı suda ıslatılmış havlular… Hiçbiri kendilerini koruyamamıştı.

(1996 yılındaki ölüm orucu eylemi sırasında, bini aşkın siyasi tutuklu ve hükümlünün bulunduğu Bayrampaşa Cezaevi, direnişin ardından “resmen” hedef haline geldi. Sol örgütlerin içeriden yönetildiği ve bazı mahkûmların dışarıya yönelik eylem planları hazırladığı iddiasıyla Bayrampaşa Cezaevi, devlet, hükümetler, güvenlik güçleri ve medya tarafından tukaka ilan edildi. Hayata Dönüş baskınına kadar yaşanan dört yıllık süreçte, bir daha hiç bir tutuklu Bayrampaşa’ya getirilmedi. Sevkler ve tahliyeler ile cezaevindeki siyasi mahkûm sayısı 300’e düştü. Özellikle 1999 yılında “cezaevleri terör yuvası” haberleri ayyuka çıkmıştı.)

Çelik yelekli, dürbünlü ve gaz maskeli özel timler, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın “operasyon için bir yıldır hazırlanıyorduk” sözünü kanıtlarcasına sanki savaşa girer gibi, sert bir şekilde müdahale ettiler Bayrampaşa’ya... Kum torbaları ve çelik kalkanlar desteğindeki askerler, her türden yüksek enerjili uzun namlulu otomatik silahlar ve pompalı tüfekler ile donatılmışlardı. Bir Skorsky helikopter, cezaevinin üzerinde taciz uçuşu yapıyordu. Aynı ilçede bulunan İstanbul Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne bağlı polisler ise, hapishanenin çevresini abluka altına alıyordu. Ambulanslar hazır bekletilirken, itfaiye ekipleri de “olası bir yangını” söndürmek için cezaevinde görevlendiriliyordu. Üzerinde “kapalı yerde kullanmayın”, “İnsan ve yanacak malzeme olmayan sahaya fırlat” yazan gaz ve gözyaşartıcı bombalar kısa sürede tükendi. Jandarmaların elinde atacak bomba kalmayınca, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden takviye donanım istediler. Baskına katılan Yarbay D. E. ise, emri direk bakanlıktan aldıklarını belirterek, “Sanıklar bize karşı ayaklandı. Kalaşnikof tabancalarla, kendi yaptıkları ateşli silahlar, şırınga uçlarından yaptıkları oklarla saldırdılar. Biz bu saldırılara kesinlikle güç kullanarak müdahale etmedik.” diyordu.

“Hayata Dönüş” baskını Bayrampaşa Cezaevi’nde aralıksız 14 saat sürdü. Avukat Behiç Aşçı’nın iddiasına göre Kıbrıs Savaşı’ndan bu yana en büyük silahlı güç kullanılmıştı.

“YANARAK ÖLÜRKEN BİZLERE EL SALLIYORDU”

“Nilüfer, Seyhan ve Özlem, yoğun gaz bombardımanı ve kesif duman nedeniyle baygın düşmüştü. Gülser tam kapının önündeydi ve tutuşmuştu bedeni. Şefinur, yanarken ayağa kalkmış ve zafer işareti yapıyordu. Sürekli atılan bombaları dışarı fırlatmaktan yorgun düşen Seyhan, son gördüğümde el sallıyordu.”… Tanıklıklar böyleydi.

Altı kadın, alev alev yanan koğuşun içinde kaldı. Seyhan Doğan, Nilüfer Alcan, Şefinur Tezgel, Özlem Ercan ile ölüm orucu eylemcileri Gülser Tuzcu ve Yazgülü Güder Öztürk, “Diri diri yandı.” Avrupa Ortaçağ karanlığına mahkûmken kadınlar cadı oldukları iddiasıyla ateşe atılırlardı, kast sisteminin en yoğun hissedildiği bir dönemlerin Hindistan’ında ise dul kalan kadınlar ölmüş eşleriyle birlikte yakılırlardı. Peki, milenyum çağında devletin güvencesindeki bir cezaevinde yaşananlar da neyin nesiydi?

Biyolog Nilüfer Alcan, Bolu doğumluydu ve 36 yaşındaydı, yaşam bilimin uzmanıydı diğer anlamda. Ama ölümdü, bu kez yakasına yapışan. Onu en son gören ise koğuş arkadaşı Hacer Arıkan idi: “Nilüfer'i gördüm. Ona seslendim. Oturuyor gibiydi. Yanına vardığımda sanırım duman zehirlenmesinden ölmüştü.”

Malatyalı Muhasebeci Şefinur Tezgel (29), neyin hesabını yapacaktı yağan bombaların mı? Samsun’lu yoksul bir ailenin kızı olan 27 yaşındaki Seyhan Doğan’ın başı, kolları ve bacakları, gövdesinden ayrılmıştı. Buca, Ümraniye ve Ulucanlar’daki kanlı baskınların tanığıydı Seyhan Doğan, içeri düşmeden önce ise konfeksiyon atölyelerinde, fabrikalarda çalışmıştı. Onun yaratan emekçi elleri artık yoktu.

Operasyonun ardından bedeni tanınmayacak hale gelen Özlem Ercan’ın kimliği DNA testi ile belirlendi. Oysa ailesi yaklaşık üç hafta boyunca 23 yaşındaki kızlarının yaşadığını düşünmüştü. Özlem Ercan üniversite öğrencisiyken ve daha henüz 18 yaşındayken cezaevi ile tanışmıştı. Beş yıllık hapisliğin ardından her an tahliye edilmeyi bekliyordu genç kız. C–1 koğuşundaki dehşetin tanıkları, Özlem’in bir ölüm orucu eylemcisini kurtarmak isterken alev silahıyla yakıldığını iddia ediyorlardı.
Gülser Tuzcu, 34 yaşındaydı. Kastamonu’daki ilkokul öğretmeni Kemalist idi. Etkilenmişti Gülser. Her 10 Kasım günü ağlardı. Ailesi, sonra Gülser’i Kuran kursuna yolladı. Sevmedi hocasını. Kendisine cetvel atan adamın kafasını yardı. Kadıköy’de tezgâhtarlık yaptı bir dönem. Sonra hapse düştü. Demir kapının önünde yanıp tükendi. Ölüm orucu eylemcisi Gülser Tuzcu’nun ömrü elinden sökülüp alınırken aklına geliyor muydu dokumakta usta olduğu halılar?

28 yaşındaki Gülseren Yazgülü Güder Öztürk gazeteciydi. Dezenformasyon desen gırla gidiyordu. Sahi kim yapacaktı artık haberini. Ağabeyi Mazlum Güder ile aynı kaderi paylaşıyordu genç kadın. Mazlum Güder, 1983’te Elazığ Cezaevi’nde öldürülmüştü. Yazgülü, kocası Ali Öztürk’ü de 1994 yılında hücre evi baskınında kaybetmişti. Hayata Dönüş sırasında, açlığının 55. günündeydi Yazgülü Güder Öztürk, kocasının kız kardeşi Hamide Öztürk ile aynı koğuşu paylaşıyorlardı. Hamide Öztürk’ün gözlerinin önünde yengesi Yazgülü, yitip gitti. Hamide, operasyonun ardından Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi'ne götürüldü ve 3 Haziran 2001 günü 5. ekip üyesi olarak ölüm orucuna başladı. 463 gün sonra 10 Eylül 2002 günü canını verdiğinde, 32 yaşındaydı. Yengesi Yazgülü gibi Kurtuluş gazetesi muhabiriydi Hamide Öztürk, 11 kez gözaltına alınmıştı. Hamide Öztürk, Hatay’da ağabeyi Ali ve yengesi Yazgülü’nün yanında defnedildi.

Hamide Öztürk’ün Hayata Dönüş’te yaşadıklarından:

“En son çıktığımızda artık alevlerden hiçbir şey görülmüyordu. Hepimizi yakmaya çalıştılar. Biz aşağıya inince, bu sefer yemekhaneye yoğun bomba attılar. Hepimiz havalandırmanın ortasına geçtik ve halay çekmeye başladık. Görevlilere, ‘Gelin hepimizi tarayın, ama hiçbirimizi teslim alamazsınız’ diye bağırdık.”

Ölüm orucundaki arkadaşlarına yardımcı olmak isteyen Birsen Kars, baskını ağır yanıklarla atlattı. Hastaneye kaldırıldı. Cankurtarandan indirilirken “Bizi diri diri yaktılar” diye haykırıyordu. Gazeteler ve televizyonlar, hemen verdi haberi: “Örgüt üyeleri arkadaşlarını yaktı.”
Birsen Kars, beş ay boyunca hastanede yattı. Yanıklar, kornea erozyonuna yol açmıştı. Çok sayıda ameliyat geçirdi: “Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı.”

Nasıl yandığını anlatıyor Birsen Kars:
“Bomba atmak için deldikleri koğuş tavanından demir kafes içerisinde bir cisim indirdiler. Kara bir duman çıkaran bu farklı nesne nedeniyle plastik gibi eridiğimi hissediyordum. Kimyasal gazla yakılıyorduk. Üstüm başım sapasağlamdı ancak derim adeta sıvılaşmıştı. Çevremden saç ve deri yanığı kokusu geliyordu. Sonra önümde saçlar uçuşmaya başladı. Uzandım, benim saçlarımdı. Önce gaz odalarından geçirildik, sonra fırınlarda yakıldık.”

Operasyon sonucunda, Hacer Arıkan’ın, tüm yüzü, başı, elleri, sırtı, bacakları yandı, sol akciğeri söndü, kalça kemiği kırıldı, sağ ayağı 3 santimetre kısaldı. Vücudunun yüzde 40’ı yanan öğretmen Hacer Arıkan, “Sinir gazı, biber gazı, el bombası, üzerimize bir sürü bomba atılıyordu. Yatakhanede artık duramaz hale gelmiştik. Tam çıkışa yöneldiğimizde çıkış noktasına üç dört tane yangın bombası fırlatıldı, aynı anda tavandaki deliklerden gaz verdiler. Giysilerimde hiç yanık yoktu. Kimyasal bir gaz olduğunu anladım. Ateşin sıcağını hissedemedim. Baskından sonraki günlerde gazetelere bakarken operasyonun adının ‘Hayata Dönüş’ olduğunu görünce güldüm. Ölümün kenarından döndüğüm için bana o anda komik geldi. Çünkü yaşıyor olmamız bile tesadüftü.” diye konuşuyordu.

Arkadaşı Şefinur Tezgel’i kurtarmak isterken yanan Hacer Öğretmen, rüyalarındaki labirentte uzun süre kendini aradı, halen hayata tutunmaya çalışıyor:
“Kafam yanıyordu. Arkadaşlarım kalkamadığımı görünce bir arkadaş içeriye daldı, beni çıkardı. Aşağı indirildim. Üzerimdeki giysilerde yanık yoktu. Bizi yakanın kimyasal maddeler olduğunu o zaman anladım. Hani yanarken bir ateşin sıcaklığını duyarsınız ya da söndürmeye çalışırsınız, ben öyle bir şey yaşamadım. Alevle gazın birleşiminden yandım ben. Bana hiçbir zaman, eski güzelliğime kavuşamayacağım söylendi. Burnum yok şu an. Ama ben hastanedeyken ağabeyim demiş ki, ‘Biz devamlı gülmeliyiz, daima gülmeliyiz ki daha çabuk iyileşebilelim.’ Gözlerimi yeni yeni açtığımda hemşire bana, ‘Yeşil gözlüymüşsün. Çok güzel gözlerin var’ dedi. Ben de ona dış görünüşün önemli olmadığını söyledim. Yaşama sevincimi kaybetmedim.”

Hacer Arıkan’ın iki ağabeyi aynı cezaevindeydi. Erol Arıkan, “Kardeşini kurtarmak için kadınlar koğuşuna koşarken” bacağından vuruldu, ölüm orucunun 200’üncü gününde “Zorla müdahale” edilen en büyük ağabeyi Erdal Arıkan ise “Wernicke Korsakoff” hastası oldu. Beden öğretmeni Erdal Arıkan, hatırladığı tek şeyin yanarken çığlık atan Hacer’in yüzü ve onu kurtarmaya giderken vurulan kardeşi Erol olduğunu anlatıyordu. Hafızasına yeni bilgiler kaydedemeyen Erdal Arıkan, yıllarca hatırlamak için yanından not defterini ayırmadı.

Ebru Dinçer de baskın sırasında C–1 koğuşundaydı. Genç kızın yüzünde, kafa derisinde, sırtında ve kolunda yanıklar oluştu:
“Yarı baygın durumdaydık. Kendimizi gazdan savunacak ıslak havlu dışında bir şey yoktu elimizde. Deliklerden sinir gazı ve biber gazı püskürtmeye başladılar. Sinir gazı boğulma etkisi yaratıyor. Öleceğinizi sanıyorsunuz, çıldıracak gibi oluyorsunuz. Artık nefes alamaz hale gelmiştik. Koğuştan kurtulmalıydık. Sürüne sürene kapıya yaklaştık. İşte o anda kapı girişini yaktılar. Tavandan yayılan bir yangındı bu. Çığlıklar yükseldi. Vücudum alev almadı ama ani bir sıcaklık hissettim. Bazı arkadaşlar alev makinesi tutulduğunu görmüş. Yananların çoğunun elbiselerinde yanık izi yoktu. Ancak bedenlerimiz kavrulmuştu. Yandığımı hissetmedim. Elimi başıma götürdüğümde derimin sıvı gibi eridiğini gördüm. Alev yok. Sıvı ya da gaz, yakıcı bir kimyasal madde olabilir. Tavandan üzerimize döküldü ve yüksek ısıyla birleştiğinde kafa derimi, yüzümü, kollarımı ve sırtımı kavurdu. Kendimi kaybetmişim.”

Birsen Kars, Hacer Arıkan, Ebru Dinçer, Münire Demirel ve Gülizar Kesici’nin de aralarında bulunduğu 12 kadın, faciayı ağır yanıklarla atlattılar. Aylarca hastane hastane dolaştılar, sayısız ameliyat geçirdiler. Bakırköy Cezaevi’ne sevkedilenler ise, ellerini kullanamadıkları için birbirlerine yardım ettiler. Onları enkaz haline getiren, elbiseleri yakmayan fakat bedenleri dağlayan kimyasal maddenin ne olduğunu, Adli Tıp Kurumu’nun bilirkişi heyeti dahi çözemedi. Adli Tıp Kurumu Raporu’nda C–1 koğuşundan alınan kısmen yanık, isli, beyaz ve bazı kısımları tabakalar halindeki materyallerin niteliğinin tespit edilemediği ve koğuşta öldürücü dozun çok üzerinde gaz bombası kullanıldığı açıklandı.

ARALIK GÜNCESİ

Kavuşmanın en güzel yerindeydik o gün ve aşkın
rüzgârın serinliğinde, dans ederek geceye yayılan,
saçlarını aldık terlemiş tuzlu avuçlarımıza sevdanın,
zehir bir düş biriktirmek için ceplerimize
doldurduğumuz taşları,
dizmiştik yollara tek tek.
Durmuştuk karanfil halaylarına sabahın seherinde
dile gelse yol ve susabilir mi demir,
utancından başını öne eğmez mi duvar,
kurşun girer mi yerin dibine,
mahpushane çeşmesi yandan mı akar,
insan hangi renkte kanar,
insan hangi renkte yanar,
çok iyi biliriz...
Belleğindeydik tarihin
Acılara izdüşüren, aşksız, sabahsız
Varna önleri’nde, Madrid’de
ve Bayrampaşa’da, Ümraniye'de
ve ülkemin cümle mahpushanelerinde...
Tüm dillerdeydi sevdamız,
erguvan dalları boyun eğmezdi ki fırtınalara.
Yaydık dudaklarımıza,
yaşamın baharından çaldığımız aşkı ve umudu
inceden bir ağıt bilense de dilimizin altında
su ve özlem kelimeleri döktük
zaferin çiçekleriyle yazdığımız kitaplara
Aralık güncesidir kavgaya yazılan ve sevdaya
“bu ilk yangın yeri değil
bedenimizi kömür eden böyle
elbet bizim de göğümüz yarılır bir gün
gün olur,
biz de cehennemi koyarız avuçlarınıza”
Gün olur biz de o büyük günde
erguvan dalları gibi dururuz hayata...
TAYAD üyesi Ömür Cerrahoğlu

“HOŞÇAKALIN YOLDAŞLAR…”

Bayrampaşa Cezaevi’nin erkekler bölümünde yaşananlar bir savaşın kesiti gibiydi…
“Cezaevinin çatılarına ve kuleye yerleştirilen keskin nişancılar ile şebeke kapısından içeri giren tam teçhizatlı özel timler, otomatik silahlarla hedef gözeterek maltaya, koğuşlara ve avluya ateş ediyordu. Yanlarında harp amaçlı ağır silahlar ve saçma atan pompalı tüfekler vardı. Yüzlerce kurşun harcandılar ve asla ‘Teslim olun’ çağrısında bulunmadılar. İlk atışların ardından 13. koğuşun önündeki üç arkadaşımız yaralandı. Bir kurşun da baskın tehlikesine karşı bizi uyarmak için nöbet tutan Güldede Çeven’in başını sıyırdı. Kanlar içinde yere yığılınca ‘öldü’ sandık. Sağlıkçı arkadaşlarımız, yaralılara tampon yapıp, serum bağladılar. Ölüm orucu eylemcilerini, yaralı, hasta ve yaşlı olan arkadaşlarımızı en güvenilir yer olan merdiven altına ve daktilo odasına yerleştirdik. Merdiven altı küçük bir revire dönmüştü. Namlular susmuyordu. Yüzlerce kurşun harcadılar. Ölüm orucu direnişçisi Fırat Tavuk arkadaşımız, şebeke girişindeki askerlere ‘Eğer operasyonu durdurmazsanız kendimi yakacağım’ diye seslendi. Ancak timlerin, baskını sona erdirmek gibi bir niyetleri yoktu. Fırat Tavuk, bize dönüp gülümseyerek, ‘hoşçakalın yoldaşlar’ dedi. Kendini tutuşturdu ve ateş yağmuru altında, şebekeye doğru yürüdü. Ölürken ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye’ sloganını atıyordu. Aradan çok zaman geçmedi. Aşur Korkmaz da, özel timlere ‘Ülkemizi, vatanımızı sevmek katletmeyi mi gerektirir? Eğer bunu onaylıyorsanız, operasyonu durdurmazsanız kendimi yakacağım’ diye haykırdı. Aşur, daha sonra hazırlıklarını yaptı ve bedenini ateşe verdi. C–14 ve C–15 koğuşlarının havalandırmasına çıkıp, ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye, kurtuluşa kadar savaş’ diye slogan attı yanıp, kül olurken. İki arkadaşımızın kendini yakması operasyonu durduramadı. Koğuşların tavanı balyozlarla deliniyor ve gaz bombası yağmuru aralıksız sürüyordu. Her yer, kusanlar ve baygınlık geçirenlerle dolmuştu. Duvarlar da delinmeye başlanınca, masa, dolap, sandalye, sıra, çöp arabası, dergi ve gazeteleri kullanarak barikatlar kurduk. Kendimizi korumaktan başka düşüncemiz yoktu. Koğuşları yaktıkları için uzun süre maltada bekledik. Malta, duman, gaz bombaları ve kurşun yağmuru altında da olsa, yaşam koridorumuzdu. O esnada direnişe katılmayan PKK davası tutuklu ve hükümlüleri, elleri başlarının üzerinde dışarı çıktılar. Askerler de, onları alıp götürdü. ‘Operasyon mağduru olmasınlar’ diye beslediğimiz güvercinlerin kafesini açtık. Özgürce uçup uzaklaştılar. Saatler geçmesine karşın baskın sona ermeyince, hızlı bir şekilde ölüm halayı için avluya çıktık. Geniş bir çemberde halay çekerken ortamızda kalan iki arkadaş, zeybek oynuyordu. Yaralılar da halay çemberinin tam ortasındaydılar. Binanın çatısındaki askerler, 15 dakika boyunca bizi izlediler. Sonra korkunç bir gaz bombası sağanağı başladı. Durumu iyi olan arkadaşlar C–15 ve C–16 koğuşlarının merdiven altlarına çekildi. Havalandırmanın tam göbeğinde savunmasız kalan 80’e yakın arkadaşımızın üzerine, koğuşlara geri dönmesinler diye ateş açıldı. Arkadaşlarımız, el, kol, bacak, karın bölgelerine isabet eden mermiler nedeniyle teker teker yere düşüyordu. Murat Ördekçi burada yaralandı. Murat’ı koğuşa almamız engellendi. Bir süre sonra da kan kaybından öldü. Kurşunlara slogan ve marşlarımızla karşılık verdik. Jandarmalar, 15. koğuşun mazgalından toplu halde bulunduğumuz yeri tarıyordu. Baskının ilk saatlerinde bacağından kurşunlanan Mustafa Yılmaz, ikinci kez vuruldu. Arkadaşlarımız, bedenine dört kurşun isabet eden Mustafa’yı merdiven boşluğuna çektiler. Kafasını trabzana dayadı. Konuşmuyordu. Kısa bir süre sonra derin derin nefes almaya başladı. ‘Mustafa, Mustafa’ diye tüm çağrılarımıza rağmen cevap alamadık. Bir dakika sonra nabzı atmaz oldu. Ardından bir seri tarama daha yaşandı. Kurşunlar vızır vızır uçuşuyordu. Cengiz Çalıkoparan da yaralandı bir kez daha... Ali Ateş ise çok sayıda kurşun aldı. Ve atış devam ederken oracıkta son soluğunu verdi. Yine sloganlarımızı haykırdık. ‘Telaş etmeyin ben ölmem’ diyen Cengiz’i de merdiven boşluğuna aldık. Ağır yaralıydı... Bir süre sonra ‘yaralı ve ölülerimizi dışarı çıkaracağız’ dedik. Namlular hala üzerimize doğruluydu. Yaralanan 20 arkadaşımızı avludaki bir köşeye yan yana dizdik. Yaralılar soğuktan ve kan kaybından sapsarıydı. Bir yandan gözyaşları, bir yandan 'dayan yoldaşım' sözleriyle dolaşıyorduk yaralıları. Havalandırmanın arka duvarı kepçeyle yıkılınca, askerlerin uzattıkları merdivenle yaralılarımızı tahliye ettik. Cengiz, tam çıkarılırken hayatını kaybetti. Eğer tıbbi müdahale geciktirilmeden yapılmış olsaydı yaralı arkadaşımız kurtulabilirdi.”

İki otobüs jandarma özel timi, 30 otobüs jandarma komando ekibi, ikisi minibüs olmak üzere 4 jandarma aracı Bayrampaşa Cezaevi’ne giriş yapmıştı. “Hayat güzeldir, canınıza kıymayın” anonslarının yapıldığı hayat sonlandıran operasyona katılan yaklaşık dört bin askerden birinin anlatımı:
“...O an gördüğüm tek şey insanların karşılıklı asker çemberine alınmalarıydı. Vurulup düşen insanlar gördüm, çığlık sesleri duydum. Yanarak ölenler gördüm. Hissettiğim tek şey kindi! Nefret! İnsanlar ‘yakmayın’ diye bağırıyordu. Ama bizlere denilen tek şey de, ‘Ateş serbest, gördüğünüz herkesi vurun, sağ çıkmasınlar’ idi. Bu arada ölen asker vardı. Yalnız asker askeri vurdu. Karşılıklı yaylım ateşinde vuruldu. Operasyon bitiminde 4 bin askerin tamamı ve gardiyanlar birlikte çıkanları dövüyorlardı. Aklımda kalan en kötü şeylerden biri de insanların tazyikli suya tutulmaları, çırılçıplak soyularak dayaktan geçirilmeleriydi...”

Eski Türkiye Komünist Emek Partisi (TKEP) Genel Sekreteri Teslim Töre, bir döneme damgasını vuran önemli isimlerden... 11 Eylül 2001 günü tahliye edildi. Operasyon sırasında Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunduğunu söyleyen Töre, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “C–11 koğuşunda 16 kişiydik. Aramızda ölüm orucu ve açlık grevi yapan kimse yoktu. Balyozla duvarları kırdılar ve ateş ettiler. Ardından da bomba yağmuru başladı. Yan koğuşun yanması üzerine duman altında kaldık. Öleceğimizi sanıp birbirimizle helalleşmeye başladık. Cehennem ortamında saatlerce kaldıktan sonra bizi dışarı çıkardılar. Ancak koğuşta beslediğimiz kediler baskın sırasında öldü.”

“KAHREDEN BİR ÇİZGİ FİLM”

Ressam Sait Oral Uyan, aynı zamanda arkeolog… Cezaevine girmeden önce tam 5 resim sergisi açan içerde de 50'ye yakın tablo çizen bir sanatçı. Örgüt davasından müebbet hapis cezası aldı ve ölüm orucunun 205. gününde bilinci kapandı. Ölüm orucu eylemine başlarken 80 olan kilosu daha sonra 30’a indi. Zorla müdahale onun Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanmasına neden oldu. Tahliyesi ardından geldi. Uyan, düşüncelerini zor da olsa ifade edebilenlerden… Operasyonu şöyle anlatıyordu:
“Çizgi filmlerde kurgulanan silahlarla taradılar bizi… El bombaları, lav silahları, gaz bombalarıyla üzerimize geldiler. Garip silahlar kullandılar. Çünkü 3 milimetre kalınlığında 2 ayrı sacı delen kurşun, bizim kapının arkasına koyduğumuz dolabı delip geçiyor. Her türlü hileli savaş oyununu oynadılar. Bir ordu vardı orada.”

Yine başka bir Korsakoff hastası Ganime Bozlu da, Hayata Dönüş Operasyonu’nu abartılan bir filme benzetiyordu. “Böyle bir film yazılsa ve yapılsa ‘bu kadarı da olmaz’ diyebileceğiniz sahneler olurdu.” diyordu.

“YAŞAM HAKKINI İHLAL…”

Biyolog, gazeteci, halı işçisi, vaiz, öğrenci, inşaat işçisi, muhasebeci, konfeksiyon işçisi, işportacı, tekstil işçisi, pastacı, berber, öğretmen, sanatçı, gündelikçi, mühendis, iktisatçı, maden işçisi... Tam 32 can almıştı Hayata Dönüş…

Fırat Tavuk bedeninin yüzde 90’ı yandı ancak ölümü kurşunla oldu. 29 yaşındaki Fırat’ın annesi Huriye Tavuk, oğlu 1996 yılındaki eylemin ardından ikinci kez ölüm orucuna başladığında “Çocuklarımızı morglara vermeyeceğiz. Hücre yapacaklarına, depremzedelere ev yapsınlar” demişti.

Fırat Tavuk’un daha sonra Grup Yorum tarafından bestelenen ve seslendirilen “Bir mevsim aç olacağız” şiiri:

Yine düştük yollara
Yine uzun yollara
Yine çıktık yollara
Yine uzun yollara
Uzun ve zorlu ama onurlu
Yattık ölüm orucuna
Açlığımız kadar onurlu
Açlığımız kadar gururlu
Açlığımız kadar dik başımız
Açlığımız kadar
İnancı ve sevgiyi
Halkımızı ve düşlerimizi
Umut dolu beynimizi
Tedarik ettik, bileyledik
Onlarla, beslenecek, direnecek
Onlarla öleceğiz
Göçmen kuşlar giderken uzaklara
Hoşça kalın diyecek bizlere
Uğurlarken onları aç olacağız
Döndüklerinde aç olacağız
Belki az kalacak, belki hiç kalmayacak
Kalırsak dik, ölürsek yiğit olacağız
Bu mevsim aç olacağız
Bu mevsim öleceğiz
Zulmü yere yere serecek
Boyun eğmeyip öleceğiz
Ölüm bizim gelecek sizin olsun
Hoş çakalın halkımız
Bu mevsim aç olacağız
Her mevsim onurlu olmak için

Aşur Korkmaz, 1972 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Aslen Sivaslı olan Aşur Korkmaz, F tipi cezaevlerine karşı eyleme geçen 99 kişilik birinci ölüm orucu ekibi içerisinde yer aldı. Adanalı Ali Ateş de Fırat Tavuk ve Aşur Korkmaz ile aynı ekipteydi. Hacettepe Üniversitesi öğrencisiyken okulunu bırakmak zorunda kalan 30 yaşındaki Ali Ateş, dört yıldır cezaevinde bulunuyordu. Yaşamı yoksulluk içinde geçen 32 yaşındaki Cengiz Çalıkoparan, bir dönem İstanbul’un meydanlarında işportacılık yapmıştı. 1994 yılında tutuklanan Çalıkoparan, iki sene sonra Ümraniye Cezaevi’nde yaşanan kanlı baskında ağır yaralandı. Ümraniye’den kurtulan ve Bayrampaşa Hapishanesi’ne nakledilen Cengiz Çalıkoparan, adı Hayata Dönüş olan baskında can verdi. Fatsalı Mustafa Yılmaz, ailesiyle birlikte İstanbul’a göçünce Küçükarmutlu’daki gecekondu direnişlerine katıldı. 1996’daki ölüm orucu eyleminde yer alan Mustafa Yılmaz, 32 yaşındaydı.

Türkiye Komünist Emek Partisi / Leninist (TKEP/L) davasından yargılanan 28 yaşındaki Mahmut Murat Ördekçi, Adıyaman’da dünyaya gelmişti. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul’daki bir elektrik atölyesinde işçi olarak çalışan Murat, Boğaziçi Ekin Sanat Derneği’nin (BESD) üyesiydi. Sol örgüt adına yürüttüğü faaliyetler nedeniyle tutuklanan ve idamı istenen Murat Ördekçi, altı yıldır cezaevinde bulunuyordu. Murat Ördekçi’nin ailesi, oğullarının ölümü üzerine İçişleri ve Adalet bakanlıklarına açtıkları tazminat davasını kazandı. İstanbul 2. İdare Mahkemesi, devletin, Murat Ördekçi’nin yaşam hakkını ihlal ettiğini belirterek, anne ve babaya 109 milyar liralık maddi ve manevi tazminat ödenmesine karar verdi.

Şerif Kartoğlu, Murat Ördekçi ile aynı dava nedeniyle yargılanıyordu… “Namlular ölüm kusuyordu. Murat ağır yaralanmış, kan içinde kalmıştı. Benim de kalçama saplandı şarapnel parçaları. Sürüne sürüne gittim arkadaşımın yanına. Can çekişen Murat’ı kucağıma aldım.” diyen Şerif Kartoğlu, Hayata Dönüş’ün ardından ölüm orucu eylemine girdi. 400 gün süren direnişi, hafızasının silinmesiyle sonuçlandı. Mahkeme, Şerif Kartoğlu’na müebbet hapis cezası verdi. Sonra Ördekçi davadan düşürüldü, Kartoğlu'nun cezası ise kaldırıldı. İki arkadaştan biri ölmüş, diğeri sakat kalmıştı.



Sessizliğe Karşı'dan...

17 Ekim 2010 Pazar

"80'lerde Çocuk Olmak"





Bu sadece bir kitap mı? Hayır! Bu kitap, canlı bir şey! Yaşayan tarihin ta kendisi! Dikkatle, özenle okuyun...

80’lerde Çocuk Olmak, hem bir kitap ismi, hem de bir kuşağın en büyük özlemlerini, yaşanmışlıklarını içinde barındıran yolculuğun özel ve güzel adı. Bu kitapta bir araya gelmiş 90 kadar yazar var. 1980’lerde çocuktu onlar... Hepsi aynı kuşaktan… Sayfalarda gizlenen anılarda herkes kendinden bir şeyler buluyor. Fazıl Say’dan Gürgen Öz’e, Eylül Duru’dan Bülent Çolak’a, Onur Behramoğlu’ndan Erdem Aksakal’a, Göksel Bekmezci’den Ahmet Büke’ye, Barış Müstecaplıoğlu’ndan Yiğit Değer Bengi’ye dek, adları buraya sığmayacak onlarca yazar ve sanatçı bu kitap için çocukluklarını, anılarını, aşklarını, oynadıkları oyunları, 1980 darbesinin kendilerinde ve ailelerinde bıraktıkları kara tortuyu, yüzlerce ayrıntıyı bazen bir çocuk, bazen bir yetişkin gözüyle kaleme aldı. Yaklaşık üç yıllık bir çalışma sonucu doğan 80’lerde Çocuk Olmak kitabı, her kuşağın el kitabı olacak nitelikte. Dönemin pembe dizileri, ünlü oyuncuları, en çok izlenen çizgi filmleri, mahalle abileri, sokak kavgaları ve oynanan unutulmaz oyunlar, atari salonları, fırlamalıklar ve ergenliğe geçiş hikâyeleri, birbirimizle konuşurmuş gibi doğal bir şekilde anlatılıyor. Evet, bizler büyüyoruz ama çocukluğumuz ve yaşanmışlıklar orada öylece duruyor. Yolculuğumuza siz de katılın...

Kitabımızı 80’lerin aydın insanlarına, halk kahramanlarına, üniversite gençliğine ve 80’lerde doğup kaybettiğimiz tüm çocuklara ithaf ediyoruz.

Kadir Aydemir’in yayına hazırladığı bu kitap ayrıca anlamlı bir doğum günü hediyesi. 80’ler çocuklarının hiç yaşlanmadığının, hep çocuk kalacağımızın bir ispatı... Bu yıl, Türkiye sanal âleminin en eski ve köklü şiir-edebiyat sitelerinden Yitik Ülke’nin (www.yitikulke.com) 10. yaşını kutlarken, bu kitapla, anılarına sahip çıkan herkesin de doğum gününü kutluyoruz.

Bu toplum belleksiz değil! Bizler de unutmadık ve yazdık!

Yaşasın 80’lerde çocuk olmak!

“80’lerde Çocuk Olmak” kitabında yazılarıyla, anı ve anlatılarıyla yer alan 80’lerin çocukları:

Yeşim Ağaoğlu, Onur Akbudak, Alper Akdeniz, Erdem Aksakal, Neyran Savaşman Akyıldız, Çiğdem Aldatmaz, Figen Alkaç, Sema Aslan, Hürcan Âşık, Mustafa Atapay, Kadir Aydemir, Eda Aytekin, Nil Esra Başaran, Ezgi Başkır, Suat Başkır, Barış Behramoğlu, Onur Behramoğlu, Göksel Bekmezci, Sinem Bengi, Yiğit Değer Bengi, Ersan Bengisu, Hasip Bingöl, Ahmet Büke, Elmira Cancan, Gökçenur Ç., Şebnem Çağlayan, Tunca Çaylant, Kader Çekerek, Serdar Çekinmez, Murad Çobanoğlu, Bülent Çolak, Elçin Demiröz, Özge Ç. Denizci, Ömer Faruk Dizdar, Eylül Duru, Galip Dursun, Sine Ergün, Azim Raşit Ersoy, Elif Savaş Felsen, İdil Giray, Pınar Gözpınar, Nilay Sağ Gülalp, Eda Günay, Koray Günyaşar, Yasemin Gürkan, Sanem Güven, Nefin Huvaj, Aydın İleri, Necla İret, Deniz Yalım Kadıoğlu, Gülay Kalkan, Bekir Arslan Kopuz, Ulaş Kurugüllü, Ahmet Küçükkayalı, Ece Erdoğuş Levi, Barış Müstecaplıoğlu, Engin Neşeli, Pınar Nurhan, Pelin Onay, Esra Ovalı, Yaprak Öz, Gürgen Öz, Şahin Özbay, Özlem Özyurt, Hatice Topal Özçoban, Nilüfer Özgeren, Sedef Özkan, Erol Özyiğit, Murat Prosciler, Tomris Sakman, Fazıl Say, Hakan Sim, Güray Süngü, Melih Süsleyen, Müjgan Şah, Melike Aslı Şahinsoy, Ümit Şener, Seda Tansuker, Filiz Tanya, Erkut Tokman, Alper Turgut, Murat Türkücüoğlu, Serkan Türk, Papyon Tayfun Türkkan, Ferhat Uludere, Gül Yaşartürk, Özlem Yıldız, Hande Yöremen, Zeynep Zişan ve Güncem Topçu.

15 Temmuz 2010 Perşembe

KARADENİZ’İN AYDINLIK YÜZLERİ KONUŞUYOR





GÜLŞEN İŞERİ



Son yıllarda Güney Doğu’dan Karadeniz’e fındık toplamaya giden mevsimlik işçilere psikolojik baskı uygulanaduruyordu. Buna rağmen, çileli yolculuklarına devam ettiler, bazen kamyon kasalarında, bazen tuttukları araçla… Bazen bu çileli yol onlara mezar oldu. Ama yine de devam ettiler yol almaya. Her yıl fındık mevsimi geldiğinde, bizlerde onlarla yol aldık… Bazı yıllarda Diyarbakır’dan trenle Giresun’a gittiğimizde, Kürt işçilerle birlikte ne kadar mutluyduk. Adapazarı-Düzce’deki fındık bahçelerinde Çerkezlerle bir arada yaşayan, Kürt işçilerle röportaj yaparken… Arifiye Tren İstasyonu’nda denk geldiğimiz mevsimlik işçilerle hasbıhal ederken... Bu sene de Güneydoğu’dan bir trene binip işçilerle Ordu’ya gitmek ne güzel olacaktı. O hasatı güle oynaya kaldırıp, “Lazlar, Kürtlerin deniz görmüşüdür...” deyimiyle kahkaha atacaktık… Atar mıyız yine?



Haftalardır Güneydoğu’dan Karadeniz’e üç kuruş için mevsimlik işçi olarak fındık toplamaya gidenlere bu yıl yine bir ambargo uygulanıyor; Kürt kimliklerinden dolayı! Ne acı değil mi? Belki de pek çoğunuzun haberi yok, oysa son yıllarda can yakıcı ve ne yazık ki iç acıtan bir mesele olmaya başladı mevsimlik işçilerin durumu.
Duyduk, okuduk ki Devlet erkânı bir araya gelmiş Giresun’da, (5 Mayıs 2010) (İstanbul, Dersim, Sivas ve Bingöl’den emniyet, istihbarat ve askerî yetkililerinin yanı sıra, Amasya, Sivas, Giresun, Ordu, Gümüşhane ve Tokat illerinin üst düzey askerî ve sivil yetkilileri) ‘PKK Zirvesi’ yapılmış, hazır bunu konuşurken de, mevsimlik işçilerin durumunu da masaya yatırıp bir dizi karar çıkartılmış! Karadeniz bölgesine girecek Kürt işçilerin sıkı kontrol altına alınması, Karadeniz’e girmeyi başaran işçilerin ise fişleneceği vs vs…



Bu karar Karadenizlilerin kararı mı? Hayır. Onlar bu yılki fındığı da birlikte paylaşmak istiyorlar. Emeği bölüşmek, kardeşlik tohumlarını pekiştirmek istiyorlar… Peki, ‘açılım’ diyerek bölücük tohumu ekenler, siz gerçekten ne istiyorsunuz?
Karadeniz’in aydınları, sanatçıları, yazarları, fındık üreticileri 2007 yılında nasıl ki İsmail Türüt’ün ‘Plan Yapmayın Plan’ şarkısına tepki gösterip Ermeni kardeşlerine sahip çıktılarsa, Hrant Dink’e sahip çıktılarsa, bu kez de yıllardır kardeşçe yaşadıkları Kürt kardeşlerine sahip çıkıyorlar. Çünkü Karadenizliler halkların kardeşliğinden yanalar, Türkler, Kürtler, Ermeniler, Gürcüler, Lazlar, Çerkezler ve Megrellerin binlerce yıldır birlikte yaşadığı bu topraklarda ‘bu bölücük tohumunu’ ektirmemeye kararlılar…



Tabii tüm gelişmeler olurken Kürtlerin de kırgınlığı vardı… Şeyhmus Diken; (20 Haziran 2010 BirGün) Karadeniz’e Git(me)mek! başlıklı yazısında dile getirmişti bu kırgınlığını: “Fındığınızı siz yiyin, içi de kabuğu da sizin olsun...” dedi… Diken yazısında bir de soru sormuştu: “Acaba bir finduğin içuni, yar senden ayri yemem" diyen Laz uşakları ne diyeceklerdi bu ‘güvenlik gerekçeli’ devlet politikasına?” İşte Diken’in bu sorusuna yanıtlar Karadenizli aydınlardan geldi bile… Önce Karadenizli Dilek Dindar, BirGün’de yazdığı (29 Haziran 2010) ‘Kürtçe Dido Nana söylemek zamanı’ başlıklı yazısıyla biz hepimiz kardeşiz diyordu…



Sonra tepkiler arttı ve Karadenizli aydın, sanatçı, yazar… Kaygılarını dile getirdiler. Bu süreci hızlandıran Dilek Dindar, Karadenizli, aydın, sanatçı ve yazarlarla ortak bir deklarasyon yayınlayacaklarını dile getirdi. Dindar süreci anlattı; aydın, sanatçı ve yazarlar “bir finduğin içuni yar senden ayri yemem” dedi…


Mircan Kaya Müzisyen / İnsanız, insanlık öldü mü?


Otuz altı yüzyıl kadar önce, Babil’in kurucusu Hammurabi güçlülerin güçsüzlere haksızlık yapmasını önlemek için adaleti ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Musa, Firavun’un karşısına çıkıp insanların kendilerine sahip çıkma hakkını talep etmişti.
12 Eylül 1980’de devlet Kürt halkına savaş ilan etmişti, yok sayarak. İleri yıllarda ise, dönemin iktidarı Kürt realitesini tanıdığını ilan ederek Kürt halkına kendi olabilmek hakkını sözde geri verdi. O vakte kadar ise Kürt lafı etmek bile mümkün değildi. Bütün çocukluk ve genç kızlık yıllarım boyunca çevremin bana enjekte ettiği bir düşünce vardı. Türk dışında herhangi bir kimlik (Kürt, Poşa-Ermeni, Laz, Gürcü vs. farketmez) aşağı sınıftan insanları temsil ediyordu. Yaşadığım şehirdeki Kafkas Ermeni çingeneleri olan Poşalar toplumun iyice dışında yaşarlar, gündüzleri ikinci sınıf hizmetlerde çalışırlar (temizlikçilik, kalaycılık, hademe vs.), akşamları ise Kafkas dağlarının tepesine çekilirlerdi. Kürt oldukları halde bunu saklayan çok değerli arkadaşlarım oldu.


İktidar (hangisi olduğu önemli değil) pintice verdiği hakları bir taraftan kendine bağımlı kılarak, bu toplumu teşkil eden halklara verdiğinden fazlasını talep ederek veya fazlasından yoksun bırakarak toplumu kendisi bölmüştür. Türk ulus bilincinin yaratılmasının temelinde aşırı pompalanmış bir milliyetçilik ve bunun kaçınılmaz sonucu olan ayrımcılık yatar.

Özgür olmak, kendini kendi gibi ifade etmek, kendi olarak var olmak hakları ellerinden alınmış insanlar iktidarın yarattığı dolaylı şiddette karşı kaçınılmaz olarak şu ya da bu biçimde karşı koyarlar. İnsana bağlı olduğu halde insanı unutan hiçbir sistem ayakta duramaz, eninde sonunda başarısızlığa uğrar.


Peki ya Doğu Karadeniz insanına ne oluyor? Bu aşırı milliyetçi ve kör tavır nasıl açıklanabilir? Bölge halkının bilinci tevekkül ve konformizmle körelmiş durumda. Bana dokunmayan bin yaşasın zihniyeti bölge halkını iktidarın kollarında pışpışlatmaktadır. Eğer bu insanlar Laz ise ben değilim. Eğer bu insanlar Gürcü ise ben değilim. Ben insanım. Dedem yanında çalıştırdığı Kürt aileyi toprak sahibi yapmıştı. Ben onlarla büyüdüm. Hepimiz önce insanız. Kadın, erkek, işçi, yabancı, yurttaş, mülteci, Kürt, Türk, Laz, Gürcü, Ermeni vs. vs. gibi kategorilere indirgenmeden önce insanız! İnsanlık öldü mü?


Yılmaz Okumuş Mizah yazarı / İnsan kardeşini dışlar mı?

Valİlİk ve emniyet yetkilileri belli ki Nazilerden kopya çekiyor. Korkum şudur; bu uygulanan ambargoyu yeterli bulmayıp Kürt vatandaşların kapılarına çarpı işareti koymaya kalkabilirler.


Egemenler bazen “Asırlardır bir arada kardeşçe yaşadık” derler Kürtler için.
Eğer biz iddia ettiğiniz gibi Kürtlerle kardeşsek, kardeşlerimizin Karadeniz’de çalışmasına neden engel oluyorsunuz? İnsan kardeşini dışlar mı?
Bu kararınızla, düşmanlık tohumlarına elverişli bir ortam hazırladığınızın ve o tohumları gübrelediğinizin farkında mısınız?

Tut ki kışkırtmaya hazır vaziyette hassas! Birkaç Karadenizli vatandaşımız, “Kürtleri

Karadeniz’de istemezük” dedi... Peki siz devlet olarak niye onları pışpışlıyorsunuz? Mevsimlik Kürt işçilerini çalıştırmak isteyen, aldığınız bu karara karşı çıkan yüzbinlerce Karadenizli var, onların sesini neden duymuyorsunuz? Niye bütün çözümleriniz bu hassas vatandaşların isteği doğrultusunda oluyor? Orada kimse var mı?

Mehmet Gümüş Müzisyen / Kürtlerle birlikte biz de inciniyoruz

Her fındık mevsiminde bu ırkçı ve şoven yaklaşımlara tanık oluyoruz. Bu yaklaşımlar önce halk arasında yaygınlaştırıyor, sonra da resmî ağızlardan dillendiriliyor. Ne yazık ki çoğu zaman bu yaklaşımların merkezinde devlet yöneticileri oluyor. Kürt vatandaşlarımız inciniyor, aşağılanıyor; onlarla birlikte bizlerde inciniyoruz. Hepimizin içi acıyor. Hem hamasi söylemlerle devlet bütünlüğünden vs’den söz edeceksiniz, hem de ayrımcılığın, ötekileştirmenin, dışlamanın zemini hazırlayacaksınız. Böylece “Terörü önleme”nin bir yolu olarak kendi vatandaşınıza Kırmızı Kart göstermeyi düşüneceksiniz; Urfa’dan gelip Ordu’ya , Giresun’a, Trabzon’a giremezsiniz diyerek. Bu ve benzeri yaklaşımların Kürt Sorunu’nun çözümüne hiçbir katkı sunmadığını herkes biliyor aslında. Bırakın katkı sunmayı, sorunu derinleştiren yaklaşımlar bunlar. Bu dezenformasyondan etkilenen ve konunun özünü göremeyen kimi insanlarımızı ayrı tutarak sunu söyleyebilirim ki; bu yaklaşımı savunan ve servis edenler bu ülkenin bu tür sorunlarla birlikte yaşamasını isteyenlerdir bence. Bu sorunun çözümünden rahatsız olanlardır, çıkarları zedelenenlerdir.


Yıllardır Karadeniz’de Kürt vatandaşlarımız fındık topladı. Hangi sorun yaşandı? Hangi olay çıktı? Kime ne zararları oldu? Ben fındık üreticisi Ordulu bir sanatçı olarak yıllardır fındığın Kürt vatandaşlarımızın toplamasından hiçbir sıkıntı duymuyorum.
Ülkemizde dostluğun, kardeşliğin , barışın , sevginin ve birlikte yaşama arzusunun yaşam biçimine dönüşmesini isteyen herkes bu anlayışa karşı çıkmalıdır. Bizleri ayrıştıran anlayışları değil, birleştiren anlayışları savunmalıyız.


Niyazi Koyuncu Müzisyen / Emeği de fındığı da paylaşacağız

Böyle bir idea olması bile tamamen utanç verici bir durum. Güney doğudan iş ve ekmek için gelen Kürt kardeşlerimize konulmaya çalışılan ambargoyu kınıyorum. Bu tamamen insanlık dışı ırkçı şovenist bir yaklaşımdır…
Bu kararı alan ya da almaya çalışan yöneticilerdir. Karadeniz’de yaratmaya çalıştıkları halkları birbirine düşman etmektir...
Ama Karadeniz halkı kesinlikle oyuna gelmeyecektir. Ekmeğini de fındığını da paylaşacaktır. Son olarak işin, ekmeğin rengi, dini, dili yoktur. Karadeniz’deki yöneticilerin anlaması dileğiyle.


Özcan Alper Yönetmen / Açık şekilde suç işleniyor


AçIkçasI uygulama ve öncesinde yapılan toplantıyı duyduğumda inanamadım. Diyarbakır’daydım ve Şehmus Diken’in BirGün gazetesindeki yazısından öğrendim. Bu kararı devlet erkinden birileri almış olsa da açıkçası bu çifte standarttan dolayı öncelikle bir Karadenizli olarak kendimi de suçlu hissettim. Ve sonrasında süreci yakından takip etmeye çalıştım. Kararın kendisi hiç şüphesiz Nazi Almanyası döneminin kararlarını aratmayan bir uygulama. Birincisi bu kararı alanlar bence açık şekilde suç işlemişlerdir. Kim neye dayanarak insanların çalışma için ülke içinde bir yerden başka bir yere gitme hakkını alabilir. Sürekli bölücülük paranoyası yaratanlar kendileri açık şekilde ayrımcılık ve bölücülük yapıyorlar. Soruna yaklaşımın kendisi, tabii devletin ve hükümetin Kürt meselesine genel yaklaşımın dışında değil. Halen daha soruna güvenlik meselesi içerisinde yaklaşıyorlar. Yıllardır uyguladıkları askerî çözümün bu sorunu çözmediğini görmek istemiyorlar. Hatta bırakın devlet ve hükümeti, solun değil sadece sosyalistlerin bile alkış tuttuğu Kılıçdaroğlu bile sorunun bu tarafları ile uğraşmaktansa gidip mevzide poz verecek kadar olayı basitleştirebiliyor... Oysa şimdi öncelikli olarak biz Karadenizliler ve ülkedeki tüm kamuoyu bu insanların neden üç kuruş için zaten insanlık dışı bu koşullarda çalışmaya geldiğini (yani doksanlı yıllar boyunca bu insanların köylerinin nasıl yakıldığını ve zorunlu göçe tabi tutulmalarını) ve neden devletin bunu bile onlara çok gördüğünü daha çok anlatmamız gerek. Bu arada bu insanlar daha önceki yıllarda da burada şehir dışında tutulup, günlerce GBT taramasından geçirilip hatta şehir içine sokulmuyorlardı. Özellikle bu bölgedeki demokrat insanların bu dönemde çalışma için gelen insanlarla dayanışma ve daha çok temas kurmaları gerekiyor oysa.
Ve biz şimdi sahip çıkmasak yarın sanırım Rize belediye başkanı olduğu söylenen o zattan daha pervasız, ırkçı zihniyette kişilerin insanlığa sığmayacak açıklamalarına maruz kalacağız hep beraber. Bu yüzden yıllardır Karadeniz üzerine özellikle dayatılan bu politikalara karşı, Karadeniz halkları, ekmeğini ve kardeşliğini yeryüzünün tüm halkları paylaşmaya hazırdır demek gerek.


“Karadeniz’in aydınları onuruna sahip çıkıyor”

DİLEK DİNDAR

Karadenİz kimliği benim için önemlidir. Çünkü tıpkı VİYA gibi özgürlük sembolüdür. Kazım gibi, Fikri Amca gibi devrimcidir. Kardeşlik gereksiz bir sözcüktür bizim oralarda, çünkü zaten kardeşçe yaşarız. O yüzden son yıllarda yaşananları anlamak zor geliyor bana. Başka şeyler oluyor artık topraklarımda. Kanser, göç, HES’ler, fındık taban fiyatları...


Çernobil meyvelerini ölümlerle vermeye başladı; sahil yolu bağrımıza bıçak gibi saplandı; HES’ler Demokles’in kılıcı gibi tepemizde. Derken bir de ırkçılık tohumları ekilmeye çalışılıyor. Birileri Kürtleri kimliklerinden dolayı sokmayalım buraya diyor, kimileri işten atıyor, belediye başkanıyım diyen bir zat “ikinci eşi Kürtlerden alalım” diyecek kadar pervasızlaşıyor, Diyarbakır’dan Baro Başkanı Rize Belediye başkanı ile düzeysizlik konusunda yarışa giriyor. Aklın almadığı bir nokta...


Neresinden bakarsanız bana, bize yabancılaşıyor artık. O nedenle geçtiğimiz günlerde, her daim barışa ve kardeşliğe dair yazdıklarıyla umudumu diri tutanlardan sevgili Şeyhmus Diken’in kırgınlığı, beni de ve sanırım pek çoğumuzu da derinden yaraladı. BirGün’de buna dair yazdığım bir yazı yayınlanınca konuya dair tepkiler gelmeye başladı. Karadenizli hemşerilerimin yanı sıra pek çok sanatçı, yazar, aydın konuyu tartışmaya başladı. Şu sıralar Karadeniz’in gerçekten aydınlık yüzleri kendi onurlarına sahip çıkma hazırlığı içerisinde. Önümüzdeki günlerde ortak imzalı bir deklarasyonla bir Karadeniz ziyareti hedefleniyor. Özetle, şimdi hep birlikte Kürtçe ‘Dido’ söylemeye hazırlanıyoruz.

Onur Gülbudak Psikolog - Fındık üreticisi / Bu iç içelik, fındık hasatının bir ritüeli

Bİlmeyen için, bilmeden konuşan için söyleyeyim, fındık köylüsü yoksuldur. Dahası, ülkenin en yoksul köylülüğü bu bölgededir. Şimdi… Yoksulların yaşadığı ve fiyat politikaları ile alabildiğine mağdur edilmiş bir tarım bölgesine, yoksullar yoksulu ve mağdurlar mağduru başka bir grup olan Kürt tarım işçileri geliyor. Böylesi girift yoksulluk varyasyonlarının doğal bir sonucu olarak kâh itişerek, kâh sevişerek bir şekilde bir arada yaşıyoruz kaç yıldır… Her şey bir yana, bu iç içelik, fındık hasatının bir ritüeli, hatta, bazı bölgeler için –işgücünün göç etmiş olması nedeniyle– zorunlu koşulu haline dahi gelmiş durumda. Sonra birileri çıkıyor, bu gruplardan birinin üzerinde netame rüzgarları estirerek bu, “bir arada emek üretme” eylemini kriminalize ediyor. Bu netame rüzgârı biz fındık üreticilerinin kanaati ve gündemi değildir. Bu, Kürt sorununda, Ermeni, Rum sorununda korku yaymaktan başka mahareti olmayanların gündemidir. Fakat, bölgede yaşanan yoksulluğun, bu yoksul iki grup arasında çarpık, problemli bir sosyal pratiğe neden olduğunun da altını çizmek gerek. Fındık köylüleri, “konar göçer” olarak gördükleri Kürt tarım işçileri karşısında kendilerini yerleşik, muasır, görgülü ve trajikomik olarak “zengin” hissediyor. Bu, 5 kuruşu olanın, daha doğrusu “5 kuruşu dahi olmayanlar” kategorisinin dışında kalanların, 3 kuruşu olanlara göre kendilerini iyi ve zaman zaman üstün hissetmeleri gibi bir şey…


Bu his, yoksul olanın, diğer yoksulun insan emeği üzerine mülkiyet geliştirme hevesi gibi trajik bir sosyal sıkıntıyı beraberinde getiriyor. Bunun en somut göstergesi Karadenizli köylülerin “dışarıdan gelmiş” olan Kürt tarım işçilerini, yerli tarım işçilerine göre daha az ücretle, daha ağır şartlarda çalıştırma eğilimi olarak ortaya çıkıyor. Yoksulluğun bulandırdığı bu çarpık algıdan kurtulmak gerek. Ben bize ait gündemin bu olduğuna inanıyorum. Yoksa, fındık köylülerinin Kürt kardeşleri ile aralarında Kürtlükleri nedeniyle objektif olarak bir sorun yok, hiç de olmadı. Burada mesele, yoksul olanın, daha yoksul olanı (dışarıdan geleni) kendi mağduriyetine ortak ederek derdini hafifletme yönelimidir. Bunu aşmak için Kürt tarım işçilerinin çalışma şartları ve ücret belirleme konularında söz söyleme ve tayin hakkını tesis edecek bir zemin yaratılmalıdır. Mevsimlik işçilerin öz örgütlenmeye yönelmeleri uzak bir hedef gibi dursa da, bu çözüm üzerine esaslıca durmak gerekiyor. Kürt işçilerin bölgemize, dayıbaşı, çavuş vs. denilen soyguncu aracılarla, ağaların, beylerin aracılığıyla, nerede nasıl çalışacağını dahi bilmeksizin gelmeleri yerine bir öz örgütün gücü ile gelmeleri, orada burada alınan güvenlik bahaneli zirveleri de zorlaştıracaktır. Öz örgütlenmeye giden yolda bir ilk adım olarak, tarım işçilerinin çalışma şartlarını belli standartlara koşullamak, bu standartları belirlerken Kürt işçilerin söz söyleme hakkını tesis etmek onların ekmeklerini risk altında bırakan zirveleri boşa çıkarmak adına da önemli bir adım olacaktır.

Tülin Özen Oyuncu / Yalnızlaştırılıyoruz

Son zamanlarda giderek artan ayrımcılığı, kini, birbirine tahammül edememe, birbirini dinlememe halini büyük bir mutsuzlukla ben de herkes gibi takip ediyor ve üzülüyorum...
Ama bir taraftan biliyorum ki; biz ortak sorunları, ortak mutlulukları,ortak esprileri,şarkıları, masalları, yemekleri olan, birçok kültürün birleştiği bir toprakta yasıyoruz ve bu ‘ortaklık’ bizi, aslında birbirimize kulaklarımızı, yüreklerimizi açtığımız anda, anlamaya başlayacağımız bir noktaya getiriyor.
Karadeniz’den, yani bu değişik kültürlerin, evden eve, mahalleden mahalleye değişebildiği bir coğrafyadan böyle bir haber almak, cennet gibi bir güzellikte yaşayan insanların böyle sert, ayrımcı bir tepki verebileceğini görmek, yaşadığımız topraklarda güdülen siyasetin, tarım sektöründe giderek artan sorunların, ekonomik durumun zorlaşmasının insanların kulaklarını, yüreklerini birbirine nasıl kapattığına şahit olmak ne yazık ki ne hale geldiğimizi, getirilmek istediğimizi acı bir şekilde gösteriyor.
Ortak problemlerimize karşı beraber hareket etmek yerine, sorunun kaynağını ırka, dine, dile dayandırmaya çalışmak bizi ne yazık ki çözümlerimizden, insani sorumluluklarımızdan her geçen gün daha da uzaklaştırıyor, acımasızlaştırıyor ve yalnızlaştırıyor. Karadeniz’e ait fotoğraflarda ‘yeşilin her tonunun’ görülmesi bize nasıl bir mutluluk ve gurur veriyorsa, birbirimize baktığımızda da aynı çeşitliliği görmenin mutluluğunu yaşamalı ve belki de hayatta bulup bulabileceğimiz bu en büyük zenginliğin tadını çıkarmalıyız.

Alper Turgut Gazeteci-yazar / Fındık kadar bir mesele değil


IrkçIlIk, kuşkusuz insanlığın ortak düşmanıdır. Halkların kardeşliği şiarından bir adım öte durmak dahi, sakıncalı sonuçlar doğurabilir ve aşırı milliyetçilik, emperyalizmin koşulsuz dayanağıdır. Halkları birbirine düşman et, çekil ve seyret. Neyse konuyu fazla dağıtmaya gerek yok ancak özellikle Karadeniz’de ziyadesiyle milliyetçi bir tırmanış var. Üstelik yeni de değil. Sanırım 1996’da Ordu’da başlayan, Trabzon, Samsun derken bugün Giresun’a uzanan bir hat izleyen bu sorun, Doğu’da, Güneydoğu’da çatışmaların yeniden alevlendiği bir süreçte, elbette yakıcılığını koruyor, koruyacak. Mevsimlik fındık işçileri, yıllardan beri üç otuz paraya çalışan Kürt emekçilerinden oluşur. Yurttaşlık derken, kimlikteki doğum yeri hanen nedeniyle ambargo yemek, hiçbir durumda Türkiye halklarının çıkarına değildir.
Şimdi ortak hareket etmenin tam zamanı, şayet karşı çıkmazsak, kıvılcım bir anda büyür ve bir bakarız ki; ülke yangın yerine dönüvermiş. Evet, Ahmed Arif’in dediği gibi, “Kız alıp, kız vermişiz, tavuklarımız birbirine karışmış”, halkların kardeşliği adına, fındık kadar bir mesele değil bu, dağlar kadar büyük ve acil çözüm gerek.

KARMATE Müzik grubu / Bu ambargo çözümsüzlük düğümü

Çözüm bekleyen birçok sorunun, kanayan yaranın üzerine; her geçen gün yeni hatalar, yeni sorunlar ilmik ilmik işleniyor. Her yaz çoluğuyla çocuğuyla bir parça ekmek umuduyla yollara düşen işçilerin çektikleri zorlukların üzerine bir de kimlik sorununun eklenmesi, devletin Karadeniz’e kapılarını kapatması kabul edilebilir bir durum değil. İddialara göre; Kürt işçi yerine Gürcistan’dan fındık işçisi getirilmesi konuşulmuş. Türkiye’de işsizlik sorunu varken öncelik Doğu ve Güneydoğu’daki işçilere verilmelidir. Söylenenlere göre yapılacak denetimlere rağmen Karadeniz’e girmeyi başaran işçilerin ise fişleneceği iddiaları çok çirkin,aşağılayıcı bir durum.
Kürt açılımının içinin boş oluşu ve toplumda doğurduğu kaos üzerine işçilere uygulanan bu ambargo çözümsüzlükler üzerine bir düğüm daha atmaktadır. Aşsız, işsiz kalan insanların devlete öfkesini kabartmaktadır. Kürtlere uygulanan şimdi de iş sahasındaki engeller “biz” olabilme yolundaki çabaları hiçe saymaktadır. Bizler üstlendiğimiz misyon itibariyle Karadeniz’de konuşulmakta olan çeşitli dillerdeki ezgilere albümümüzde yer vererek coğrafyamızın kültürlerini bir arada tutmak ve bütünlüğü korumak için çabalıyoruz. Uygulanan stratejilere, dayatmalara inat müziğin evrenselliğine olan inancımızla tüm halkları kucaklamayı hedeflerken yani çözümsüzlüklere müzik aracılığıyla cevap vermeye çabalarken, farklı mecralarda da olsa bu şekilde yıkıcı gücün uygulanması ikilemleri çoğaltmakta ve taraflar yaratmaktadır. Ayrıca rahat koltuklarında oturan dar görüşlü insanların etnik kimliklerinden dolayı işçilere ambargo koymaları toplumdaki ayrımcılığı ve öfkeyi de tırmandırmaktadır...(Biz Karadeniz’de Gürcü, Laz, Hemşin, Rum… Yıllarca bir arada yaşadık...


Hiçbir zaman aramızda kimlik çatışması olmadı. Hep dışarıdan bazı etkenler bizleri birbirimize düşürmeye çalıştı ama olmadı da, bakın hâlâ bir aradayız ve hâlâ gelin ve damatlarız birbirlerimize. Bu renkli coğrafya içerisinde bu kadar çeşit kültürü bağrında barındıran Karadeniz’in üzerinden artık kalksın, gitsin kara bulutlar... İçimizdeki her kültür bu bütünün bir parçası, her gelen misafir de başımızın tacıdır...)

Yaşar Kurt Müzisyen / Sinsi bir tuzak bu

Ne oluyor Karadeniz’de... Ne olmuyor ki... Güzelim akarsuların önü kesiliyor, zaten az olan toprak artan nüfusu beslemiyor. Sahil boyuna çirkin ve kötü yapılar birbiri ardına inşa ediliyor. Yoğun bir genç nüfus eğitim olanaklarından yoksun ve işsiz kahveleri dolduruyor. Çayın ve fındığın getirisi sorunları çözmüyor. Her gün daha da yoksullaşan kitlelerin bu öfkesi birileri tarafından ötekileştirilmiş insanlara yöneltiliyor. Her gün medyamızda Kürt sorunu üzerine yorum üreten kanaat önderleri yeni hainler ve düşmanlar yaratma da şiddetin ekmeğine yağ sürüyor. Bu gün Kürt işçilere yönelen şiddet yarın kimbilir daha kimlere yönlenecek. Karadeniz’de şiddet yeni bir şey de değildir; üstelik biraz tarihi karıştıranlar daha önce başkalarına da aynı sinsi tuzakların kurulduğunu açıkça görür.

Rüştü Baş Gazeteci-Yazar / Fındık dalda kalsın mı?

Öncekİ yıllarda Karadeniz’e ülkenin her tarafından toplama işçisi geliyordu. Bu defa ‘zapt-u rapt’ altına alınıyor? Kim ki dayıbaşı, yasal kurumlara uğrayacak, kimlik bildirimlerini sunacak ondan sonra bahçeye girecek...
Aslında önceki yıllarda da yapılan bu idi. PKK “terörü” tırmanışa geçince idari makamlarda işi biraz daha sıkı tutma gayreti görülüyor. (Örneğin sokaktaki adam: “800 milyon toplama parasını alıp götürdüler, teröre yatırdılar” söylemine öylesine inandırılmış ki, aksini söylemeye kalksanız ve deseniz ki: “fındığın satışından Ordu’nun tamamına bu kadar para girmedi” ne yazar!) Atış serbest, bu ve benzeri söylemlerle birliktelik yerine, ayrıştırma gayreti güdenlere medyanın da iltifat etmemesi, en azından doğru rakamları bulup, yazması gerekmez mi? Yangına körükle gitmek ne kazandırıyor? Anlamakta zorlanıyorum! Fındık toplama zamanı gelince, çalıştıracak işçi bulamayacaklarını, bulanların da 50-60 lira günlük vereceğini hesap etmiyor?


Halkın Gazetesi BİRGÜN