27 Temmuz 2008 Pazar

GÜNGÖREN'DE YİTEN CANLARI UĞURLARKEN...






ALPER TURGUT



Güngören… Güven Mahallesi… Kınalı Caddesi… Menderes Çıkmazı… Trafiğe kapalı bir alan ve saat 22.00’ye yakın… Serinliğine sığınılan gece, kâbus gibi çökmüş bedenlere… Zifiri yırtan korkunç patlama, canhıraş çığlıklar, kopan kol ve bacaklar... Kan deryası, can pazarı... 18 ölü, 154 yaralı… Oysa, sözcükler tükeniyor, her masum yitiminde… Çocuk, genç, yetişkin, ihtiyar… Kadın, erkek… Analar, babalar, dayılar, amcalar, halalar, teyzeler, neneler ve dedeler... Ve el değmemiş bebeler... Of ulan of… Canımız yandı, içimiz burkuldu, yüreğimiz, ciğerimiz kavruldu be… Gece gece ince bir sızı, sokuldu bağrımıza sinsi sinsi, sormayın gitsin. Feryat, figan... Ama siz, susmayın sakın, kanmayın ve uyanın... Artık ağlamasın halkımız... Ateş düştüğü yeri yakmasın, sitem, kınama ve açıklamalar beyhude kalmasın. Her kim kıydıysa insanlarımıza kahrolsun, bin kere kahrolsun...



Lanet olsun ki; yine çöp kutuları… Trene, vapura, durağa ve oraya buraya konulan bombaları bilir İstanbullu… Gazeteci olarak sivil hedefli kaç patlamaya gitmişim, sanırım saymadım. Canı dondurma çekenler, çekirdek çitlemeyi sevenler, sohbetin koyusuna demlenenler katledildi, duyun… Yem niyetine yerleştirilen bombadan kaçmayıp, ilenene yardıma koşanlar, korkunç bir tuzağa yakalandılar. Halkımızın yardımseverliği bir yanda, barut, güherçile, kan, yanık ve yıkık kokusu diğer yanda… Gündelik hayatımızın orta yerinde patlayan, gözyaşlarımızla karışık hıçkırıklarımız idi… 18 can düşmüş yere, 15 can yaşamın kıyısında… Üç yaşındaki Aleyna Çelik, 5 yaşındaki kuzeni Taha Yıldız ile birlikte katledildi. 13 yaşındaki Murat Ağca'yı da yitirdik hayatının baharında... Şeyma Özkan 12 yaşındaydı, ecel onu evinin balkonunda yakaladı. Filiz İkiz, hamileydi, 15 gün sonra anne olacaktı. Emre Belözoğlu ve Arif Erdem'in Zeytinburnuspor'dan hocası Hayrettin Güller ise kuşlarına yem almak için çıktığı sokakta yaşamını yitirdi. Herkesin bir öyküsü var.






Hangi hain, hangi müsvedde, hangi onursuz, hangi kaçkın, hangi kahpe, hangi düşman, hangi zalim, hangi azılı, hangi katil, hangi oyuncak, hangi maşa, hangi kıçıkırık… Beylik, bildik bir laf olacak ama perde arkasındaki kirli, karanlık ve gaddar eller, yeniden tutuyor iplerini ruhsuz, soysuz ve suratsız cellatların... Korkunun heyulası, tetikliyor dinmeyen yasımızı... Savaşta en çok siviller ölüyor, barışta en çok siviller ölüyor. Görmüyor musunuz asıl insanlık ölüyor... Sevdiklerimiz katledildikçe, ürkütücü bir endişe, sarıyor yarınlarımızı... Adı batasıca kanlı eserin sahibi kan içiciler ise, keyiften ellerini ovuşturuyor. Ancak nedense isimleri, cisimleri yok onların... Failler, yıllardan beri her olayda muçhul elbiseleriyle sırra kadem basıyorlar. Gayrı yetti, bıçak kemiğe dayandı. Hiç değilse bari siz söyleyin bizi yönetenler, kim yapar bunu, kim ha kim? İnsan olmadığına göre… Peki, kim?








Fotoğraflar: DHA

26 Temmuz 2008 Cumartesi

"Bu Dava Senin Davandır"




Ferhat Gerçek adalet istemeye devam ederken, Ferhatlar adalet taleplerini haykırırken, İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı Yenibosna’da polis tarafından vurularak felç kalan Ferhat’ın soruşturmasını tamamladı. Ferhat Gerçek hakkında “Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet, Görevi yaptırmamak için direnme, Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret, Nitelikli mala zarar verme” iddialarıyla açılan davada Bahçelievler’de görevli 7 polis için 9 yıl, Ferhat Gerçek için ise 15 yıl 4 ay hapis isteniyor.


Bu göstermelik dava bile adaletin kimden yana işlediğini en çıplak haliyle gözler önüne seriyor. Bu iddianame ile bir kez daha bu düzenin adaleti polisleri koruyor, mağdur olanı, muhalif olanı, devrimci olanı cezalandırmayı esas alıyor. Temel Haklar Federasyonu üyeleri bu adaletsizliği teşhir etmeye ve Ferhat’ın adalet isteyen sesini her yere ulaştırmaya devam ediyor.


24 Temmuz günü Okmeydanı Örnektepe Muhtarlık önünde açıklama yapan federasyon üyeleri “Ferhat’ı Vuran Polis Tutuklanmalıdır” pankartı açarak “Ferhat’ı Vuran Polis Yargılansın, Adalet İstiyoruz” sloganları attılar. Saat 17.00’de Gözde Buldu yaptığı açıklama ile, Ferhatların açlığın, yoksulluğun, sefaletin kader olmadığını söyledikleri için, bağımsızlık, demokrasi dedikleri için, adalet istedikleri için her türlü baskıya, şiddete maruz kaldıklarını belirtildi.


Laik-şeriat ikilemiyle haklarımızı çalan ve kendi aralarında iktidar kavgası verenlerin halkı da taraf yapmaya çalıştıklarına değinen Buldu: “Bizim kavgamız ekmek kavgasıdır. Bizim kavgamız adalet kavgasıdır. Biz bu ülkenin özgür, bağımsız, sömürüsüz geleceği için mücadele ediyoruz. Bu kavga bizim kavgamız. Kendi kavgamız için taraf olalım. Bu kavga içinde yer aldığımızda Ergenekoncuların da, din bezirgânı AKP'cilerin de gerçek yüzü görülecektir. Bağımsızlık ve demokrasi kavgası karşında dün olduğu gibi bugünde birleştiklerine, aralarında hiçbir farkın olmadığına bir kez daha tanıklık etmiş olacağız” diyerek Ergenekon masallarıyla yaratılan havaya inanılmaması gerektiğinin altını çizdi.


Buldu açıklamasında “Ekmek ve Adalet için Ferhatlara sahip çıkalım, onlarla birlikte bağımsızlık demokrasi mücadelesini büyütelim. Çünkü bu ülkenin özgür, eşit, adaletli geleceğini AKP veya diğer düzen partileri değil Ferhatlar temsil ediyor” sözlerine de yer verdi. Ferhat’ın resimlerinin taşındığı açıklamanın ardından, Ferhatlar Yürüyüş dergisinin satışını yaparak halka “bu dava senin davandır” dediler. Eylem 150 derginin halka ulaştırılmasıyla sona erdi.


Halkınsesi-TV'den alınmıştır...

25 Temmuz 2008 Cuma

RACONA UYDUK, BURALARA DEK GELDİK




ALPER TURGUT

Fotoğraflar: VEDAT ARIK
..................................................................................
Bunu nasıl başarıyor bilinmez ama Erkan Can istisnasız herkesin sevdiği bir aktör. Bugüne dek hakkında olumsuz konuşana, oyunculuğuna laf edene rastlamadım. Aksini iddia edecek biri varsa da bu yine kendisi olacaktır, eminim. O, ağır ağabey, mafya babası, komik karakterler, hacı-hoca hangi rolün altına girerse girsin üstesinden geliyor. Adam sanki yetenek, alçakgönüllülük ve bitmeyen bir enerjiden oluşuyor. O her ne kadar iç dünyasını dengelemeye çalıştığını söylese ve ‘hatalarım, hıyarlıklarım var’ dese de görünen o ki egosunu çoktan köreltmiş, babasından aldığı ‘iyi adam ol’ sözünü ise şiar bellemiş. O, hala minnetle andığı devrimci güzel ağabeylerden öğrendiklerini bugün gençlere öğretmeye çabalıyor. Belki de çok sevilmesinin altında yatan sır budur. Lafın kısası; Erkan Can’ı Samatya’da araba çekimindeyken yakalayabildi. Zamanımız dardı ve röportajın yarısı hayranlarının fotoğraf çektirme çılgınlığıyla geçti. Azeri bir kadın ve 5 yaşındaki altın dişli oğlu da poz verirken diğerleri gibi mutluydu. Bir insan başka ne ister ki hayattan…






—Erkan Can’ın çocukluğu nasıl geçti?

Bursa’da geçti Bursa’ya Artvinlilerin çokluğu nedeniyle ‘Burtvin’ de derler. Sonra Rize ve Trabzonlular, Muhacir, Abaza ve Çerkez’ler, Bursa’da çok yoğundur. İnegöl’ün birçok köyü Çerkez, Abaza köyüdür. Dedemin babası 3 yaşındayken Bulgaristan’dan gelmiş. Yıl 1877… Dedem ‘Yımırtacı Ali’ ise 106 yaşında öldü. Yumurta satmak için at ve eşeksırtında Bursa’dan İstanbul a gidermiş. Babam da Arifiye Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen. Köy Enstitülü diğer akranları gibi saygın, her işi bilir ve yardımseverdi. 1 Ocak 1958 günü Bursa’da doğmuşum. İlk öğretmenim babamdı. Ben ne öğrendiysem babamdan öğrendim, onun etkisiyle büyüdüm. İyi bir insan olmamı istedi, ben de ona verdiğim söze hep sadık kaldım. Çocuklumda tamirhanede çalıştım, İznik gölü kenarında, Yeni Sölöz’ün üstü Bayırköy’de inek, koyu, keçi güttüm. Cumartesi ve Pazar günleri de atlardık mobiletle, Kumla, Mudanya sahilleri ve Burgaz’a giderdik. Ta Erdek’e dek karış karış bilirim.

—Sonra tiyatro hevesi…

Tiyatro ilk göz ağrımız. Bu heves, 1974 yılında Bursa Devlet Tiyatrosu, Ahmet Vefif Paşa Sahnesi'ndeki tiyatro kurslarına gitmemle başladı. Mahalledeki ağabeyler, güzel ağabeyler önayak oldular. Onların kestiği ‘racon’a uyduk, buralara dek geldik. Neyse… O yıllarda okulda boykot, gençlik derneklerinde tiyatro yaptık. Folklor ile uğraştık, maçlarda amigo olduk hatta kaleciliğe soyunduk. Ayrıca konfeksiyonda çalıştım, birçok işe girdim çıktım. 1982’de askere gittim, 19 ay sonra dönünce, Bursa’da Meydan Sahnesi’ni kurduk. Kasaba turneleri filan derken bir de okullu olalım dedik ve1985 yılında İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'ne girdik.

—27 yaş, tiyatro okumak için biraz geç değil mi?

Bu nedenle seviye sınavına girmek zorunda kaldım. Yıldız Hoca (Yıldız Kenter) ‘sen 3. sınıftan başla’ dedi. Ancak kabul etmedim ve birinci sınıfa devam ettim. 32 yaşında mezun oldum, okurken Ayşegül Atik-Ali Atik, Kenter Tiyatrosu, Sabah Çocuk Kulübü derken okulun parasını ve kirayı denkleştirdik. Zeki Ökten’in 1986 yılında çektiği ‘Davacı’ filminde seyyar satıcıyı oynadım. TRT 2’ye “Bizim Çocuklar” diye bir dizi yaptık. 1992’de Bakırköy Şehir Tiyatrosu açılınca girdim ve 8 yıl orada görev aldım.

—Ardından ‘Mahallenin Muhtarları’ geldi…

Tam 10 sene sürdü bu dizi. ‘Temel’ karakteriyle tanıdı insanlar beni ve hala bana Temel diye seslenenler var. Hatta insanların çoğu beni bu yüzden Karadenizli sanıyor. Çocukları yakalayabilmek adına, karikatürize ettim ben bu tipi… Palyaço da olduk onlar için ve çocuklar beni sevdi. Bu benim için yeterli… Sonra hazırlık aşaması yaklaşık üç yıl süren ‘Gemide’ filmiyle yeni bir açılım yakaladık. ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’, ‘Yazı Tura’, ‘O Şimdi Mahkûm’, ‘Takva’ ardı ardına geldi. Komik adam karakterini böylelikle kırabildik.








—Bugüne dek sizi zorlayan bir karakter var mı?

Ne yalan söyleyeyim, Takva’da çok zorlandım. Senaryo iyiydi, bıçak sırtı bir roldü. Hazırlanma aşaması tam 5 yıl sürdü. Sürekli karakterle dolaştım. Yemek yerken, gezerken, otururken hep kafamın içindeydi. Sorular soruyordum kendime, doğru yanıtlar bekliyordum.

—Rolünüze nasıl hazırlanıyorsunuz?

Çok gezerim, yaşamayı severim. Hayatın içinde gezmeyen oyuncu tıkanır. Dolaşmazsan hayal dünyan kısır kalır. Yaşadıklarımı aklıma getiririm. İç yolculuk yaparım anlayacağınız, geçmişimden bulduklarımı çıkartırım. Sonra o hatırayı, anıyı süsleyip püslerim. Önemli olan zaten duygudur. Ve duygu devamlılığı, bir bütündür. Laflar da peşi sıra gelir. Bunun dışında gözlem yaparım. Oyuncu için şartlı refleks gibi olmalı bu.

—Peki, oyuncu bir filmin cilası mıdır?

Aynen öyle… Yönetmen, ışık, görüntü yönetmeni, hepsi resmin içinde yer alıyor. Çünkü bu bir ekip işi, estetik ve sanat işi… Pek tabii oyuncu da bu kadrajın içinde…

— TV dizileri estetik işi midir?

Elden geldiğince… Bunu göz ardı edemezsiniz. Teknik grup, kamera arkası ekibi, her bölümü ne yazık ki 90 dakika süren diziler için kendilerini resmen adıyor. Keşke kısaltsalar şu dizileri, harika işler çıkartabilsek.

—Diziler para için midir?

Diziler fabrikasyon, bant sistemi çıkışlı. Para varsa dizi var. Eğer dizi para kazanmıyorsa, en kralını yapsan olmaz. Oyuncunun antrenman sahasıdır diziler, maça (sinema-tiyatro) çıkmak veya boşta kalmamak için hazırlandığı yerdir.






—Gündelik hayattaki Erkan Can ile setteki Erkan Can arasında fark var mı?

Asla. Ben işimde stresi sevmem, ne yapacaksam eğlenerek yaparım. Aksaklıklara karşı hoşgörülüyümdür. Takım ruhuna inanırım. Benim hayatım set… Set benim mutluluğum, orada olmaktan başka bir şey düşünmüyorum. Bu dışında erken gelirim sete ve işin ahlakına sıkı sıkı sarılırım. Biz bu ahlakı tiyatroda öğrendik. Çünkü herkes oyun başlamadan bir saat önce sahnede bulunmak zorundadır. Gir, soyun, çık dışında aktör orayı solumalıdır.

—Çekimi süren ‘Düğün Şarkıcısı’ dizisi tutmuş görünüyor?

Bu dizi olayı, kader kısmet olayı… Birçok senaryo gelir ve ben seçerim. En son Düğün Şarkıcısı’nı seçtik. Ve iyi gidiyor. Bu bir yaz mevsimi dizisi ancak yazdan kışa sektirmeli olmasını umuyoruz.

—Yeni bir film projesi var mı?

Yeni Sinemacılar’ın kurucularındanım. Onların tuttukları yol güzel, senaryolarına da güveniyorum. Kasım ayında arkadaşlarla bir araya gelip film çekeceğiz. Bu bir Tarlabaşı hikâyesi olacak. Pek tabii en alttakileri anlatacak. Zaten benim zenginle menginle işim olmaz. Sinema dediğinin bir amacı olmalı, bir şeyler anlatmalı… Böyle bir derdin yoksa o kadar masrafa ne gerek var. Yazık. Ve sinema kalıcıdır, hatayı da asla affetmez. En iyisini yapmak isterim.

—Yapımcı veya yönetmen olmayı hiç düşündünüz mü?

Hayır. Herkes bildiği ve iyi olduğu işi yapmalı. Ben oyuncuyum. Yapımcılık ise hesap kitap işi ve bana uymaz. Yönetmenlik de öyle… İstemem.

—Uzun zamandır tiyatrodan uzaksınız. Neden?

Tiyatro için ekibi toplamaya çalışıyoruz. Güven Kıraç, Olgun Şimşek, Fikret Kuşkan, Nejat İşler… Önce erkekleri bir araya getirelim sonra kadın oyuncuları da toplarız. 20 kişi toplanıp ardından da bunu üçe dörde parçalayıp oynamak istiyoruz. Ama sonuçta bu oyuncu milletini bulmak zor, nerede oldukları anlayayım diye hepsine çan takacağım. Bir dağılıyorlar birader, onları toplamaya ne köpek ne de çoban kar etmiyor. Tiyatro yapmak zordur. Tiyatroya güzel şeyler yapabileceksem girmeyi arzularım. İtalya’daki gibi dört tarafı seyircili bir ortamda oynasak ne de güzel olur. Tam 10 yıldır tiyatro yapmadım. Ve bende adrenalin eksildi, damarlara endorfin basmak gerek. Sanki köreldim gibi. Tadını unuttum. Tiyatroda heyecan var. Düğün Şarkıcısı’nda birlikte oynadığımız Hatice Aslan (en son Nuri bilge Ceylan’ın Cannes’de ödül kazanan filmi Üç Maymun’un başrolündeydi) , görev aldığı oyunu anlattı. Hayretler içinde kaldım. Sanırım iyice yabancılaştık.

—Bunca hengâme arasında ailenize vakit ayırabiliyor musunuz?

Evlendikten sonra yıllarımı verdiğim gece hayatını, âlemi bıraktım. Tam 6 yıldır içki de içmiyorum. 5 yaşında bir kızım var adı Deniz. Eve gidiyorum çocuk uyuyor, evden çıkıyorum uyuyor. Tabi beni görünce fırçayı yiyorum. Emir kipiyle konuşuyor benimle ne yapsın özlüyor çocuk… Boş zamanımda evde oturup senaryo okuyorum, zorunda kalmadıkça dışarı çıkmıyorum. Bunun dışında gençleri, delikanlıları seviyorum. Hepsi cesaretli çocuklar. Kafaları nasıl da çalışıyor, zehir gibiler. Onlara ağabeylik yapmak güzel…






Not: Cumhuriyet Hafta Sonu Yayın Yönetmeni Ayşe Yıldırım'ın köşesinden...

Merhaba

İstanbul’da bir tiyatro sahnesi... İkinci perdenin sonuna yaklaşılmış.

Seyirciler, tıklım tıklım salonda kendilerini oyunun büyüsüne kaptırmış. Herkes pür dikkat, cep telefonu da henüz ortada olmadığı için çıt çıkmıyor. Derken sahnedeki erkek oyuncu rolü gereği yere düşüp, ölüyor. Kocaman salon, endişe, üzüntü ve kedere boğuluyor. O an nasıl anlatılır ki... Yürekler atmıyor, nefes dahi alınmıyor. Tam bu sırada seyircileden biri aniden ayağa kalkıyor ve bağırmaya başlıyor:
“Hayır, hayır! Rol yapıyor, gerçekte ölmedi, nefes alıyor ben gördüm.”

Yanında oturan karısı çokça utangaç, adamı bir hışımla kolundan çekip yerine oturtuyor. Oyuncular dahil herkeste büyük bir şaşkınlık... Ardından kahkaha sesleri ve peşinden çılgın bir alkış kopuyor... Yerde yatan büyük aktör bile gülümsüyor.

Bu olay yaklaşık 40 yıl önce yaşanmış. Kahramanları da arkadaşımız Alper Turgut’un babası Mehmet ve annesi Bakiye... Hangi tiyatro olduğu ya da hangi oyunun sahnelendiğinin ise pek bir önemi yok.

Kıssadan hisse; işte gerçek oyunculuk bu olsa gerek...

Bir mizahçıya yakışır biçimde geçen günlerde askere çağrılan 75 yaşındaki usta Erol Günaydın’ın dediği gibi rol yapmadan oynandığı zaman doğallık ve sıcaklık sahneyi gerçek kılıyor. İster tiyatroda, ister sinemada, isterse bir televizyon dizisinde olsun...

Benim gözümde ‘gerçek’ oyunculardan birisi de Erkan Can’dır.

Onun, televizyonda 10 yıl boyunca oynayan Mahallenin Muhtarları dizisinde canlandırdığı Temel karakteri herkesin aklındadır. Ama Erkan Can deyince özellikle ilk akla gelen ‘Gemide’ filminde canlandırdığı kaptan rolündeki insanüstü performansıdır.

Bugünlerde ‘Düğün Şarkıcısı’ dizisiyle yeniden ekranlarımızı renklendiren Erkan Can ile Alper Turgut söyleşti. ‘İyi bir adam’ın, Bursa’da geçen çocukluğundan bugüne uzanan serüveni bu... Tiyatro, sinema ve dizi, elini nereye atarsa atsın o role bürünen ve çok sevilen bir adamın...

İyi hafta sonları...


CUMHURİYET HAFTA SONU / 26 TEMMUZ 2008

20 Temmuz 2008 Pazar

Futbol elimizden gidiyor mu?



Futbol, kimi zaman halkın afyonu oldu, uğruna savaşlar çıktı, bazıları için en büyük devrimciler futbolculardı. Artık bu güzel oyun dünyanın en büyük sektörleri arasında ve futbolun etrafında dönen para hayallere sığmayacak kadar büyük. Yeni sahibi ise halk değil, bu kaynağı sağlayanlar. NTV Spor Müdürü Ercan Taner de böyle giderse futbolun romantizmini ne kadar koruyacağını merak ediyor.



Deniz Ülkütekin


Maddi kaynağı fazla olan kulüplerin istedikleri futbolcuları transfer edip hep zirveye oynaması, televizyonların isteklerine göre belirlenen maç saatleri, şaibeli zenginler tarafından satın alınan kulüpler... Kısacası endüstriyel futbol, Altınbaş Holding bünyesine geçtikten sonra profesyonel lige yükselmek için Aliağa Belediyespor’u satın alan Göztepe’yle birlikte ülkemizde de varlığını hissettiren bir trend. Artık eleştiriler kulüplerin alınıp satılmasına karşı yapılıyor. Futbolun parayla bu kadar iç içe girmesi kuşkusuz taraftarlara yönelik algıyı da değiştirdi, onlar artık birer müşteri, stada sırf maç izlemeye gelmemeli, alışveriş yapıp tüm günlerini orada para harcayarak geçirmeliler, futbolun patronları böyle buyuruyor. Emri yerine getiremeyen, 500 kilometre uzaktaki bir kentte maçı olan takımının peşinde trene kaçak binerek seyahat eden futbol tutkunları ise ancak holigan ya da çapulcu olabilirler!




Yine de taraftarların bu duruma sessiz kaldığını söyleyemeyiz, Avrupa’nın birçok ülkesinde futboldaki endüstriyelleşme protesto ediliyor, hatta Londra’da 6 Temmuz’da futbolun ve taraftarlığın gittiği yönü tartışmak için “1. Futbol Taraftarları Kongresi” düzenlendi. Biz de konuyu NTV Spor Müdürü Ercan Taner’le konuştuk.



- Kulüplerin alınıp satılır hale gelmesi, yeni bir olay. Futbolun güzelliği ve bu kadar ilgi çekmesi, son dakikada atılan bir golle şampiyon olmak, kümede kalmak, sevinmek ya da üzülmek... Bunun alınıp satılabilir bir şey haline gelmesi nasıl bir yapılanma ortaya çıkaracak?



Para işin içine girdikten sonra, kulüpler de kâr amacı gütmeye başladılar. Avrupa’da mali açıdan güçlü olan kulüplerin hem saha içinde hem de saha dışında sözü geçiyor. Bunun Türkiye’deki yansıması, kulüplerin daha fazla şirketleşmesi olacak. Yatırımcılar, önümüzdeki beş yıl içinde Türkiye’deki potansiyeli fark edip kulüplere müdahale etmek isteyeceklerdir. Bu kaçınılmaz son. İngiltere’de aynı sorun yaşanıyor, İtalya’da zaten yıllardır kulüpler tek patronlar tarafından yönetiliyor, İspanya da bu yola girdi.



- Bir yaşam biçimi olan taraftarlık, eğlenceye dönüştürülmeye çalışılıyor, stada giden insanlar çok daha fazla para harcamaya teşvik ediliyor. Seyirci de endüstrinin bir parçası haline gelmedi mi?


Tabii ki. Taraftar forma alacak, hafta içinde stattaki sinemaya gidip film izleyecek. Futbolun romantizmi ne kadar devam edecek ben de merak ediyorum.



- Sonuçta futbol bir tutkudan gösteriye dönüşecek belki de.


Dönüştü zaten.


- Türkiye’de çarpık kulüpleşme yapısıyla alakalı olarak alt liglerdeki taraftarı fazla olan kulüpler, üst liglerde taraftarı olmayan ama altyapısı güçlü kulüplere talip olabiliyor. Başbakan da bu satışların olabileceğini söylüyor. Bunun sonu nereye varacak?



Biraz beklemek lazım. Şu anda iyi ya da kötü diyemem. Takımların taraftar yapıları incelenmeli, yine takımların gelecek beş yıllık bütçeleri ve planları incelenmeli. Türkiye’de müthiş bir televizyon geliri olduğu için diğer yatırımların kulüplere ne getireceği, kulüplerin standartlarını ne kadar geliştireceği belki bir üç yıl içinde belli olacak.



- Futbol, bu kadar para içinde boğulup endüstri haline gelmeden önce de dünya çapında çok seviliyordu. Bu yüzden endüstrileşmenin futbol sevgisine bir katkısı yok.


Yatırımcılara katkısı var, futbolculara katkısı var. Nasıl Küba’yı purosuyla tanıyorsak, Brezilya’yı da futboluyla tanıyoruz. Brezilya’nın yurtdışında beş binden fazla futbolcusu var. Bu inanılmaz bir rakam.



- Bir gün yatırımcılar futbola ilgilerini kaybedebilirler mi?


Bunun mümkün olduğunu sanmıyorum. Bernabeu ya da Nou Camp’ta yıllardır her maça yüz bine yakın kişi geliyorsa, yatırımcıların ilgisi kaybolmayacaktır. Ben yatırımların, artacağına ve çok daha çeşitli hale geleceğine inananlardanım.



SALZBURG HER ZAMAN MENEKŞE BEYAZDIR...

Taraftar örgütlenmeleri ve protestoları tüm engellemelere karşın devam ederken Avusturya’da bir kulübün taraftarları, tarihlerinin ve renklerinin bir kalemde silinip atılması karşısında mücadeleyi bir adım ileriye taşıdılar... Avusturya’nın köklü futbol kulübü Austria Salzburg için 2005-2006 futbol sezonu pek iyi gitmiyordu. Şampiyonluk hedefiyle başladıkları sezonda beklentileri karşılayamayan menekşe-beyazlı takım, saha dışında da maddi krizlerle boğuşuyordu. 6 Nisan’da Austria Salzburg için beklenen gerçekleşti. Enerji içeceği firması Red Bull takımın yeni sahibi oldu. O günlerde bunun iyi bir gelişme olduğu ve maddi kaynağa kavuşan Salzburg’un sonraki sezona güçlü bir kadroyla gireceği tahmin ediliyordu. Red Bull’un ise kadroyu güçlendirmek dışında farklı planları vardı. 1950’de kurulan kulübün arması ve renkleri, sponsor firmaya uyacak şekilde değiştirildi, yeni kulübün 56 yıllık tarihle hiçbir bağlantısı olmadığı açıklandı. Austria Salzburg ve sembolü menekşe rengi tarihe karışmak üzereydi. Taraftarlar, maçlarda bu durumu protesto ederken, güvenlik güçlerinin sert müdahaleleriyle karşılaştılar. Yeni kulüp yönetimi sonunda taraftar gruplarıyla görüşmeye ikna oldu, ancak teklifleri komikti: Kaptanlık pazubandının ve kaleci çoraplarının menekşe renginde olabileceğini belirtiyorlardı. Yaklaşık dört ay süren görüşmelerden sonuç çıkmadı. Ya mücadeleye son verilecekti ya da...

Birkaç ay sonra, Salzburg taraftarlarının internet sitesinde “Elveda Siezenheim” yazıyordu. Taraftarlar için yıllarını geçirdikleri ve bir dolu anıları olan Siezenheim Stadı’na veda etme vaktiydi. 16 taraftar derneği birleşerek 4. ligdeki polis teşkilatının takımı PSV Salzburg yöneticileriyle anlaştı, kulüp ismini Austria Salzburg yapmayı ve renklerini de menekşe-beyaza çevirmeyi kabul etti. Austria Salzburg’un futbola geri döndüğü ilk maçında alt liglerde görülmemiş bir şey yaşandı, yaklaşık beş bin tutkulu taraftar takımlarını destekledi. Ancak sezon sonunda çıkan anlaşmazlıklar bu birlikteliğin sonu oldu. 2006-2007 sezonu başında artık tamamen bağımsız Austria Salzburg sahadaydı. Salzburg yerel liginde mücadele edecek takımın, tekrar ulusal futbola dönmesi için tam yedi ligi geçmesi gerekiyordu. İlk sezonunda çok rahat şampiyon olan menekşeler, geçen ay içerisinde bir kez daha mutlu sona ulaştı Yine de önlerinde hâlâ çok uzun bir yol var. Ancak etrafında tribün bile olmayan statlarda maç yapan takımlarını desteklemek için her hafta toplanan menekşe renkli kalabalık bunu pek umursuyormuş gibi görünmüyor ve sabırla yeni Salzburg derbisinin oynanacağı günü bekliyor...
CUMHURİYET PAZAR DERGİ - 20 TEMMUZ 2008

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Cezaevi koşulları hasta ediyor


TAYAD Başkanı Mehmet Güvel (solda), Avukat Behiç Aşı ve tutuklu Ufuk Keskin’in babası Fahrettin Keskin (sağda), cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin sağlık durumuna ilişkin endişelerini dile getirdiler


Özellikle F tiplerinde kalan tutuklu ve hükümlüler sağlıklarını yitirirken, yakınları hastalara karşı ilgisizlikten şikâyetçi


ALİ AÇAR


Ergenekon soruşturması kapsamında tahliye edildikten sonra Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yaşamını yitiren Kuddusi Okkır ve siroz hastası olduğu için önceki gün tahliye edilen Ayşe Özdemir’den sonra cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin sağlık durumuna ilişkin kaygılar yeniden gündeme geldi. Tutuklu ve hükümlü aileleri, hükümlülerin sağlık durumlarının bozulmasında F tipi cezaevlerinin fiziki koşullarının etkili olduğunu vurgulayarak, cezaevi şartlarında yaşamını sürdüremeyecek olan tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılması istediler.


Kocaeli Kandıra F Tipi Cezaevi’nde yatan tutuklu Ufuk Keskin’in babası Fahrettin Keskin, oğlunun 12 yaşından itibaren Tip 1 Diyabet hastası olduğunu ve ilaçla tedaviyle yaşamını sürdürdüğünü söyledi. Ufuk’un şu anda 32 yaşında olduğunu ve 11 yıldır cezaevinde yattığını belirterek oğlunun cezaevinde yaşadığı sağlık problemini şöyle anlattı:


“Bundan yaklaşık 1.5 sene önce oğlum cezaevinde şeker komasına giriyor. Kolundaki saatin zili çaldığı için Ufuk’un arkadaşları şekerinin çıktığını anlıyorlar ve hemen revire kaldırılmasını istiyorlar. Bu sırada cezaevi yönetimi dilekçe vereceksiniz diyerek Ufuk’u doktora götürmek istemiyor. Bunun üzerine arkadaşları ‘Ne dilekçesi, arkadaşımız ölüyor’ diye tepki gösteriyorlar ve hastaneye sevk edilmesini istiyorlar. Ufuk, sedye ile revire götürülüyor ve cezaevinde araç olmadığı için tekrar hücresinin önüne getiriliyor. 5 saat şeker komasında kaldıktan sonra ayıltılarak yeniden hücresine konuyor. Bu konuyla ilgili olarak Şişli Adliyesi’nde ilgililer hakkında suç duyurusunda bulundum. Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlüler ölüme terk edilmiş bir şekilde yaşam mücadelesi veriyor.”


‘Cezaevleri denetime açılmalı’

F tipi cezaevlerindeki yaşam koşullarına dikkat çekmek için 5 Nisan 2006’da başlattığı ölüm orucunun 293. gününde varılan anlaşma sonucu ölüm orucunu bırakan Çağdaş Avukatlar Grubu üyesi Avukat Behiç Aşı, cezaevlerinde yaşanan sağlık sorunlarının arkasında cezaevlerindeki yaşam koşullarının yattığını söyledi.


Hücrelerde kalan tutuklu ve hükümlülerde bir süre sonra görme bozukluğu, adım atma zorluğu, konuşma güçlüğü, kalp rahatsızlığı, böbrek yetersizliği ve dolaşım sisteminde sorunlar ortaya çıktığını ifade eden Aşı, cezaevlerinde kalan tutuklu ve hükümlülerin Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından oluşturulacak bir uzman heyet tarafından belirli aralıklarla kontrol edilmesi gerektiğini vurguladı.


İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu, Tutuklu ve Hükümlüleri Yakınları Birliği (TUYAB), Tutuklu ve Hükümlü Aileleriyle Dayanışma Derneği (TUHAD), Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) tarafından yapılan açıklamada ise tutuklu ve hükümlülerin ölümünden yetkililerin sorumlu olacağı belirtilerek cezaevinde bulunanların yaşam hakkının devlet tarafından garanti altına alındığının unutulmaması gerektiği vurgulandı.


SAĞLIK DURUMLARI İLERİ DERECEDE BOZUK OLAN BAZI TUTUKLU VE HÜKÜMLÜLER


İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu, TUYAB, TUHAD ve TAYAD’ın cezaevlerine ilişkin hazırladıkları rapora göre cezaevi koşullarında yaşamını sürdürmesi zor olan tutuklu ve hükümlürden bazılarının ismi şöyle:


Erol Zavar: Sincan F Tipi Cezaevi’nde kalıyor. 7 yıldır mesane kanseri. Bugüne kadar 30’a yakın ameliyat geçirdi.
Mesut Deniz: Sincan F Tipi Cezaevi’nde kalıyor. İleri derecede şizofren. F tipi hapishanede tutulmaması gerektiği yönünde doktor raporu bulunuyor ve tek kişilik hücrede kalıyor.
Yaşar İnce: Sincan F Tipi Cezaevi’nde kalıyor. İleri derecede Hepatit B hastası.
Ali Baba Arı: Bolu F Tipi Cezaevi’nde kalıyor. Hepatit B hastası.
Cengiz Kahraman: Sincan F Tipi Cezaevi’nde kalıyor. Wernicke Korsakoff hastası.
Mustafa Gök: Sincan F Tipi Cezaevi’nde kalıyor. Wernicke Korsakoff hastası.
Mehmet Ali Çelebi: Bolu F Tipi Hapishanesi’nde hükümlü olarak tutuluyor. Wernicke Korsakoff ve şizofreni hastalıkları var. Kendi ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak durumda.
Hatice Bolak: Gebze M Tipi Cezaevi’nde. Wernicke Korsakoff hastası.
İnayet Mete ve Ali Çekin: Siirt E Tipi Cezaevi’nde tutuluyorlar. İkisi de ileri derecede kanser hastası.
Memduh Kılınç: İzmir Kırıklar 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde tutuluyor. Akciğerinin işlevinin bitmek üzere olduğu doktorlar tarafından rapor olarak bildirilmiştir.
Aynur Epli: Siirt E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuluyor. Hayati tehlike arz edecek derecede kanser olarak cezaevinde tutuluyor.
Figan Çağrı: Sincan Kapalı Kadın Cezaevi’nde kalıyor. Yüksek şeker ve Hepatit B hastalığı bulunuyor.


CUMHURİYET GAZETESİ / 19 TEMMUZ 2008

Bayrampaşa Cezaevi boşaldı




Firarları ve isyanlarıyla ünlü Türkiye’nin en büyük cezaevi, kuruluşundan 40 yıl sonra kapatıldı


İstanbul Haber Servisi - Türkiye’nin en büyük cezaevlerinden biri olan, firarları, cezaevi isyanları ve ünlü mahkûmları ile adı hep gündemde kalan Bayrampaşa Cezaevi kuruluşundan 40 yıl sonra kapatıldı.


Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge ve ilçe halkının uzun süren mücadelelerinin sonuç vermesi ile Adalet Bakanlığı Bayrampaşa Cezaevi’nin taşınma kararını onayladı, toplam 5 bin 500 tutuklunun büyük bölümü Silivri ilçesinde inşaa edilen Kınalı Cezaevi olmak üzere çeşitli cezaevlerine nakledildi. Cezaevinin kaldırılması konusunda en büyük talep Bayrampaşa Belediyesi’nin 2001 yılında başlattığı “Cezaevi değil, üniversite istiyoruz” sloganlı kampanya ile gerçekleşti. 120 bin metrekarelik alanı kaplayan Bayrampaşa Cezaevi’nin yerine ne yapılacağı konusunda ise üniversite ya da kültür merkezi kurulması yönünde projeler bulunuyor.
Ölüm ve firarlarla anıldı


Bayrampaşa’da yaşanan ve zihinlerden silinmeyen önemli olaylar satırbaşlarıyla şöyle:

2 Kasım 1978: 13 ülkücü, gardiyanların yardımıyla firar etti.
25 Ekim 1989: Dev-Sol liderlerinden Bedri Yağan ve Dursun Karataş firar etti.
l9 Mayıs 1994: Tecavüz suçundan dolayı tutuklu bulunan 5 kişi boğularak ve şişlenerek öldürüldü.
18 Temmuz 1994: Sol örgüt üyesi 7 tutuklu, infaz koruma memuru elbisesi giyerek firar etti.
20 Eylül 1999: Alaattin Çakıcı’nın yeğeni Kenan Ali Gürsel ile Hakan Çillioğlu’nun adamları arasındaki çatışmada 8 kişi öldürüldü.
19 Aralık 1999: Ölüm orucu yapan tutuklu ve hükümlülere yönelik “Hayata Dönüş Operasyonu” yapıldı. Operasyon sonucunda ise 12 kişi yaşamını yitirdi.

■ SUÇA GÖRE CEZAEVİ

Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü, İstanbul’da açılan cezaevleriyle Türkiye’de ilk defa bazı yeni uygulamalar da hayata geçirmeye başladı. Bu kapsamda; İstanbul’da bulunan hükümlüler ile tutuklular her ceza infaz kurumunda değil, suç türlerine göre belirlenen ve konumlarına uygun farklı ceza infaz kurumlarında barındırılacak.


CUMHURİYET GAZETESİ

“MÜZİK HİÇ BU KADAR HAKARETE UĞRAMAMIŞTI”



ALPER TURGUT

Hepsi birbirinden değerli müzisyenlerden oluşan Egoist grubu, 12 yıldır her türlü engeli aşarak yoluna devam ediyor. Onlar zoru başarıyor ve "Rock", "Blues", "Funk", "Etnik" ve "Popüler" müzik türlerini, Anadolu’yu ve onun yerel motiflerini de unutmadan senfonik bir çerçevede harmanlıyorlar. Yorumlamak ise Türkiye’nin en özgün ve ödüllü seslerinden biri olan Meltem Taşkıran’a kalıyor. Unutmadan, Egoist üyelerinin tamamı müzik hocası ve tek korkuları ise öğrencilerinin karşısına ucuz-popülist şarkılara çıkmak… Belki de geleceğin müzisyenlerine verilebilecek en güzel ders budur.

—12 yılda üç albüm biraz az değil mi?

Günümüzde bir albüm için 40, 50 bin dolarlık bir yatırıma ihtiyaç var. Ancak bu Egoist için geçerli değil. Çünkü Eser Taşkıran, stüdyo sahibi ve yılda 50, 60 albüme aranjörlük ve prodüktörlük yapıyor. Yani piyasadaki şarkıcılar gibi değiliz, albümümüzün ekstra bir masrafı yok. Geriye sadece yaylı çalgılar kalıyor, orada da yakın arkadaşlarımız sayesinde bunu çözüyoruz. Bizim tek derdimiz kalite… Bu nedenle çok titizleniyoruz ve tek amacımız güzel müzik. Ucuz müzikten nefret ediyoruz, melodi zenginliğinden ödün vermiyoruz. Yakın gelecekte, büyük bir ihtimalle seneye dördüncü albümü çıkaracağız.

—Yılda iki albüm çıkaranlar da var…

Çıkan albümleri hep birlikte görüyoruz, bir parça iş yapıyor, gerisi boş… Biri dışında diğer şarkılar albümü tamamlamak adına okunuyor. Şarkıcı para kazanmanın derdinde ve hiçbir parçasın müzikal altyapısı ve değeri yok. Bu albümlerin bir kısmı yaz aylarında çıkıyor ve biz onlara ‘mevsimlik meyve’ diyoruz. Günübirlik müzik yapanlar, sektöre darbe vuruyorlar. Müzik hiç bu kadar ayağa düşmemişti ve hakarete uğramamıştı.

—Günümüzde mankenlerin şarkıcı olması da sanki bir tür zorunluluk…

Sadece ambalaja önem verilmesinin bizleri getirdiği nokta işte budur. Oysa Egoist üyeleri ne mankendir ne de tüccar… Tek işimiz ve hayatı algılayış biçimimiz müzik ve hepimizin altyapısı sapasağlam… Bizler inadına müzisyeniz ve hayatlarımızı ona adadık. Bet sesleriyle şarkıcılığa soyunan o kadar çok insan var ki… Biz ise bırakın şarkılarımızı, “cover / yeniden yorumlamak” parçalarda dahi zor olanları tercih ediyoruz. Yoksa Meltem Taşkıran’ın ses rengi anlaşılamaz ki. Ve üstelik iyi müzikten ödün vermemek için kazandığımızdan fazlasını Egoist’e harcıyoruz.



—Müzik piyasasında genel bir bozulma söz konusu mu?

Müjdat Gezen, ‘ilk bozulma sanatta başlar’ diyor. Doğrudur. Türkiye’deki ilk bozulma sanatta ve özellikle müzikte görülmüştür. Arabesk ortaya çıktı, her 100 albümden 95’ini varoşlarda yaşayanlar aldı. Halkın beklentisi belki de buydu. Çünkü acıyla beslenen ve yalnızca acı görmek isteyen insanlar haline geldik. 1990’ların başında başlayan bu durum ne yazık ki giderek artan bir ivme gösteriyor. Zaten günümüzde ülke gerçeğine bakarsak demokrasinin de tıkandığı aşikâr. Düşünün, demokrasinin olmadığı yerde insanlar ne kadar özgürdür. Ve sanattan nasıl söz edilebilir.

—Egoist’in bir hedef kitlesi var mı?

Grubumuz gelişen çizgisini doğru yansıtabilmeyi hedefliyor. Az ve öz bir kitle… Dünyayı araştıran, hedefi olanlar… Genç bir çizgi… İşte amaç o kitleyi arttırmak. Belki ileride kaliteyi bozmadan daha popüler bir çizgi anlayışımız da olabilir. Bunun dışında birçok öğrencimiz var. Onlar şanslılar, çünkü bizi gelip konser verirken izliyorlar, hocalarını sahnede görüyorlar.

—Kurtalan Ekspres’ten tanıdığımız Ahmet Güvenç’te katılmış aranıza…

Müzik adamı, Gülbembe’nin bestecisi, basgitarcı Ahmet Güvenç’i transfer ettik. Onun yaşı büyük ama enerjisi gençlere taş çıkartır. O, inanılmaz çalışkan ve birçok gencin müziğe başlamasının tek müsebbibi.

—Söz yazarken nelere dikkat ediyorsunuz?

Sözün girdiği noktaya kadar müzik soyut bir kavramdır. Aynı müziği çoğu insan farklı algılayabilir. Öncelikle arzumuz müziğin hiçbir şeye alet olması. Ne felsefesi, ne de bir konusu olmalı. Yaşadıklarımız, hesaplaşmalarımız, anlayabildiklerimiz, anlayamadıklarımız hepsi müziğimizin sözlerini oluşturuyor. Kalıcı olması için edebiyat değerini asla kaybetmemeli… Biz sözlerimizi şiir noktasına taşıyoruz. Son albümümüz ON’de 11 parçanın da başka başka anlamı var.

—Peki, iyi müzik yapıp da halkın beğenisini kazanan yok mu?

Çok nadir. Örneğin Barış Manço bunu aştı. Cem karaca ve MFÖ’de halkın sevdiği, kaliteli müzik yapan diğer isimler. Umarız ki, gelecekte birçok müzisyen arkadaşımız da bunu başarırlar.

Not; Egoist’in Hayal Kahvesi dinletileri sürüyor, yakında grup Kemancı’da da sahne alacak. Grubun konser programları isewww.egoistonline.com adlı sitelerinden takip edilebilir.




HEM ÖĞRENİYOR, HEM ÖĞRETİYORLAR…

Egoist, ilk albümü Artık Yeter’i 1997’de çıkardı. Artık Yeter’i 2000 yılında Egoist 2 takip etti. Son albüm Egoist ON ise 2007’de müzikseverlerin beğenisine sunuldu. Egoist’in beş üyesi de müzik hocalığı yapıyor, hayatlarını müziği öğrenmeye, uygulamaya ve öğretmeye adamışlar. Egoist’in solisti ve söz yazarı Meltem Taşkıran, birçok ulusal ve uluslararası festival ve yarışmada ödüller kazanan bir isim. Aynı zamanda yüksek işletme mühendisi olan Taşkıran, yıllardır Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde Hafif Müzik Bölüm Başkanlığı görevini sürdürüyor. Ablası Meltem ile Egoist’i kuran Eser Taşkıran ise “Altın Çocuk” olarak biliniyor. Egoist’in klavye ve tuşlu çalgıları ona emanet. Grubun besteciliğini ve aranjörlüğünü de üstlenen Eser’in öyküsü hayli ilginç. Henüz 4 yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Piyano Bölümü'ne giren Eser, 14 yaşında ilk orkestra şefliğini yapıyor. Şimdilerde ise kendi stüdyosunda "sanata saygılı albümler" yaratıyor. Grubun davulcusu Turgay Gülaydın’ı Athena’dan hatırlıyoruz. Gülaydın, bugüne dek Rolling Stones gibi dünyanın en ünlü gruplarıyla sahne de aldı. Elektrik gitarda ilk profesyonel deneyimini 1992 yılında Whisky grubu ile yaşayan Arif Deniz Toker var. Egoist’e en son katılan Ahmet Güvenç ise ekibin en deneyimli üyesi… Kurtalan Ekspres’in kurucularından olan Ahmet Güvenç, sahneye ilk adımını bundan 41 yıl Grup Bunalım'la attı. Erkin Koray ve Yeraltı Dörtlüsü ile bir dönem çalışan Güvenç, Barış Manço’ya tam 25 yıl eşlik etti.



CUMHURİYET HAFTA SONU / 19 TEMMUZ 2008

12 Temmuz 2008 Cumartesi

NEBAHAT ÇEHRE; ÇİZGİLERİ ONA ÇOK YAKIŞIYOR




ALPER TURGUT

Oyuncu, şarkıcı, manken, fotomodel, modacı, güzellik kraliçesi ve Türk sinemasının Çirkin Kral’ı Yılmaz Güney’in ilk eşi… Nebahat Çehre, bugün 64 yaşında… O, yıllara meydan okuyacak kadar güzel, gençlere taş çıkartacak kadar enerjik bir kadın. Söyleşiyi yaparken istisnasız tüm hemcinslerinin gözü onun üzerindeydi. ‘Nazar değmesin’ diyelim.

—Bir röportajınızda okumuştum, 13 yıldır hayatımda aşk yok diyordunuz.

Şimdi 15 yıl oldu. Öncelikle yaş büyük dezavantaj. Hem bekâr, hem benim yaşımda ve üstelik birbirimizi taşıyacağız. Bu sayısal lotoyu yakalamak kadar zor… O defteri çoktan kapattım. Ayrıca yalnızlığı da seviyorum. Eve gidiyorum, geçiyorum televizyonun karşısına… Anlayacağınız rahatım yerinde… Birçok dostum var, onların yazlığına gidiyorum. Yeğenlerim var, yaptığım iyi şeylerden mutlu oluyorlar. Bu saatten sonra kesinlikle onların başını eğecek bir harekete girmem.

—Çocuk sahibi olmadığınız için pişmanlık duydunuz mu?

Samsun’dan İstanbul’a geldiğimizde 5 yaşımdaydım. Anne tarafım koyu Laz, baba tarafım ise Gürcü. Dört kardeşiz, tek kız benim. Geniş bir aile… Ben babamı küçük yaşta kaybettim, onsuz büyüdüm. Çocuklar, anne ve babaları tarafından ortaklaşa yetiştirilmeli, bunu bilir, bunu söylerim. İşte bu nedenle çocuğum olmadığı için üzgün değilim.




Eski güzeli yeni güzellik yarışmasına yolladılar

—Başa dönelim isterseniz. Çok küçük bir yaşta güzellik kraliçesi seçilmişsiniz.

Yıl 1960… Henüz 15 yaşındaydım. Bir arkadaşım yarışmaya katılmıştı, bana da teklif ettiler. Her hangi bir iddiam yokken Türkiye’nin Güzellik Kraliçesi oldum. 1965 yılında Türkiye’de güzellik kraliçesi seçilmemişti. Aradan 5 yıl geçmiş, ben 20 yaşıma girmiştim. Bu süre zarfında, fotomodellik, mankenlik yapmış, sinema için gelen tekliflere “evet” demiştim. Neyse… Beni dünya güzellik yarışması için apar topar ABD’ye yolladılar. Bir ay boyunca, New York, Washington ve Miami’de gezdim, dolaştım. Ancak Türkiye’den yarışmaya katılma belgesi gelmedi. “Eski güzel, yeni güzel seçilmesin” diyenler vardı, ülkem de duyarsız kaldı. Böylelikle finale çıkamadım.

—Sinema’ya 47 yıl önce girmişsiniz. Neredeyse yarım asır…

Sanatın emeklisi olmaz ama bugün sonuçta sinemadan emekliyim. 560 YTL gibi bir maaş alıyorum. Bunca yılın, deneyimin, oyunculuğuma katkısı var. ‘Allah’ım her yaşta oynayacağım’ diyorum hala kendime… Sinema beni aşırı heyecanlandırıyor. Benim asıl tanınmamı sağlayan film, 1962’de ödül de aldığım Metin Erksan’ın “Acı Hayat”ı idi. Bizim jenerasyon çok çekti. Yokluklar içindeydik. Şimdi makyözü, kuaförü, sanat yönetmeni ve şoförüyle sinema tam bir ekip işi haline geldi. Artık her şey dört dörtlük... Biz eskiden giyinmek için tanımadığımız insanların kapısını çalardık. İthal edilen filmler ateş pahasıydı ve boş yere harcamamak adına bırakın denemeyi, bir çektiğimizi bir daha çekemezdik. Yok, senet kırdır, yok ona buna borçlan. Zaten birkaç oyuncu dışında kimse sinemadan para kazanamadı ki…



“Beyaz pamuk gibi kız…”

—Yılmaz Güney ile ilk ne zaman tanıştınız?

Yılmaz Güney’le tanıştığımda 1964 yılıydı. Televizyon Film yazıhanesinde karşılaşmıştık. “Çirkin Kral” sıfatını almamıştı henüz, hatta ondan daha meşhurdum diyebilirim. Aramızda bir elektriklenme oldu. Yaşanan platonik bir şeydi. Kısa bir flört sonra zaten ayrılık. Hem yaşım daha küçüktü, 19’umdaydım. Sonra o, bir sene içinde ünlendi, çirkin kral’a dönüştü. Lafı uzatmayayım. Osmaniye’de “Dağların Oğlu”nu çekiyorduk. Yılmaz, beni annesiyle tanıştırdı. Ana-oğul Kürtçe konuştular aralarında… Sonradan öğrendim ki; ‘Beyaz bir pamuk gibi… İnşallah gelinim olur’ demiş. 1966’da nişanlandık.

—Sonra da düğün…

Hayır. Benden önce birlikte yaşadığı bir hanım (Can Ünal) vardı. Baktım kadın 4 aylık hamile. Bu olay benim görüşüme ve vicdanıma ters… Yılmaz’a ‘çocuk doğsun öyle ver kararını’ dedim. Kabul etti. Elif Güney Pütün doğunca ona bir ev ve dadı tutuldu. Yılmaz, ‘ne olursa olsun, ben seninle evlenmek istiyorum’ dedi. Taksim’de bir binanın 5. katına yerleştik, annemle oturduğumuz evden çok da uzak değildi. 30 Ocak 1967’de evlendik.



—Yılmaz Güney’in kafanızdaki bardağa ateş etme hikâyesini dinlemek isteriz.

Yılmaz, tam bir av meraklısıydı. Bazen beni de ava götürürdü. Hatta ateş etmeyi bana o öğretmişti. Müthiş keskin bir nişancıydı. Havaya bozuk para atar, ortasından vururdu. Örneğin Erol Günaydın’a, Erol Keskin’e boş bira şişelerini tutturur, sonra ateş ederdi. Garibim Erol Günaydın, karanlıkta asla yatamayan adam elinde bira şişesinin sapıyla kalıverirdi. Herkesin diline düşen, meşhur olay, Anadolu yakasında bulunan Kalkavanlar’ın villasında yaşandı. Film çekiyorduk. Yılmaz tutturdu, ‘başının üstüne bardak yerleştirip, nişan alacağım’ diye… Bilen bilir, filmlerde bu iş genelde fünyeyle yapılır. Ancak Yılmaz bu, laftan anlamıyor, illaki Giyom Tel gibi kafamın üzerindekini vuracak. Baktım olmuyor, kaçış yok, ‘ya öleyim, ya kurtulayım’ dedim. Yılmaz, bardağı başımın üstüne koydu, soğukkanlılıkla nişan aldı ve ateş etti. İlk iki atışı boşa gitti. Ve üçüncüsünde tam isabet… Bardağı vurdu, tuz buz etti. Sonra çekim devam etti. Bir iki adım attım, tespihi avuçlarına bıraktım. Ardından çığlığı bastım. 49 kiloyum, dal gibi inceyim, tir tir titriyorum. Halimi görünce ‘sen de bana ateş et’ dedi.

“Kaba ve zarif, güzel gülen bir adamdı”

—Kıskançlık yapar mıydı?

‘Seni ordunun içine sokarım’ derdi. Sonsuz güvenirdi bana… Mesela mini etek modaydı ancak ben diz altı giyerdim. Hiç konuşmamıştık ama giymemi istemediğini bilirdim. Tek isteği eve geldiği zaman kapıyı benim açmamdı. Tertemiz ve iyi kalbi vardı. Şık ve hoştu. Kaba ve zarifti. Fotoğraflarıyla alakası yok, Yılmaz çok yakışıklı bir adamdı. Güzel gülerdi, gözleriyle, dişleriyle gülerdi. Eve mutlaka çiçekle gelirdi. Zamanla ilişkimiz yıpranmaya ve bize zarar vermeye başlamıştı. ... 1968’de de bitti. Ancak Yılmaz askerliğini yapmaya Sıvas’a gidince onu yalnız bırakamadım. Mali işlerimize bakan Abdurrahman Keskin de yanımdaydı. Evlilik bitince sinemacılar, onun böyle bir şeyi istememesine karşın Yılmaz’dan yana tavır koydular. Bu yüzden uzun bir süre film çeviremedim. Ekonomik sıkıntı içindeydim. Sonra şans bana güldü, sinemaya tekrar döndüm ve filmler peşi sıra geldi. İki yılda 36 filmde rol aldım.


—Şimdi geriye dönüp baktığınızda, ‘evet, bu evlilik bitmek zorundaydı’ diyor musunuz?

İlişkimiz yürümezdi, süremezdi. Çünkü bir kez korkuya dönüşmüştü. Yılmaz, tipik koç burcu, fevri ve son derece tehlikeli bir adam. Öfkesi bir anda patlar ve hemen sönerdi. Ancak ölene dek hep yanımda oldu. Sarılık geçirdim, hastaneye koştu. Başım ağrısa Hızır gibi yetişirdi. Yılmaz bana çok şey kattı. O benim okulumdu. Paris’e her gittiğimde kızı Elif Güney ile buluşuruz ancak Pere Lachaise'deki mezarını ziyaret edemedim.

“Kırmızı gülün alı var”

—Peki, sahneye çıkmaya nasıl karar verdiniz?

Ne mutlu ki Zeki Müren sayesinde… Kumsalda Zeki Müren ile yürüyoruz, yanımızda da İsmet Ay var. Bana neden sahneye çıkmadığımı sordu ve ardından ona şarkı söylememi istedi. Utandım, ‘sizin yanınızda bu nasıl olur?’ dedim. Israr edince ‘Kırmızı gülün alı var’ı söyledim. Beğendi, ‘müthiş’ dedi. Sonra işi sıkı tuttum, müziğe ciddiyetle sarıldım. En iyi hocalardan dersler aldım ve 1970’de sahneye ilk adımımı attım. Ta ki 1976’da ikinci evliliğimi yapana dek…


—İkinci evliliğiniz de pek uzun ömürlü olmadı sanırım…

Yavuz Demir ile 6 yıl nişanlı kaldıktan sonra 1976’da evlendik. (Eski Galatasaraylı milli basketbolcu Yavuz Demir, iki yıl önce kanser nedeniyle yaşamını yitirdi. Nebahat Çehre, 5 kez evlenen Demir’in üçüncü eşiydi) O dönem sahneyi bıraktım, camiadan uzak kaldım. Kendimi evin dekorasyonuna verdim. Eskiden mankenlik yaptığım için modayla da uğraştım. Ticaretten anlamadığım, karsız mal satmamla ortaya çıktı. Olmayınca olmuyor, 1979’un sonunda evlilik bitti. Yılmaz Güney ve Yavuz Demir. İki zıt kutuptular. Benim yapımdaki sevmezse devam edemez. Sevgi değil, evlilik seçimlerim yanlıştı. Yani sevgimi dolu dolu yaşadığım için asla pişman olmadım. İlişkilerim beni olgunlaştırdı. İnsanlara ve hayata bakışım tümden değişti. Evlendim yalılarda yaşadım, boşandım kimseden hiçbir şey almadım. Çünkü arkama dönmek istemiyordum. Sonuçta azla da yetinmesini bildim. İnsanı mal, mülk, mutlu veya mutsuz etmemeli. Hayatım boyunca mesuliyetler aldım, kimsenin sırtına basmadım. Bugün 4. Levent TRT Basın Sitesi’nde 120 metrekarelik bir dairem var. Bana yetiyor.

Haziran Gecesi’ ile tekrar parladı

—Sıra 1980’li yıllara ve insanlar tarafından tekrar keşfedilmenize geldi.

Sinemada seks furyası sürüyordu ve ben onun içinde olamazdım. Yeniden sahneye çıktım. Ama devir değişmiş, izleyici-dinleyici, seyirciye dönüşmüştü. 1991’e dek sahnede şarkı söyledim. Ekonomik açıdan güçlenmiştim, bir gecede sahneye veda ettim. Sinema için istediğim şartlar oluşmuyordu. Sonra Selim İleri’nin “Yedikuleli Mihriban” adlı dizisi için teklif aldım ve böylelikle benim için beyazperdenin ardından TV dizileri dönemi de başlamış oldu. Yepyeni bir yüz olarak ekranlardaydım artık… 2004 yılında, kuvvetli bir kadın karakteri canlandırdığım “Haziran Gecesi” ise benim tekrar tanınmamı sağladı.




—Ufukta yeni bir proje var mı?

Aşk-ı Memnu adlı diziye 1 Ağustos’ta başlayacağız. (Bu onun yer aldığı 105. yapım olacak) Aslında Aşk-ı Memnu, 34 yıl önce TRT’de yayınlanan Türkiye’nin ilk yerli dizisi. Yazarı Halit Ziya Uşaklıgil… Yöneten ise Halit Refiğ… Başrollerde Neriman Köksal, Müjde Ar, Salih Güney ve Şükran Güngör oynamıştı. Biz, eseri bugüne uyarlayacağız.

“Mehter takımı gibiyiz, iki ileri bir geri!”

—Halit Ziya Uşaklıgil ve Halit Refiğ demişken sizin de rol aldığınız 1965 tarihli “Kırık Hayatlar”ı sormak istiyorum. TRT, geçen gün filme sansür uygulamış, Cüneyt Arkın ile olan öpüşme sahnelerinizse sansürlenmiş.

Kırık Hayatlar bir başka Uşaklıgil kitabı ve uyarlayan yine Refiğ idi. 43 yıldır sansürlenmeyen yapım, günümüz Türkiye’sinde halkın tutucu kesimi yüzünden kesintiye uğradı. Türkan Şoray kanunları hüküm sürüyor. Ancak dikkatimi en çok çeken şey ise filmin en can alıcı bölümlerinden biri olan muayene sahnesinin özel bir teknikle yok edilmesiydi. Bunun adı sanat, sadece ve sadece senaryonun gerekliliklerine uyulmalı. Ne hikmetse bunlar bizi kasıyor. Anlayacağınız mehter takımı gibiyiz. İki ileri, bir geri...




—Yeni nesil oyunculara hiç kızdığınız oluyor mu?

Ne yazık ki evet… Arada sırada da olsa işine saygısız davrananlara ve aptalca laflar edenlere rastlıyoruz. Oyuncu rolü gereği sarışın olması gerek, bir bakmışsın ki sete siyah saçla geliyor. Ya da makyaj hazır, her şey hazır, oyuncu kayıp… Geceden kalmış, uyanamamış. Bir saat onu bekliyoruz. Böyle bir şeye kimsenin hakkı yok. Saygısızlığa asla müsamaha göstermem. Beni geç, sen asıl münasebetsizliği sette görevli ekibe yapıyorsun. Onlar gün boyu ağır kameraları taşıyorlar, biz gidiyoruz, seti arkamızdan topluyorlar. Eski oyuncularda böyle düşüncesizlikler göremezsiniz. Buna herkes şahittir. Geçen yıl 83 yaşında kaybettiğimiz ünlü tiyatrocu Lale Oraloğlu, “Candan Öte” dizisinde annemi canlandırıyordu. Sete en erken o geliyordu. Nasıl bir sevgi, nasıl bir efor. Anlatılmaz. Suflör bile istemez, ezbere oynardı. Zaten gözlemci olmalı oyuncu, her an hazır olmalı. Bunun dışında dizi çekmek hiç kolay değil, her bölüm sinema filmi kadar uzun sürüyor. Eğer kostümlü prova, sabah 06.30’da başladıysa inanın akşamleyin ayaklarınız üzerinde duramazsınız. — Üstüne üstlük kıyafetlerimi ben kendim alırım. Bu beni ekonomik açıdan yıktı, astarı yüzünden pahalıya geldi — Bence bir dizi 60 dakikayı katiyen aşmamalı.

—Estetik ameliyatlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Estetik ameliyata karşı değilim. Hatta estetik yaptırdım da… Ancak Nebahat Çehre’nin çehresi hiç değişmedi. Çünkü oyuncu için çehresi çok önemlidir. Şişirmeler, yüzde oynamalar, şeytan gibi kaşlar, ifadeyi öldürür. Bana göre güzellikte değildir bu. Ben oynarken ağız mimiğini çok kullanırım. Bir gün ters ışıkta yakalandık. İzleyenler, ‘size yaşlılık makyajı mı yaptılar?’ diye sordular. Ben de iki sene önce yüz gerdirme ameliyatı oldum. Şimdi yine eski haline geldi. Demek tutmuyor. Zaten yaşımın altında gösteriyorum. Varsın biraz da çizgi olsun. Bir dönem aktörler, saçların ve bıyıklarını boyadılar, çok kötü görünüyorlardı. Kadınların güzel görünme kaygılarını anlıyorum da, bir erkeğe beyaz saç hatta ve hatta kellik bile yakışıyor. Neden kendileriyle uğraşıyorlar, çözebilmiş değilim.


FOTOĞRAFLAR: UĞUR DEMİR

CUMHURİYET GAZETESİ HAFTA SONU EKİ – 12 TEMMUZ 2008
TUNCEL KURTİZ'in Yılmaz Güney-Nebahat Çehre anısı...
"Çirkin Kral" Yılmaz Güney, filmleri kadar kişiliğiyle ve sansasyonlarıyla da Türk sinemasında derin izler bıraktı. Deli dolu tavırlarıyla çoğu zaman başına iş açan Güney'in maceraları bugün bile arkadaşlarını heyecanlandırıyor. Bunlardan biri de Tuncel Kurtiz. Deneyimli aktör, Karakalem Dergisi'ne hayatını anlatırken Yılmaz Güney'le ilgili bir anısını anlatmadan geçmedi. Kurtiz'in "Bunu pek kimse bilmez" dediği olayın başrolünde dönemin Türkiyes güzellerinden Nebahat Çehre var.İşte Kurtiz'in ağzından Çirkin Kral'ın treni durdurmaya kadar varan macerası:"Nebahat Çehre'nin kafasına koyduğu rakı kadehine 25 metreden silahla ateş ediyor bir kulüpte. Ve Nebahat taş gibi duruyor karşısında. Bu olaylardan sıkılan Nebahat kaçıyor evden, Eskişehir trenine biniyor. Yılmaz arabayla takip ediyor treni ve bir yerde yakalıyor.
Treni geçiyor, bir makas bulup arabayı rayların üzerine koyuyor. Açıyor farları, yakıyor sigarayı, bekliyor. Tabii tren bağırarak geliyor. Yılmaz Güney hiç istifini bozmadan duruyor rayların üzerinde. Makinisler zor bela, çarpmaya ramak kala durdurabiliyor treni. Kim bu i.ne diyerek hışımla iniyorlar aşağı. Yılmaz Güney'i görünce şaşırıp, 'Hayrola ağabey', diyorlar. Yılmaz 'İçerde bir emanetim var,onu almaya geldim" diyor.Nebahat Çehre'yi trenden inip götürüyor.
Hurriyet.com.tr'ye konuşan Nebahat Çehre ise bu ilginç olayı şöyle anlattı:"Biz kardeşimle birlikte Eskişehir trenindeydik. Teyzemlere gidiyorduk. Eskişehir'e varmaya da az kalmıştı. Birden tren durdu. Bir süre sonra bizim kapı çalındı ve içeri Yılmaz Güney girdi. Çok şaşırdık. Bize " Sizi ben götüreceğim. Eskişehir'e mi gidelim yoksa İstanbul'a mı dönelim" dedi. Sonra hep birlikte İstanbul'a döndük..."

Düşsel “Aslan” tekrar kükreyecek…



ALPER TURGUT


Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan (The Chronicles of Narnia: Prince Caspian), çocuklara soyut bir dünyanın kapılarını aralayan bir yapım. Bu korku ve umuda dair bir masal… Yedi filmlik Narnia Günlükleri serisinin ikinci öyküsü olan Prens Kaspiyan, büyüme çağındakilere insan olmanın erdemlerini anlatacak. Aslında gerçek dünyayla, hayal ülkesi arasında pek bir fark yok. İyi her yerde iyi, kötü her yerde kötü… Bizden söylemesi…

Büyümemeye inat edenler hariç tüm yetişkinlerin uzak durması gereken, yani kısaca çocuklar için tasarlanan Narnia Günlükleri’ne kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ön bilgi verecek olursak; 7 kitaptan oluşan çocuk klasiği Narnia Günlükleri, Kuzey İrlandalı yazar C.S. Lewis tarafından 1950’li yıllarda yaratıldı. Çocuklar, fantastik masal ülkesi Narnia’yı bağırlarına basmış olmalı ki; Lewis’in kitapları 35 dile çevrildi, toplam satış ise 100 milyonu geçti. Evinde pineklerken Harry Potter külliyatıyla dünyanın en zengin kadınlarından biri haline gelen J.K.Rowling bile bugün Narnia Günlükleri’nden esinlendiğini saklamıyor. Üç yıl önce silsileyi başlatan Narnia Günlükleri: “Aslan, Cadı ve Dolap”, - adeta çoksatar kitapla yarışırcasına - beyazperdede de aslanlar gibi iş yapacağını göstermiş oldu. Hâsılat tamı tamına 744 milyon dolar idi ve bu tüm zamanların en büyük gişe başarılarından biri demekti. Bu büyük meblağ karşısında ağızları sulanan yapımcılar, kaz gelecek yerden tavuk esirgememek adına Prens Kaspiyan’a 200 milyon dolar harcadılar. Ancak çocukların ilgisinin azalacağını hesaplayamadılar. Anlaşılacağı üzere avuçlarını yaladılar, umduklarını bulamadılar. Benim görüşüm de onca parayı çarçur edip, çöpe attıkları yönünde… Çocuklara vasat bir film yapacağınıza, Afrika’daki aç sabilere yardım etseydiniz ya… Daha anlamlı ve hayırlı olurdu.

İlk iki Narnia’yı dışında pek meşhur Şrek ve Şrek 2’yi de çeken Yeni Zelandalı yönetmen Andrew Adamson, 2010’da gösterime girmesi planlanan üçüncü film Narnia Günlükleri: Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu’nda koltuğunu, İngiliz meslektaşı Michael Apted’e bırakacak. Belki de hep animasyon hep çocuk filmi derken sıkılmış ve soluk almak istemiştir adamcağız… Kim bilir. Başrollerde William Moseley, Anna Popplewell, Skandar Keynes, Georgie Henley. Ben Barnes Sergio Castellitto ve Pierfrancesco Favino var. Hayatın İçinden’den (The Station Agent) bu yana sıkı takipçisi olduğumuz, minicik fiziğine karşın adeta dev gibi oynayan Peter Dinklage, bence filmin en büyük kozu… Çekimleri, Yeni Zelanda, Slovenya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde yapılan Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan dün gösterime girdi.

İlk serüvende dolap vasıtasıyla Narnia’ya ulaşan Pevensie kardeşler, bu kez metro istasyonunu kullanırlar. Pevensie kardeşlerin dünyamızdaki bir yılı, efsanevi Narnia ülkesinin 1.300 yılına tekabül eder. Kahramanlarımız geri döndüğünde, Narnia’yı ele geçiren insan soyu Telmarinler istisnasız her şeyin hâkimi olmuş, şirin ve sevimli yaratıkları ise ormana sürmüştür. Narnia’nın manevi gücü yarı tanrı “Aslan” kaybolmuş, canlı ve hareketli ağaçlar bile suskunluğa gömülmüştür. Büyü bozulmuş, altın çağ yerini karanlığa bırakmıştır. İlk filmin kötülük timsali Beyaz Cadı’nın ölümüyle boşalan gaddar kontenjanını ise ikinci filmde Telmarin Krallığı’na göz diken hain Miraz doldurmuştur. Tahtın varisi Prens Kaspiyan acımasız amcası Miraz’dan kaçarak ormana sığınmasıyla öykümüz başlar. Kendisini kurtaran Narnia’nın mutsuz evlatlarıdır. Aksi ve cesur yürekli Kızıl Cüce Trumpkin, kılıç kullanma konusunda ustalık sahibi fare Reepicheep, ikili oynayan Kara Cüce Nikabrik ve bilge porsuk Trufflehunter, Kaspiyan’ın yeni dostlarıdır. Narnia’nın büyük kral ve kraliçeleri olarak onurlandırılan dört kardeş de ekibe katılır. Şimdi hedef Kaspiyan’ın kaçışıyla kral olan Miraz’ı devirmek ve Narnia’ya tekrar mutluluk getirmektir. Ve Aslan tekrar kükremek zorundadır.

SÜPER “SERSERİ” KAHRAMAN




Hancock, beyazperdeyi son yıllarda iyiden iyiye işgal eden süper kahramanlara pek benzemiyor. Serseri, alkolik, ağzı bozuk, mutsuz, yarardan çok zarara yol açan bir adam. İnsanlar ondan yaka silkmiş, neredeyse kenti terk etmesi için ona para verecekler. Üstelik Hancock, kişisel tarihini hatırlamıyor, adını dahi bilmiyor. Hancock demişler öyle kalmış. Geçen hafta gösterime giren Hancock, boş vakti çok olanlar için ideal bir seçim. Efektler iyi, gülümsetme potansiyeli de var. Ancak filmin ikinci yarısında komediye, ucuz bir romantizm eklemeselermiş çok daha iyi olacakmış. Başrollerde kahraman rolleri baz alınırsa en deneyimli isim olan Will Smith, güzeller güzeli Charlize Theron ve Hollywood’un nedense çok sevdiği Jason Bateman var. Hancock’u geçen yıl Krallık’ı (The Kingdom) yöneten aslen aktörlük Peter Berg çekti.

Los Angeles’te miskinlik yaparak gününü gün eden Hancock, içerek, sızarak insanların kendisinden nefret etmesini umarak yaşar. O kadar ciddiyetsiz ve dengesizdir ki; karaya vuran balinayı kurtarayım derken gemi batırabilir. Herkes arkasından alay eder, ta ki yufka yürekli halkla ilişkilerci Ray Embrey’in hayatını kurtarana dek. Ray, yalnızlıktan bunaldığını düşündüğü Hancock’un halkla ilişkileri üstlenir. Onu sorumluluk sahibi, kibar ve yardımsever bir süper kahramana dönüştürmeye kararlıdır. Hancock, Ray’in karısı Mary ve oğlu Aaron ile tanışınca hayatında bir şeylerin yanlış gittiğine ikna olur ve dönüşüm başlar.


CUMHURİYET HAFTA SONU / 12 TEMMUZ 2008

‘HAKEMLİĞİ BIRAKMAM’




ALPER TURGUT



Başta spor basını olmak üzere tüm medyayı günlerdir oyalayan ‘soyunma odası’ soruşturmasının taraflarından İzmitli hakem Ece Güneş, tam da klasmana çıkacakları sırada gazetelere sızdırılan iddiaları yalanlayarak, “Hakemliğimi ahlaksızca bitirmek istediler. İftira atanlardan hesap soracağım. Hakemliği de bırakmayacağım” dedi. Olayın tanığı hakem Doğan Altun da iddiaların gerçekdışı olduğunu vurguladı.




Gazetelerde çıkan haberlerde yüzüne bant çekildiği ve bu görüntünün hayatının en kötü anlarını yaşamasına neden olduğunu belirten 26 yaşındaki genç hakem Güneş, “Ne kendimin ne ailemin ne de hakem camiasının yüzünü kızartacak bir şey yapmadım. Fotoğrafım niye bantlanıyor, açık açık basılsın. 5 yıllık emeği yok saymak isteyenler bilsin ki mesleğimi ve sporu çok seviyorum” diye konuştu.




Ece Güneş, resmi maçlarda bayan ve erkek hakemlerin aynı soyunma odasını kullandıklarını da hatırlatarak şunları söyledi: “Yine de benden savunma istendi. Üstelik çevredeki sporcu, idareci, hakem ve tesis nöbetçi memurunun tanık olduğu söyleniyor. Kimmiş bu isimler? Çıksınlar, bu isimlerin kim olduğunu ve raporlarını açıklasınlar. Yazılı ve imzalı olarak bu iddiaları gündeme getirenleri ispata davet ediyorum. İl Hakem Kurulu Başkanı Yusuf Say’ın savunma istediği yazılı belgenin basına nasıl dağıtıldığının hesabını versinler? Ben İzmitliyim. Mimar Sinan Lisesi’nde öğretmenim. Böyle bir iftiraya sessiz kalacağımı nasıl düşünürler? Tek hedefleri benim ve Emre Duz’un klasmana çıkmasını engellemekti.”
Cumhuriyet Gazetesi / 11 Temmuz 2008

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Ölüm orucu eyleminden baro başkanlığı adaylığına…




ALPER TURGUT

Tecride karşı “Adaletin olmadığı yerde direnmek haktır” diyerek ölüm orucu eylemi yapan Avukat Behiç Aşçı, Çağdaş Avukatlar Gurubu’nun (ÇAG) İstanbul Baro Başkanlığı aday adayı oldu. Aşçı, demokratik, katılımcı, haklar ve özgürlükler mücadelesinde yerini alan, avukatların mesleki sorunlarına etkin çözümler getirebilen bir baro için harekete geçtiklerini belirtti.


“Mesleki Dönüşüm” denilen politikayla avukatlık mesleğinin uluslararası sermaye şirketlerine açılacağını ifade eden Aşçı, “Mücadele etmezsek avukatlar, ücretli köleler haline dönüşecek. Dev hukuk şirketleri açılacak, mevcut hukuk büroları kapanacak. Bugüne dek iktidara karşı kıskançlıkla koruduğumuz bağımsızlığımız ise yok olacak. “ dedi.


Behiç Aşçı, 5 Nisan 2006 Dünya Avukatlar Günü’nde yaptığı “müvekkillerimin tecrit altında tutulduğunu, gün be gün eriyerek yok olduklarını görmek istemiyorum. Tecrit adlı sosyal bir yok oluş hikâyesine, vicdanım daha fazla katlanamaz.” açıklamasının ardından ölüm orucu eylemine başlamıştı. Onun yaşamı pahasına 293. gün süren eylemi, büyük bir kamuoyu oluşturmuş ve Adalet Bakanlığı alelacele bir genelge çıkarmak zorunda kalmıştı. Yaşamın kıyısındayken 22 Ocak 2007 günü ölüm orucunu sonlandıran Aşçı, hala bedeninde eylemin izlerini taşıyor.


“26 bin avukatın geleceği için ÇAG’ın mutlaka seçimi kazanması gerek ve bu kez iddialıyız” diye konuşan Avukat Behiç Aşçı, öncelikli hedeflerinin savunma hakkının bağımsızlığa kavuşması ve gizliliği ihlal eden Ulusal Yargı Ağı Projesi’nin (UYAP) kaldırılması olduğunu vurguladı. Hukukçuların mevcut hukuksuzluğa duyarsız kalmaması gerektiğini belirten Aşçı; “Devrimci bir avukat olduğum için aday adayıyım. Ancak devrimciler hiçbir çıkar karşılığı olmaksızın, her türlü bedeli göze alarak söylediklerini savunabilirler. Ancak devrimciler birleştiricidir, örgütlülüğü ve demokrasiyi savunur” dedi.




Behiç Aşçı’nın çözüm önerilerinden bazıları;

— Baro yönetimlerinin, Adalet Bakanlığı tarafından görevden alınabilmesi engellenmelidir.
— Baro kararları Adalet Bakanlığı tarafından veto edilememelidir.
— Maliye Bakanlığı vergi tehdidi ile avukatları zapturapt altına almamalıdır.
— Baro yönetimi kolektif bir işlerliğe kavuşmalıdır,
— Avukat, hukukçu meclisleri kurulmalı, yönetime katılım sağlanmalı.
— Stajyer avukatlar köle değildir, onlar meslektaşımızdır.
—Avukat Hakları Merkezi atıl durumdan çıkarılmalıdır.
—İstanbul’da büyük adliyelerin içinde veya yakınında kadın meslektaşlarımız için kreşler kurulmalıdır.
—Baro mevcut kaynaklarını değerlendirerek ‘avukat hastanesi’ kurmalıdır.
—Duruşma saati ve duruşmada yaşanan sorunlar çözülmelidir.
—Hapishaneler baro için özel bir öneme sahip olmalıdır.
—Baro kültür merkezleri kurmalıdır.

ÇAG önseçimi, Hasan Ateş, Kemal Aytaç ve Behiç Aşçı’nın katılımıyla15 Temmuz günü gerçekleştirilecek. İstanbul Baro Başkanlığı seçimi ise ekim ayında yapılacak.
FOTOĞRAFLAR: VEDAT ARIK
CUMHURİYET GAZETESİ / 10 TEMMUZ 2008

6 Temmuz 2008 Pazar

Silahı fotoğraf makinesi


Sami Kızıltan. Fotoğraf: Hıdır Durman



Kendi ayakkabılarını üretiyorlar, kendi üniversiteleri var, değerlerine olan bağlılıkları ve inançları, yaşadıkları korkunç sefaleti gölgede bırakıyor. Meksika’nın Chiapas eyaletinde özgürlük mücadelesi veren ve sabırla maskelerinden kurtulacakları günü bekleyen yerli halk yani Zapatistalarla 75 gün geçiren fotoğrafçı Sami Kızıltan fotoğraflarını 19 Temmuz’a kadar Karşı Sanat’ta sergiliyor...






DENİZ ÜLKÜTEKİN


Sami Kızıltan “Kâr amacı gütmedim, sanatsal bir çalışma olduğunu da söyleyemem” diyor “EZLN Kamplarında 75 Gün” isimli sergisi hakkında. Sergi, çocukların duvarlara yaptığı resimlerden, Chiapas’taki hayatı gözler önüne seren karelere kadar, uzak olduğumuz, kimine hayal gelen kocaman bir gerçeği anlatıyor. Kızıltan, Chiapas’taki 75 gününü aktarırken Türk solu içinde verdiği mücadele sırasında tanıklık ettiklerine de göndermeler yaptı.





- Zapatislarla geçirdiğiniz dönemden önce muhalif bir grupla ilgili çalışma yapmış mıydınız?

1970’lerden beri Türkiye’de devrimci hareketin içindeyim. 1972’de gözaltına alındım. 1980 Ekimi’nde yakalandım ve uzun süre işkence gördüm. İki sefer “öldü” diye bırakıldığım morgdan alındım. İşkenceyle oluşan rahatsızlıklarımın Türkiye’de tedavisi olanaksızdı. Ayrıca dönemin Adli Tıp Başkanı Ayhan Songar’ın kıskacından geçtik, dünya üzerinde yasaklanan ilaçları bizler üzerinde denemeye kalktılar. 1985’te Fransa’ya gittim ve uzun süre tedavi gördüm. Fransa’da da dünyadaki devrimci hareketleri sürekli izledim. Zapatist hareket çok ilgimi çekti. Kumandan Marcos kimine göre çok pasifistti, ancak beni çeken tek başına, yazılanlar olmadı. Olayı yerinde görmek için Chiapas’taki komiteyle irtibata geçerek 7 Şubat 2007’de Meksika’ya gittim. Köy köy dolaşarak, çocuklara resim dersleri verdim, dünyadaki diğer devrimci hareketle ilgili filmleri gösterdim. Bu insanlar sizi tanıdıklarında yüzlerindeki maskeyi çıkarıyorlar.





- İnsanların yüzlerinde nasıl maskeler vardı?


Onlarda bizdeki illegalite anlayışına uygun bir maske yok. Kamplardakilerin maskelerini kesinlikle çıkartamazsınız. Maske takmalarının nedeni 500 yıl önce İspanyolları misafirperverce karşılamalarına karşın, sömürgecilikle karşı karşıya kalmaları. Bundan utanç duyuyorlar. Sokakta gördüğünüz bir ayakkabı boyacısı veya bindiğiniz taksinin şoförü aynı zamanda dağdaki gerilla. Kuzey Meksika’daki beş bölge ellerinde, “Biz savaş değil özgürlük istiyoruz” diyorlar. Paramiliter güçler sürekli saldırıyorlar. Yoksulluk diz boyu, günde iki kez yağsız fasulye ve haftada bir yağsız pirinç pilavı yiyorlar, ama onurlarını satmıyorlar ve “özgür olmadıkça bu maskeyi çıkartmayacağız” diyorlar. Geçmişte silahlı bir örgütün içindeydim. Artık silahım fotoğraf makinem. Chiapas’taki insanların yaşadıklarını da karelerle anlatmaya çalıştım.




- Chiapas’taki ilk izlenimlerinizden etkilendiniz mi. Yoksa “Buradan bir şey çıkmaz” mı dediniz?

Görsel anlamda tabii ki etkilendim. Çünkü o insanlarda sıcaklığı gördüm. 12 yaşında bir çocuğa hediyeler götürdüğünüzde, bütün köy halkı oraya toplanır. Herkesin elinde defterler vardır. Çocuğun söyledikleri o defterlere yazılır. Bizim solumuzda ise apoletler ve komiteler vardır, piramit şekli bir örgütlenmedir ve alttaki tuğlayı söktüğünüzde yukarıdan aşağıya boşalır. Bizim kuşağın hâlâ sık sık yaptığı hata, gençleri dinlemeyi bilmememiz. Konuşurken “biz böyle yapıyorduk” diyoruz. Hayır, biz bir şey yapamadık. Yapmış olsaydık bugüne bir şeyler kalırdı. 80 öncesi varoşlarda örgütlenen bizler şimdi o mahallelere giremiyoruz. İstanbul’da sol sadece iki yerde var, Beyoğlu meyhanelerinde ve Kadıköy’de.





- Komiteye başvurarak Chiapas’a gittiniz, gitmeden sizin hakkınızda bir şeyler biliyorlardı. Yine de iletişim kurmakta sıkıntı çektiğiniz oldu mu?

Kesinlikle bir sıkıntı yaşamadım. Ancak, EZLN’nin yanında bir de silahlı cephe hareketi FZLN var. Bunlara ulaşmak mümkün değil. Diğer kamplar için bir saatte de izin alabilirsiniz, bir ayda da. Bıraktığınız intibaya göre hiç de alamayabilirsiniz. Ne kadar yardım etmek istesek de biz beyazız. “Bizi kendimizle baş başa bırakın” diyorlar. Fotoğraf konusunda tek talepleri ise çektiklerimi kendilerine de yollamamdı.





- Avrupalıların desteği onlara samimi geliyor mu?

Pek samimi gelmiyor tabii ki. “Biz çamurda dolaşırken topuklu ayakkabılar getiriyorsunuz, önce bizi tanımaya çalışın, biz topuklu ayakkabı değil çocuklarımıza defter, kalem, bilgisayar istiyoruz” gibi bir yaklaşımları var.


- Zapatistalar ile daha önceki devrimci hareketler arasında ne gibi farklar gördünüz?

Şunu fark ettim, Avrupalılar için hem Marcos hem de gerilla hareketi, ulaşılmaz bir mit gibi. Türkiye gibi klasik faşizmin yaşandığı bir ülkeden geldiğiniz zaman insanların belinde silah taşıması o kadar garip gelmiyor. Avrupalılar “sağa sola dikkat et”, “takside Fransızca konuşmayalım” gibi tedirginlikler yaşıyor.



- Meksika’nın geri kalanında Zapatistalar’a bakış nasıl?

Halk büyük ölçüde destekliyor. EZLN’de iki bayrak var, bir kendi bayrakları, bir de Meksika bayrağı. Önce şaşırmıştım. Türkiye’deki devrimci hareketler Türk bayrağı taşımazlar. Zapatistalar “Bu bayrakta dedelerimizin kanı vardır, biz bu bayrağa da sahip çıkarız” diyor, Meksika hükümetiyle de çatışıyorlar. Çünkü kendi bayraklarına hükümetin sahip çıktığını düşünüyorlar.


CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 6 TEMMUZ 2008





Kadim yollar, yolculuklar ve asi yolcular nerelidir?
Sezai Sarıoğlu


“yolculuklar başlamaz yürek çağırmasa/ akıl yorulabilir, yılabilir, ama yüreğin sırtı gelmez yere.” (Nâzım Hikmet)

“Tarihe bak anlarsın”, cümlesinden el alarak, “Fotoğraflara bak anlarsın” diye başlamak gerek. Yine de tarih öyle ayağa kalkıp görülebilecek bir şey de değildir. Tarihe bakmak ve anlamak için bakma ve görme biçimleri gereklidir. Belki de bu nedenle, Edip Cansever, “Göz değil kırmızının bilimi” dizelerini dünyaya armağan etmişti.




Gez(mek), göz(lemek), görmek ve fotoğraf çekmek, bir bakıma tarihe ve insana yeniden kayıtlanmaktır. Fotoğrafları çeken özne, tarihe ve coğrafyaya, dünyaya kayıtlı olduğu oranda, gezdikleri, gördükleri, fotoğrafını çektikleri ve dünya da ona kayıtlıdır. Fotoğraflarla tarihe kayıt düşmek, tanıklığın ve görsel bilgiyi dünyanın başka yerlerine taşımanın ötesinde müjdeli ve kıymetlidir. Fotoğraflar, dünyayı yorumlamaya ve değiştirmeye dâhilse, yirmi dört ayar tarih kıymetindeki bu çalışmalar sahiciliğini yitirmiş, birbirinden koparılmış dünyada, yeniden sahicileşmenin ve yeniden dünyalı olarak çoğalmanın delilidir.


Doğu bilgelerinden Cüneyd Bağdadi’nin, “Aramakla bulunmaz ama bulanlar yalnız arayanlardır” cümlesi de geçsin tarihin zaptına. Çünkü Sami Kızıltan’ın işidüşü aramak, bulmak, yeniden kaybolmak, yeniden bulmaktır. Aklına Latin Amerika estiğinde, yeni bir keyif ve keşif için düşbaşı yapan Sami Kızıltan, Cemal Süreya’nın “Yol bir kafiye arar ve bulur/ Dönemeçlerin benzerliğinde” dizelerinden el alarak, kıtalar arasında düzayak ve düşayak yolculuklar yapar ve delillerini ayağımıza getirir…


Bu fotoğraflarda cevaplar kadar sorular, sorular kadar cevaplar gizliyse, göz ve gönül gözüyle bakmak yetmez. Fotoğrafın içindeki hikâyeye sızmak ve insanla temas etmek de gerekir. Bu fotoğrafların her biri, yerel görüntüyü evrensele, evrensel görüntüyü yerele taşımanın böylece dünyalı birer enternasyonalist imgesi oluşturmanın delilleriyse, en yakışıklımız, en düşbazımız Che Guvera’nın, “Dayanışma halkların inceliğidir” cümlesini aklımızda tutarak bakıp anlamlandırmak gerekir.





Edip Cansever; “Bulmanın dili aramaktır” diyorsa, Sami, bulmanın dili aramak için yollara düşer. Çektiği her fotoğraf, bir tarihi, coğrafyayı ve insanlarını açıklamak kadar kendini de açıklamaktır. Hiç kimsenin kendini açıklamadığı, kendiyle ve tarihiyle yüzleşmediği dünyada Sami, çektiği fotoğraflarla kendini ve düşlerini de açıklar bize…


Meksika, Guatemalave Küba’yı en gizli köşelerine kadar, siyaseten de dolaşan fotoğraf sanatçısı Sami Kızıltan’ın özgün fotoğrafları bir Latin Amerika imgesini yeniden kurmamıza yardımcı olmakla kalmıyor, Latin Amerika halklarının tarihsel ve güncel düşmanı ABD Emperyalizmini de yeniden bilinçaltımızdan bilinçüstümüze de çıkarıyor. Dahası, Can Yücel’in, “Nasıl da kuşatıyoruz Emperyalizm akrebini! Ve etrafında, ÇA-ÇA- ÇA değil, yeni bir ateş dansı başlıyor: ÇE-ÇE-ÇE” diye” cümlesindeki gibi, her fotoğraf, emperyalizme karşı dans edercesine savaşan asi ve aksi yerli halklarla yeniden tanıştırıyor bizleri…


Her fotoğraf kulağımıza eğilip, dünyadan, ülkesinden ve insandan umutlarını kesmeyenlere, “İnsansız anı yoktur. Var mıdır?” demekle kalmıyor, fotoğrafların içindeki gerçek, somut insanlar, bildiğimiz ve bilmediğimiz hikâyeleriyle birlikte yolumuzu kesiyor…
Masalları uyutup sokağa kaçan yerli çocuklara bakıp, “Ne güzel bir duruşun var senin/ Doğayı kımıldatmadan” diye mırıldanmak geçiyor içimizden... Maskeli savaşçılara ve onlardan taklit alıp maske takan çocuklara bakıp, “O kadar ilginçtir ki yüzü, ayakları bilmem var mıdır” demek geliyor içimizden…


Şair Cemal Süreya, “Kılıç kalkan gürz ve at/ Tâ çocukluğumdan beri/ Ne bulumsa okudum/ Sonunda anladım ki/ Bir kitapta resim şart” diyorsa, bu dünyada fotoğraf şart diyoruz… Dünya halklarının kardeşliği ve dayanışması için bu dünyaya bu fotoğraflar şart…