6 Temmuz 2008 Pazar

Silahı fotoğraf makinesi


Sami Kızıltan. Fotoğraf: Hıdır Durman



Kendi ayakkabılarını üretiyorlar, kendi üniversiteleri var, değerlerine olan bağlılıkları ve inançları, yaşadıkları korkunç sefaleti gölgede bırakıyor. Meksika’nın Chiapas eyaletinde özgürlük mücadelesi veren ve sabırla maskelerinden kurtulacakları günü bekleyen yerli halk yani Zapatistalarla 75 gün geçiren fotoğrafçı Sami Kızıltan fotoğraflarını 19 Temmuz’a kadar Karşı Sanat’ta sergiliyor...






DENİZ ÜLKÜTEKİN


Sami Kızıltan “Kâr amacı gütmedim, sanatsal bir çalışma olduğunu da söyleyemem” diyor “EZLN Kamplarında 75 Gün” isimli sergisi hakkında. Sergi, çocukların duvarlara yaptığı resimlerden, Chiapas’taki hayatı gözler önüne seren karelere kadar, uzak olduğumuz, kimine hayal gelen kocaman bir gerçeği anlatıyor. Kızıltan, Chiapas’taki 75 gününü aktarırken Türk solu içinde verdiği mücadele sırasında tanıklık ettiklerine de göndermeler yaptı.





- Zapatislarla geçirdiğiniz dönemden önce muhalif bir grupla ilgili çalışma yapmış mıydınız?

1970’lerden beri Türkiye’de devrimci hareketin içindeyim. 1972’de gözaltına alındım. 1980 Ekimi’nde yakalandım ve uzun süre işkence gördüm. İki sefer “öldü” diye bırakıldığım morgdan alındım. İşkenceyle oluşan rahatsızlıklarımın Türkiye’de tedavisi olanaksızdı. Ayrıca dönemin Adli Tıp Başkanı Ayhan Songar’ın kıskacından geçtik, dünya üzerinde yasaklanan ilaçları bizler üzerinde denemeye kalktılar. 1985’te Fransa’ya gittim ve uzun süre tedavi gördüm. Fransa’da da dünyadaki devrimci hareketleri sürekli izledim. Zapatist hareket çok ilgimi çekti. Kumandan Marcos kimine göre çok pasifistti, ancak beni çeken tek başına, yazılanlar olmadı. Olayı yerinde görmek için Chiapas’taki komiteyle irtibata geçerek 7 Şubat 2007’de Meksika’ya gittim. Köy köy dolaşarak, çocuklara resim dersleri verdim, dünyadaki diğer devrimci hareketle ilgili filmleri gösterdim. Bu insanlar sizi tanıdıklarında yüzlerindeki maskeyi çıkarıyorlar.





- İnsanların yüzlerinde nasıl maskeler vardı?


Onlarda bizdeki illegalite anlayışına uygun bir maske yok. Kamplardakilerin maskelerini kesinlikle çıkartamazsınız. Maske takmalarının nedeni 500 yıl önce İspanyolları misafirperverce karşılamalarına karşın, sömürgecilikle karşı karşıya kalmaları. Bundan utanç duyuyorlar. Sokakta gördüğünüz bir ayakkabı boyacısı veya bindiğiniz taksinin şoförü aynı zamanda dağdaki gerilla. Kuzey Meksika’daki beş bölge ellerinde, “Biz savaş değil özgürlük istiyoruz” diyorlar. Paramiliter güçler sürekli saldırıyorlar. Yoksulluk diz boyu, günde iki kez yağsız fasulye ve haftada bir yağsız pirinç pilavı yiyorlar, ama onurlarını satmıyorlar ve “özgür olmadıkça bu maskeyi çıkartmayacağız” diyorlar. Geçmişte silahlı bir örgütün içindeydim. Artık silahım fotoğraf makinem. Chiapas’taki insanların yaşadıklarını da karelerle anlatmaya çalıştım.




- Chiapas’taki ilk izlenimlerinizden etkilendiniz mi. Yoksa “Buradan bir şey çıkmaz” mı dediniz?

Görsel anlamda tabii ki etkilendim. Çünkü o insanlarda sıcaklığı gördüm. 12 yaşında bir çocuğa hediyeler götürdüğünüzde, bütün köy halkı oraya toplanır. Herkesin elinde defterler vardır. Çocuğun söyledikleri o defterlere yazılır. Bizim solumuzda ise apoletler ve komiteler vardır, piramit şekli bir örgütlenmedir ve alttaki tuğlayı söktüğünüzde yukarıdan aşağıya boşalır. Bizim kuşağın hâlâ sık sık yaptığı hata, gençleri dinlemeyi bilmememiz. Konuşurken “biz böyle yapıyorduk” diyoruz. Hayır, biz bir şey yapamadık. Yapmış olsaydık bugüne bir şeyler kalırdı. 80 öncesi varoşlarda örgütlenen bizler şimdi o mahallelere giremiyoruz. İstanbul’da sol sadece iki yerde var, Beyoğlu meyhanelerinde ve Kadıköy’de.





- Komiteye başvurarak Chiapas’a gittiniz, gitmeden sizin hakkınızda bir şeyler biliyorlardı. Yine de iletişim kurmakta sıkıntı çektiğiniz oldu mu?

Kesinlikle bir sıkıntı yaşamadım. Ancak, EZLN’nin yanında bir de silahlı cephe hareketi FZLN var. Bunlara ulaşmak mümkün değil. Diğer kamplar için bir saatte de izin alabilirsiniz, bir ayda da. Bıraktığınız intibaya göre hiç de alamayabilirsiniz. Ne kadar yardım etmek istesek de biz beyazız. “Bizi kendimizle baş başa bırakın” diyorlar. Fotoğraf konusunda tek talepleri ise çektiklerimi kendilerine de yollamamdı.





- Avrupalıların desteği onlara samimi geliyor mu?

Pek samimi gelmiyor tabii ki. “Biz çamurda dolaşırken topuklu ayakkabılar getiriyorsunuz, önce bizi tanımaya çalışın, biz topuklu ayakkabı değil çocuklarımıza defter, kalem, bilgisayar istiyoruz” gibi bir yaklaşımları var.


- Zapatistalar ile daha önceki devrimci hareketler arasında ne gibi farklar gördünüz?

Şunu fark ettim, Avrupalılar için hem Marcos hem de gerilla hareketi, ulaşılmaz bir mit gibi. Türkiye gibi klasik faşizmin yaşandığı bir ülkeden geldiğiniz zaman insanların belinde silah taşıması o kadar garip gelmiyor. Avrupalılar “sağa sola dikkat et”, “takside Fransızca konuşmayalım” gibi tedirginlikler yaşıyor.



- Meksika’nın geri kalanında Zapatistalar’a bakış nasıl?

Halk büyük ölçüde destekliyor. EZLN’de iki bayrak var, bir kendi bayrakları, bir de Meksika bayrağı. Önce şaşırmıştım. Türkiye’deki devrimci hareketler Türk bayrağı taşımazlar. Zapatistalar “Bu bayrakta dedelerimizin kanı vardır, biz bu bayrağa da sahip çıkarız” diyor, Meksika hükümetiyle de çatışıyorlar. Çünkü kendi bayraklarına hükümetin sahip çıktığını düşünüyorlar.


CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 6 TEMMUZ 2008





Kadim yollar, yolculuklar ve asi yolcular nerelidir?
Sezai Sarıoğlu


“yolculuklar başlamaz yürek çağırmasa/ akıl yorulabilir, yılabilir, ama yüreğin sırtı gelmez yere.” (Nâzım Hikmet)

“Tarihe bak anlarsın”, cümlesinden el alarak, “Fotoğraflara bak anlarsın” diye başlamak gerek. Yine de tarih öyle ayağa kalkıp görülebilecek bir şey de değildir. Tarihe bakmak ve anlamak için bakma ve görme biçimleri gereklidir. Belki de bu nedenle, Edip Cansever, “Göz değil kırmızının bilimi” dizelerini dünyaya armağan etmişti.




Gez(mek), göz(lemek), görmek ve fotoğraf çekmek, bir bakıma tarihe ve insana yeniden kayıtlanmaktır. Fotoğrafları çeken özne, tarihe ve coğrafyaya, dünyaya kayıtlı olduğu oranda, gezdikleri, gördükleri, fotoğrafını çektikleri ve dünya da ona kayıtlıdır. Fotoğraflarla tarihe kayıt düşmek, tanıklığın ve görsel bilgiyi dünyanın başka yerlerine taşımanın ötesinde müjdeli ve kıymetlidir. Fotoğraflar, dünyayı yorumlamaya ve değiştirmeye dâhilse, yirmi dört ayar tarih kıymetindeki bu çalışmalar sahiciliğini yitirmiş, birbirinden koparılmış dünyada, yeniden sahicileşmenin ve yeniden dünyalı olarak çoğalmanın delilidir.


Doğu bilgelerinden Cüneyd Bağdadi’nin, “Aramakla bulunmaz ama bulanlar yalnız arayanlardır” cümlesi de geçsin tarihin zaptına. Çünkü Sami Kızıltan’ın işidüşü aramak, bulmak, yeniden kaybolmak, yeniden bulmaktır. Aklına Latin Amerika estiğinde, yeni bir keyif ve keşif için düşbaşı yapan Sami Kızıltan, Cemal Süreya’nın “Yol bir kafiye arar ve bulur/ Dönemeçlerin benzerliğinde” dizelerinden el alarak, kıtalar arasında düzayak ve düşayak yolculuklar yapar ve delillerini ayağımıza getirir…


Bu fotoğraflarda cevaplar kadar sorular, sorular kadar cevaplar gizliyse, göz ve gönül gözüyle bakmak yetmez. Fotoğrafın içindeki hikâyeye sızmak ve insanla temas etmek de gerekir. Bu fotoğrafların her biri, yerel görüntüyü evrensele, evrensel görüntüyü yerele taşımanın böylece dünyalı birer enternasyonalist imgesi oluşturmanın delilleriyse, en yakışıklımız, en düşbazımız Che Guvera’nın, “Dayanışma halkların inceliğidir” cümlesini aklımızda tutarak bakıp anlamlandırmak gerekir.





Edip Cansever; “Bulmanın dili aramaktır” diyorsa, Sami, bulmanın dili aramak için yollara düşer. Çektiği her fotoğraf, bir tarihi, coğrafyayı ve insanlarını açıklamak kadar kendini de açıklamaktır. Hiç kimsenin kendini açıklamadığı, kendiyle ve tarihiyle yüzleşmediği dünyada Sami, çektiği fotoğraflarla kendini ve düşlerini de açıklar bize…


Meksika, Guatemalave Küba’yı en gizli köşelerine kadar, siyaseten de dolaşan fotoğraf sanatçısı Sami Kızıltan’ın özgün fotoğrafları bir Latin Amerika imgesini yeniden kurmamıza yardımcı olmakla kalmıyor, Latin Amerika halklarının tarihsel ve güncel düşmanı ABD Emperyalizmini de yeniden bilinçaltımızdan bilinçüstümüze de çıkarıyor. Dahası, Can Yücel’in, “Nasıl da kuşatıyoruz Emperyalizm akrebini! Ve etrafında, ÇA-ÇA- ÇA değil, yeni bir ateş dansı başlıyor: ÇE-ÇE-ÇE” diye” cümlesindeki gibi, her fotoğraf, emperyalizme karşı dans edercesine savaşan asi ve aksi yerli halklarla yeniden tanıştırıyor bizleri…


Her fotoğraf kulağımıza eğilip, dünyadan, ülkesinden ve insandan umutlarını kesmeyenlere, “İnsansız anı yoktur. Var mıdır?” demekle kalmıyor, fotoğrafların içindeki gerçek, somut insanlar, bildiğimiz ve bilmediğimiz hikâyeleriyle birlikte yolumuzu kesiyor…
Masalları uyutup sokağa kaçan yerli çocuklara bakıp, “Ne güzel bir duruşun var senin/ Doğayı kımıldatmadan” diye mırıldanmak geçiyor içimizden... Maskeli savaşçılara ve onlardan taklit alıp maske takan çocuklara bakıp, “O kadar ilginçtir ki yüzü, ayakları bilmem var mıdır” demek geliyor içimizden…


Şair Cemal Süreya, “Kılıç kalkan gürz ve at/ Tâ çocukluğumdan beri/ Ne bulumsa okudum/ Sonunda anladım ki/ Bir kitapta resim şart” diyorsa, bu dünyada fotoğraf şart diyoruz… Dünya halklarının kardeşliği ve dayanışması için bu dünyaya bu fotoğraflar şart…




1 yorum:

ezgi umut dedi ki...

Güzel bir söyleşi böylece hem sanatçı Sami Kızıltan'ı hem de kültürleri tanıyıp, öğreniyor kişi. Elinize sağlık. Sezai Sarıoğlu'nun yorumlayışı da çok anlamlı.