30 Ağustos 2008 Cumartesi

Diziler kısalmak istiyor


SETLERDE SAATİN AYARI KAÇTI...




Zuhal Aytolun


Yapımcısından oyuncusuna herkes dizilerin yayın süresinden yakınıyor ama kimse elini taşın altına koymuyor. SİNESEN Genel Sekreteri Ahmet Keskin, sendika olarak girişimleri başlattıklarını; yayıncı kuruluşlar, onların bağlı olduğu dernek başkanları ve konunun tüm muhatapları ile eylül ayında hak ihlallerinin çözülmesi için masaya oturacaklarını söylüyor. Ancak sezonun dizileri birer birer yayımlanmaya başladı bile.




2000’li yıllarla birlikte televizyon dizilerinin bölümleri bir sinema filmi uzunluğunda yayınlanmaya başladı. Süreler uzadıkça ister istemez konular da esnedikçe esnedi, hikayeler kekelemeye başladı. Ortalama 90 dakika olan dizi süreleri kimi zaman 120 dakikayı dahi buldu. Günü-saati belli olmadan çalışan set işçileri, yönetmenler, senaristler, meslek birlikleri ve hatta yapımcılar dahi bu durumdan şikayetçi. Ancak bir girişime ve örgütlenmeye rastlamak zor. Herkes şikayet ediyor, topu birbirine atıyor, bakıldığı zaman 2008-2009 sezonu dizileri birer birer yayınlanmaya başlanmasına rağmen bir araya gelerek çözüm üretilmiyor.




Biz de konunun taraflarına sorduk. SENDER Başkanı Haluk Ünal, yapımcı yönetmen Osman Sınav, SİNESEN Genel Sekreteri Ahmet Keskin ve Orhan Aydın’dan aldığımız bilgiye göre sebep; reklam pastasından daha fazla kar alma çabası. Çözüm ise meslek birliklerinin örgütlenerek, tıpkı yurtdışındaki gibi Türkiye’de de belirleyici rol oynamaları ve bir format oluşturmaları. Osman Sınav, bir dönem dizi sürelerini kısaltmak için girişimde bulunmuş ancak yalnız kaldığı için rekabet ortamından dolayı yine mevcut sisteme ayak uydurmak zorunda bırakılmış. Diğer yandan rekabetin etkisini sorduğumuz Haluk Ünal, “Bu ortama rekabet dememek gerek. Rekabet medeniyete ait bir kelime. Bu ortam daha çok bir cangılı andırıyor. Orman kanunları geçerli” diyor. Set çalışanları ise iş garantilerinin, sağlık güvencelerinin ve normal bir yaşam biçimlerinin olmamasından dolayı şikayet etmelerine rağmen biraraya gelerek bir baskı ortamı oluşturamıyorlar. İki haftadır ulaşmaya çalıştığımız RTÜK yetkilileri ise yoğun ‘toplantı trafik’lerinde bize vakit dahi ayıramıyor. Ancak yine de SİNESEN Genel Sekreteri Ahmet Keskin, sendika olarak girişimleri başlattıklarını; yayıncı kuruluşlar, onların bağlı olduğu dernek başkanları ve konunun tüm muhatapları ile Eylül ayında hak ihlallerinin çözülmesi için masaya oturacaklarını müjdeliyor. Ancak sezonun dizileri birer birer yayınlanmaya başladı bile...


YASAYA AYKIRI


Reklam piyasasındaki pastadan daha fazla pay almak isteyen yayıncı kuruluşların, yapımcıları 90 dakikaya zorladığını söyleyen Sinema Emekçileri Sendikası (SİNESEN) Genel Sekreteri Ahmet Keskin, yine konuyu aynı noktaya getiriyor: 90 dakikalık dizi ve yaklaşık 4 kuşak reklam. Geri kalmış ülkelerde dahi en uzun dizinin süresinin 55 dakika olduğu gerçeği de dikkat çekici: “Bu bir ilke kararı. Sendikalar belirler bunu ve tüm yayıncı-yapımcı kuruluşlar bu kurala uyar. Çünkü aksi durumda insan anatomisine aykırı bir çalışma düzeni ortaya çıkar.”


Bir dizi bölümü çekilebilmesi için günde en az 16 saat çalışıldığını belirten Keskin, işin kalitesinin olamayacağına da değiniyor.Diğer yandan günde 16 saat çalışma süresi insani olmadığı gibi mevcut iş yasasına da aykırı.Yasaya göre günlük çalışma süresi 8 saat ve yılda 270 saati günde 3 saati geçmemek koşuluyla ücreti ödenerek fazla mesai yapabiliyor. Ancak bu sektörde bunun çok ötesine geçilmiş durumda.


Yaklaşık 700 milyon dolara varan bir rant olduğundan söz eden Keskin, “Bu rantın döndüğü sektörde çok sayıda insan sigortasız ve iş güvencesiz çalışıyor. Mesela Kültür Bakanlığı sinema filmleri için yapımcılardan bir gösterim belgesi istiyor. Sigortadan borcunun olmadığına dair. Yapımcı 5 kişiyi sigortalı gösteriyor ve bu belgeyi alıyor. Ancak jeneriklerde yüzlerce insanın adı geçiyor. Bunların hepsi çalışmış filmde ama hiçbiri sigortalı değil. Bu Çalışma Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı’nca denetlenebilir. Kaçaktan bahsediliyor ama bunun gereği yapılmıyor” diyor.


Sendika olarak gerekli girişimleri başlattıklarını belirtiyor Keskin. Yayıncı kuruluşlarla ve onların bağlı bulunduğu derneklerin başkanlarıyla iletişime geçilerek görüşmeler başlamış. 2008 Eylül’ünde yani sezon başladığı dönemde verilen yetkiye dayanarak işin üzerine gideceklerini ve bu hak ihlallerini çözeceklerini söylüyor Keskin.


TAM BİR CANGIL


•90 dakikalık bir dizi bölümü çekiminin her hafta bir sinema filmi üretmek anlamına geldiğini belirten Senaristler Derneği (SENDER) Başkanı Haluk Ünal, “Uzun metraj bir filmin asgari dört hafta ile sekiz hafta arasında realize edildiğini, senaryosunun da asgari üç ayda son haline getirildiğini düşünürsek fark kolayca anlaşılır” diyerek, bu durumun getirisini felaket olarak yorumluyor. Çünkü bu durum ciddi bir insan kaynağı kıyımı ve yetişmiş-yetişmekte olan insanların kısa sürede posasısının çıkması anlamına geliyor. Rekabetin etkisini sorduğumuz Ünal, “Bu ortama rekabet dememek gerek. Rekabet medeniyete ait bir kelime. Bu ortam daha çok bir cangılı andırıyor. Orman Kanunları geçerli.”


Senaristler açısından durumun daha zor olduğuna değinen Ünal, dizilerin belli süre sınırlamalarının olmasının tesadüf olmadığını, hikayenin izlenme lezzeti ve kalitesi açısından çok önemli olduğunu söylüyor: “Hikaye mimarisinin belirli ölçüleri ve matematiği vardır. Bu süreler aşıldıkça hikaye zorlanmaya başlar. Sündürmeye, kekelemeye başlarsınız ve kalite düşer.” Toplumun kültürünü biçimlendiren bir etkiye sahip olması açısından uzun süreli senaryolarda yapılacak hatalar sonunda toplumun da zihnini posaya çevireceğini vurgulayan Ünal, Türkiye’nin bu açıdan trajik bir labaratuara dönüştüğünü belirtiyor. Diğer bir tehlike de durumun, yazarları özgün üretim yapmaktan uzaklaştırıp, yabancı film ve dizileri adapte etmeye sürüklemesi. Bu da başka bir bozulma. “Daha kötüsü yılda 150’ye yakın dizi çekiliyor ve uluslararası standarlarda çöp üretiyoruz. Oysa özellikle Avrupa çok ciddi bir hikaye kabızlığı içinde. Türkiye ise hikaye cenneti. Hem doğulu hem de moderniz. Araplarda yarattığımız sonucu Avrupa ve Amerikada da yaratabiliriz. Ama tek sorunumuz ‘yaratıcı yapımcılı’ henüz sektöre egemen olamaması.”


Örgütlenmenin önündeki en büyük engellerden biri de 80 darbesi sonrasi hak arama korkusu. Ünal’a göre ‘Hiçbir şey değişmez’ duygusuyla yaşıyor insanlar ve bununla birlikte birşeyleri düzeltmeye dair inanç kayboluyor. Tek düşünülen şey günü kurtarmak oluyor ve Ünal bu durumun aynı zamanda ahlaken de ciddi bir bozulmaya işaret ettiğini söylüyor. Yine de hareketliliğin artık başladığını belirtiyor Ünal.


2008 yılı başında bu konuda Film Yönetmenleri ve Senaryo Yazarları’nın öncülüğünde farklı meslek örgütleri ve yapımcılar ilk kez biraraya gelmiş. Yayıncılar Birliği yönetimi ve RTÜK’le görüşmeler yapılmış. Ünal bu görüşme ve tartışmalar yaygınlaştıkça değişimin geleceğini söylüyor.


DEV SÖMÜRÜ


• Reklamverenlerin isteği doğrultusunda oluşan bu süreçte yapımcılar dahil sektörün diğer tüm unsurlarının sonuçlarına katlandığını ve bu kuraldışı durumun tümüyle örgütsüzlükten kaynaklandığını söylüyor Orhan Aydın. Avrupa’da ya da diğer ülkelerde bu konunun sendikal örgütler kapsamında kurala bağlandığına vurgu yapan Aydın, “Bizim ülkemizdeki gibi örgütsüzlüğün hakim olduğu ve sömürünün dev boyutlara ulaştığı ülkeler için bu sorun sektörün diğer sorunlarından ayrılamaz. Bu alanın yasal düzenlemeleri de olmadığı için kural tanımazlık, ilke tanımazlık doludizgin gidiyor. Dikkatsizlik ve hoşgörüsüzlük yasa haline gelmiş durumda. Ve temelde örgütlülükle hallolacak bir sorundur” diyor.


BİR ARAYA GELELİM


•85 dakikalık bir çalışma için olağanüstü bir çaba gerektiğini ve tüm bunların televizyonda bir yayıncılık formatı oluşturulmamasından kaynaklandığını söylüyor yapımcı ve yönetmen Osman Sınav. “RTÜK yayın düzenlemeden önce reklam araları belirsizdi. Düzenleme geldikten sonra daha fazla reklam kuşağı girilebilmesi için dizilerin süreleri de uzatıldı. Aksi halde kanalların reklam fiyatlarını arttırmaları gerekirdi. Ancak rekabetten dolayı bu durumda ortadan kalktı. Yapımcılar da zor durumda kaldı” diyerek anlatıyor dizilerin uzun sürelerde yayınlanmasının sebebini.


Kanalların ticari kuruluşlar olarak kar elde etmek istemelerine ve bu anlamda tedbir almalarına karşılık bağlayıcı kararlar alan meslek birliklerinin olması gerektiğini söylüyor Sınav. Karar alıcı bir konumda olmayan meslek örgütlerinin bu duruma el koymaları halinde sorunun ortadan kalkacağına değiniyor. Çünkü yönetmen, yapımcı, sanat ekibi, senarist, teknik elemanların ve set çalışanlarının da üye olma zorunluluklarının bulunduğu bir mesleki birlikte kararların bağlayıcı olacağı aşikar. Bu durumda da kanallar için tek yolun reklam fiyatlarının yükseltilmesi olacağını söylüyor Sınav.


Kendi adına bir süre direndiğini ancak yanında kimse gelmeyince devam edemediğini belirten Sınav: “TESİYAP başkanı iken kanalların müdürleri ve Nuri Çolakoğlu ile de görüştüm. Haklısınız dediler. Ancak uygulamada bir şey yapamadık. Herkes şikayetçi ama hareket yok. Şikayetçiyiz çünkü aklı başında bir insan bundan memnun olamaz.”


Sınav, önümüzdeki süreci belirsiz gördüğünü söylüyor. Plan yapılmadığını, sadece konuşulup şikayet edildiğini belirten Sınav, bir araya gelip örgütlü bir şekilde proje ortaya koyulması gerektiğini, sorunun ancak bu yolla çözülebileceğini vurguluyor.


CUMHURİYET HAFTA SONU / 30 AĞUSTOS 2008

28 Ağustos 2008 Perşembe

GRUP YORUM HARBİYE KONSERİ 2008




Şarkılarımız halkındır. Halka aittir. Onlardan aldığımızı, yine onlara sunduğumuz mekanların ayrı bir yeri olmuştur müzik yaşamımızda... İşte Harbiye Açıkhava Tiyatrosu da, böylesi mekanlardan biri oldu bizim için. 2001'den bugüne kesintisiz, her kesimden dinleyicimizle buluştuk burada.


Nice coşkulu konserlere birlikte imza attık. Eksiklerimizle, güzelliklerimizle hep o sahneden iyi bir şeyler sunmanın heyecanını yaşadık. Bu heyecanı sizlere de taşımaya çalıştık. Acıları paylaştık, öfkemizin sesi Harbiye duvarlarını aşıp martıların kanatlarına takıldı ve ulaştı özgürlük isteyen yüreklere bir bir.


Yine bir yolculuğa çıkacağız hep birlikte. 23 yıllık tarihimiz, aynı zamanda ülkemizin tarihini de yansıttı bir bakıma. Bu ezgili yolculuk; işte bu tarihten seçilmiş örneklerle gerçekleşecek.Ezgilerimiz, ülkemizin sokaklarından başlayıp, kentlerde sürecek, dağlarda dolaşıp oradan başka ülkelerin, başka halkların ezgileriyle birleşecek.


Yolculuğumuz, esnasında kavganın Mahir'leri de olacak elbette yanımızda. Daha 17'sinde şarkılarımıza destan olanlar da görecek bizi. Açlığın koynunda eriyen ama bir parça geri durmayanları selamlayacağız bu yolculukta.


Ezilenlerin, yok sayılanların, bu dost sofrasına sokulmak istenmeyenlerin, dilleri-kültürleri yasaklanmışların yurduna uğrayacağız. Kürt illerinden geçecek, onların sevdalarını, umutlarını taşıyacağız ezilen diğer uluslara...


Bu yolculukta halaylar kuracağız mola verdiğimiz istasyonlarda... Şiirler okunacak şairlerinin sesinden...


Bu yolculuk bizi hep bir yerlere götürecek, hep bir yerlerden buralara geri getirecek. 23 yıllık ezgili yolculuğumuzun kısa bir özeti gibi bir yolculukta, Harbiye'de, aynı göğün altında, sevdiklerimizle yürekten yüreğe koşacağız.


6 Eylül'de, cumartesi saat 20.30'da, orada, Harbiye'de olacağız. Tedariğinizi hazırlayın, koyun sırt çantalarınıza umutlarınızı, geleceğe dair düşlerinizi ve siz de katılın bu yolculuğa...Bekliyoruz...


Grup YORUM



1985 yılında, bir kaç üniversite öğrencisinin biraraya gelmesiyle kurulan Grup Yorum, bugüne kadar çıkardığı 19 albümle milyonlarca dinleyiciye ulaştı, milyonlarca yürekte hiç silinmeyecek yerler edindi.


23 yıldır Türkiye’nin hemen hemen bütün şehirlerinde ve birçok Avrupa ülkesinde yüz binlerce kişilik konserler vererek, Türkiyeli dinleyicilerinin yanısıra Avrupalılar arasında da azımsanmayacak bir dinleyici kitlesine sahip oldu.

Kalan Müzik’in hazırladığı “Dünya Devrim Şarkıları” ve “Mapushane Türküleri” çalışmalarda şarkılarıyla yer aldı.

Albümlerinin birçoğu çıktığı andan itibaren toplatılmasına, konserlerinin yasaklanmasına, baskılara, yasaklara, gözaltılara, işkencelere ve mahpusluklara karşın Grup Yorum, bugün, eski albümleri hala on binlerce satan, on binlerce kişilik konserler veren ve politik görüşü doğrultusunda müzik serüvenini sürdüren nadir gruplardandır. Bu, başta Yorum’un ve elbette ki bu ülkenin de gururudur.

Grup Yorum, müziğiyle, halkın yaşadığı sorunları anlattı, sorunlara çözüm yolu bulmaya çalıştı. Türkülerinde, şarkılarında; yoksulluğu, acıyı, sevinci, umudu, kavgayı, sevdayı ve özlemi anlattı. Nerede bir haksızlık varsa karşısına dikildi. Bu anlayışla sanatını geliştirip güçlendirdi. Gücünü halktan aldı. Bazen bir basın açıklamasında, bazen bir hak alma eyleminde, bir grevde, öğrenci boykotunda yer aldı.

2001 yılından beri, Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nda gelenekselleşen konserlerinde her yıl ortalama 6000 kişiye seslendi. Şarkılarının sokakları, sokaktaki insanları ve insana dair tüm güzellikleri anlattığını belirten Grup Yorum, 23 yıldır çizgisinden bir milim sapmadan, doğru bildiği yolda, halkından ve düşüncelerinden aldığı güçle, sanatını sergilemeye; Türkiye’nin ve Avrupa’nın birçok ülkesinde konserlerine devam ediyor...

1 Mayıs Mahallesi Festivali




Bu yıl altıncısı düzenlenen 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali'ne katılım çağrısı ile düzenleyenler tarafından dağıtılan davet:


2 Eylül 1977 1 Mayıs Mahallesi'nin Kuruluşu 31. Yılında yarattığımız değerlerimizin ifadesi olan 6. Geleneksel 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali'ne sahip çıkalım. Yabancılaşan coğrafyamızda halkın kültürel değerlerini geliştirip güçlendirmek geleceği kazanmanın yoludur. Hep birlikte köklerimize tutunarak geleceğimzi yaratalım.


6. Geleneksel 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali


TARİH: 29-30-31 Ağustos 2008
YER: Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve Cemevi Bahçesi
Düzeneyen Kurumlar: Dayanışmaevleri, Doğuş Spor Kulubü, Demokratik Haklar Platformu, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, Güzelleştirme Derneği, Halk Cephesi, KÖZ, Mayısta Yaşam Kooperatifi, Muhtarlık, Özgür Yurttaş Derneği, Partizan

http://www.halkinsesi.tv/Dosyalar/1MayMahFestival_2008.pdf

ULUSLARARASI BODRUM FİLM FESTİVALİ BAŞLIYOR





BALKANLARIN HÜZNÜ BODRUM’DA


Belgesel sinemasının önemli festivali olan Bodrum’da Balkanlar üzerinden dünya meseleleri sizleri bekliyor…


Bodrum Belediyesi’nin düzenlediği ve beşinci yaşına girecek olan Uluslararası Bodrum Film Festivali, bu yıl 16-20 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek. Bodrum Belediyesi’nin kurumsal sponsorluğunda, Avrasya Sanat Kolektifi Derneği’nin işbirliği ile gerçekleşecek olan festivalde bu yıl, Temmuz ayında İstanbul'da düzenlenen Documentarist-İstanbul Belgesel Günleri programından bir seçki de yer alacak. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın maddi destek verdiği festival, dünyadan ve Türkiye’den son dönemin önemli filmleri ve belgeselleri, Türkiye'den alternatif belgesel çalışmalarla 16-20 Eylül Tarihleri arasında, sinema meraklılarını Bodrum'a bekliyor.

Oluşturduğu güncel politik programlarla özellikle belgesel sinema adına önemli bir festival olma yolundaki Bodrum Film Festivali, 2008'de Balkanlar üzerinden, dünya meseleleriyle uğraşmaya devam ediyor. Her yıl hazırladığı özel programla beğeni toplayan Bodrum Film Festivali bu yıl, Balkanlar özel bölümüyle, yıllardır devam etmekte olan sorunları, yaşanan acı deneyimleri hatırlatan çarpıcı filmleri, sinemaseverlerle buluşturacak. Serebrenika katliamını konu alan belgeseller de hafızlara kazınacak.

Festival 16 Eylül tarihinde Bodrum Kalesi’nde Balkan Şarkıları’nın eşsiz sesi Suzan Kardeş’in açılış konseriyle başlayacak. Suzan Kardeş ve ekibi, Bosna sevdalinkalarının hüznünü Roman şarkıları ile dağıtacak. Rumeli havasının eseceği ve bir Balkan düğünü atmosferinin yaratılacağı açılış konseri ile Balkanlardaki tüm dillerden şarkılarla gece boyunca hüzünle sevinç, şarkılardaki gibi kol kola geçecek.

Geçen ay Saraybosna Film Festivalinde “En İyi Belgesel” Ödülünü alan 2008 yapımı “Corridor # 8” filminin yönetmeni Bulgar Boris Despodov da Bodrum Film Festivali’nin konuğu olacak.

Her sene hazırlanan retrospektif bölümleriyle Türk Sineması'nın yeni dinamiklerini yakından izleyen Bodrum Film Festivali, bu sene Türk sinemasına önemli filmler kazandırmış, pek çok ulusal ve uluslararası ödülü bulunan Derviş Zaim’in Sineması’na odaklanacak.

Festivalde sizleri aramızda görmek dileğiyle,

Saygılarımızla,

533 268 37 98

http://www.bodrumfilmfestival.org/2008/anasayfa.html

İLHAN BERK'e veda...



USTA şair, yazar ve ressam İlhan Berk, 27 yıldır yaşadığı Bodrum'da, hayata gözlerini yumdu.


Halikarnas Balıkçısı’nın ardından, 27 yıldır yaşamını sürdürdüğü Bodrum'u eserleriyle tanıtmaya çalışan 92 yaşındaki İlhan Berk, bir süredir prostat kanseri tedavisi gördüğü Bodrum Devlet Hastanesi yoğun bakım servisinde, bugün öğle saatlerinde hayatını kaybetti. Rahatsızlığının arttığı 17 Ağustos'tan bu yana hastanede tedavi gören Berk'in tüm vücuduna yayılan kanser nedeniyle yaşamını yitirdiği bildirildi. Oğlu mimar Ahmet Berk ile birlikte Bodrum’da yaşayan Berk'in, 5 yıldır tedavi gördüğü, bir ay önce İstanbul’da ameliyat olduğu, ayrıca böbrek yetmezliği bulunduğu belirtildi. İlhan Berk'in cenazesinin cumartesi günü Bodrum Adliye Camii'nde kılınacak ikindi namazının ardından Karaburgaz Mezarlığı'nda toprağa verileceği kaydedildi.



Oğul Ahmet Berk, “Babam sadece Bodrum'a değil, Türkiye'ye ve dünyaya mal olmuş bir sanatçıydı. Dünya huzuru, barışı, ülke ve Bodrum sevgisi üzerine şiirler yazar, resimler yapardı. Ölümü herkesi çok üzdü” dedi.


İlhan Berk, 9 Mayıs 2007'de, İstanbul Çırağan Sanat Galerisi’nde son resim sergisini açmıştı. Organizasyonu yapan Zerrin Ulusman, “Halikarnas Balıkçısı’nın ardından Bodrum’un kültür, sanat dünyasına emeği geçen, dünyanın dört bir yanında kitapları yabancı dile çevrilen ünlü ustayı kaybetmenin şokunu yaşıyoruz. Berk Bodrum’da birçok sanat etkinliğine önderlik yaptığı gibi birçok genç sanatçının yetişmesinede öncülük etmiştir, acımız çok büyük” diye konuştu.


HAYATI


1918 yilinda Manisa’da dogdu. Balikesir Necatibey Ilkögretmen Okulu’nu ve Ankara Gazi Egitim Enstitüsü Fransizca Bölümü’nü bitirdi. Bir süre ögretmenlik yapti (1945-55). Ankara’da Ziraat Bankasi Yayin Bürosu’nda çevirmen olarak çalisti (1956-1969) ve emekliye ayrildi. Kendini siire ve yazilari verdi. Baslangicindan bugüne, yazdigi siirlerle hep "günümüzün en ilginç ve en genç" sairlerinden biridir. Ilk yazilari, ilk siir kitabi Günesi Yakanlarin Selami (1935)’ni da yayimlayan Manisa Halkevi Dergisi’nde çikti. Destansi yönünün agir bastigi, adeta bir Türk Walt Whitman’i olarak adlandirildigi dönemde Istanbul 1939-47 (1947), Günaydin Yeryüzü (1952), Türkiye Sarkisi (1953) ve Köroglu (1955)’nu yayimlamisti. Sonrasi, Ikinci Yeni’den eski siirimize, kendi Atlasi’ni kurmaktan düzyazi siirlere, aforizmalarindan harfleri, nesneleri ve semtleri sevmeye dek genisleyen çok kollu bir siir irmagi.


Milliyet Gazetesi'nden alınmıştır...




İLHAN BERK'in "Teşekkür" şiiri geldi gece gece aklıma...




Evet hep açık gidip gelen ağzın içindi;


Gökyüzünün o huysuz maviliği içindi;


Elma kokan bir Türkçeyle konuştuğun içindi;


Ölümün sefil, kötü belleği içindi;


Her gün Pazar kurulan o sokaklar içindi;


Saçında uykusu kaçmış çiçekler ıslattığın içindi;


Çocuklar okuldan dönüyormuş gibi sesin içindi;


İşte bütün ama bütün bunlar için sana teşekkür derim.




Teşekkürler koca şair, asıl biz sana teşekkür ederiz.




5. ARMUTLU GÜZ ŞENLİĞİ


26 Ağustos 2008 Salı

Gerçekte Özgür Olmak Nedir?






Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD), “Tutsak Karikatürler” başlığı ile bir sergi düzenliyor. Bu serginin tanıtımını yapan TAYAD, herkesi katılmaya çağrırken, 'silahları, beyinleri ve kalemleri' olan insanların yarattığı "Bu eserlere bakıp tekrar düşünelim: Gerçekte özgür olmak nedir?" diyor.




TAYAD'ın yayınladığı sergiyi tanıtım ve davet metinleri aşağıdadır:



TUTSAK KARİKATÜRLER SERGİSİ A Ç I L I Y OR




Hapishaneler yok etmenin en güçlü aracı olarak gösterildi. Öyle ki tutuklanan insanlarımızı “Hapse düşmüş” olarak tanımladık ve Allah’ın kurtarmasını istedik. Gerçekte ise hapishaneler Onurun, Cesaretin, Namusun, Direnişin, Vefanın, Fedanın tarihidir. İnsana dair bütün güzelliklerin, en yalın ve çıplak olarak görüldüğü yerler olarak ak sayfalarda yerini almıştır. İktidarın hep göstermeye çalıştığı hapishaneler ve gerçekte hapishaneler farklıdır. Hapishanelerde Devrimciler ve Devrimci irade vardır. Ve artık orada tarihi onlar yazmaktadır. Devrimci iradenin yaratıcılığı hapishane koşullarında, bugün de F tipi tecrit koşullarında sınanmaktadır. Onlar her koşulda yaratıcı oldular. Hapishanenin duvarları onların düşlerini sınırlamadı. Kendilerine, düşüncelerine güvendiler. Biliyorlardı ki bir kez hapishane duvarlarına sıkışıp kalırlarsa işte asıl o zaman öleceklerdi. Bu nedenle beyinleri hiç hapishane hücrelerinin içinde olmadı. Ülkemizin ve dünyamızın çektiği tüm acılar, hüzünler, yoksulluk, kan, ölüm onların beyinlerinin kıvrımlarında dolaştı. Yine onların beyinlerinde Türkiye ve dünya halklarının onurlu direniş destanları vardı. Filistin’de taş atan çocukla beraberdiler. Irak’ta vatanını savunmak için savaşanların yanındaydılar. Silahları çoktu. Silahları beyinleri ve kalemleriydi. Ve işte yine karşımızdalar. Bu kez mizahın acımasız ve yalın kılıcını sallıyorlar.




TUTSAK KARİKATÜRLER adıyla açtığımız sergimizde tecridin kahredici yokluk koşullarında ürettikleri eserlerle karşımızdalar. Kandıra, Sincan, İzmir-Kırıklar, Tekirdağ, Edirne gibi F tipi hapishanelerde, Uşak, Gebze gibi M tipi hapishanelerde üretip bizlere gönderdikleri yüzlerce eserden seçtiğimiz 100 kadar eserle karşınızdalar. Bakın ve görün, insanın büyük yaratıcı gücünü, vatan ve halk sevgisini görün. Olmazların nasıl olur yapıldığını görün. Görün ve kendinize sorun; bu eserleri yaratanlar gerçekten tutsaklar mı? Gerçekten hapishanedeler mi? Bu eserlere bakıp tekrar düşünelim: Gerçekte özgür olmak nedir?




"TUTSAK KARİKATÜRLER" SERGİSİ "Gerçekleri farklı biçimlerde anlatmanın yolları var ise; bunlardan biri de mizahtır. Mizahı politik ciddi bir iş olarak ele alma bilinciyle, gerçekleri bu kez de karikatürlerimizle anlatma yolunu seçtik. Politik tavır alışın bir yolu bir biçimi olarak gördük çizgilerimizi, kalemimizi." (F Tiplerindeki tutsaklardan.)




TAYAD’LI AİLELER olarak; “TUTSAK KARİKATÜRLER” ADIYLA AÇACAĞIMIZ SERGİMİZE TECRİTE KARŞI OLAN TÜM DOSTLARIMIZI VE BASINI DAVET EDİYORUZ.




SERGİ TARİHİ: 28 AĞUSTOS – 03 EYLÜL / 2008


AÇILIŞ SAATİ: 15.00


SERGİ SAATLERİ: 10.00 – 20.00


YER: BASAD (Bakırköylü Sanatçılar Derneği / Sergi Salonu) İstanbul Cad. No:38 (Bakırköy Vergi Dairesi Yanı) Bakırköy / İstanbul




İletişim Tel: 0212 / 231 57 73 e- mail: tecritiskencedir@yahoo.com

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Kork, korkut, ama asla yenilme!


Zombiler sadece sinema filmlerinin konusu değil festivallerin de kahramanları. Bu punk’çı da 2008’de Melbourne’de yapılan “Zombi Festivali’nde.





Günümüz seyircisini korkutmak zor, çünkü gerçekler beyazperdedekilerden daha korkunç, daha can yakıcı... Yine de ölüm, yaşayanların en büyük korkusu. 21. yüzyılın hissizleşen ve vicdanını kaybeden toplumu da bundan muaf değil. Her kriz döneminde sinemaları kaplayan korku filmleri de işte buna işaret ediyor. Yönetmen George Romero’ya göre vicdanını yitirmiş toplumun evrimini durdurmanın yolu “Yaşayan Ölülerden” geçiyor. O sistemi ve dayattıklarını kanı, eti ve ölümü kullanarak eleştiriyor. Bunu da iyi yapıyor, hem de tam kırk yıldır...




Ali Deniz Uslu




Zombi kelimesinin menşei Batı Afrika. Anlamı yeniden canlanan ceset ya da diriltilen ölüler. Karayipler’deki Voodoo inanışına göre de bir yılan tanrının adı. Zaten dünya ilk defa olarak Voodoo büyücüleri sayesinde zombilerle tanışmış. Araştırmalar ve yazılı kaynaklar Voodoo büyücülerinin insanları zombileştirerek dini sınıfın kölesi yaptığından ve iktidarlarını bu şekilde koruduklarından bahsediyor. İşin doğaüstü çekiciliği bir yana tıbbi bir fenomen olarak zombilerin açıklaması yok, bunlar ya hurafe ya da hastalıklar sonucu zihinlerini kullanamayan insanların köleleştirilmesi.





George Romero...



Afrika’da büyü ile uyandırma ritüelleri ise günümüzde popüler mistisizmin en büyük ticari metaı. Zombilerin beyazperdeyle tanışması ise 1930’lu yıllarda gerçekleşiyor, ama onların korku kültlerinin kahramanı olması, yönetmen George A. Romero’nun 1968 yapımı “Night of the Living Dead-Yaşayan Ölülerin Gecesi” filmi ile başlıyor. Öldükten sonra dirilen ve insan etiyle beslenen zombiler korku sinemasında ilk başlarda farklı ve mesafeli bir yere kondu, daha sonra da klasik korku sinemasının vazgeçilmezleri arasına girdi. Romero’nun neden-sonuç ilişkisi kurmayan, yalnızca derin bir korku evreni yaratan filmleri birer klasik haline geldi. Korku sineması üzerinden sisteme ve kapitalist düzene çok sert eleştiriler yapan Romero, bağımsızlığını koruyarak Hollywood’un cadı kazanına mesafesini de korudu. Yeni filmi “Diary of the Dead-Ölülerin Günlüğü” de bu anlayışın hâlâ devam ettiğinin bir kanıtı.





Romero’nun kana ve ete susamış zombileri aslında amansız tüketim çılgınlığının radikal bir gösterimi. Yönetmen, filmlerinde yaşamak istemediği Amerika’yı konu alırken tüm dünyaya da “kapitalizm yaşayan ölüler yarattı” mesajını veriyor, hem de yıllardır... Biz de sinema tarihinin mihenk taşlarından 1968 yapımı, “Yaşayan Ölülerin Gecesi”ni kırkıncı yılında yeniden izledik. Sonra da Romero, zombiler ve korku sinemasına dair Türkiye’nin önde gelen sinema ve korku yazarı Giovanni Scognamillo, Bahçeşehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Kaya Özkaracalar ve “Okul” ve “Küçük Kıyamet” filmlerinin senaristi Doğu Yücel ile konuştuk. Önce korku yazarı Giovanni Scognamillo sorularımızı yanıtladı.




Korku filmi deyip geçmeyin...






Korku sinemasının ustası, zombi kültünün yaratıcısı muhalif yönetmen George Romero yaşayanların iktidarını ölülerle eleştiriyor. Onun filmlerinde yaşayan ölüler, sistemi, ırkçılığı, militarizmi ve kapitalist toplumun tüketim çılgınlığını kıyasıya eleştiriyor. Zombileri birer politik karakter… Romero’nun kült filmi “Yaşayan Ölülerin Gecesi” kırkıncı yılını kutlarken, korku toplumlarının derdini en iyi hâlâ korku filmleri anlatıyor…







Giovanni Scognamillo. Fotoğraf: Vedat Arık





- Zombi filmlerinin başlangıcı yönetmen George Romero olarak anılıyor, ama beyazperdedeki ilk yaşayan ölü sanırım 1930’lu yıllarda göründü.

Giovanni Scognamillo: Sessiz Dönem’de zombiler yok. Diğer kült canavarlar Frankestein ve Nosferatu olarak Drakula. Mumya da bir Alman filminde hayat buluyor. Zombiler ise 1930’ların başında çıkıyor. Başlarda ilgi görmüyorlar, korkutucu olmasalar da iticiler. İnsanları en çaresiz bırakan yaratık unvanına da sahipler. İlk zombi filmi “Things Of The Zombi” ise Amerikan korku sineması adına önemli bir yapıt. Korku sineması tarihinde zombilerin yükselişi ise kuşku götürmez bir şekilde George Romero ile başlıyor.


- Cevabını bildiğimiz bir soru, ama Romero zombilere ne kattı?

Romero zombileri yalnızca kan ve et peşinde koşan yaşayan ölüler olarak kullanmadı. Onlara anlamlar yüklerken, günceli, siyaseti, politikayı ve muhalefeti kullandı.


- Zaten Romero’nun filmlerin bir başlangıcı, hazırlığı ve önbilgisi yok. Olay bir anda başlar ve korku yayılır. Bunun sinema dilindeki karşılığı nedir?

Romero’da kurgu nedensiz başlar, ama sorgulanmaz zaten merak da etmezsiniz. Olay vardır, gelişir ve büyür, devam eder. Öyküler çeşitlenir... Elbette Romero’nun başarısının ardında bağımsız film çekmesi ve sinema endüstrisinden uzak olması yatıyor. Yani o sistemi yanına yaklaştırmadı, hâlâ da öyle. Düşük maliyetlerle bu işi iyi başardı, ama Romero bir Roger Corman da değil. Yani, az parayla nasıl çok kazanılırın yaratıcısı, ustası Corman’a bu anlamda çok uzak.


- Ama 1978 yapımı “Dawn Of The Dead” 500 bin dolar maliyetle 55 milyon dolar hasılat yaptı.

İstisnalar kaideyi bozmaz. Romero “Dawn Of The Dead”in senaryosunu yazdı, yapımcı oldu, ama yönetmen olarak çekmedi.





- “Yaşayan Ölülerin Gecesi” ırkçılık, “Ölülerin Şafağı” tüketim toplumu, “Ölüler Günü” militarizm, “Ölüler Ülkesi” de 11 Eylül sonrası yabancı düşmanlığı üzerine.


Ülke sinemaları bazen anlatılarını doğrudan yapamayabilir. Romero da zombi filmlerinde verdiği mesajları normal dönemde geçen bir Hollywood filminde anlatamazdı. Onun için sinema bir propaganda aracıydı.. Mesela İtalya’da Spagetti Western döneminde komünist partiye üye yönetmenler çalışıyordu. Filmler, Spagetti Western’di, ama siyasal göndermelerle doluydular. Yani bu bir çeşit kodlamaydı. Bir keresinde ünlü İtalyan yönetmen Lizzani gelmişti, ben de ona “sen niye western çekiyorsun?” demiştim, o da “Anlatmak istediği hikaye baskı döneminde geçiyor, bu baskısının arkasında da kilise var. Bunu İtalya’da geçiyor gibi gösterirsem izin alamam, ama olay Meksika’da geçerken de aynı hikayeyi anlatır, Meksika kilisesine saldırırsam, sansür yemem, mesajımı da herkese veririm” dedi.


- Romero da Amerikan toplumunu zombi diye eleştiriyor.

Zombiler aç olamasalar da tüketiyor ve zombiliği bulaştırıyorlar. Aslında bu kurgu, tüketim uygarlığına ya da “tüketim uygarsızlığına” bir karşı duruş. Romero filmlerinde kendini güvene alanların iktidarını ve ölüme yakın olanların yaşadığı çaresizliği çok sert bir şekilde işliyor. O içinde yaşadığı, hatta yaşamak istemediği Amerika’yı hedef alıyor. Mesela zombilerin kafaları hiç çalışmıyor, zombiler birer metafor, yani o, toplumun kafasının hiç çalışmadığını söylemek istiyor. Kapitalizm yaşayan ölüler yarattı, biz onlarız. Bu davranış yüksek burjuvanın, kapitalist sınıfın genetiğine ait. Romero’nun amacı Amerika’yı eleştirmek, ama persfektifi tüm dünya.


SİNEMA POLİTİKTİR, KORKUTSA DA...



- Zombileri yok etmek için başlarına, beyinlerine ateş etmek de çok önemli bir mesaj olmalı?


Evet, yani kalplerini değil, düşündüğü, daha doğrusu düşünemediği yeri öldürmek gerekiyor.


- Siz Romero’nun en çok hangi filmini seviyorsunuz?


Ben 1968 yapımı“Yaşayan Ölülerin Gecesi”ni seviyorum, hatta seninle görüşmeden önce onu yeniden izledim. Bu film bir anahtar, onun açtığı kapı artık kapanmıyor. Zaten Romero’nun diğer filmleri de bu sağlam temele eklenen küçük ayrıntılar. Romero bu tarzın yaratıcısı gibi görünüyor ve bir anlamda zombi sinemasını baskı altında tutuyor. Sinema günceli ve gerçeği yansıtır, bu günün Türk sineması neyi yansıtıyor diye sorduğunuzda ise pek çok şey havada kalıyor. Şunu unutmamak gerekir ki Recep İvedik ve Kurtlar Vadisi çok önemli birer gösterge. Zaten apolitik ülke sineması olmaz, sinema politiktir. Film çekmek ise sinema değildir. Zombi filmleri ise fantastik korku filmleri değil ürkütücü gerçek yansıtıcılardır.




Doğu Yücel (Senarist)




Korku sineması ülkemizde sadece seyirciyi korkutma, yerinden zıplatma ve gerilime ortak etme amacıyla yapılıyor. Oysa korku sineması ilk çıktığından beri siyasi ve düşünsel boyuta sahip. Bunun en belirgin örneklerinden olan zombi filmleri de insanların kapitalizm yüzünden tek tipleşmeye doğru gittiğini anlatır. Romero’nun çektiği ilk filmin son sahnesi ırkçılığa karşı yapılmış en etkili sahnelerden biridir. Zombi mitolojisinin eleştirel tabiatının son örneklerinden biri Joe Dante’nin “Masters of Horror” dizisi için çektiği “Homecoming” bölümüydü. Bu bölümde Irak’ta hayatını kaybeden Amerikalı askerler zombi olarak uyanıyorlar ve erken seçimlerde Bush’un rakibine oy verdikten sonra huzurlu bir şekilde hayata veda ediyorlardı. Bu Amerika’da epey ses getirdi. Romero’nun son filmi “Diary of the Dead” ise etrafımızı kuşatan kameralar, cep telefonları ve internet ile güç kazanan yeni dünya düzenini eleştiriyordu.


“Rosemary’nin Bebeği”, “The Shining”, “Nosferatu” ve “Exorcist” gibi korku başyapıtlarının da sosyolojik okumaları mevcut. Türk korku sineması ise daha çok dini motifler aracılığıyla insanları korkutmak gibi gereksiz bir yolda ilerliyor. Taylan Biraderler ile yaptığımız iki filmde de dini motiflerden uzak durduk ve iyi bir hikâye anlatmanın yanı sıra Türkiye’nin sorunlarına da kafa yorduk. “Okul” filminde sakat eğitim sistemi yüzünden istedikleri mesleği seçemeyen bir kuşağın hayatının nasıl bir korku filmine dönüşebileceğini anlattık. Hayalet aslında öğrencilerin kendileriyle ve sistemle çatışmasının bir ürünüydü. “Küçük Kıyamet” ise hayatımıza dahil etmekten korktuğumuz ölümle yüzleşmek ve yakınımızdaki deprem gerçeğini kabul etmemiz gerektiği hakkındaydı. “Mezarlık manzaralı yazlık villa” aslında ölümle burun buruna yaşayan Marmara halkının bir metaforuydu. Sinema iyi hikâyeler, renkli karakterler anlatmanın yanı sıra toplumları uyandıran ve uyaran bir sanat dalı. Popüler Türk sinemasının bu konuda daha anlam taşıyan yapıtlara ihtiyacı var.



Yardımcı Doçent Doktor Kaya Özkaracalar
(Bahçeşehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölüm Başkanı)


Korku sineması tarihi boyunca toplumsal, siyasal ve politik çağrışımları bünyesinde taşımıştır. İlk dönemlere, özellikle de vampir filmlerine baktığımızda en çok öne çıkarılan olgu cinselliktir. Bu filmlerin anlatım yapısı aile, din, devlet ve güvenlik güçleri üzerinden kurulan baskıya karşı da bir cevaptır. Korku olgusu kullanılarak düzene yönelik, bazen içerden bazen de dışarından gelen bir tehdidin bertarafı söz konusudur. Seyircinin kurulu düzene yönelik tehdidin tarafı olmasını sağlayacak örnekler de çoktur. Daha başka bir küme de cinsellik sularında değil, daha doğrudan, siyasi diyebileceğimiz sahalara yönelik göndermeler yapıyor. Bunlar arasında ise zombi filmleri çok büyük bir yer tutuyor. Zombi oluşum olarak Karaip kökenli bir halk inanışı, bunu vodoo bağlantısı ile sinemada işleyen ilk filmlerde zorlama da olsa sömürgecilik üzerine gidildiğini görüyoruz. Yıllar 1968’e geldiğinde ise George Romero’nun “Yaşayan Ölülerin Gecesi” işleri değiştiriyor, çünkü o sisteme zombileri ile saldırıyor, sinemasını sürekli güncelliyor. Çektiği az sayıda filmle, ırkçılığa, militarizme, dünyanın bir pazara dönmesi olgusuna ve Amerikan siyasetine ağır darbeler indiriyor. Hatta “Yaşayan Ölülerin Gecesi”nde siyahi bir karakterin haklı bir sebeple bir beyazı öldürdüğünü sahneye geliyor, bu sinema tarihinde bir ilktir. Bu zenci de filmin sonunda haksız yere bir grup beyaz zombi avcısı tarafından öldürülür. Yani onun filmleri pek çok sosyolojik okumaya açıktır, öyle de izlenmelidir. “Dawn of the dead” de ise sistemi “en sistemli” şekilde eleştirmiştir. Bu film, günümüzdeki Batı toplumlarının ve dünyadaki kapitalist toplumların eleştirisi olarak da görülebilir.


Filmde küçük mutlu bir azınlık refahlarını korumak için her şeyi yaparlar, güvendedirler ve sefil zombiler şehrin varoşlarında yiyebilecekleri canlıların peşinden koşarlar. O filmde zombiler bilinçlenir, bu da zombi felsefesi içinde yeni bir dönemin başlangıcı sayılabilir. Aslında Romero 68 kuşağından, bunu filmlerinde de görmek mümkün.


Eğer bir Türk korku sinemasından bahsedebilirsek de o, depolitize duruşu ile farklı bir yerde. Türk korku filmleri de üç eğilime sahip, bir tanesi Hasan Karacadağ’ın dinsel motifli korkularla korkutma kaygısı taşıyan filmleri, Togan Gökbakar’ın “Gen” filmi gibi yerel ve dini öğeleri kullanamadan, daha evrensel bir temaya ulaşma amacını taşıyan az sayıda film ve bu ikisinin arasında Taylan Biraderler ve Doğu Yücel’in çektiği “Okul” ve “Küçük Kıyamet”. Bu son örnekler bu toprakla ait dünyasal dertleri, toplumsal sorunları anlatmaya tercih etmişlerdi. Belki keskin ve sivri üsluplara sahip değillerdi, ama bunu dert edinmişlerdi. Yani klişe kolej korkularından onları ayırmak gerekli. Mesela Küçük Kıyamet’te bir kadınla bekçinin ilginç bir diyaloğu var, bu benim için filmin kırılma anı; “Boşuna direnme abla, vaden doldu, ben vadesi dolanları gelip alıyorum, ev sahibini bekletmeyelim”. Ev sahibi de kendisini hiç bir zaman görmediğimiz, ama var olduğunu bildiğimiz biri. Elçisi üzerinden onu hissediyoruz. Bu filmin içinde kaderciliğin yanı sıra onu kabullenmeyen, ona boyun eğmeyen bir kadın figürü öne çıkıyor. Yani burada doğrudan olmasa da dolaylı yönden ciddi siyasi ve politik göndermeler mevcut.
Eğer “Ergenekon” olayı da ilerde sinemaya, özellikle de korku sinemasına yansır mı derseniz, cevabım bir kehanetten öteye gitmez belki, ama “Kurtlar Vadisi”nin bu amaca bir şekilde hizmet ettiğini düşünüyorum.



CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 24 AĞUSTOS 2008

Sun Flower sinemaları 29 Ağustos’ta açılıyor!




Esenkent- Bahçeşehir arasındaki Sun Flower Life Center’daki sinemaların işletmesini 29 Ağustos’tan itibaren 35 Milim Yapım ve Dağıtım’ın ortaklarından İskender Karakiraz üstleniyor. 4 sinema salonu ve 263 kişilik izleyici kapasitesine sahip Sun Flower sinemaları 29 Ağustos’tan itibaren sinemaseverlere sezonunun seçkin filmlerini sunmayı hedefliyor.

NEFRET'TEN BABİL'E...






Altin Palmiye sahibi yönetmen Mathieu Kassovitz (Nefret ve Protesto adıyla da bilinen "LA HAINE" , "GOTHIKA", "THE CRIMSON RIVERS")'in yazip yönettigi ve prodüktörlügünü de yaptigi; basrollerde Vin Diesel, Michelle Yeoh, Gérard Depardieu ve Mélanie Thierry'nin yer aldigi "BABYLON A.D./ BABIL M.S." 26 Eylül'de sinemalarda!






ÖZET


Toorop, pek çok savaşta yer almış ve 21. yüzyılın başından beri dünyayı yerle bir eden savaşlardan sağ olarak kurtulmuştur.

Doğu Avrupa’yı kontrol eden mafya, bu ücretli askere çok tehlikeli bir görev verir: Aurora isimli gizemli bir kadını Rusya’dan alıp New York’a götürme ve güçlü bir tarikata teslim etme görevi…


MATHIEU KASSOVITZ İLE RÖPORTAJ

Maurice Dantec’in “Babylon Babies” kitabını ilk ne zaman okudunuz?


2002 yılında. Geleceği anlatan romanları hep bilimkurguya tercih etmişimdir. “Babylon Babies”in gelecekte geçen harika bir macera romanı olduğu kabul edilir. Ben de bu yüzden okumuştum. Bitirmek birkaç gecemi almıştı. Kendi kendime bunun harika bir film olabileceğini düşünmüştüm. 500 milyon Euro bütçeyle çekilen, altı saat uzunluğunda bir film!




Neden “uyarlanamaz” diye tabir edilen bu romanı seçtiniz?



“Babylon Babies”in uyarlanamayacağı söylendiği için bu, ilginç bir meydan okumaydı. Kitabı okuyan herkes, farklı şekilde okur. Aynı kelimeleri okuruz, ama beyinlerimiz farklı işler. Filmlerde hepimiz aynı şeyi görürüz. Benim işim, kitaptan aldıklarımı aktarmaktı. En zor kısmı ise 600 sayfalık kitabı 90 dakikaya sıkıştırmaktı. Daha en başında bazı yerleri kestik. Bu da filmin isminin neden “Babylon A.D.” olarak değiştiğini açıklıyor. Yazım aşamasında film, kitabın uyarlanmasından çok kitaptan esinlenme haline geldi. Yeni sahneler yarattık, bir sistem ve bir sürü şey oluşturduk. Öte yandan bu yolculuğu ve Toorop’un eşlik etmek zorunda olduğu gizemli bir genç kadın olan Marie’yi kullandık, ama karakteri değiştirdik. Onu bilgisayar tarafından yaratılan ve evrenin bütün bilgilerine sahip olan bir kıza dönüştürdüm. Ama o bir şizofren, çünkü beynini kemiren bu bilgilerin kaynağını bilmiyor. Ayrıca ona Aurora demeye karar verdik. Marie çok barizdi. Toorop’un geçmişini de değiştirdim. Dantec’in romanında, daha 17 yaşındayken Kosova’daki savaşa gitmek için askere yazılıyordu. Onu bir çocuk asker haline getirdim. 30 yıldır devam eden bütün savaşların bir kurbanı… Ayrıca kitapta, beyazperdede inandırıcı olmayan bazı şeyler var. Montreal’e gidip altı ay boyunca saklanmaları gibi. Bu hiç mantıklı değil. Mantıken varacakları yere – filmde New York’a – vardıklarında Toorop’un kızı teslim etmesi gerekiyor. O yüzden altı ayı, filmde üç dakikaya sıkıştırdık.

“Babylon A.D.” neyi ifade ediyor?
Babylon A.D., asıl günah şehri Babil’e atıfta bulunuyor. Ayrıca harika bir logo yaratmamı da sağladı: B.A.D.! Birleşik Devletler’de “Babylon Babies” ismi, insanların bebeklerden çok genç ve güzel kadınları düşünmesine neden olabilirdi. Ve isimde “bebekler” kelimesinin olması benim için bir sorundu. Aurora’nın taşıdığı şeyi çok fazla belli ediyordu.

Dantec, yaptığınız değişikliklere nasıl tepki verdi?
Son derece açık fikirliydi. “Eserimi al ve nasıl istiyorsan öyle yap. Hakları sana devretmeyi kabul ettim, çünkü bakış açını ve filmlerini seviyorum. Sana sonuna kadar güveniyorum”, dedi. Kitaptaki fikirlere, konuya ve hikayeye saygı duyduğumu gördü ve yazar Eric Besnard ile birlikte yaptığımız değişiklikler fazlasıyla ilgisini çekti. Fikrini değiştirip değiştirmediğini görmek için filmin son halini izlemesini bekliyorum.

İlk üç filminiz orijinal fikirlerdi. Son üç filminizden ikisi ise uyarlama. Bu, farklı bir yaklaşım mı gerektiriyor?
Aslında bunun üzerinde hiç düşünmedim. İlk filmim “Café au lait”te o dönemki yaşamımdan ve Spike Lee’nin filmi “She’s Gotta Have It”ten esinlenmiştim. İkinci filmim “Hate”te Scorsese’den esinlenmiştim. Yaptığım her şeyde, gördüklerimden esinleniyorum. Filmin test edilmesi senaryo aşamasında değil, son halinde olur. Stephen King’i okuyunca bütün kitaplarını filme uyarlamak istiyorum! “Crimson Rivers”ın yazarı Jean-Christophe Grangé’ın, beyazperde için tasarlayamayacağım hikayeleri anlatma konusunda harika bir yeteneği var. Bir romandan esinlenmek konusunda bir sorunum yok. Uyarlama yapmaya başlar başlamaz, benim işim haline geliyorlar. Bir kitabı okurken – on sayfa sonra bırakmadıysam – bu, genelde uyarlamak istediğim bir hikaye haline geliyor.

Kitabı okumanızla filmi çekmeniz arasında beş yıl var. Finansman sağlamak zor muydu?
Evet, çok zordu. Amerikalılar sıkı pazarlık ediyorlar. Başlangıçta ilk üç filmimin yapımcısı olan Christophe Rossignon’la çalışıyordum. Eric Besnard ve ben 90 milyon dolarlık bir senaryo yazmıştık. Christophe bana “Mathieu, böyle bir şeyin parçası olamam, çünkü bu işe inanmıyorum.”, dedi. Bu yüzden yollarımız ayrıldı ve ben “Gothika”yı çekmek için Birleşik Devletler’e geldim. “Babylon A.D.”yi yapmak için Amerikalı bir yıldıza ihtiyacım olduğunu ve Amerika’da gişede başarı sağlayacak bir film yapmam gerektiğini fark ettim. Matrix’in yapımcısı Joel Silver bana, En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmış olan Halle Berry’nin, Penelope Cruz ve Robert Downey Jr’ın oynadığı “Gothika”yı çekmemi teklif etti. O film iyi iş yaptı ve “Babylon A.D.”yi, senaryosunu alıp Hollywood’da bir stüdyoya satmak zorunda kalmadan yapmama olanak sağladı. Amerikalıların sadece satın almacı olarak gelmeleri için Avrupalı bir yapımcıya ihtiyacım vardı. Hedefimiz bunu 30’u Avrupa’dan, 30’u da Birleşik Devletler’den gelen toplam 60 milyon dolarlık bütçeyle yapmaktı.

Bu konu Hollywood’u korkuttu mu?
Hayır, çünkü konu harikulade görseller, aksiyon sahneleri ve hepsini bir arada tutan hikayenin arkasına gizlenmişti. Amerikalılar tarafından din sorunu ortaya atıldı, çünkü hepimiz birkaç konudan kaçınmak istiyorduk. Bu film için aldığım referanslardan biri “Blade Runner”dı. Tarzını değil, içeriğini aldım. “Blade Runner”ı izlediğinizde bir bilimkurgu-aksiyon filmi izlediğinizi düşünürsünüz, ama aslında Tanrı’dan, bu dünya üzerindeki varlığımızdan ve yaradılıştan bahseder… Spielberg aynı şeyi “E.T.” ile yaptı ve o film de ırkçılık üzerineydi. Kendime şöyle dedim, “Aksiyon türünde bir film yapmak istiyorum, bir erkek filmi... İçinde yaşadığımız toplumdan bahseden bir şey.” Din konusu üzerine fazla gitmek istemedim, bu yüzden de aksiyona ağırlık vermem gerekiyordu. Bağnazları bir tarikata dönüştürdük. Yüzeyin altındakileri görmek eleştirmenlere ve seyircilere kalmış.

Toorop’u oynayacak kişiyi nasıl seçtiniz?
Kimi istediğimi biliyordum. Vin Diesel. Ve o, stüdyonun ilk tercihi değildi. Rolü alması için çok uğraştım. Birkaç fotoğrafını görmüş ve pek çok kişiliği olan iyi bir oyuncu olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa patlamasını sağlayan “Saving Private Ryan” rolünü ona Spielberg vermişti. Sonra “Boiler Room”da bir tüccarı canlandırdığını gördüm. Aynı zamanda o, Amerikan filmlerinde 60 yaşın altında olan son kaslı kahramandı. Onu “sert adam” yönü nedeniyle de istiyordum. Bu adam filmin sonunda, 22. yüzyılda iki çocuk babası bir adam oluyor.

Mélanie Thiery’ye rol verme fikri nereden geldi?
Mélanie’yi model olarak tanıyordum. Onunla “Le vieux juif blond” oyununda tanıştım. Burada bir buçuk saat içerisinde iki farklı karakteri canlandırıyordu. Çok iyiydi ve “İşte Aurora’m!”, diye düşündüm. Saflığı ifade eden bir kadına ihtiyacım vardı. Mélanie’nin bilgisayar tarafından yaratıldığına inanmak kolaydı: mükemmel bir yüzü, harika gözleri var ve bu dünyadan değil gibi görünüyor. Çok da iyi bir oyuncu. Evde küçük bir video kamerayla bazı testler yaptım. Çok dokunaklı olduğu için ağladım ve bu da Aurora rolü için uygun olduğunu kanıtladı. Ayrıca filmde Fransız öğesi olması benim için önemliydi. Başta Amerikalılar bunu kabul etmedi. Aurora rolü için tanınmayan birisine ihtiyacımız olduğunu anladıklarında, “Tamam, neden olmasın?” dediler. Geriye kalan tek sorun, Fransız aksanıydı. Mélanie aksanları çalışmak zorunda kaldı, çünkü birkaç aksanı karıştırmasını istedim. Böylece nereden geldiğini anlayamayacaktınız ve bu da karakterin evrenselliğini destekleyecekti. Orada kaldı ve onlar da sonunda merhamet gösterdiler.

Beyazperdedeki koruyucusu olarak Michelle Yeoh’u seçtiniz…
Mélanie’nin beyaz saflığının yanında bir de Asyalı güzelliğe ihtiyacım olduğunu biliyordum. Ve Michelle, dünyanın en güzel kadını! Film tarihinin bir parçası. Başlangıçta bu karakteri tombul, sivri dilli bir rahibe olarak yazmıştım, ama yapmak istediğim film, içinde dövüşen bir rahibeyi barındıran bir aksiyon filmiydi. Genç oyuncuların arasında bunu yapabilecek olan birkaç kişi var. Gerçek oyuncuların arasında ise sadece bir tane var. Michelle, Jackie Chan ile çalışmıştı ve onun sette olması beni çok heyecanlandırmıştı. Onun varlığı, bu üçlüye daha fazla dövüş ruhu aşılamama ve Mélanie’yi de aksiyona dahil etmeme olanak sağladı. Mélanie evet dedikten sonra, uluslararası çapta Fransız oyuncuları kabul ettirmek daha kolay oldu. Gérard Depardieu’nun Gorsky’yi canlandırması fikri herkesi eğlendirdi ve ona yaklaşmak istedim. Bu harika bir fırsattı, çünkü filmin kötü karakterini oynaması için bir ikona ihtiyacım vardı. Depardieu bunu fazlasıyla halletti. Ondan sonra “Matrix”teki kötü adamı, Lambert Wilson’u düşündüm. “Matrix”ten önce onu Fransız sinemasının playboy’u olarak görüyordum ve ona bu rolü asla teklif etmezdim. Marc Caro’nun filminde oynadığını öğrendiğimde, aradığım kişinin o olduğunu anladım. 80’li yıllardaki süper kahraman duruşunu ortaya çıkarmak, gülünç olmadan olağanüstü olmasını sağlamak için, karakter üzerinde çok çalıştık. Karakteri, bir fantezi çizgi romanından fırlamış gibi. Aslında bu filmde, 1980’lerden kalma bir Fransız çizgi romanı olan Métal Hurlant’ı referans aldım. Bana göre “Babylon A.D.”, Métal Hurlant’ın özünü yakalıyor.

Oyuncular arasında Charlotte Rampling de var…
Karşılaştığı erkeklerde ve kadınlarda fantezileri ve öfkeyi tetikleyen, karizmatik bir simge olan bir kötü kadına ihtiyacım vardı. Gözünde, çocuğunuzu yanında bırakmadan önce iki kez düşünmenizi sağlayacak bir pırıltı olan ve yine de Night Porter gibi giyinebilecek bir oyuncuya ihtiyacım vardı. Bu da beni doğruca Charlotte Rampling’e götürdü.

Set ortamı nasıldı?

Çekimler çok zordu. Aralık 2006’da başlayıp Nisan 2007’ye kadar sürdü. Evet, sette sorunlar yaşadık. Böyle bir filmi sorun yaşamadan yapmak imkansızdır. “Babylon A.D.”yi ter ve gözyaşı dökmeden yapmak isteseydik 150 milyon dolarlık bütçemiz olması gerekirdi. Bu olmadığı için mücadele etmek zorunda kaldık. Ve bu, sağlam bir mücadeleydi. Bir gerilla filmiydi! Kolay olmadı, ama zaten hiç kolay film yapmadım. Ve kar yağmaması gibi sorunlarınız varsa, başınız büyük belada demektir! Bu da setteki sorunlar hakkında Fransa’ya kadar giden söylentileri açıklıyor.

Vin Diesel ile çalışmak nasıldı?
Vin Diesel’la aramızda yöntemlerimiz, hikaye ve karakteri konusunda, bazı ayarlamalar yapmamız gerekti… Ama bunlar, hemen hemen bütün oyuncularla çalışırken karşılaştığını türde sorunlardır. Ne kadar hazırlık yaparsanız yapın, sete gidip günde 15-16 saat çalıştığınızda hiçbir şey aynı olmaz. Olaylara farklı yaklaşırsınız ve bu da anlaşmazlıklara neden olur. Birlikte çalışmaya başladığınız insanlar vardır ve birkaç hafta sonra “Tanrım, bu iş yürümüyor”, dersiniz. Bu yüzden başka birilerini bulursunuz. Bir oyuncuyu setten kovamazsınız. Onlarla aranızdaki sevgi-nefret ilişkisi böyle başlar. İşin içinde sevgi olması lazım, çünkü Vin kameraya çok şey verdi. Bence oyuncu olarak en iyi performansıydı. Öte yandan, o Amerikalı bir yıldız ve kendisine bu şekilde davranılmasına alışkın. Ben, insanlara insan gibi davranırım.
“Babylon Babies”, bir sanatçı ve sıradan bir vatandaş olarak ortaya attığınız birkaç soruyla ilgileniyor. Kendinizi “siyasi filmler yapan bir sinemacı” olarak mı görüyorsunuz?
Ne yaparsam yapayım, bunun hep siyasi bir boyutu olacaktır. Çünkü iyi filmlerin temeli budur. Filme gücünü veren, konunun önemidir. İnsanları, güçlü hikayelerle etkilemeye çalışıyorum.

Filmi kızlarınıza adamışsınız…
Bu film üzerinde altı yıl önce çalışmaya başladım. Büyük kızım altı yaşında. İkinci kızım daha yeni doğdu. Çekimler sırasında eşim hamileydi ve bu film, çocuklarla ve onları yetiştirmekle ilgili. Toorop’un filmin sonunda söylediği gibi, “Çocukları teker teker kurtararak, dünyayı kurtaralım.”

Geleceğin nasıl görüneceğini hayal etmek kolay mı?
Bir bilimkurgu değil, geleceği anlatan bir film yapma fikri vardı. Pilotsuz uçaklar ve görüntüyü yayımlayan elektro manyetik kağıtlar, sadece prototip halinde olsa da var. Kendinize, uçan arabalar olmadan, on yıl sonrasının elektrikli Smart’ıyla geleceği nasıl ifade edeceğinizi sormanız gerekiyor.

Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken, böyle bir filmin başında olacağınız aklınıza gelir miydi?
Kısa filmler çeken genç bir yönetmenken gelmezdi. Sorunum, ilk uzun metrajlı filmimi yapmaktı. İlkini çektikten sonra sorununuz, ikinci uzun metrajlı filminizi yapmaktır. Ama on yıl önceki düşüncelerime bağlı kalmayı başardığım için memnunum. Tanımlanan sınırların dışında olmak, farklı konulara değinmeme olanak sağlıyor ve bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geleneksel Fransız sinemasında boğulurdum. Ama her şeyden öte, çalıştığım için mutluyum!

“Babylon A.D.”den memnun musunuz?
Bundan memnunum. Bunun bir gerilla filmi olduğunun altını çiziyorum. Bir mücadele. Çekimlerdeki enerjinin beyazperdeye de yansıdığını görüyorum. Bunu Dantec’e göstereceğim. Senaryoyu beğenmiş olsa da, nasıl tepki vereceğini bilmiyorum. Ama kitabın hayranlarının vereceği tepkiler konusunda da endişeliyim. Bunun basit bir uyarlama olmadığını, değişiklikler yaptığımızı anlamaları gerekiyor… Öte yandan bence film, seyircileri kitapla tanıştıracak. Sonra orijinal versiyona, Dantec’in ne anlattığına bakabilirler. Kitabı nasıl anladıysam, “Babylon A.D.” öyle. Aynı ruhu paylaşan iki versiyon.

ILAN GOLDMAN İLE RÖPORTAJ
Mathieu Kassovitz ile ne zamandan beri çalışmak istiyordunuz?

“Crimson Rivers”tan beri. O film, herkes için büyük bir başarıydı. İlk Fransız macera filmini yaptık. Mathieu ile ilk konuşmalarımızı hatırlıyorum. Filmi Amerika’da, İngilizce olarak yapabileceğimiz konusunda anlaşmıştık, ama bunu Fransızca yapmamızın daha önemli olduğunu hissettik. Çünkü Fransa’yı kara filmlerden macera filmlerine doğru götürecektik. “Crimson Rivers” sanatsal bir “devrim” için gereken bütün özelliklere sahipti. Aslında ortaklığımızı sağlayan şeylerden biri buydu. Film dünya çapında büyük başarı kazandı ve işlerimiz, herkesten önce Fox’un başkanının dikkatini çekti. Filmi yaklaşık 15 milyon Euro’ya tamamladık. Bunu Birleşik Devletler’de çekseydik, bunun üç katı para harcardık.

“Babylon A.D.” için nasıl bir araya geldiniz?
Dantec’in romanı Mathieu’yu büyülemişti. Bunu uyarlamayı planladığını biliyordum. Mathieu benden filmin yapımcılığını üstlenmemi ve şirketini kurmam için ona yardımcı olmamı istedi. Filmi, benim başkanlığımda, ortak girişimle yapmaya karar verdik (%50’si MNP’nin, %50’si Légende’nin). Bu arada ben ve ekibim, kendimizi “Babylon A.D.”yi yapmaya adadık. Sonunda ortaya 60 milyon Euro bütçeli, StudioCanal, iki televizyon kanalı, Canal + ve M6 yapımcılığında uluslararası bir film çıktı. İngiltere’deki yapımcımız, filmin Avrupa dışındaki dağıtımı için Fox’la anlaştı. 1492 için yaptığımız gibi, bu tür bir finansman sağlayabilen birkaç Fransız şirketinden biriyiz. Mathieu’nun hayalini onunla birlikte gerçekleştirmekten zevk aldım.

“Babylon A.D.”de sizi çeken ne oldu?
“Babylon A.D.” beni büyüleyen konulardan bahsediyor. Özellikle de inanç konusu. Pek çok insanın inanmaya ihtiyacı var. Sonuç olarak, bazı insanlar dini ruhlarını onarmak için kullanırken, bazıları bunu para kazanmak için kullanıyor. Filmin bu konudaki açıklamaları ve bazı ülkelerin güvenlik konusundaki artan saplantısı ilgimi çekiyordu.

Vin Diesel’ın seçilmesi sizi şaşırttı mı?
Evet, ama sonunda bunun doğru seçim olduğunu anladım. Rol için Vin Diesel aklıma bile gelmemişti, ama bir yönetmen bir oyuncunun belli bir karakteri oynayabileceğini düşünüyorsa, onun arkasında dururuz. Vin Diesel’ın doğru seçim olduğunu anladık, çünkü daha “auteur” tarzı filmlere yönelmek istiyordu ve bu da farklı bir şey ifade etmesine olanak sağladı. Karakter çok dokunaklı: başlangıçta sivri ve içine kapanık, sonra açılıyor…

Çekimler sırasında ortaya çıkan sorunları nasıl çözdünüz?
Bu filmin çekimlerinde şans hep bizden yana değildi. İki yüzyıldır Prag’da yaşanan en sıcak kış mevsimiydi, bu yüzden hiç kar yoktu. Herkesin aynı fikirde olmamasıyla ilgili bazı sorunlar yaşadık.

Kassovitz, Dahan, Jan Kounen… Bu neslin yönetmenlerinde en fazla hoşunuza giden şey nedir?

Asıl söylemek istediğimiz çok basit: Orta seviyedeki seyirciler için “auteur” filmleri. Bütün bu yönetmenlerin söyleyecekleri bir şeyler var, ama bunu mümkün olduğunca fazla insana söylemek istiyorlar. En iyi örneği bir sanatçının yaşamına samimi, tekil ve benzersiz bir bakış sunan “La Vie en Rose”. Bu yüzden pek çok sinemacı Légende’de kendisini evinde hissediyor, çünkü sadece finansal açıdan yardımcı olmadığımızı, içerikle de ilgilendiğimizi fark ediyorlar. Sinemacılar bize bir fikirle geldiklerinde, yanımızdan bir filmle ayrılıyorlar ve onları sonuna kadar destekliyoruz.
“Babylon A.D.”yi nasıl görüyorsunuz?
Bu, daha önce bahsettiğim konulara açık olup bu enerjiyi taşıyan bir film. Umarım geniş izleyici kitlelerine de çekici gelir.
VIN DIESEL
New York City’nin yerlilerinden olan Vin Diesel, Hollywood’un en çok aranılan film yıldızlarından biri haline geldi. Büyük gişe başarılarının yanı sıra Diesel, ünlü bir yapımcı ve sinemacı. Bir girişimci olarak yükselişinin en son halkası, popüler ve çok satan bir X-Box oyunu olan ve aynı isimli film karakterine dayanan “The Chronicles of Riddick: Escape from Butcher Bay”ı yaratan video oyunları şirketi Tigon Stüdyoları’nı kurması. Diesel şu anda “Fast & Furious” filmlerinin dördüncüsünü çekmekte. Bu filmde yeniden Dominic Toretto rolünde ve aynı zamanda da filmin yapımcısı. Yılın en fazla konuşulacak olan devam filmlerinden biri olan bu filmde, orijinal oyuncu kadrosundan Paul Walker, Jordana Brewster ve Michelle Rodrigez yeniden bir araya geliyor.

Diesel son olarak, son 20 yılın en ünlü çete davalarından birini anlatan “Find Me Guilty”de Sidney Lumet’le bir araya geldi. Diesel, kendisini savunmayı seçen bir çete üyesi olan Jackie DiNorscio rolüyle eleştirmenler tarafından beğenildi. Bu rolün hakkını verebilmek için Diesel, DiNorscio’ya dönüştü. 47 yaşındaki İtalyan çete üyesini canlandırmak için dokuz kilo aldı.

Diesel, M.Ö. 3. yüzyılda Roma’ya saldırmak için Alp Dağları’nı fil sırtında geçen Kartacalı generalin hikayesini anlatan “Hannibal” filminde başrolü oynamaya ve aynı filmin yapımcılığını yapmaya hazırlanıyor. Filmin yanı sıra Diesel’ın şirketi One Race Productions, çocuklar için bir çizgi dizi olan “Hannibal the Barbarian”ın da yapımcılığını üstlenecek.

Diesel son olarak Ron Bass ve Jen Smolka tarafından yazılan “Player’s Rules” isimli romantik komedi filminde oynamak için anlaştı. Ayrıca aynı dönemde vizyona girecek olan video oyunu uyarlaması “The Wheelman”da da başrolü oynayacak.
Diesel en son, kendisinin ilk komedi filmi olan “The Pacifier”da Faith Ford, Brad Garrett, Lauren Graham ve Brittany Snow’la birlikte rol almıştı. Adam Shankman tarafından yönetilen filmde, hükümete bağlı önemli bir bilim adamını koruma konusunda başarısız olan bir gizli ajan, bilim adamının ailesinin tehlikede olduğunu öğreniyor. Kendisini temize çıkarma çabasında olan ajan, adamın çocuklarına bakmayı kabul ediyor. Ancak kısa süre içerisinde çocuk bakımının, şimdiye kadar aldığı en zor görev olduğunu anlıyor. “The Pacifier” büyük gişe başarısı sağlamıştı.
Aynı zamanda yapımcılığını da üstlendiği “The Chronicles of Riddick”te Diesel, Richard B. Riddick rolüne geri dönüyor. Diesel’in şirleti One Race Productions tarafından yapımcılığı üstlenilen film, “Pitch Black”in devamı niteliğinde.

Bunlardan önce Diesel, aynı zamanda yapımcılığını üstlendiği aksiyon-macera filmi “A Man Apart”ta, MTV Film Ödülleri’nde ödül kazandığı “The Fast & The Furious”ta ve yürütücü yapımcılık yaptığı “XXX”te rol almıştı. Ayrıca Diesel, “Saving Private Ryan”da da rol almış ve film oyuncularının tümüyle birlikte “Screen Actors Guild” Ödülleri’nde aday gösterilmişti. Diğer rollerinin arasında “Boiler Room”, “Knockaround Guys” ve filmin başrol oyuncusunun sesi olarak “The Iron Giant” var.
Bilinen bu filmlerinin öncesinde Diesel, günümüz toplumunda çok-ırklı olma sorununu inceleyen bağımsız kısa film “Multi-Facial”da yazarlık, yapımcılık, yönetmenlik ve oyunculuk yapmıştır. Filmde annesi beyaz ırka mensup, biyolojik babası ise Afrikalı-Amerikalı olan Diesel’ın çeşitli seçmelerde rol için ya “çok siyah” ya da “çok beyaz” olduğu söyleniyor. Steven Spielberg, 1995’te Cannes Film Festivali’nde bu kısa filmi izledikten sonra “Saving Private Ryan” filmindeki Er Carpazo rolünü sadece Diesel için yaratmış. Bunun yanı sıra Diesel, “çok kültürlü Cumartesi Gecesi Ateşi” olarak tanımladığı uzun metrajlı film “Strays”i yazmış, yapımcılığını üstlenmiş, yönetmiş ve başrolünde oynamıştır. Bu dram, 1997 yılında Sundance Film Festivali’nin yarışma bölümüne seçilmiştir.

Greenwich kasabasında yetişen Diesel, sahneye ilk kez yedi yaşında çıkmıştır. Liseden sonra yaratıcı yazarlık dalında eğitim aldığı Hunter Üniversitesi’ne kabul edilmiştir. Kısa süre sonra da oyunlar yazmaya başlamıştır.

Tropik Fırtına’nın yarattığı fırtına



GAMZE ERBİL


ABD’de gösterime giren Tropik Fırtına isimli komedi filmi, zihinsel özürlüler cephesinde gerçek bir “fırtına” koparttı. “Gerizekalı” sözünün filmde en az 15 kez ve hatta tanıtımında da kullanılmasına tepki gösteren özürlü örgütleri çok yaygın protestolar gerçekleştirdi ve filmin boykot edilmesi çağrısı yaptı.


Ben Stiller’ın bir kaç haftadır ABD’de yoğun tanıtımları yapılan ve geçen Çarşamba (12 ağustos) gösterime giren “Tropic Thunder” (Tropik Fırtına) isimli komedi filmi zihinsel özürlüler tarafından boykot çağrısıyla karşılandı. Yönetmen Stiller’ın yanısıra başrollerinde Jack Black ve Robert Downey Jr.’ın oynadığı film milyonlarca dolar bütçeli bir Hollywood projesi olarak görülüyor ve tüm dünyada büyük ilgi çekmesi bekleniyor. Kimilerine göre, büyük tartışmalara neden olan zihinsel özürlülerin boykotu da aslında filmin tanıtımı için ek bir katkı anlamına geliyor.

Tartışmayı başlatan “R kelimesi”

Film, çektiği savaş filminde rol alan üç yıldızın şımarıklıklarından bunalan yönetmenin oyuncuları gerçek bir savaşın içine atıp gitmesi üzerine kurulu. Hollywood’u ve aşırılıklarını alaya alan bir çerçevede, savaşa devam eden oyuncuların içine düştükleri gülünç durumlar ortaya konuyor.


Filmin ilk gösterildiği gün, Los Angeles’taki Mann Village Theatre’ın önü de dahil tüm sinemalarda gerçekleşen protestoları ise, zihinsel özürlüleri temsil eden örgütler gerçekleştirdi. 22 engelli örgütün biraraya gelerek filmi boykot çağrısı yapmalarına neden olan şey, filmde “retard” (gerizekalı) sözcüğünün kullanılması. Protestocular, tanıtımında da “Bir zamanlar bir gerizekalı vardı” cümlesinin kullanıldığı filmin “zihinsel özürlüleri aşağıladığını” savunuyor.


Bu kelime bu örgütler için son derece saldırgan bir kelime ve bir nefret ifadesi olarak görülüyor. “R kelimesi” olarak anılıyor ve ancak çok mecbur kalınan durumlarda r#tard şeklinde yazılıyor.

Protestolar yerel gazetelerde yayımlanan yazılar ve üzerinde “Kelimeler Yumruk Gibi Vurur” yazılı kartların dağıtımı gibi farklı faaliyetlerle devam ediyor. Gösterilerde “Tropic Thunder Colossal Blunder” (Tropik Fırtına, Büyük Gaf) ifadelerinin yer aldığı dövizler taşınıyor. Tüm medyada yaygın bir şekilde yer alan kampanya “Gerizekalı Sözünün Yersiz ve Aşağılayıcı Kullanımına Son!” şeklinde ifade ediliyor.

“Yoruma açık”



Film şirketi Dreamworks özürlü insanları “küçük düşürmek ya da incitmek” gibi bir niyetlerinin olmadığını açıklarken Special Olympics adlı özürlü örgütünün başkanı Tim Shriver, filmde Ben Stiller’ın canlandırdığı Simple Jack karakterine atfen kullanılan “retard” sözünün protestocuları özellikle kızdırdığını söylüyor: “Film boyunca, zihinsel özürlü insanların onuru yok sayılarak en az 15 kez ‘retard’ kelimesi kullanılıyor.” Shriver, artık Hollywood’un zihinsel engellileri alay konusu haline getiren esprilerin olduğu filmlere son vermesini istediklerini belirtiyor. Dreamworks sözcüsü Chip Sullivan ise, zihinsel özürlülerin örgüt temsilcileriyle yararlı tartışmalar yaptıklarını ve gelecekte daha yakın çalışmayı düşündüklerini söyledi. Sullivan, filmde bir değişiklik ya da kesinti yapılmayacağını belirtti.


Filmin oyuncularından Robert Downey Jr., bu tartışmanın “yoruma açık” olduğunu söylemekle birlikte insanların protesto hakkının olduğunu vurgulamayı tercih ediyor.

Bir başka tartışma


Filmin bir başka hassas yönü de, Downey Jr.’ın siyah bir askeri canlandıran beyaz bir aktörü oynaması. Irkçı çağrışımları bulunan bu tarz tercihlerin uzun süredir eğlence sektöründe mayınlı alan olarak görüldüğü biliniyor. Downey başta bu rolün kariyerine zarar vereceğini düşünmüş ancak sonra kabul etmiş. “Eğer doğrusunu yaparsak, 35 yıl önce Peter Sellers’ın yaptığı gibi olur, aksi durumda cehennemi boylarız” diyor. Yönetmen Stiller ise, siyahların filmi beğeneceğini düşünüyor.

“Boykot ters sonuç verir”




Özürlü örgütlerinin tepkisine ilişkin çok farklı tartışmalar sürüyor. Kimileri bu tepkiyi “abartılı” bulurken, kimileri de filmin bir komedi filmi olması nedeniyle bu konudaki tercihlerin kabul edilebilir olduğunu savunuyor. Diğer yandan, filme gerçekten tepki duyan bir başka kesim de özürlülerin tepkisinin ters sonuç verebileceği uyarısı yapıyor. Buna göre, filmle ilgili gereğinden fazla gürültü kopartıldığı için aslında izlemeyecek olanlar da merak edip izleyecekler. Hollywood tarihinde daha önce de böyle şeyler olduğuna dikkat çeken bu kesim, aslında özürlülerin protestolarının filmin reklamı olarak kullanılacağına inanıyor.



CUMHURİYET HAFTA SONU / 23 AĞUSTOS 2008

"Cinedergi" beş yayında…




Sanal dünyanın en kapsamlı sinema dergisi cinedergi beş yayında! Serdar Akbıyık, Banu Bozdemir ve Fırat Sayıcı'nın hazırladığı ücretsiz sinema dergisi, Cinedergi yine dopdolu bir içerikle ile karşınızda…


İşte bu ayın heyecan veren başlıkları… Hellboy yeniden karşımızda… Filmin esas kahramanları, Ron Perlman, Guillermo Del Toro ve Selma Blair'i daha yakından tanıyalım… Fatih Akın ve Hüseyin Karabey'den dobra dobra söylemler… Son dönem Türk sinemasının yükselen mevzusu, "Kasaba Öyküleri"… Uzay gemilerinde dehşetin yansımaları… Sinemada robot güzellemeleri… Eleştiri, vizyon, pek yakında, DVD'ler, albümler, kitaplar… Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi'nin yeni sayısında. Cinedergi, her ayın 25'inde bir sonraki ayın içeriğiyle bir tık ötenizde!


22 Ağustos 2008 Cuma

Eskiden “Anchorman” mı vardı…



ALPER TURGUT

Eski kuşaklar için radyo ve televizyon denilince ilk akla gelen isimlerden birisi hiç kuşkusuz Can Akbel’dir. O, haber spikerliği denilen, inandırıcılık ve ciddiyete dayanan zorlu mesleğin duayenlerinden… Can Akbel, radyodan Türkiye'ye ilk defa “merhaba” dediğinde henüz 10 yaşındaydı. Ve tam 40 yıl önce deneme yayınına başlayan TRT'nin redaktör spikeri, Can Akbel’den başkası değildi. O, kendisi kadar meşhur “Güne Bakış” adlı programı yaparken şimdilerde “anchorman” denilen ana haber sunucularının hiçbiri ortada yoktu. Bugün 74 yaşında olan “Can Baba”, yıllardır magazine yenik düşen “aptal kutusu” televizyonu izlemiyor ancak üniversite öğrencilerine deneyimlerini aktardığı için en mutlu zamanlarını yaşıyor.

—Çocukluk yıllarınız İkinci Dünya Savaşı'na denk gelmiş.

Harp yıllarıydı. İlkokula Ankara’da başlamış olsam da aslen İzmirliyim. Çocukken Alman Ordusu’nun Sakız Adası’nı bombaladığına şahit oldum. Cehenneme benzeyen alevleri gördüm, korkunç patlama seslerini işittim. Zor zamanlardı. Ekmek karne ile satılırdı, haliyle oyuncağımız da yoktu. Ama ülke ve dil değişiyordu. İlkokula başladığımızda okulun adı inkılâp idi bitirdiğimizde ismi devrim olmuştu. Dildeki değişiklikler bizim kuşaklara gerçekten yaradı. Hem eski hem de yeni dile hâkimdik ve birlikte kullanabilirdik.

—Sanırım televizyondan önce uzun süreli bir radyo deneyiminiz var.

Radyo Çocuk Kulübü’ne 1944'te üye oldum. Henüz 10 yaşındaydım. Neriman Hızır’ın (Ayşe Abla) kurduğu bu kulüpte “Çocuk Saati” programı yayınlanırdı. Bir saat boyunca çocuklara dair yol gösterici ve eğlendirici piyes ve oyunlar sahnelenirdi. Aralıksız 10 yıl, Radyo Çocuk Kulübü’nde görev aldım. Dile kolay, mikrofona çıkalı 64 yıl olmuş. Sonra 1954 yılında spikerlik sınavı açıldı ve kazandım. Artık Ankara Radyosu’nun spikeriydim. Taş plakçalardık ve bütün yayınlarımız canlıydı. Dile hâkimiyet, diksiyon, fonetik… Şimdi çocuk radyosunun bana çok şey kattığını daha iyi görebiliyorum. Ankara’da spikerlik yaparken hukuk fakültesine kaydoldum. Ankara Radyosu, orta ve uzun dalga yayınlara başlamıştı. Yurtiçi iletişim kadar yurtdışı da önemliydi. Radyoya ayrı önem veren Atatürk’ün ileri görüşlülüğü, peygamber mucizesi gibidir. Türkiye'nin menfaatlerini korumak ve ülkeyi dış dünyaya tanıtmak için radyodan 10 küsur dilde yayın yapardık. (Bugün 26 dilde yayın yapılıyor)

—Avukat mı olmak istiyordunuz?

Hayır. Gazetecilik, radyoculuk bunlar insanın kanına mikrop gibi giriyor. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 3. sınıfa geçmiştim ancak ben radyo ve televizyon okumak istiyordum. İstanbul'da bir gazetecilik okulu olmasına karşın televizyonculuk bölümü yoktu. Ben de mesleğin eğitimini almak amacıyla Almanya’ya gittim. Münster kentinde Kayzer Wilhems Üniversitesi’nde Publizistik Anabilim Dalı’nda öğrenim gördüm.

—Eşiniz Suna hanımla nasıl tanıştınız?

Yıl 1956. Suna konservatuarda öğrenciydi ve Ankara Devlet Tiyatrosu'nda çalışıyordu. “İstanbul Efendisi” adlı oyun için İstanbul'a gelmişlerdi. Suna, ünlü tiyatro sanatçısı Cüneyt Gökçer’in yeğeniydi. Yine bir başka tiyatrocu Tekin Akmansoy (nam-ı diğer Nuri Kantar) tanıştırdı bizi. İki sene sonra da evlendik. Ekim ayında evliliğimizin 50. yıldönümünü kutlayacağız.



(Fotoğrafta Can Akbel, torunu Kaan ile birlikte)

—Almanya’ya birlikte mi gittiniz?

Üniversite 4 yıl sürdüğü için Almanya’ya Suna ile birlikte yerleştik. Okul bitince bir yıl süreyle Batı Almanya Radyo-Televizyonu’nda staj yaptım. Köln’de Federal Basın Dairesi, Almanya'nın Sesi Radyosu ve kurucusu olduğum WDR Türkçe Bölümü’nde yayın müdürlüğü yaptım. Sevgili arkadaşımız Örsan Öymen’de aramıza katılmıştı. Arada Ankara Radyosu'na da röportajlar yapıp yolluyordum. 1964'te TRT kurulunca röportajlarımı oraya geçmeye başladım. Berlin duvarı örülürken oradaydım, sonra ülkemizden Almanya’ya işçi göçü başladı. Suikasta kurban giden ABD Başkanı J. F. Kennedy de Almanya'ya uğramıştı. Haber neredeyse yanı başındaydım. Çünkü Almanya’da öğrenim görürken hocamız, olayların içinde değil yanında olacaksınız derdi. 1965 yılında Köln’de kızımız Cansu doğdu. Benim adım ile Suna’nın su’sunu birleştirmiştik. Bu ismin Türkiye’de tutacağını ve birçok ailenin kızlarına Cansu adını vereceğini bilmiyorduk tabii… Aynı yıl askerlik için ben ve ailem Türkiye’ye döndük. Bir hafta sonra da Berlin duvarı açıldı.

—Askerlik bitimiyle birlikte TRT serüveniniz de başlamış oldu.

Ankara Mithatpaşa’da yerin iki kat altında stüdyomuz vardı. Yayına siyah beyaz film ile başladık. Kaset yoktu. 40 saniyelik haber görüntüsü, banyo, montaj derken 3 saatimizi alırdı. Ben mesleğim boyunca hep haber merkezindeydim. 1968’de uluslarası EBU Televizyon Program Komitesi’ne üye olduk. Yurtdışında renkli yayına geçilmiş, bizde hala siyah beyaz. Dolayısıyla bizi pasif üye yaptılar. 1974 yılında Boğaziçi Köprüsü’nün açılışını renkli verdik, yayını da ben yapmıştım. Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün konuşmasının ardından Anadolu ve Avrupa yakasında bekleyen yurttaşlar kordonları aştılar ve köprüye doluştular. Köprünün bağlayan iki direğin sallandığını gördüm, köprü o gün yıkılmadıysa hayatta da yıkılmaz zaten. O renkli yayının ardından EBU’ya aktif üye olduk. Onlarla günde dört defa konferans gerçekleştiriyorduk. “Ben de şu var, sen de ne var?” diyorduk. Örneğin kraliçenin hassa alayı teftişi var. Hemen görüntüleri takas ediyorduk. Sonra kanımız bitlendi ve hemen Eurovizyon’a katıldık. “Seninle bir dakika” adlı şarkısıyla Semiha Yankı sonuncu oldu. O dönem TRT’de ilgiyle izlenen bir dizi vardı. Adı “Küçük Ev” idi. Kızım Cansu, başroldeki Laura karakterini seslendiriyordu. Benimle TRT’ye gelirdi, televizyon onun için doğal bir yerdi. Hatta Cansu, prova esnasında annesine replik verirdi. Sonra büyüdü ve prodüktör oldu. (Röportaj yaparken ilköğretim okulu ikinci sınıf öğrencisi olan torunu Kaan da Can Akbel'in yanındaydı)

—İsterseniz eski kuşakların sizi tanıdığı "Güne Bakış" programdan bahsedelim.

İsmail Cem, TRT Genel Müdürü olmuştu. Benden gece yayınlanacak haber programını sunmamı istedi. Ön denetim olmaması kaydıyla teklifi kabul ettim. Ve ardından 8 küsur yıl sürecek olan “Güne Bakış” başladı ve çok beğenildi. Üst üste 4, 5 yıl yılın habercisi oldum, çeşitli ödüller ve çok değerli anılar kazandım. İzmir Fuarı’nın açılışında lamba değiştirmeye yarayan belediye aracıyla beni bir binanın tepesine koydular. Binanın tepesinden Güne Bakış'ı açtım. Sonra ışıklar kesildi ve karanlıkta kaldım. İnerken kafamı vurdum ve sersemledim. Fuar müdürü stüdyoda konuğum, tabii ben o hengâmede onu unutmuştum.

—Haber spikerliği denilince aklınıza gelen en başarılı isim…

Tabii ki, TRT yayına geçtiğinde ilk haberi okuyan Zafer Cilasun… Onu 18 Mayıs 1976 günü henüz 37 yaşındayken yitirdik, Zafer, Türkiye'nin en iyi spikeriydi. (Zafer Cilasun’un canlı yayında erkek kardeşi hakkında verilen idam karını okuduğunu belirtelim. O, kardeşi Uğur Cilasun’un kurtulduğunu göremeden yaşamını yitirdi) Zafer bir gün okuduğu haber sayfalarından birini yere düşürdü ve inanır mısınız teklemeden habere devam etti. Aşırı alkol kullanımı onu genç yaşında aramızdan aldı. Gazeteci milleti, çok sever içkiyi, rahatlayacağız diye alkol almadan duramaz. Sorardım uyku tutmuyor ondan içiyoruz derlerdi. Uykunuz varsa uyku ilacı için. Benim içkiyle aram yoktu ve sanırım bu yüzden beni yılbaşında nöbetçi müdür yaparlardı. Ben TRT’den 1999 yılı Kasım ayında emekli oldum. Şimdilerde Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin Radyo-TV Sinema Bölümü’'nde öğrencilere ders veriyorum.

—Peki, Mehmet Ali Birand, Ali Kırca ve Reha Muhtar sunuculuk konusunda iyiler mi?

Mehmet Ali Birand, ellerini çok kullanıyor. Ancak sunuculukta dil konuşur eller konuşmaz. Ali Kırca benim yanıma geldi. Ali yurtdışında çok iyiydi ve sunuculukta da yetenekliydi. Ben bıraktıktan sonra TRT’de haber müdürlüğü yaptı. Reha Muhtar da dış politikada iyiydi. Haber spikerliğinde ciddiyet ve inandırıcılık çok önemlidir. Ekranda görünen yüzü, filmlerde oynayan artistlerle bir tutamazsınız. Almanya çalışırken yaşlı başlı adamlar sunardı haberleri… Biz radyoda saçlı idik televizyona gelince dökülmüştü. 25 yaşındayken artık saçım yoktu (gülüyor). Cinsiyet ayırımcılığı olarak görülmesin ancak spiker genellikle erkek olmalı. Ses tonu ve inandırıcılık nedeniyle bu hususa dikkat edilmeli. Kadın ses tonu yırtıcıdır, ağır makyaj ile kadın spiker inandırıcılıktan uzak kaçabilir. Eskiden spikerler radyo kökenlilerden seçilirdi. Çünkü mikrofonda nasıl vurgulanır, bunu öğrenirsin. Bugün Türkiye’de bir iki kişi dışında spiker yok. İş iyice magazine döndü. Türkçe hatası da çok yapılır oldu.

—Meslek yaşamınız boyunca unutamadığınız pek çok hatıranız olmuştur.

“Bir gece ansızın gelebilirim” ilk Kıbrıs Çıkartması’nı, “Ayşe tatile çıktı” ise Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ikinci bölümünü anlatır. İlk çıkartmada “Ayşe” gibi bende tatildeydim. Apar topar TRT’ye çağrıldım. Üç gün üç gece TRT binasında kaldık, çıkmamız kesinlikle yasaktı. Yakınlardaki lüks Washington restoranından yemekler geliyordu. Çıkartma görüntüleri üzerinde doğaçlama yapıyorduk. Hatta “Zafer güzel şey…” diye başlayan metnin girişini ben okudum. Sonra şu meşhur “Kaçak” dizisi… Doktor Richard Kimble adeta bir fenomendi. Aziz Üstel tercüme yapıyor, Kaçak’ın girişini ben okuyorum. Arada taksi şoförü, marketçi gibi küçük rolleri de seslendiriyorum. Ancak iki dil senkronize olmuyor. Dizide karakter ağzıyla kısa bir şey geveliyor “ben çok affedersiniz” diyorum. Baktım bizim söylediğimiz uzun kaçtı, kısaltıp “bağışla”da karar kıldım. Bu oldu hatta beğenildi de… Ardından müdürümüz Doğan Kasaroğlu geldi ve “senin gibi ciddi bir haber spikerinin böyle bir görevde ne işi var” dedi. Nereden nereye geldik. Şimdi meslektaşlarımızın büyük bölümü magazine malzeme olmuş durumda... Uzatmadan Kaçak’a dönelim. Dizinin son bölümü geldi. Çetin Tekindor, Cihan Ünal herkes seslendirmede… Dublaj yapanlar hepsi işinin piri, devlet tiyatrosu sanatçıları… Seslendirme, dışarı bilgi çıkmasın, katil belli olmasın diye büyük bir gizlilik içinde yapıldı. Ertesi gün dizinin son bölümü yayınlanacak ve ben gece programımı kapatırken “şimdi size katili açıklayacağım” dedim. O esnada stüdyonun sesini kestik ve sadece ben ağzımı oynattım. Ardından aldım elime kalemi kâğıdı, “En iyisi yarını bekleyip, sonucu birlikte öğrenelim” yazdım ve bunu ekrandan tüm Türkiye’ye gösterdim.



FOTOĞRAF: UĞUR DEMİR


CUMHURİYET HAFTA SONU / 23 AĞUSTOS 2008