15 Ağustos 2008 Cuma

Yolculuktan geriye kalanlar




Mültecileri yurtlarından eden nedenler farklı; şiddet, savaş, açlık... Daha yaşanabilir bir hayat umuduyla ölümü bile göze alıyorlar. Bu umutlar kimi zaman bir TIR’ın havasızlığında, bazen de bir filikada tükeniyor.



Ali Deniz Uslu


Göçmek, sahiplenemediğiniz bir ülkede yaşam için mücadele etmek, hem de korkuyla, ya bir TIR’ın kasasında havasızlıktan ölmeyi göze almak ya da küçük bir filikanın içinde boğulma korkusuyla saatler, bazen de günler geçirmek. Hatırlıyorum, sanırım yıl 1999’du. Denizci olan ağabeyimle bir haftalık İtalya seferine çıkmıştık. O gemide dördüncü kaptandı, heyecanlı bir yolculuk olacağa benziyordu, çünkü gemi alabildiğine büyüktü, yüzlerce TIR’ı içine alan bir deniz canavarıydı. Heyecan gelmekte gecikmedi, çünkü alt ambarlardan birinden sesler geliyordu, mekanik bir durum olamazdı, bu seslere neden. Gemi personelinden bir tim hazırlandı, silahlanmasalar da ellerde büyük sopalarla gemide arama başladı! Tüm ışıklar yakıldı, kamaralar kilitlendi, yaşam mahaline çıkan merdivenler tutuldu. Bir TIR’ın dorsesinde iki kişi, kenara kıvrılmış bir şekilde, dehşet dolu bakışlarla karşıladı bizi. Üzerlerine tutulan fener göz bebeklerini daha da büyütmüştü, önce konuşmadılar, zaten konuşmalarına da izin verilmedi. Gemicilerden birkaçı tekme tokat saldırdı, biri daha, sonra da bir başkası. Neyse ki bir ağabeyimle birlikte birkaç kişi bu linci engelledi. Ben mi ne yaptım? En az onlar kadar korkmuştum, öylece kalakaldım. Sonra onları geminin atıklarının bulunduğu, havasız ve korkunç pis bir odaya kapattılar, isimleri, geldikleri yer ve aç susuz olup olmadıkları önemli değildi. Bir denizci gevrek bir şekilde bağırdı “Denize atsak bunları kimse bulamaz, atalım mı”? Gülüyordu, ama destek bulsa atacağından hiç kuşku yoktu. Gemiye binmeden önce bu yolculuğun heyecanlı olacağını düşünüyordum, ama karşıma böyle bir dehşetin ve korkunun çıkacağını hiç düşünmemiştim. Biz güvertede, onlar geminin ambarında, ölüme terk edilmiş bir odada birkaç gün daha gittik, o gecelerde uyuyamadım.





Geçen haftada da Burma ve Pakistan asıllı 14 kişi, bir TIR’da havasız bırakılarak öldürüldü. Cansız bedenleri Küçükçekmece’ye bağlı Kayabaşı köyü yakınlarında göl kıyısındaki araziye atıldı. İlk değillerdi, acı ama son da olmayacaklar. Umutlarını soludukları TIR’ın dorsesinde ölmüşlerdi, diğerleriyse bir başka ölümün yolunu gözlemek için kaçmışlardı. Şimdi uykusuz kalan kaç kişi var acaba, ya da var mı? Bu insanlar Burma’dan gelmişlerdi. Askeri diktatörlük rejiminin, demokrasiye indirdiği darbenin baskısıyla göç ediyorlardı büyük ihtimalle. Biliyorduk, okuyorduk, şeriat ve cunta, insanları doğduğu topraklardan sürüyordu.



Dünyada da durum farksız. Rakamlar bu acı gerçeği açıklıyor. Elbette insanlar isteyerek mülteci olmuyor. Savaşlar, açlık, yoksulluk, şiddetin getirdiği çaresizlik insanları buna zorluyor. Mülteci olmak için ölmeye bile cesaretli olmak gerekiyor ve de ölüm geldiğinde sessizce ona teslim olmayı da bilmek! Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği rakamlarına göre 115 ülkede, 17 milyondan fazla mülteci var. Bu mültecilerin yüzde 80’i kadın ve çocuk. Mültecileri tanımlayan, haklarını ve devletlerin yasal sorumluluklarını açıklayan 1951 Cenevre Sözleşmesi ise hiçbir devlet tarafından tam olarak uygulanmıyor. Türkiye genelde Afganistan, Pakistan, Hindistan, Irak, İran, Bangladeş gibi ülkelerden göç alıyor. Burası onlar için Avrupa’ya açılan bir kapı. Bir de rotasında doğrudan Türkiye olanlar, Moldavya, Romanya, Belarus, Gürcistan, Rusya Federasyonu gibi ülkelerden gelenler var. Türkiye bu gruplara oturma izni vermiyor, sadece Batı’dan gelenlere kapısını açıyor…
Biz de mültecilere, bu ülkede yasal olarak barınma hakkı olmayanlara ulaşmaya çalıştık, güvensizliklerine, ürkekliklerine ve yurtsuzluklarına dokunmadan konuşmalarını istedik, gözlerini kaçırıp anlattılar, elimizi sıkmaktan çekindiler... Yine de birkaç cümle de olsa kendilerini dinleyecek birini bulmanın derdindeydiler.


Onlardan biri Afgan bir kadın, 43 yaşında. Ülkesindeki savaş, ölümler onu buraya kadar sürüklemiş. O da bir TIR’ın dorsesinde yarı baygın geçen uzun bir yolculuk geçirmiş. Ailesinden kimse kalmamış. Konuşmak için yanına sokulduğumda tedirgin oluyor, kayıt cihazımı kullanmamı istemiyor. Elimdeki kalemi gösterip “yaz” diyor ya da “dinle sadece”. Ben de geride neler bıraktığını soruyorum, “kendimi” diye cevap veriyor, umutsuz. Burada aradığın huzura ne kadar yaklaştın dediğimde ise “aradığım huzur değil, yaşayabilmek” diyor. Ben de dahil herkese kızgın ve kırgın, gözümün içine baktığı yalnızca bir an oluyor onda da ben geri çekiliyorum. İstediği yaşayabileceği bir hayat. Sokaklarda özgür olmak, şimdi bunun peşinde. Bir başkası Nijeryalı, yirmili yaşlarda. Aklıma hemen Beyoğlu Emniyeti’nde gözaltındayken polis silahından çıkan kurşunla hayatını kaybeden Festus Okey geliyor. O da biliyor onu, “karakolda öldürüldü” diyor. Türkiye’de “siyah” yaşamanın zorluklarını anlatıyor. Buraya gelirken çektiklerini hatırlamak istemiyor, ama yaşadığı korku devam ediyor, çünkü polis şiddetinden nasibini almış. Uyuşturucu satıcısı gibi görülmekten bıkmış, çünkü sigara ve alkol bile kullanmıyor. Böyle olunca da zehir taciri diye yediği yafta onu daha da üzüyor. Kendilerine bir şans verilmesini istiyor. O, büyük bir gemiyle gelmiş. Yine bir TIR’ın içindeymiş, TIR da geminin içinde. Koskocaman bir korku denizini aşmış, gemiye binerken TIR’ın karbondioksit kontrolünü aşması onun hayatını değiştirmiş, bu sayede fark edilmemiş. Şimdi her şeyin yoluna girdiğini düşünmek istiyor, “o gemiden sağsalim indikten sonra, artık her şey daha kolay” diyor. Seyahati sırasında kendi pisliğinin içinde, koku duyusunu kaybettiğini, korkusundan teri kalmayana kadar terlediğini söylüyor.



Kadın göçmenlerin durumu ise daha zor. Çünkü kadın ticareti en büyük bela. Zaten insan ticaretinin de yüzde 80’e yakını kadın ticaretinden besleniyor. Yani hem bedenleri hem de emekleri sömürülüyor. Kaçak olarak çalışan kadınlar ise hiçbir sosyal güvenceye sahip değil. “Kaçak” olmaları onlara her türlü muamelenin meşru olması anlamına geliyor. Onlara biçilen meslek de fuhuş oluyor. Filipinli bir kadınla konuşuyorum, çocuk bakıcılığı yapıyor. O da ilk geldiğinde fuhşa zorlanmış, hatta kendini kurtarmak için fahişelik yapmış, bunu söylemekten çekinmiyor, “çünkü gerçek bu” diyor. Haberde ismini ve resmini kullanmayacak olmam kendini güvende hissetmesine yardımcı oluyor. Şu an kaçak çalışıyor, yanında çalıştığı aile bunu biliyor, hatta kullanıyor. Çünkü kaçak olunca her şey daha ucuz, ama o yine de yanlarında çalıştığı aile ile bir sorun yaşamamaktan hoşnut. Hayata tutunabildiği için kendini şanslı görüyor. Artık hayatında fuhuş da yok.



Tüm bunları onlarla konuştuktan sonra insan kendini sorguluyor, ama çok da kolay kendi hayatına dönüyor, unutuyor. Marc Auge “Unutma Biçimleri” isimli kitabında “unutmak toplum için olduğu kadar birey için de bir zorunluluktur” diyor, evet, toplum kolay unutuyor, ama acıyı yaşayan ve yaşatan hatırlıyor sadece...




CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 10 AĞUSTOS 2008

Hiç yorum yok: