Eski kuşaklar için radyo ve televizyon denilince ilk akla gelen isimlerden birisi hiç kuşkusuz Can Akbel’dir. O, haber spikerliği denilen, inandırıcılık ve ciddiyete dayanan zorlu mesleğin duayenlerinden… Can Akbel, radyodan Türkiye'ye ilk defa “merhaba” dediğinde henüz 10 yaşındaydı. Ve tam 40 yıl önce deneme yayınına başlayan TRT'nin redaktör spikeri, Can Akbel’den başkası değildi. O, kendisi kadar meşhur “Güne Bakış” adlı programı yaparken şimdilerde “anchorman” denilen ana haber sunucularının hiçbiri ortada yoktu. Bugün 74 yaşında olan “Can Baba”, yıllardır magazine yenik düşen “aptal kutusu” televizyonu izlemiyor ancak üniversite öğrencilerine deneyimlerini aktardığı için en mutlu zamanlarını yaşıyor.
—Çocukluk yıllarınız İkinci Dünya Savaşı'na denk gelmiş.
Harp yıllarıydı. İlkokula Ankara’da başlamış olsam da aslen İzmirliyim. Çocukken Alman Ordusu’nun Sakız Adası’nı bombaladığına şahit oldum. Cehenneme benzeyen alevleri gördüm, korkunç patlama seslerini işittim. Zor zamanlardı. Ekmek karne ile satılırdı, haliyle oyuncağımız da yoktu. Ama ülke ve dil değişiyordu. İlkokula başladığımızda okulun adı inkılâp idi bitirdiğimizde ismi devrim olmuştu. Dildeki değişiklikler bizim kuşaklara gerçekten yaradı. Hem eski hem de yeni dile hâkimdik ve birlikte kullanabilirdik.
—Sanırım televizyondan önce uzun süreli bir radyo deneyiminiz var.
Radyo Çocuk Kulübü’ne 1944'te üye oldum. Henüz 10 yaşındaydım. Neriman Hızır’ın (Ayşe Abla) kurduğu bu kulüpte “Çocuk Saati” programı yayınlanırdı. Bir saat boyunca çocuklara dair yol gösterici ve eğlendirici piyes ve oyunlar sahnelenirdi. Aralıksız 10 yıl, Radyo Çocuk Kulübü’nde görev aldım. Dile kolay, mikrofona çıkalı 64 yıl olmuş. Sonra 1954 yılında spikerlik sınavı açıldı ve kazandım. Artık Ankara Radyosu’nun spikeriydim. Taş plakçalardık ve bütün yayınlarımız canlıydı. Dile hâkimiyet, diksiyon, fonetik… Şimdi çocuk radyosunun bana çok şey kattığını daha iyi görebiliyorum. Ankara’da spikerlik yaparken hukuk fakültesine kaydoldum. Ankara Radyosu, orta ve uzun dalga yayınlara başlamıştı. Yurtiçi iletişim kadar yurtdışı da önemliydi. Radyoya ayrı önem veren Atatürk’ün ileri görüşlülüğü, peygamber mucizesi gibidir. Türkiye'nin menfaatlerini korumak ve ülkeyi dış dünyaya tanıtmak için radyodan 10 küsur dilde yayın yapardık. (Bugün 26 dilde yayın yapılıyor)
—Avukat mı olmak istiyordunuz?
Hayır. Gazetecilik, radyoculuk bunlar insanın kanına mikrop gibi giriyor. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 3. sınıfa geçmiştim ancak ben radyo ve televizyon okumak istiyordum. İstanbul'da bir gazetecilik okulu olmasına karşın televizyonculuk bölümü yoktu. Ben de mesleğin eğitimini almak amacıyla Almanya’ya gittim. Münster kentinde Kayzer Wilhems Üniversitesi’nde Publizistik Anabilim Dalı’nda öğrenim gördüm.
—Eşiniz Suna hanımla nasıl tanıştınız?
Yıl 1956. Suna konservatuarda öğrenciydi ve Ankara Devlet Tiyatrosu'nda çalışıyordu. “İstanbul Efendisi” adlı oyun için İstanbul'a gelmişlerdi. Suna, ünlü tiyatro sanatçısı Cüneyt Gökçer’in yeğeniydi. Yine bir başka tiyatrocu Tekin Akmansoy (nam-ı diğer Nuri Kantar) tanıştırdı bizi. İki sene sonra da evlendik. Ekim ayında evliliğimizin 50. yıldönümünü kutlayacağız.
(Fotoğrafta Can Akbel, torunu Kaan ile birlikte)
—Almanya’ya birlikte mi gittiniz?
Üniversite 4 yıl sürdüğü için Almanya’ya Suna ile birlikte yerleştik. Okul bitince bir yıl süreyle Batı Almanya Radyo-Televizyonu’nda staj yaptım. Köln’de Federal Basın Dairesi, Almanya'nın Sesi Radyosu ve kurucusu olduğum WDR Türkçe Bölümü’nde yayın müdürlüğü yaptım. Sevgili arkadaşımız Örsan Öymen’de aramıza katılmıştı. Arada Ankara Radyosu'na da röportajlar yapıp yolluyordum. 1964'te TRT kurulunca röportajlarımı oraya geçmeye başladım. Berlin duvarı örülürken oradaydım, sonra ülkemizden Almanya’ya işçi göçü başladı. Suikasta kurban giden ABD Başkanı J. F. Kennedy de Almanya'ya uğramıştı. Haber neredeyse yanı başındaydım. Çünkü Almanya’da öğrenim görürken hocamız, olayların içinde değil yanında olacaksınız derdi. 1965 yılında Köln’de kızımız Cansu doğdu. Benim adım ile Suna’nın su’sunu birleştirmiştik. Bu ismin Türkiye’de tutacağını ve birçok ailenin kızlarına Cansu adını vereceğini bilmiyorduk tabii… Aynı yıl askerlik için ben ve ailem Türkiye’ye döndük. Bir hafta sonra da Berlin duvarı açıldı.
—Askerlik bitimiyle birlikte TRT serüveniniz de başlamış oldu.
Ankara Mithatpaşa’da yerin iki kat altında stüdyomuz vardı. Yayına siyah beyaz film ile başladık. Kaset yoktu. 40 saniyelik haber görüntüsü, banyo, montaj derken 3 saatimizi alırdı. Ben mesleğim boyunca hep haber merkezindeydim. 1968’de uluslarası EBU Televizyon Program Komitesi’ne üye olduk. Yurtdışında renkli yayına geçilmiş, bizde hala siyah beyaz. Dolayısıyla bizi pasif üye yaptılar. 1974 yılında Boğaziçi Köprüsü’nün açılışını renkli verdik, yayını da ben yapmıştım. Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün konuşmasının ardından Anadolu ve Avrupa yakasında bekleyen yurttaşlar kordonları aştılar ve köprüye doluştular. Köprünün bağlayan iki direğin sallandığını gördüm, köprü o gün yıkılmadıysa hayatta da yıkılmaz zaten. O renkli yayının ardından EBU’ya aktif üye olduk. Onlarla günde dört defa konferans gerçekleştiriyorduk. “Ben de şu var, sen de ne var?” diyorduk. Örneğin kraliçenin hassa alayı teftişi var. Hemen görüntüleri takas ediyorduk. Sonra kanımız bitlendi ve hemen Eurovizyon’a katıldık. “Seninle bir dakika” adlı şarkısıyla Semiha Yankı sonuncu oldu. O dönem TRT’de ilgiyle izlenen bir dizi vardı. Adı “Küçük Ev” idi. Kızım Cansu, başroldeki Laura karakterini seslendiriyordu. Benimle TRT’ye gelirdi, televizyon onun için doğal bir yerdi. Hatta Cansu, prova esnasında annesine replik verirdi. Sonra büyüdü ve prodüktör oldu. (Röportaj yaparken ilköğretim okulu ikinci sınıf öğrencisi olan torunu Kaan da Can Akbel'in yanındaydı)
—İsterseniz eski kuşakların sizi tanıdığı "Güne Bakış" programdan bahsedelim.
İsmail Cem, TRT Genel Müdürü olmuştu. Benden gece yayınlanacak haber programını sunmamı istedi. Ön denetim olmaması kaydıyla teklifi kabul ettim. Ve ardından 8 küsur yıl sürecek olan “Güne Bakış” başladı ve çok beğenildi. Üst üste 4, 5 yıl yılın habercisi oldum, çeşitli ödüller ve çok değerli anılar kazandım. İzmir Fuarı’nın açılışında lamba değiştirmeye yarayan belediye aracıyla beni bir binanın tepesine koydular. Binanın tepesinden Güne Bakış'ı açtım. Sonra ışıklar kesildi ve karanlıkta kaldım. İnerken kafamı vurdum ve sersemledim. Fuar müdürü stüdyoda konuğum, tabii ben o hengâmede onu unutmuştum.
—Haber spikerliği denilince aklınıza gelen en başarılı isim…
Tabii ki, TRT yayına geçtiğinde ilk haberi okuyan Zafer Cilasun… Onu 18 Mayıs 1976 günü henüz 37 yaşındayken yitirdik, Zafer, Türkiye'nin en iyi spikeriydi. (Zafer Cilasun’un canlı yayında erkek kardeşi hakkında verilen idam karını okuduğunu belirtelim. O, kardeşi Uğur Cilasun’un kurtulduğunu göremeden yaşamını yitirdi) Zafer bir gün okuduğu haber sayfalarından birini yere düşürdü ve inanır mısınız teklemeden habere devam etti. Aşırı alkol kullanımı onu genç yaşında aramızdan aldı. Gazeteci milleti, çok sever içkiyi, rahatlayacağız diye alkol almadan duramaz. Sorardım uyku tutmuyor ondan içiyoruz derlerdi. Uykunuz varsa uyku ilacı için. Benim içkiyle aram yoktu ve sanırım bu yüzden beni yılbaşında nöbetçi müdür yaparlardı. Ben TRT’den 1999 yılı Kasım ayında emekli oldum. Şimdilerde Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin Radyo-TV Sinema Bölümü’'nde öğrencilere ders veriyorum.
—Peki, Mehmet Ali Birand, Ali Kırca ve Reha Muhtar sunuculuk konusunda iyiler mi?
Mehmet Ali Birand, ellerini çok kullanıyor. Ancak sunuculukta dil konuşur eller konuşmaz. Ali Kırca benim yanıma geldi. Ali yurtdışında çok iyiydi ve sunuculukta da yetenekliydi. Ben bıraktıktan sonra TRT’de haber müdürlüğü yaptı. Reha Muhtar da dış politikada iyiydi. Haber spikerliğinde ciddiyet ve inandırıcılık çok önemlidir. Ekranda görünen yüzü, filmlerde oynayan artistlerle bir tutamazsınız. Almanya çalışırken yaşlı başlı adamlar sunardı haberleri… Biz radyoda saçlı idik televizyona gelince dökülmüştü. 25 yaşındayken artık saçım yoktu (gülüyor). Cinsiyet ayırımcılığı olarak görülmesin ancak spiker genellikle erkek olmalı. Ses tonu ve inandırıcılık nedeniyle bu hususa dikkat edilmeli. Kadın ses tonu yırtıcıdır, ağır makyaj ile kadın spiker inandırıcılıktan uzak kaçabilir. Eskiden spikerler radyo kökenlilerden seçilirdi. Çünkü mikrofonda nasıl vurgulanır, bunu öğrenirsin. Bugün Türkiye’de bir iki kişi dışında spiker yok. İş iyice magazine döndü. Türkçe hatası da çok yapılır oldu.
—Meslek yaşamınız boyunca unutamadığınız pek çok hatıranız olmuştur.
“Bir gece ansızın gelebilirim” ilk Kıbrıs Çıkartması’nı, “Ayşe tatile çıktı” ise Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ikinci bölümünü anlatır. İlk çıkartmada “Ayşe” gibi bende tatildeydim. Apar topar TRT’ye çağrıldım. Üç gün üç gece TRT binasında kaldık, çıkmamız kesinlikle yasaktı. Yakınlardaki lüks Washington restoranından yemekler geliyordu. Çıkartma görüntüleri üzerinde doğaçlama yapıyorduk. Hatta “Zafer güzel şey…” diye başlayan metnin girişini ben okudum. Sonra şu meşhur “Kaçak” dizisi… Doktor Richard Kimble adeta bir fenomendi. Aziz Üstel tercüme yapıyor, Kaçak’ın girişini ben okuyorum. Arada taksi şoförü, marketçi gibi küçük rolleri de seslendiriyorum. Ancak iki dil senkronize olmuyor. Dizide karakter ağzıyla kısa bir şey geveliyor “ben çok affedersiniz” diyorum. Baktım bizim söylediğimiz uzun kaçtı, kısaltıp “bağışla”da karar kıldım. Bu oldu hatta beğenildi de… Ardından müdürümüz Doğan Kasaroğlu geldi ve “senin gibi ciddi bir haber spikerinin böyle bir görevde ne işi var” dedi. Nereden nereye geldik. Şimdi meslektaşlarımızın büyük bölümü magazine malzeme olmuş durumda... Uzatmadan Kaçak’a dönelim. Dizinin son bölümü geldi. Çetin Tekindor, Cihan Ünal herkes seslendirmede… Dublaj yapanlar hepsi işinin piri, devlet tiyatrosu sanatçıları… Seslendirme, dışarı bilgi çıkmasın, katil belli olmasın diye büyük bir gizlilik içinde yapıldı. Ertesi gün dizinin son bölümü yayınlanacak ve ben gece programımı kapatırken “şimdi size katili açıklayacağım” dedim. O esnada stüdyonun sesini kestik ve sadece ben ağzımı oynattım. Ardından aldım elime kalemi kâğıdı, “En iyisi yarını bekleyip, sonucu birlikte öğrenelim” yazdım ve bunu ekrandan tüm Türkiye’ye gösterdim.
FOTOĞRAF: UĞUR DEMİR
CUMHURİYET HAFTA SONU / 23 AĞUSTOS 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder