1 Ağustos 2008 Cuma

“Başrolü porselen bebeklere veriyorlar…”




ALPER TURGUT

Goncagül Sunar, minyon, enerjik, sempatik ve sürekli gülümseyen bir kadın… O, kendini komediye daha yakın hissediyor, dörtdörtlük bir karakter oyuncusu olduğunu söylememize ise gerek yok sanırım. Goncagül Sunar, “ben porselen bebek değilim, başrol oynayamam” diyecek kadar dobra, müzik piyasasının adeta can verdiği günümüzde albüm çıkartmak isteyecek kadar inatçı… Gelecekte, yanında bebeğiyle sahneye çıkıp şarkılar söylemek istiyor ve büyük bir sabırla hayatının rolünü almayı bekliyor.




—Oyunculuğa "Şahika Tekand Stüdyo Oyuncuları"nda başlamışsınız…

Gençken hippi gibiydim. Hayatı daha çok önemsiyordum. İdealisttim. Modern dünya düzenine hiçbirimiz esir düşmemiştik. Tek istediğim iyi bir oyuncu olmaktı. Bol bol turneye çıktığımız "Aşk Meşk Her şey" isimli oyun ve 8 yıl oynadığım "Mahallenin Muhtarları" adlı diziyle başlamış oldum bu serüvene…

—Sizi daha çok komik kadın rolleriyle hatırlıyoruz…

Aslında oyuncu her şeyi oynar. Kendini katar, kendinden katar, gözlem yapar, göz hafızasına alır. Karakteri içselleştirerek, değişip, dönüşerek hazırlanır. Ama komedi bana daha çok yakışıyor bunu biliyorum. Çünkü iç enerjim komediye daha yakın. Ayrıca ellerimin, kollarımın hareket etmesini seviyorum. Bir de ilginçtir, tipim nedeniyle 28 ile 40 yaşına dek çıkan bir yaş skalasında oynayabiliyorum. Yapımcılar ve yönetmenler buna çok şaşırıyorlar.

—Goncagül Sunar, 17 yıllık oyunculuk hayatı boyunca hiç başrol oynadı mı?

Nasıl oynayabilirim ki? Başrolü sadece porselen bebeklere veriyorlar. Kadın başrolü, Hülya Avşar’dan beri böyle… Beyaz ten, kumral saç, renkli göz. Yani halkımızın görünümünden ziyadesiyle uzak… Ben bir karakter oyuncusuyum. Sıkıcı esas adamın âşık olduğu kız yerine, inişleri çıkışları olan bir karakteri yeğlerim. Kendimi şanslı sayıyorum. Karakterlerim değişmeye, gelişmeye açıktı. Benim Çemberimde Gül Oya’da canlandırdığım pavyon şarkıcısı Canan Cansev, inanın 5 tane sinema filmi karakterine bedeldi. Hatta insanlar uzun süre ‘Canan’ diye tanıdılar beni. Ünlü olmak, magazinsel olmak gibi bir derdim de yoktu. Oyuncu, seyirciyle mesafeyi koruyabilmeli ve ben mahremiyete inanıyorum.



—“Asmalı Konak”, “Çemberimde Gül Oya”… Senarist, yönetmen Çağan Irmak’ın olmazsa olmaz oyuncularından biri gibisiniz…

Çağan Irmak çok eski bir arkadaşım. Beni bugüne dek en iyi o anladı. Çağan, insanı harekete geçiren, yükselten bir yönetmen… Karakter ile ilgili öyle bir şey söyler ki, siz resmen coşarsınız. Aynı zamanda onun iyi bir yazar olduğunu düşünüyorum. Çağan’ın senaryosunu yazdığı Yol Arkadaşım’ı da yıllarca onun asistanlığını yapan Irmak Çığ çekiyor. Anlayacağınız, onunla yol arkadaşlığına devam ediyorum.

—Sizin gözünüzden “Yol Arkadaşım” nasıl bir dizi?

Yol Arkadaşım, ataerkil bir televizyonda, feminist yapıya dair bir dizidir. Başka kadınların hikâyesidir. Üstelik aykırı bir kadın karakterine sempati duyulması çok hoşuma gidiyor. Birkaç gün önce TV’de benim üstlendiğim Rukiye karakterinin taklidini gördüm. Demek ki rolüm etkisini göstermiş, birilerinin dikkatini çekmiş.

—“Asmalı Konak” ve “Tatlı İntikam” birisi ak, diğeri kara… Bu sadece benim tespitim değil. Gerçekten pişman olduğunuz diziler var mı?

TV dizilerini küçümsemiyorum, insan yaptığı işten keyif almalı. Asmalı Konak, Çemberimde Gül Oya ve Fırtına çok sevildi. Güz Yangını, reyting kurbanı oldu. Ah İstanbul, Tatlı İntikam ve Güzel Günler ise tutunamadı. Şarkıcı Davut Güloğlu’nun başrolünü oynadığı Tatlı İntikam ise en büyük pişmanlığım, bu dizinin adını bile anmak istemiyorum. Babamın ölümü, boşluk duygusu ve çaresizlikti bu işi kabul etmemin nedeni. Oyuncu da hata yapar öğrenmiş oldum.



—Dizilerin yoğun temposu, sinema ve tiyatroyu ikinci ve üçüncü plana mı itiyor?

İnsanlar, 90 dakikalık uzunluğa ve araya zırt pırt giren reklamlara karşın sıkılmadan dizi izliyor. İnanılmaz bir şey bu. Sürenin uzunluğu, kaliteyi düşürüyor, senaryoya zarar veriyor. Dizilerin kısaltılması ve iyi oyuncuların varlığı gerek. Biliyorum bu bir hayal… Bu bir pazar ve bu sektörden pek çok insan yemek yiyor. Neyse sorunuza geçelim. "Tiyatro Çisenti" ile sevgili arkadaşım Enver Aysever" yönetiminde "Yağmurla Gelen Yüzler" ve "Açık Evlilik" isimli oyunlarda rol aldım. Uzun süredir tiyatro yapmadım. Tiyatroda Mehmet Ergen’in tarzını seviyorum. Pratik yapmak açısından birçok kısa filmde oynadım. Filler ve Çimen, Abuzer Kadayıf, O Şimdi Mahkûm, Döngel Karhanesi gibi uzun metrajlı filmlerde rol aldım, sinemaya kıyısından köşesinden bulaştım. En son Raşit Çelikezer’in yazıp, yönettiği Gökten Üç Elma Düştü’de rolüm var.

—Sinemada aradığınız rolü buldunuz mu?

Sıradan, basit, büyük şeyler söylemeyen bir hikâyenin içinde olmak istiyorum. Minimal, içe dönük… Edebiyatla allanmış, pullanmış olmasın. Ancak derinlikli bir karakter istiyorum. Bıçak sırtı bir rol… İnanıyorum bir gün olacak, hayalimdeki role kavuşacağım.



—Müziğe nasıl bulaştınız?

Müzik hayatımda hep vardı. Hatırlıyorum, ilk gençlik yıllarımda arkadaşlarımı toplardım etrafıma ve şarkılar söylerdim. Etkilendiğim akımlar ve tarzlar vardı. Gitarı ise Asmalı Konak’tan önce, sanırım 2002’de aldım ve başladım çalmaya… Sonra melodiler çıktı ve ben o melodilerin üzerine sözler yazdım. 2002’den bu yana hayatımın özetiydi kelimelere dökülen… Güçlü sözler, çarpıcı, samimi, yalın ve naif… Aradığım belki de buydu. İçimdekileri kusmak gibi bir derdim yok ancak söyleyecek sözleri olan şarkılar yapmak istedim. Şu ana dek, 14, 15 tane kayda değer şarkı yaptım.

—Müzik piyasasına “ölü toprağı” serpilmiş gibi… Bu dönemde albüm çıkarmak büyük bir risk değil mi?

Çoğu kez oyuncu olacağıma keşke müzisyen olarak başlasaydım diyorum. Bazen her şey olduğu kadardır ve hayat sana ne getirirse onu yaşarsın. Oyunculuk çoğu kez hayal kırıklığına uğratabilir, işte o zaman müziğe kaçıyorum. Albümler satmıyor, insanlar yaptıkları müziği internet üzerinden yayınlıyorlar. Ben de içimden gelen sözler, kalbimden, ruhumdan çıkan şeyler bilinsin diye “Sözler verdim” adlı şarkımı Myspace’deki sayfama koydum. (http://www.myspace.com/goncagulsunar) Her şeye karşın albümümü yaşama geçirme uğraşım sürecek.

—Biraz da ailenizden bahsedelim.

İstanbul’da doğdum ben, hiperaktif bir çocuktum. Annem Selanikli, babam Trabzonlu… Babaannem ise Şamlı… Dedem ta Suriye’den, Trabzon Sürmene’ye gelmiş. Kızılderililere benzerdi. Benden iki yaş küçük kız kardeşim var. Gazetelerde ve dergilerde yazılar yazar ve çok iyi şarkı söyler. Eşim Marsel Zamla ise ses mühendisi, ayrıca davul çalar.

—Peki, bebek?

Anne olmayı çok istiyorum. Dolu dolu 37 yaşındayım. Yaşımı da göz önüne alırsak, bir, iki sene sonra doğurmalıyım. Ardından yanındaki velet ile sahneye çıkıp şarkı söyleyen 40’ında bir kadın olacağım. Aynı Tina Turner gibi…

—Dizi nedeniyle yılın büyük bir bölümünde Cunda adasında yaşıyorsunuz. Evli bir kadın için zor olmuyor mu?

Hem de nasıl. Günde 36 defa telefonla konuşuyoruz. Haftanın 7 günü set var, bu yüzden Cunda’dan ayrılmak kolay değil. 10 Ağustos’ta gideceğiz, 2009 yılının Haziran ayında döneceğiz. Yani tam 40 hafta oradayım. Ve yol gerçekten çok uzun… Araba, feribot, uçak, ne yaparsanız yapın 5 saat sürüyor. Yol yorgunluğu çok kötü, etrafımdaki olağanüstü güzellikleri göremiyorum. Ancak diziler bana sabırlı olmayı ve beden direncini aşıladı. İstanbul’a gelince ailemle ve kedilerimle ilgileniyorum. Kedilerim adları Mışıl ve Mırgi. Biri dünyanın en zeki ve diğeri en aptal kedisi… Sürekli kavga ediyorlar

—Oysa Cunda adasında yaşamak pek çoğumuzun düşlerini süsler.

İstanbul, insanın ömrünü kısaltıyor, bizler şehir bağımlısıyız. Keşke insana bağımlı olsaydık. Cunda’nın sakinliğini sevdim. Meryem Hanım’ın yeri, “Hayal Bahçesi” setimizin çok yakınında… Soluğu orada alıyoruz, zeytinyağlıları nefis. Kapıya kırlangıçlar yuva yapmış. Cennet gibi. Gelecekte, 60’lı yaşlarımda sakin ve huzurlu bir yerde yaşar mıyım? İşte bunun yanıtını daha veremedim.





FOTOĞRAFLAR: KAAN SAĞANAK

CUMHURİYET HAFTA SONU / 02 AĞUSTOS 2008

Hiç yorum yok: