“MAHPUSLUK ZOR ZANAAT”
İçerdekiler, prangabent, kalebent, esir, tutsak, tutuklu, hükümlü, mahpus, mahkûm ve “suçlu, suçlu, suçlu” gibi adlara sahip oldular, tarih boyunca. Ve doluştular, suyu boşaltılmış sarnıçlardan, eski maden ocaklarına, kürek cezalarını çektikleri gemilerden, “terbiye evleri”ne, zindan görevini de üstlenen manastır, şato ve kalelerdeki hücrelerden, modern çağın sivil, askeri cezaevlerine…
Tarih değişir cezaevleri gerçeği değişmez. Örneğin ülkemizde, ne çok ön adı vardır, mahpushanelerin. Açık, yarı açık, kapalı, özel, yüksek güvenlikli, A, B, C, D, E, F, H, K, L, M tipi, hatta tipsiz hapishaneler (herhangi bir tip proje üzerine inşa edilmeyen il ve ilçe cezaevleri), kadın ve çocuk tutukevleri, ıslahevleri, kiralık mahpushaneler. Say say, söyle söyle bitmez.
Eskinin bildik cezaevleri, Yedikule, Baba Cafer ve Taif zindanları, Sinop Kalesi ve Bekirağa Bölüğü’dür. Şair Şükran Kurdakul, Yedikule’yi şöyle tanıtır:
Her geçişte Yedikule’den
Can evimden duyarım
Zindan ne demektir, cellat ne demek
İpe geçirmişler gibi boğazımı
Yıkılır saraylarım
Söner hanem.
Mesela Diyarbakır Cezaevi bundan 116 yıl evvel yapılmıştır. Edirne ve Lâpseki cezaevlerinin inşa tarihi de 1890’dır. Şimdi lüks Four Season Oteli’ne çevrilen Sultanahmet ile kadın cezaevine dönüşen Paşakapısı cezaevleri de, 1916 yılında hizmete girmiştir. (Sultanahmet Cezaevi'nin kültür merkezi olması için yapılan etkinliğe katılmıştım. Feci dayak yemiştik. Yıllar sonra bir tarihin silinip otele dönüşmesiyle ilgili haber yapmıştım. Gerçekten silinmişti her şey. Sadece bir sütunda bir tutuklunun kazıdığı yazı vardı, onu göstermişlerdi cezaevi hatırası diye…)
Şimşekleri sürekli üstüne çeken Bayrampaşa Cezaevi’nin inşaatı, 1967 yılında tamamlanmış ve Ortadoğu’nun en büyük mahpushanesi unvanını almıştır. Günümüzde ise kapasiteleri on binleri bulan ve sayıları yüzlerle ölçülen hapishaneler kaplamıştır ülkeyi.
Cezaevlerini bir kenara bırakalım, gelelim içerdeki insanlara. Türkiye’deki siyasi tutuklu ve hükümlülerin sayısı da, Avrupa ülkelerinden kat be kat fazladır. Örneğin Almanya’da bu rakam dört iken, Türkiye’de her ne kadar terör suçlusu denilse de, 5 bin ile 10 bin arasında değişir sayıları.
Dam da denilen cezaevleri, avluları, maltaları, koğuşları, hücreleriyle, binlerce yaşam öyküsünü ağırladı, binlerce drama tanıklık etti. Günü geldi, afla sevindi mahkûmlar, günü geldi mahpushane avlusuna kuruldu darağaçları... “5 yıldızlı otele” çevirdikleri koğuşlarında “kokoreç makineleri” ile yaşarken mafya babaları, 15 yaşındayken 25 yıl ceza aldı, devletin kabul etmediği siyasetlerin çocukları... Nöbetçi kuleleri ve tel örgüler ile çevrili, büyük ve şekilsiz taş binaların içinde, çocukluktan gençliğe adım attılar. Armağanları ise kimi zaman 17 yaşında idam edilmek oldu. Bıyıkları yeni terleyenlerdi onlar. Hayatlarının baharında solarken toy yanları, örselenirlerken gün be gün, adı unutturulmaya çalışalan özgürlüğü sevdiler, hiç tanıyamadıkları karşı cinslerinden daha çok... Siyasi tutuklu ve hükümlülerin, tek tip elbise dayatmasıyla, işkence ve her türlü yasakla boğuştuğu yıllarda, koğuş ağalığı, uyuşturucu, fuhuş, sübyancılık gibi rezaletler de yaşanırdı üç, beş şebeke ötede...
Ve sazlı türkülü zaman öldürmeler arasında, ranza sohbetleriyle de harmanlanan, kopmaz arkadaşlıklar kuruldu ve ortak yaşamlar. Şiirler yazıldı, türküler bestelendi dört duvar arasında...
Hapishaneye dair
Çok şeyim oldu bu yaşa kadar
Söğütten atım oldu,
Askerde mavzerim;
Bunlardan başka daha nelerim!
Kerhanede dostum oldu
Hapishanede postum oldu;
Ben sonuncusunu severim
Niyazi Akıncıoğlu
Bağlarken insanları voltalar, af beklentisiyle içilirken demli çaylar, zaman duruyordu on, yirmi, otuz yıllık hapis cezalarına inat. Duvarı nem, insanı gam öldürürmüş. “Ve olmayan mektuplar, avuçlarda buruşurken”, duvarlara atılan günlük çentikler, yüreklere atılanlarla yarışırdı. At başı...
Dardayım ben dardayım
Malum dört duvardayım
Ne gelen var ne giden
Gece karanlıktayım
Ne gelen var ne giden
Her gün isyanlardayım
Cezaevlerine özgü sessizlik saatleri, yeni gelenler için “kapı altı dayağı” ya da “hoş geldin karşılaması” faslı, iple çekilen görüş günleri ve her şeyden önemlisi hasret. Sevdiklerinden uzakta, yapayalnızken büyüdü özlem, türkü oldu. İnsana ait ne varsa, tel örgüler ve demir parmaklıklar arkasından ses oldu haykırdı:
Kör baskılar, karanlıklar
Demir kapılar, taş duvarlar
Olsa da dört bir yanında
Söylerim türkümü sana
Kuş sesinden, dağ yelinden ulaşır sana
O en güzel yarınlarda erişir sana...
Ve görüş günleri… Enver Gökçe’den;
Bugün görüş günümüz
Dost kardeş bir arada
Telden tele
Mendil salla
El salla
Merhaba
İzin olsun hapishane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım kalır cıgaramın ateşi
Gitme dayanamam
Cezaevleri, hep Türkiye’nin kanayan yarası oldu. Düşünce yeri geldi, terör suçu oldu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler ise terörist. Sopa ve havuç politikasından vazgeçmeyen zihniyet nedeniyle, pankart asanlar, sıralarına “savaş hayır” kazıyanlar, liseliler, üniversiteliler, işçiler, memurlar, aydınlar, “yarı aydınlar”, tek tek, öbek öbek içeriye tıkıldı.
Malta işgali, kapılara vurma, sayım vermeme ve rehin alma eylemleri… Bir ananın yürek paralayan, “Yavrum, götürmeyin evladımı. O daha çok küçük. Yapmayın.” seslenişi… Sonra genç bir kadının işkence sonucu çocuğunu düşürüşü ve zorla müdahale sonucu sakat kalan gençler, “bu duvar, duvarınız vız gelir bize vız” imzalı firarlar, malumunuz “hapishaneler yolgeçen hanı” haberleri ve “üşüyen bedenleri için pencere camı isteyen çocukların” isyanları ile anıldı cezaevleri.
Zaman zaman kan ve barut kokardı içerisi. Devlet, kendi yaptığını yıkar, gözaltına aldığı, tutuklayıp, hüküm giydirdiği insanları tekrar ele geçirmek için operasyon yapardı. Sonra dozerin biri gelir, kolunu kopartırdı genç bir adamın. Ardından o kol başka bir kentte, bir sokak köpeğinin ağzında bulunurdu. Ölürdü birileri, ödül alırdı kimileri. Acı büyür, insanlık adına ne varsa çürürdü. Soluksuz kalınırdı. Çiçero, boş bulunup “En çabuk kuruyan şey gözyaşıdır” demiş. Ama bunlar nasıl unutulabilir. Er ya da geç tarih notunu düşecektir.
Hani 11 yıldır girilemeyen cezaevlerine, devletin gözetiminde gazeteciler girerdi. Öyle bir gündü yine. X davası tutuklu ve hükümlüleri yemek yaparken, y davası mahkûmları tatlı hazırlıyorlardı. Buyur ettiler. Ben hayatımda, böyle temiz bir yer görmedim. Meğer koğuşmuş. Bizi gezdiren, infaz koruma memuruna sordum. “Korkuyor musun?” diye. O, güldü. Adli tutuklu ve hükümlülerin kaldığı yerden, siyasi C Blok’a gelmek için “az dil dökmedim” dedi. Kulağıma eğildi, burada huzur bulduğunu söyledi. Fısıltıyla...
CEZAEVLERİNDEKİ ÇETE GERÇEĞİ…
Tarih 20 Eylül 1999… Mafya babası Alaattin Çakıcı’nın yeğeni Kenan Ali Gürsel’in de aralarında bulunduğu 7 kişi, Bayrampaşa Cezaevi’ndeki çete hesaplaşması sırasında öldürüldüler. Çatışmanın sonrasında ortaya çıkan gerçekler, hapishane müdürleri, savcılarıyla çeteler arasındaki ilişkinin somut göstergesi sayıldı. Olay esnasında 2. müdürün odasında olan mafya davası sanığı Kenan Ali Gürsel’in kasasında trilyonu geçkin para bulundu. Ayrıca 2. müdürün bu çete reislerinden borç ya da farklı amaçla para aldığı kamuoyuna yansıdı. Birkaç örnek daha verelim. Hapishanede tutuklu bulunan adam pavyonda olay çıkarır, bir de istek şarkısını seslendirmedi diye kadın şarkıcıyı kurşunlar. İtirafçı cezaevinde değil dışarıda yaşar. Susurluk sanığı, kadın gardiyan, gaspçı kadın ve itirafçı Selma Polat Duyar’la ilişki yaşar. Susurluk davasının yanı sıra uyuşturucu kaçakçılığından da yargılanan Yaşar Öz, başka bir tutukluyu rehin alıp, televizyon kanallarına cep telefonuyla açıklamalarda bulunur. Sonra birisi bilmem neresiyle duvarı deler, kadın hamile kalır. Yine Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi yöneticisi hakkında, çocuklara işkence yapmak ve kadınlara cinsel taciz iddiasıyla soruşturma açılır. Cezaevlerinde silahlarıyla, eroinleriyle yaşayanlar vardır. Rakip çeteler, içeride ateşli silahlarla sahici çatışmalara girer. Ülkücü mafya liderlerinin, güvenlik güçlerinin yardımıyla kaçtıkları ortaya çıkar. İnfaz koruma memur ve baş memurları ile cezaevi idarecilerini ya parayla satın almaya kalkarlar veya dışarıdaki adamları vasıtasıyla yaşamlarını ve ailelerini tehdit ederler. İstanbul ve Hatay’da iki hapishane personelinin öldürülmesi veya birçok kentte suç guruplarına yardımcı oldukları için aralarında cezaevi müdürlerinin de bulunduğu görevlilerin tutuklanmaları buna örnek gösterilebilir. Yoksa cezaevine para, silah, uyuşturucu hatta hayat kadını sokabilmek kolay olmasa gerek. Guatemala’daki dört cezaevinde rakip çete üyeleri arasında çıkan çatışmalarda 30 kişinin ölmesi haberleri şaşırtıcı gelmez nedense…
DÜNYADAKİ CEZAEVLERİ DE KAYNIYOR
“En büyük cezaevi taş duvarların, demir parmaklıkların değil, insan kafasının içidir.”
Lovelace
Uluslararası Hapishaneler Gözlem Evi’nin (OIP), Fransa’daki 185 cezaevinde gerçekleştirdiği incelemeler sonucunda, 2004 yılında 115 mahkûmun intihar ettiği anlaşıldı. Yine Fransız hapishanelerinde son 5 yıl içinde şiddet olayları, yüzde 155 oranında yükseldi. Yanan sadece Paris sokakları değildir. Fransa’da avukatlar, ülkedeki cezaevi koşullarını “patlamaya hazır bombaya” benzeterek, cezaevlerindeki dolululuk oranının yüzde 129’a ulaştığına dikkat çekerler.
İngiliz hapishanelerinde de intihar patlaması yaşanıyor. Alman cezaevlerinde ise 1994 yılından bugüne dek 184 ölüm olayı yaşandı. Dünyada 9 milyon mahkûm var ve bunun yüzde 22’si yani 2 milyon kişi ABD hapishanelerinde tutuluyor.
San Salvador’da adı “Umut” olan cezaevinde mahkûmlar, bomba, silah ve bıçaklarla çatıştı 23 kişi öldü. Brezilya’daki cezaevi çatışmasında ölenlerin sayısı 34 idi. Üstüne Brezilya’daki mahkûmlar, arkadaşlarını öldürüp yeme tehdidinde de bulundular. Honduras’ta cezaevi yangınında ölenlerin sayısı 102’dir. Ekvador’da 110 çocuğun sahibi 420 kadın açlık grevi yapar. Bolivya’da iki tutuklu kendilerini çarmıha gerdirip, ağızlarını diktirdiler.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) raponlarında, Asya cezaevlerindeki çocuk mahkûmların işkence, tecavüz ve uyuşturucu üçgeninde heba olduğuna işaret eder.
İsrail’in cezaevlerini dolduran binlerce Filistinli esir, koşulların düzeltilmesi için yıllar yılı hayatlarını ortaya koyup eylemler yaptılar. Uzun zaman önce yedi arkadaşları bırakılmadı diye bir yılı aşkın süre serbest kalmayı reddeden 23 Filistinli tutsağın öyküsü tüm dünyanın ilgisini çekmişti.
Ve geçtiğimiz yıl tam 8 bin Filistinli mahkûm, “Kırbaçlama, çırılçıplak soyma ve kötü muamelenin engellenmesi” istemiyle açlık grevine başladı. İsrail Sağlık Bakanı Dany Naveh, açlık grevi direnişçilerini, katil olarak göstererek hastanelere alınmalarını kabul edemeyeceğini söyledi. İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Zahi Hanegbi ise “Ölene kadar açlık grevi yapabilirler. Açlık grevi yapmaları umurumda değil” dedi. (Hayata Dönüş operasyonu öncesinde TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi MHP milletvekili Mehmet Arslan, ölüm orucu eylemcileri için “Gebersinler. Ne yapalım yani altlarına mı yatalım?” demişti.)
Ayrıca İsrailli yetkililer, açlık grevindeki eylemcilerin koğuşları önünde ızgara yapılması konusunda şunları söyledi: “Bu taktikleri açlık grevinde son derece deneyimli olan Türkiye ve İngiltere'den öğrendik.”
Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, İsraillilerin demecini yalanlayarak, “Biz kesinlikle böyle bir şey denemedik. Tokyo bildirilerinin verdiği hakları kullanıp, ölüm orucunda bilinç yitirme ya da dönüşü olmayan yola girme halinde tıbbi müdahale, hastaneye kaldırma yoluna gidiyorduk.” yanıtını verdi.
Burada sözü 1984 ölüm orucu direnişçisi Zeynel Polat’a verelim:
“Bazı açlık grevlerinde hücre mazgallarımızın önüne köfteci tezgâhı getirip köfte kızartmışlardı. Mazgal deliğini açıp kokuların içeri gelip bizi etkilemesi için özel olarak uğraşmışlardı. Hastanedeyken başımızın ucundaki komidinin üzerine kokusu tüten sıcak yemekler bırakıyorlardı. O kadar saygısız ve iğrençtiler...”
Aradan 16 yıl geçmiştir. 2000 yılı ölüm orucu eylemcisi Yıldız Gemicioğlu (ailesi tarafından Küçükarmutlu’dan baskınla alındı) anlatıyor;
“Komutanların, uzman çavuşların ısrarı hiç bitmedi. Ben çay almadığım zamanlarda Astsubay Yahya isminde biri elinde ekmeklerle gelip ‘Az önce kahvaltı yaptım şimdi bunu yiyeceğim az sonra da döner yemeye gideceğim’ diyerek bir süre yemeğini benim odamda yedi.”
İsrail koşulların düzeltilmesini kabul edince 17 gün sonra açlık grevi sona erdi. Filistin İslami Hukuk Yüksek Konseyi Başkanı Şeyh Tayser El Tamimi, “Açlık grevi bir cihat şeklidir. Grevde ölenler şehit sayılır” dedi. Türk Diyanet İşleri Başkanlığı ise “günah” sayıp, zorla müdahaleye onay verirdi. Hadi bakalım, kolaysa çıkın işin içinden…
ADA CEZAEVLERİ
Bir hayli geriye dönelim… İktidarlar, zararlı yaftasını yapıştırdıkları insanları hapsetmek için farklı tarihlerde, farklı fikirler geliştirdiler. Kendilerince kirli, sefil, serseri ve benzeri olanları yine kendilerince suçsuz ve masum kalanlardan uzak tutmak gayretiyle, üst üste trajik buluşlar icat ettiler. Kaçılması olanaksız cezaevini kurabilmek saplantısı, kale hapishanelerinden sonra firar etmenin hemen hemen imkânsız olduğu, ada zindanlarını doğurdu. Hollywood’un, ünlü “Alcatraz Kuşçusu” ve “Alcatraz’dan Kaçış” filmlerini çektiği, artık turistik gezi alanına dönüşen ABD’deki Alcatraz Hapishanesi, ada cezaevlerinin en bilinenlerindendir. Hazar Denizi’nde bulunan Nargin (Yılan veya Cehennem Adası), Makarios ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin sürüldüğü Seychelles (Seyşel) Adası, Sardunya Adası yakınlarındaki Asinara, Akdeniz’de Malta, Ohotsk Denizi’nde yeralan Sahalin, Gulag Takımadaları, Kuzey Buz Denizi’ndeki Slovest, Çin Hindi kıyılarındaki Malaya Adası yıllar yılı mahkûmları ağırladı.
Dumas’ın ünlü eseri Monte Kristo Kontu’nda geçen meşhur İf Şatosu'nda, Fransa'nın ünlü ada cezaevi Salut’ta, Venezuela’nın El Darado Adası’nda, Napolyon’un sürüldüğü Elbe Adası’nda nice tutsak yaşamlar soldu. İngilizler ve Ruslar tarafından kullanılan ada hapishaneleri ise, esirlerin sürgün yeriydi. Yüzen cezaevleri haline getirilen gemiler ise 18 ve 19. yüzyıl arasında tam 80 yıl kullanıldı.
Bugün tatil yapabilmek, içip, sıçıp eğlenebilmek için küçük çapta servetler ödenen adalarda, eskiden kahır ve hasretlik çekilirdi. Bu cezaevlerinde, adları dahi hatırlanmayan yüzlerce, binlerce ağır suçlu ve savaş esiri, köle gibi çalıştırıldı, pek çoğu işkenceden, bakımsızlıktan, hastalıktan öldüler. Osmanlı döneminde Kıbrıs, Cumhuriyet’in ardından ise Yassıada ve İmralı Adası, cezaevleri ve mahkeme olarak kullanıldı, kullanılıyor.
HAYALET CEZAEVLERİ…
Yetmedi. Son yıllarda, “kendi yanında olmayan her şeye savaş açan” ve vahşette sınır tanımayan ABD yönetimi, “hayalet cezaevi” diye bir şey icat etti. 500 esiriyle Guantanamo’nun başı çektiği bu yeni yetme cezaevlerinin sayısının 14 olduğu ve tüm dünyaya yayılmaya başladığı notlar arasına düşülüyordu. Küba'daki Guantanamo üssünde sorgulamayı yürüten görevlilerin, önemli bir Suudi tutsağı konuşturmak için kendisine eşcinsel muamelesi yaptıkları ortaya çıkıyordu.
Görevliler, Suudi esire sutyen taktırmış ve bir erkekle dans etmeye zorlamıştı.
Merkezi New York’ta bulunan insan hakları örgütü “Human Rights First” daha da ileri giderek, gizli cezaevlerinin, Afganistan, Irak, Pakistan, Ürdün ülkeleri dışında, Hint Okyanusu’ndaki Amerikan üssü Diego Garcia ile Amerikan savaş gemilerinde yer aldığını açıkladı. Sonra CIA’in paravan şirketinin sahip olduğu uçaklar, mal kaçırırcasına insan kaçırdılar, muhaliflerini ya hapsedip ya da yok etmek için… New York Times gazetesi, 26 CIA uçağının 2001 Eylül ayından bu yana, Avrupa ülkelerine 307 uçuş yaptığını yazmıştı. Sinema oyuncusu Gerard Depardieu, şarkıcı Manu Chao, Nobel ödüllü yazarlar Harold Pinter ve Dario Fo’nun da aralarında bulunduğu 400’ü aşkın tanınmış sanatçı, İngiliz Guardian gazetesinde ortak bir mektup yayınladı. Mektupta, Washington’dan, Guantanamo başta olmak üzere sistemli insan hakları ihlallerinin sürdüğü tüm tutuklama merkezlerini kapatması istendi:
“Avrupa Birliği ülkeleri, Guantanamo’da işkence gören kendi vatandaşlarının ifadelerini bile görmezden geldi. Bazıları şüphelileri tutuklama merkezlerine taşıyan CIA uçaklarının kendi hava sahasından geçmesine izin verdi. BM İnsan Hakları Komisyonu ya da yerini alacak konsey, bu ikiyüzlülüğe son vermeli ve başta Guantanamo olmak üzere ABD’nin kurduğu tüm tutuklama merkezlerinin kapatılmasını talep etmeli.”
500’e yakın esir, yasadışı bir şekilde hala Guantanamo üssünde tutuluyor.
Egemen güçler, kanunsuzluğun ve şiddetin tarihini yazmayı sürdürüyor. Örneğin ölüm mangaları, Afganistan’daki Kale-i Cengi’de tutulan 600 Taliban ayaklanınca, savaş uçaklarından üzerlerine bomba yağdırdılar ve ağır silahlarla taradılar. Acımak yoktu. Hemen hemen hepsini gözlerini bile kırpmadan öldürdüler. İsrailliler, Filistin topraklarındaki Eriha cezaevine tanklar, füze atan helikopterler ve dozerlerle kanlı bir operasyon düzenledi…
İçerdekiler, prangabent, kalebent, esir, tutsak, tutuklu, hükümlü, mahpus, mahkûm ve “suçlu, suçlu, suçlu” gibi adlara sahip oldular, tarih boyunca. Ve doluştular, suyu boşaltılmış sarnıçlardan, eski maden ocaklarına, kürek cezalarını çektikleri gemilerden, “terbiye evleri”ne, zindan görevini de üstlenen manastır, şato ve kalelerdeki hücrelerden, modern çağın sivil, askeri cezaevlerine…
Tarih değişir cezaevleri gerçeği değişmez. Örneğin ülkemizde, ne çok ön adı vardır, mahpushanelerin. Açık, yarı açık, kapalı, özel, yüksek güvenlikli, A, B, C, D, E, F, H, K, L, M tipi, hatta tipsiz hapishaneler (herhangi bir tip proje üzerine inşa edilmeyen il ve ilçe cezaevleri), kadın ve çocuk tutukevleri, ıslahevleri, kiralık mahpushaneler. Say say, söyle söyle bitmez.
Eskinin bildik cezaevleri, Yedikule, Baba Cafer ve Taif zindanları, Sinop Kalesi ve Bekirağa Bölüğü’dür. Şair Şükran Kurdakul, Yedikule’yi şöyle tanıtır:
Her geçişte Yedikule’den
Can evimden duyarım
Zindan ne demektir, cellat ne demek
İpe geçirmişler gibi boğazımı
Yıkılır saraylarım
Söner hanem.
Mesela Diyarbakır Cezaevi bundan 116 yıl evvel yapılmıştır. Edirne ve Lâpseki cezaevlerinin inşa tarihi de 1890’dır. Şimdi lüks Four Season Oteli’ne çevrilen Sultanahmet ile kadın cezaevine dönüşen Paşakapısı cezaevleri de, 1916 yılında hizmete girmiştir. (Sultanahmet Cezaevi'nin kültür merkezi olması için yapılan etkinliğe katılmıştım. Feci dayak yemiştik. Yıllar sonra bir tarihin silinip otele dönüşmesiyle ilgili haber yapmıştım. Gerçekten silinmişti her şey. Sadece bir sütunda bir tutuklunun kazıdığı yazı vardı, onu göstermişlerdi cezaevi hatırası diye…)
Şimşekleri sürekli üstüne çeken Bayrampaşa Cezaevi’nin inşaatı, 1967 yılında tamamlanmış ve Ortadoğu’nun en büyük mahpushanesi unvanını almıştır. Günümüzde ise kapasiteleri on binleri bulan ve sayıları yüzlerle ölçülen hapishaneler kaplamıştır ülkeyi.
Cezaevlerini bir kenara bırakalım, gelelim içerdeki insanlara. Türkiye’deki siyasi tutuklu ve hükümlülerin sayısı da, Avrupa ülkelerinden kat be kat fazladır. Örneğin Almanya’da bu rakam dört iken, Türkiye’de her ne kadar terör suçlusu denilse de, 5 bin ile 10 bin arasında değişir sayıları.
Dam da denilen cezaevleri, avluları, maltaları, koğuşları, hücreleriyle, binlerce yaşam öyküsünü ağırladı, binlerce drama tanıklık etti. Günü geldi, afla sevindi mahkûmlar, günü geldi mahpushane avlusuna kuruldu darağaçları... “5 yıldızlı otele” çevirdikleri koğuşlarında “kokoreç makineleri” ile yaşarken mafya babaları, 15 yaşındayken 25 yıl ceza aldı, devletin kabul etmediği siyasetlerin çocukları... Nöbetçi kuleleri ve tel örgüler ile çevrili, büyük ve şekilsiz taş binaların içinde, çocukluktan gençliğe adım attılar. Armağanları ise kimi zaman 17 yaşında idam edilmek oldu. Bıyıkları yeni terleyenlerdi onlar. Hayatlarının baharında solarken toy yanları, örselenirlerken gün be gün, adı unutturulmaya çalışalan özgürlüğü sevdiler, hiç tanıyamadıkları karşı cinslerinden daha çok... Siyasi tutuklu ve hükümlülerin, tek tip elbise dayatmasıyla, işkence ve her türlü yasakla boğuştuğu yıllarda, koğuş ağalığı, uyuşturucu, fuhuş, sübyancılık gibi rezaletler de yaşanırdı üç, beş şebeke ötede...
Ve sazlı türkülü zaman öldürmeler arasında, ranza sohbetleriyle de harmanlanan, kopmaz arkadaşlıklar kuruldu ve ortak yaşamlar. Şiirler yazıldı, türküler bestelendi dört duvar arasında...
Hapishaneye dair
Çok şeyim oldu bu yaşa kadar
Söğütten atım oldu,
Askerde mavzerim;
Bunlardan başka daha nelerim!
Kerhanede dostum oldu
Hapishanede postum oldu;
Ben sonuncusunu severim
Niyazi Akıncıoğlu
Bağlarken insanları voltalar, af beklentisiyle içilirken demli çaylar, zaman duruyordu on, yirmi, otuz yıllık hapis cezalarına inat. Duvarı nem, insanı gam öldürürmüş. “Ve olmayan mektuplar, avuçlarda buruşurken”, duvarlara atılan günlük çentikler, yüreklere atılanlarla yarışırdı. At başı...
Dardayım ben dardayım
Malum dört duvardayım
Ne gelen var ne giden
Gece karanlıktayım
Ne gelen var ne giden
Her gün isyanlardayım
Cezaevlerine özgü sessizlik saatleri, yeni gelenler için “kapı altı dayağı” ya da “hoş geldin karşılaması” faslı, iple çekilen görüş günleri ve her şeyden önemlisi hasret. Sevdiklerinden uzakta, yapayalnızken büyüdü özlem, türkü oldu. İnsana ait ne varsa, tel örgüler ve demir parmaklıklar arkasından ses oldu haykırdı:
Kör baskılar, karanlıklar
Demir kapılar, taş duvarlar
Olsa da dört bir yanında
Söylerim türkümü sana
Kuş sesinden, dağ yelinden ulaşır sana
O en güzel yarınlarda erişir sana...
Ve görüş günleri… Enver Gökçe’den;
Bugün görüş günümüz
Dost kardeş bir arada
Telden tele
Mendil salla
El salla
Merhaba
İzin olsun hapishane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım kalır cıgaramın ateşi
Gitme dayanamam
Cezaevleri, hep Türkiye’nin kanayan yarası oldu. Düşünce yeri geldi, terör suçu oldu. Siyasi tutuklu ve hükümlüler ise terörist. Sopa ve havuç politikasından vazgeçmeyen zihniyet nedeniyle, pankart asanlar, sıralarına “savaş hayır” kazıyanlar, liseliler, üniversiteliler, işçiler, memurlar, aydınlar, “yarı aydınlar”, tek tek, öbek öbek içeriye tıkıldı.
Malta işgali, kapılara vurma, sayım vermeme ve rehin alma eylemleri… Bir ananın yürek paralayan, “Yavrum, götürmeyin evladımı. O daha çok küçük. Yapmayın.” seslenişi… Sonra genç bir kadının işkence sonucu çocuğunu düşürüşü ve zorla müdahale sonucu sakat kalan gençler, “bu duvar, duvarınız vız gelir bize vız” imzalı firarlar, malumunuz “hapishaneler yolgeçen hanı” haberleri ve “üşüyen bedenleri için pencere camı isteyen çocukların” isyanları ile anıldı cezaevleri.
Zaman zaman kan ve barut kokardı içerisi. Devlet, kendi yaptığını yıkar, gözaltına aldığı, tutuklayıp, hüküm giydirdiği insanları tekrar ele geçirmek için operasyon yapardı. Sonra dozerin biri gelir, kolunu kopartırdı genç bir adamın. Ardından o kol başka bir kentte, bir sokak köpeğinin ağzında bulunurdu. Ölürdü birileri, ödül alırdı kimileri. Acı büyür, insanlık adına ne varsa çürürdü. Soluksuz kalınırdı. Çiçero, boş bulunup “En çabuk kuruyan şey gözyaşıdır” demiş. Ama bunlar nasıl unutulabilir. Er ya da geç tarih notunu düşecektir.
Hani 11 yıldır girilemeyen cezaevlerine, devletin gözetiminde gazeteciler girerdi. Öyle bir gündü yine. X davası tutuklu ve hükümlüleri yemek yaparken, y davası mahkûmları tatlı hazırlıyorlardı. Buyur ettiler. Ben hayatımda, böyle temiz bir yer görmedim. Meğer koğuşmuş. Bizi gezdiren, infaz koruma memuruna sordum. “Korkuyor musun?” diye. O, güldü. Adli tutuklu ve hükümlülerin kaldığı yerden, siyasi C Blok’a gelmek için “az dil dökmedim” dedi. Kulağıma eğildi, burada huzur bulduğunu söyledi. Fısıltıyla...
CEZAEVLERİNDEKİ ÇETE GERÇEĞİ…
Tarih 20 Eylül 1999… Mafya babası Alaattin Çakıcı’nın yeğeni Kenan Ali Gürsel’in de aralarında bulunduğu 7 kişi, Bayrampaşa Cezaevi’ndeki çete hesaplaşması sırasında öldürüldüler. Çatışmanın sonrasında ortaya çıkan gerçekler, hapishane müdürleri, savcılarıyla çeteler arasındaki ilişkinin somut göstergesi sayıldı. Olay esnasında 2. müdürün odasında olan mafya davası sanığı Kenan Ali Gürsel’in kasasında trilyonu geçkin para bulundu. Ayrıca 2. müdürün bu çete reislerinden borç ya da farklı amaçla para aldığı kamuoyuna yansıdı. Birkaç örnek daha verelim. Hapishanede tutuklu bulunan adam pavyonda olay çıkarır, bir de istek şarkısını seslendirmedi diye kadın şarkıcıyı kurşunlar. İtirafçı cezaevinde değil dışarıda yaşar. Susurluk sanığı, kadın gardiyan, gaspçı kadın ve itirafçı Selma Polat Duyar’la ilişki yaşar. Susurluk davasının yanı sıra uyuşturucu kaçakçılığından da yargılanan Yaşar Öz, başka bir tutukluyu rehin alıp, televizyon kanallarına cep telefonuyla açıklamalarda bulunur. Sonra birisi bilmem neresiyle duvarı deler, kadın hamile kalır. Yine Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi yöneticisi hakkında, çocuklara işkence yapmak ve kadınlara cinsel taciz iddiasıyla soruşturma açılır. Cezaevlerinde silahlarıyla, eroinleriyle yaşayanlar vardır. Rakip çeteler, içeride ateşli silahlarla sahici çatışmalara girer. Ülkücü mafya liderlerinin, güvenlik güçlerinin yardımıyla kaçtıkları ortaya çıkar. İnfaz koruma memur ve baş memurları ile cezaevi idarecilerini ya parayla satın almaya kalkarlar veya dışarıdaki adamları vasıtasıyla yaşamlarını ve ailelerini tehdit ederler. İstanbul ve Hatay’da iki hapishane personelinin öldürülmesi veya birçok kentte suç guruplarına yardımcı oldukları için aralarında cezaevi müdürlerinin de bulunduğu görevlilerin tutuklanmaları buna örnek gösterilebilir. Yoksa cezaevine para, silah, uyuşturucu hatta hayat kadını sokabilmek kolay olmasa gerek. Guatemala’daki dört cezaevinde rakip çete üyeleri arasında çıkan çatışmalarda 30 kişinin ölmesi haberleri şaşırtıcı gelmez nedense…
DÜNYADAKİ CEZAEVLERİ DE KAYNIYOR
“En büyük cezaevi taş duvarların, demir parmaklıkların değil, insan kafasının içidir.”
Lovelace
Uluslararası Hapishaneler Gözlem Evi’nin (OIP), Fransa’daki 185 cezaevinde gerçekleştirdiği incelemeler sonucunda, 2004 yılında 115 mahkûmun intihar ettiği anlaşıldı. Yine Fransız hapishanelerinde son 5 yıl içinde şiddet olayları, yüzde 155 oranında yükseldi. Yanan sadece Paris sokakları değildir. Fransa’da avukatlar, ülkedeki cezaevi koşullarını “patlamaya hazır bombaya” benzeterek, cezaevlerindeki dolululuk oranının yüzde 129’a ulaştığına dikkat çekerler.
İngiliz hapishanelerinde de intihar patlaması yaşanıyor. Alman cezaevlerinde ise 1994 yılından bugüne dek 184 ölüm olayı yaşandı. Dünyada 9 milyon mahkûm var ve bunun yüzde 22’si yani 2 milyon kişi ABD hapishanelerinde tutuluyor.
San Salvador’da adı “Umut” olan cezaevinde mahkûmlar, bomba, silah ve bıçaklarla çatıştı 23 kişi öldü. Brezilya’daki cezaevi çatışmasında ölenlerin sayısı 34 idi. Üstüne Brezilya’daki mahkûmlar, arkadaşlarını öldürüp yeme tehdidinde de bulundular. Honduras’ta cezaevi yangınında ölenlerin sayısı 102’dir. Ekvador’da 110 çocuğun sahibi 420 kadın açlık grevi yapar. Bolivya’da iki tutuklu kendilerini çarmıha gerdirip, ağızlarını diktirdiler.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) raponlarında, Asya cezaevlerindeki çocuk mahkûmların işkence, tecavüz ve uyuşturucu üçgeninde heba olduğuna işaret eder.
İsrail’in cezaevlerini dolduran binlerce Filistinli esir, koşulların düzeltilmesi için yıllar yılı hayatlarını ortaya koyup eylemler yaptılar. Uzun zaman önce yedi arkadaşları bırakılmadı diye bir yılı aşkın süre serbest kalmayı reddeden 23 Filistinli tutsağın öyküsü tüm dünyanın ilgisini çekmişti.
Ve geçtiğimiz yıl tam 8 bin Filistinli mahkûm, “Kırbaçlama, çırılçıplak soyma ve kötü muamelenin engellenmesi” istemiyle açlık grevine başladı. İsrail Sağlık Bakanı Dany Naveh, açlık grevi direnişçilerini, katil olarak göstererek hastanelere alınmalarını kabul edemeyeceğini söyledi. İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Zahi Hanegbi ise “Ölene kadar açlık grevi yapabilirler. Açlık grevi yapmaları umurumda değil” dedi. (Hayata Dönüş operasyonu öncesinde TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi MHP milletvekili Mehmet Arslan, ölüm orucu eylemcileri için “Gebersinler. Ne yapalım yani altlarına mı yatalım?” demişti.)
Ayrıca İsrailli yetkililer, açlık grevindeki eylemcilerin koğuşları önünde ızgara yapılması konusunda şunları söyledi: “Bu taktikleri açlık grevinde son derece deneyimli olan Türkiye ve İngiltere'den öğrendik.”
Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, İsraillilerin demecini yalanlayarak, “Biz kesinlikle böyle bir şey denemedik. Tokyo bildirilerinin verdiği hakları kullanıp, ölüm orucunda bilinç yitirme ya da dönüşü olmayan yola girme halinde tıbbi müdahale, hastaneye kaldırma yoluna gidiyorduk.” yanıtını verdi.
Burada sözü 1984 ölüm orucu direnişçisi Zeynel Polat’a verelim:
“Bazı açlık grevlerinde hücre mazgallarımızın önüne köfteci tezgâhı getirip köfte kızartmışlardı. Mazgal deliğini açıp kokuların içeri gelip bizi etkilemesi için özel olarak uğraşmışlardı. Hastanedeyken başımızın ucundaki komidinin üzerine kokusu tüten sıcak yemekler bırakıyorlardı. O kadar saygısız ve iğrençtiler...”
Aradan 16 yıl geçmiştir. 2000 yılı ölüm orucu eylemcisi Yıldız Gemicioğlu (ailesi tarafından Küçükarmutlu’dan baskınla alındı) anlatıyor;
“Komutanların, uzman çavuşların ısrarı hiç bitmedi. Ben çay almadığım zamanlarda Astsubay Yahya isminde biri elinde ekmeklerle gelip ‘Az önce kahvaltı yaptım şimdi bunu yiyeceğim az sonra da döner yemeye gideceğim’ diyerek bir süre yemeğini benim odamda yedi.”
İsrail koşulların düzeltilmesini kabul edince 17 gün sonra açlık grevi sona erdi. Filistin İslami Hukuk Yüksek Konseyi Başkanı Şeyh Tayser El Tamimi, “Açlık grevi bir cihat şeklidir. Grevde ölenler şehit sayılır” dedi. Türk Diyanet İşleri Başkanlığı ise “günah” sayıp, zorla müdahaleye onay verirdi. Hadi bakalım, kolaysa çıkın işin içinden…
ADA CEZAEVLERİ
Bir hayli geriye dönelim… İktidarlar, zararlı yaftasını yapıştırdıkları insanları hapsetmek için farklı tarihlerde, farklı fikirler geliştirdiler. Kendilerince kirli, sefil, serseri ve benzeri olanları yine kendilerince suçsuz ve masum kalanlardan uzak tutmak gayretiyle, üst üste trajik buluşlar icat ettiler. Kaçılması olanaksız cezaevini kurabilmek saplantısı, kale hapishanelerinden sonra firar etmenin hemen hemen imkânsız olduğu, ada zindanlarını doğurdu. Hollywood’un, ünlü “Alcatraz Kuşçusu” ve “Alcatraz’dan Kaçış” filmlerini çektiği, artık turistik gezi alanına dönüşen ABD’deki Alcatraz Hapishanesi, ada cezaevlerinin en bilinenlerindendir. Hazar Denizi’nde bulunan Nargin (Yılan veya Cehennem Adası), Makarios ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin sürüldüğü Seychelles (Seyşel) Adası, Sardunya Adası yakınlarındaki Asinara, Akdeniz’de Malta, Ohotsk Denizi’nde yeralan Sahalin, Gulag Takımadaları, Kuzey Buz Denizi’ndeki Slovest, Çin Hindi kıyılarındaki Malaya Adası yıllar yılı mahkûmları ağırladı.
Dumas’ın ünlü eseri Monte Kristo Kontu’nda geçen meşhur İf Şatosu'nda, Fransa'nın ünlü ada cezaevi Salut’ta, Venezuela’nın El Darado Adası’nda, Napolyon’un sürüldüğü Elbe Adası’nda nice tutsak yaşamlar soldu. İngilizler ve Ruslar tarafından kullanılan ada hapishaneleri ise, esirlerin sürgün yeriydi. Yüzen cezaevleri haline getirilen gemiler ise 18 ve 19. yüzyıl arasında tam 80 yıl kullanıldı.
Bugün tatil yapabilmek, içip, sıçıp eğlenebilmek için küçük çapta servetler ödenen adalarda, eskiden kahır ve hasretlik çekilirdi. Bu cezaevlerinde, adları dahi hatırlanmayan yüzlerce, binlerce ağır suçlu ve savaş esiri, köle gibi çalıştırıldı, pek çoğu işkenceden, bakımsızlıktan, hastalıktan öldüler. Osmanlı döneminde Kıbrıs, Cumhuriyet’in ardından ise Yassıada ve İmralı Adası, cezaevleri ve mahkeme olarak kullanıldı, kullanılıyor.
HAYALET CEZAEVLERİ…
Yetmedi. Son yıllarda, “kendi yanında olmayan her şeye savaş açan” ve vahşette sınır tanımayan ABD yönetimi, “hayalet cezaevi” diye bir şey icat etti. 500 esiriyle Guantanamo’nun başı çektiği bu yeni yetme cezaevlerinin sayısının 14 olduğu ve tüm dünyaya yayılmaya başladığı notlar arasına düşülüyordu. Küba'daki Guantanamo üssünde sorgulamayı yürüten görevlilerin, önemli bir Suudi tutsağı konuşturmak için kendisine eşcinsel muamelesi yaptıkları ortaya çıkıyordu.
Görevliler, Suudi esire sutyen taktırmış ve bir erkekle dans etmeye zorlamıştı.
Merkezi New York’ta bulunan insan hakları örgütü “Human Rights First” daha da ileri giderek, gizli cezaevlerinin, Afganistan, Irak, Pakistan, Ürdün ülkeleri dışında, Hint Okyanusu’ndaki Amerikan üssü Diego Garcia ile Amerikan savaş gemilerinde yer aldığını açıkladı. Sonra CIA’in paravan şirketinin sahip olduğu uçaklar, mal kaçırırcasına insan kaçırdılar, muhaliflerini ya hapsedip ya da yok etmek için… New York Times gazetesi, 26 CIA uçağının 2001 Eylül ayından bu yana, Avrupa ülkelerine 307 uçuş yaptığını yazmıştı. Sinema oyuncusu Gerard Depardieu, şarkıcı Manu Chao, Nobel ödüllü yazarlar Harold Pinter ve Dario Fo’nun da aralarında bulunduğu 400’ü aşkın tanınmış sanatçı, İngiliz Guardian gazetesinde ortak bir mektup yayınladı. Mektupta, Washington’dan, Guantanamo başta olmak üzere sistemli insan hakları ihlallerinin sürdüğü tüm tutuklama merkezlerini kapatması istendi:
“Avrupa Birliği ülkeleri, Guantanamo’da işkence gören kendi vatandaşlarının ifadelerini bile görmezden geldi. Bazıları şüphelileri tutuklama merkezlerine taşıyan CIA uçaklarının kendi hava sahasından geçmesine izin verdi. BM İnsan Hakları Komisyonu ya da yerini alacak konsey, bu ikiyüzlülüğe son vermeli ve başta Guantanamo olmak üzere ABD’nin kurduğu tüm tutuklama merkezlerinin kapatılmasını talep etmeli.”
500’e yakın esir, yasadışı bir şekilde hala Guantanamo üssünde tutuluyor.
Egemen güçler, kanunsuzluğun ve şiddetin tarihini yazmayı sürdürüyor. Örneğin ölüm mangaları, Afganistan’daki Kale-i Cengi’de tutulan 600 Taliban ayaklanınca, savaş uçaklarından üzerlerine bomba yağdırdılar ve ağır silahlarla taradılar. Acımak yoktu. Hemen hemen hepsini gözlerini bile kırpmadan öldürdüler. İsrailliler, Filistin topraklarındaki Eriha cezaevine tanklar, füze atan helikopterler ve dozerlerle kanlı bir operasyon düzenledi…
Devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder