16 Ocak 2010 Cumartesi

Sessizliğe Karşı - cezaevleri tarihçesi 2





EBU GARİP HALA KANAYAN BİR YARADIR…


“Bir tutsağın boynuna geçirdiğiniz zincirin öteki ucu, kendi boynunuza takılıverir.”

Emerson


Engizisyon işkencesi, Papalığın izniyle başladı. İşkence aygıtı, yüzlerce yıl süreyle, kasıp, kavurdu, ne çok can aldı. Günü geldi, emri verenleri dahi korku saldı. Canavar haddini aşmıştı. “Dur” demenin zamanı ise çoktan gelmişti. Ve bu nedenle tam 200 sene önce, işkencenin yasaklanması için tüm Avrupa ayağa kalkar. Herkes el ele verir, bu illetten kurtulma mücadelesine soyunulur. Yoksa insanlık suçu, ağır ağır ortadan kaybolmakta mıdır? Hatta Victor Hugo, 1874 yılında, büyük bir iyimserlikle, “işkence yeryüzünden kalktı” diye konuşur. Nereden bilsin adam, bazılarının, sadece Ortaçağ karanlığıyla beslenip, güçlenebildiğini ve bu sayede tekerini döndürüp, çarkını çevirebildiğini...

Ve Ebu Garip Cezaevi... İşkenceli ölümlerin adını, soysuz bir şekilde, eğlence koyan işgalci zihniyetin, kahpe ve fütursuz eseri… Ebu Garip Cezaevi’nde bir tek işgal askerleri işkence yapmadı, mazlumların rehberinde adı uğursuza çıkan gizli şebeke CIA’nin ajanları ile görevleri insan sağlığını korumak olan doktorlar da onlara katıldı. “Hayalet tutukluları”, Kızılhaç’tan bile saklayan cezaevinin eski komutanı, İsraillilerin de sorgulamada bulunduğunu iddia ediyordu. Onlar, gururu incinen, onuru zedelenen bir halktan özür dileyeceklerine, üç, beş “emir kulu” askere ceza verip, hadiseyi de “münferit” hale getirip, sıyrılmaya çalışacaklardı. Ve sonuçta, Amerikan ordusu, hem işkence emrini verir, hem de trajikomik bir şekilde, kendi askerlerinin yaptığı işkencelerle ilgili bir rapor hazırlar...

Ebu Garip cezaevinde 11 yaşında tutsaklar bulunur. Çocuklar esir edilir. Ancak unutulmamalı. Hiçbir sır, sonsuza dek saklı kalmaz. İçerde bir ulus, aşağılanmakta, insanlığın kanını donduran soysuzlar, yaralara tuz basmaktadır. Iraklı kadın esir “Nur”, dışarıya şu mektubu ulaştırmayı başarır;

“Ben Nur... Size Ebu Garip Hapishanesi'nden yazıyorum. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yazarken kalem duruyor, ifade etmekte zorlanıyorum. Yemek yerken size açlığın ne olduğunu anlatabilir miyim? Siz uyurken uykusuzluğun ne demek olduğunu... Ya da siz giyinikken çıplaklığı anlatabilir miyim? Ne zaman üzerinde benim insanlarımın bulunduğu inşaat malzemeleri taşıyan kamyonlarınızın geçtiğini görsem, ‘benim insanlarım ve kardeşlerim kız kardeşlerini dolarla sattı’ diyorum. Ne zaman onurlu insanları düşünsem durumum için ağlıyorum. Burada neler yaşadığımızı size anlatabilir miyim? Sadece onurumuzu, yeminimizi korumak için işkenceye ve şiddete maruz kalıyoruz. Dini liderlerimiz nerede? Bu mesaj, Allah’ın adaletine inanan dini liderlerin eline geçerse, kürsülerinden bunu herkese okusunlar. İçki içip bize hayvanlar gibi tecavüz ederlerken büyük ıstırap çekiyoruz. Her gün yeniden ölüyoruz. Tecavüze uğruyor, işkence görüyoruz. Giysilerimiz paramparça, karnımız aç. Bizi kurtarmaya kim gelecek? Size veda etmeden önce Allah'tan korkmanızı tavsiye ediyorum. Karnımızda, orospu çocuklarının, piçlerini taşıyoruz. Onurlu insanlar... Eğer silahınız varsa bizi, hapishanedekilerle birlikte öldürün. Lütfen bunu yapın. Lütfen...”

Ebu Garip Zindanı’nda yaşanan dram artık çığlık olmuş, dışarı sesini duyurmuştur. Direnişçi Fatima da yazar mektubunu;

“Ey Allah yolunda cihat eden kardeşlerim... Size neler anlatsam! Karınlarımızın domuzların ve maymunların piçleri ile dolu olduğunu mu? Yoksa onların vücutlarımızı kirlettiğini, yüzlerimize tükürdüklerini ve göğüslerimizdeki Kuran’ı paramparça ettiklerini mi anlatayım! Allahu Ekber... İçinde bulunduğumuz durumu düşünebiliyor musunuz? Hakikaten bize hâlâ neler yapıldığını bilmiyor musunuz? Biz kız kardeşlerinizin ve yarın yüce Allah’ın huzurunda hesaba çekileceksiniz. Bu zindanda hiçbir gece geçmiyor ki, bu domuz ve maymunlar sürüsünün azgın şehvetleri vücudumuzu yıpratmasın. Bekâretimizi bozdular... Allah’tan korkun ve bizi bu canilerlerle birlikte öldürün... Onlarla birlikte duvarları üzerimize yıkın... Allah’ın arşı altında bizden faydalanmalarına ve tecavüz etmelerine imkân tanımayın. Bize yapılanlardan dolayı Allah’tan korkun... Bırakın dışarıda onların tankları ve uçakları ile uğraşmayı... Ebu Garip zindanlarında zulme maruz kalan bizlere yönelin. Ben din kardeşiniz (Fatima), bir günde 9 kez bana tecavüz ettiler, bu zilleti tahayyül edebiliyor musunuz? Düşünün gözlerinizin önünde kız kardeşinize tecavüz ediliyor! Niçin benim de sizin kız kardeşiniz olduğunuzu tasavvur etmiyorsunuz? Benimle birlikte bu kara zindanda evlenmemiş 13 kız kardeşiniz daha bulunuyor. Hepimize bu kahpe duvarlar arasında tecavüz ediliyor... Hâlâ çığlıklarımızı işitmiyor musunuz? Namaz kılmamız engellendi, elbiselerimiz çıkarıldı. Giyinmemize müsaade edilmiyor. Buradaki kız kardeşlerinizden biri, size bu mektubu yazdığım günün bir kaç gün öncesinde intihar etti. Bu kız kardeşiniz vahşi bir şekilde tecavüze uğradıktan sonra dövüldü. Alçaklar, bacınızın göğsüne ve baldırlarına vurdular. Daha sonra inanılması güç bir işkenceden geçirdiler. Buna tahammül edemeyen bacınız, başını zindanın duvarlarına vura vura öldü. İslâm’da intiharın haram olmasına rağmen kardeşimiz intihara başvurdu. Ben onu mazur görüyorum. Allah’tan onun için mağfiret diliyorum. Çünkü O, bağışlayandır ve çok merhametlidir. Kardeşlerim Allah rızası için nidamıza karşılık verin ve bizi onlarla birlikte öldürün! Umulur ki huzura ereriz...”

Aylar geçer, koşullara dayanamayan esirler, Ebu Garip Cezaevi’nde isyan çıkarır. Düşman, ayaklanmayı ağır silahlarla bastırır. İki tutsak ölür, onlarcası yaralanır. 40 kadar Iraklı direnişçi çağrıyı almıştır. 3 Nisan 2005 günü roketatarlar ile saldırı düzenlediler Ebu Garip Cezaevi’ne, bomba yüklü iki aracıda havaya uçurdular. Yaklaşık bir saat süren çatışmada, 12 tutuklu ve 44 ABD askeri yaralandı.

Ve Fatima çıkar bir gün içeriden. Bir daha “çuval geçirilmesin” diye kimsenin başına, hemen silaha sarılır. Gerekirse ölecek, öldürecektir. İşgal güçlerine yönelik bir saldırıya, O da katılır. Yanında dört direnişçi, yaşamları sonlanır. Ama O, mutludur. Beklediği huzura artık kavuşmuştur. Çünkü “şehit” düşmüştür.

Ülkedeki işbirlikçiler de işgalci efendilerini aratmaz. Iraklı yetkililerin bilgisi dâhilinde, rahat rahat işkence yapabilmek için “gizli gözaltı merkezleri ağı” kurulur. Yakma, boğma, diz kapaklarını matkapla delme, döverek felç etme, kol ve bacak kırma, kısa sürede sıradan uygulamalar haline getirilir. Bir Iraklı diğer Iraklıyı aslan kafeslerine atar…

Ümmü Kasr yakınlarında ise en büyük toplama kampı açılır. Camp Bucca adındaki bu insanlıkdışı merkezde, 6049 savaş esiri tutulur. 2005 yılının ilk ayında tutsaklar, isyan çıkarırlar. İşgal ordusu, ayaklanmayı kanla bastırır, dört Iraklı canından olur.



LATİN AMERİKA TARİHİ, CUNTALAR TARİHİDİR…



“Haklıların mahkûm edildiği bir ülkede, bütün doğruların yeri cezaevidir.”

Thoreau


Bizim topraklar, darbenin kanlı çizmeleriyle çiğnenmeden, gereksiz her şeyi baş tacı eden apolitik bir kuşak yaratan meşhur 12 Eylül cuntası gelmeden, tam 7 yıl önce Şili benzer bir karabasanı iliklerine dek yaşadı. “Unitad Popular” iktidarına ve onun meşru başkanı Salvador Allende’ye karşı ABD destekli generallerin, top, tank ve uçaklarla Santiago’da giriştiği faşist darbenin tarihi, 11 Eylül 1973’tü. Acısı bugün bile taze olan dehşet depremi, sarstı bütün Şili’yi, şiddeti bir ulusu şoka soktu. Darbenin 14. gününde, sadece Santiago kent morguna 2796 ceset getirildi. Genç bedenler canlı canlı uçaklar ve helikopterlerle denize atılırken, muhaliflerin ölüleri günlerce nehirlerde yüzdü.

İstanbul’da bir yaz günü konser veren Inti-Illimani’nin sadece sendikacı olduğu için işkence gördükten sonra helikopterle denize atılan bir kadın öğretmeni anlattığı “O Denizden Geldi” şarkısının iç yakan tınısından etkilenmemek mümkün değildi. Binlerce kişi artık tek yürekti. Çaktılar çakmaklarını, geceyi ışık denizine çevirip, aydınlattılar. Bir halkın acısını paylaştılar.

Cunta, Atacama Çölü'nde toplama kampları açtı, 30 bin kişi siyasi nedenlerle tutukladı, 15 bin muhalif öldürüldü. Nazi Almanyası’nda olduğu gibi yakılıp, yıkıldı kitaplar. İnsanlık dramı bitmiyordu. Santiago Ulusal Stadyumu'na doldurulan beş bin kişi korku içinde, esareti ve işkenceyi bir arada yaşarken, 23 yıl sonra bin kişinin tıkıldığı İstanbul Eyüp Kapalı Spor Salonu'nu da bir başka işkencehaneye çevriliyordu. Şili’de müzisyen Victor Jara Türkiye’de ise gazeteci Metin Göktepe son nefeslerini veriyorlardı. İşkence altında...

Victor Jara’nın Şili Stadyumu’nda ölüme giderken bile şiir ve şarkıdan vazgeçmiyordu:

Beş bin kişiyiz
Şehrin bu küçü bölümünde.
Beş bin kişiyiz
Ne kadar olacağız bilemem
Şehirde ve bütün ülkede.
Yalnız burada
On bin el tohum eken
Ve fabrikaları işleten.

İnsanlığın ne kadarı
Açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,
Baskıyla, terör ve delilikle karşı karşıya.
Yittiler aramızdan altısı
Uzaydaki yıldızlarca.

Biri öldü, ikincisine vurdular vurdular
İnanmazdım asla bir insana böyle vurulacağına.
Diğer dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti,
Biri boşluğa attı kendini,
Diğeri vuruyordu, başını duvara,
Ama hepsinin bakışlarında ölümün işareti.

Nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!
Taktıkları yok hiçbir şeyi
Demir parmaklıklar arasında yürütüyorlar planlarını.
Kan madalyadır onlara,
Katliam kahramanlık gösterisi.
İstediğin dünya bu mu tanrım?
Bunun için mi harcadın

Yaratıcılığının ve emeğinin yedi gününü.
Tükeniyor ömürler dört duvar arasında,
İlerlemeyen bir sayı gibi,
Yalvararak ölümün bir an önce gelmesi için
Birden sızlıyor vicdanım,
Görüyorum yürek vuruşlarıyla değil,
Makineların temposuyla atan akını
Ve askerlerin ebelerinin sahte tatlılığıyla
Dolu yüzlerini.
Ya Meksika, ya Küba, ya dünya?
Nasıl ağlıyorlar bu alçaklığa!
On bin el kadarız
Artık üretemeyen.
Ne kadır bütün ülkede?
Daha kuvvetli vuruyor başkan yoldaşımızın kanı
Bombalar ve mitralyözlerden.
Böyle vuracak bizim yumruğumuz yeniden.

Kara bir şarkı oldu dilimden dökülenler
Yansıtayım dediğimde bu dehşeti!
Dehşetti yaşadığım,
Ölümüm dehşet.
Ezgileri oldular bu şarkının
Şimdi sonsuzluğa karışan
Sessizlik ve çığlıklarda
Nice, nice onlar.
Hiç görmemiştim bu gördüğümü,
Hissetmemiştim böylesine yürekten
Tomurcuğun doğacağı anı...

Geçtiğimiz günlerde 91 yaşında ölen Cunta lideri pişkin Pinochet söylev veriyordu, dalga geçer gibi;

“Demokrasi kendi varlığını yok etmenin tohumlarını bünyesinde taşır. ‘Demokrasi arada bir kan banyosu yapmalıdır ki, demokrasi olmaya devam etsin’ diye bir söz vardır. Neyse ki bizde böyle olmadı. Yalnızca birkaç damla kan aktı!’... Ne kadar bildik ne kadar tanıdık sözler. Aşina hem de nasıl.

Bir diğer Güney Amerika ülkesi olan Arjantin ise faşist cuntayla, 24 Mart 1976 günü tanıştı. General Jorge Videla yönetimindeki ordu, dönemin başbakanı İsabel Peron’u devirerek iktidarı aldı. Cuntacılar, ellerini kana bulamak konusunda aşırı hevesliydi. Onlar cellâttı. Hazırlandılar, günü karartmak ve vampir gibi genç bedenlerin kanını içmek için. Bilânço korkunçtu. Tamı tamına 30 bin kişi katledildi, yaşamları çalındı. İçeriden kurtulmayı başarabilenler ve arada bir ortaya çıkan gizli belge niteliğindeki listeler sayesinde, darbecilerin o yıllarda ülkede, çoğu gizli 650 tutuklama merkezi açtığı öğrenildi. İşkenceciler insanlıktan çıkmıştı. Gözaltına aldıkları hamile kadınları öldürüp, bebeklerini evlatlık olarak dağıtıyorlardı. Yakınları, evlatlık olarak verilen bu 500 çocuktan 80’ini yıllar sonra bulabildi.

Halklar cephesinde, durum pek de iç açıcı değildi. Yıllar, yıllar geçti. Türkiye ve Şili’nin mağduriyeti, bir türlü bitmedi. Darbecilerini yargılayamadılar, onların getirip sistemleştirdiklerinden kurtulamadılar. Sadece Arjantin ve Yunanistan, kısmen de olsa cuntalarıyla hesaplaşabildi. Darbelerin şiddetinden payına düşeni alanlar arasında ölenler, sakat kalanlar, psikolojileri bozulanlar çoktu, kimilerinin ise bir mezarı dahi yoktu. Analar, sevdiklerini yüreklerine gömdüler. Kayıplar... Kayıplar... Kayıplar... Yürek ezen bu kelimenin bir başka adı uygarlığın utancıydı. Şilili analar ve babalar aradılar günlerce, kayıp kızlarını ve oğullarını... Acı, sınır, tarih ve mesafe tanımıyordu. Kayıp gerçeği, duyarlı her kişiye bir tokat gibi çarparken Şili’den sonra bizde Cumartesi Anneleri, Arjantin'de ise Plaza Del Mayo Anneleri sevdiklerini yitirdiler. Kaybedenlerden hesap sordular, sabırla andılar ve aradılar evlatlarını...

‘Dünya Kayıplar Günü’ nedeniyle 5 yıl önce Türkiye’ye gelmişti, Arjantinli analar. Kayıp yakınları, evlatlarını simgeleyen fidanları birlikte dikmişlerdi. “Irk, din, dil fark etmez. Her annenin arkasında bir hayat hikâyesi var” diye söze giriyor, Arjantinli Taty Almeida. O, kayıp evlatları için “Beyaz örtülerimiz kefenimiz olsun” diyerek mücadeleye atılan “Las Madres de Plaza de Mayo”, bizdeki adıyla “Perşembe Anneleri” hareketinin faal bir üyesi. Karanlık güçler, tıp fakültesinde öğrencilik yapan 20 yaşındaki Alejandro N. Almeida’yı 17 Haziran 1975 günü kaybettiler ve Taty Almeida, o tarihten bu yana yani tam 30 yıldır oğlunun izini sürüyor.

Artık 75 yaşına basan Taty Almeida, Irak Dünya Mahkemesi’ne katılmak için İstanbul’a gelmişti. Üzerine Alejandro’nun kaybolduğu tarihi yazdığı beyaz başörtüsünü başına bağlamış, Türkçe “Hesap Ver Bush” ile oğlunun resminin olduğu rozetleri yakasına iliştirmiş ve geçip oturmuştu, Vicdan Jürisi’ndeki koltuğuna... Taty Almeida, kendi öyküsünü anlattı bana; “Bundan 28 yıl önce, ‘çocukları aramak ve hesap sormak’ isteyen 14 annenin, başkent Buenos Aires’teki hükümet binasının karşısındaki alanda toplanmasıyla başladı her şey. Çaresizlik içinde bütün acılarını, barışçıl bir direnişe çevirdiler. Sıkıyönetim nedeniyle 3 kişinin bir arada bulunması yasak olduğu için polisler, annelere ikişer ikişer dolaşın demişler. İlk tur o gün başladı. Biri kız üç çocuğuyla, siyasetten uzak yaşayan bir kadındım. Ortanca oğlum Alejandro, yaşadığı dünyayı değiştirmek isteğiyle politikaya atıldığı için gözaltına alındı ve kaybedildi. Büyük oğlum ise darbenin ardından birçokları gibi Arjantin’den kaçtı. Ben de vakit kaybetmeden gittim ve beyaz başörtülü anaların arasına karıştım. Eylemlerle geçti ömrümüz. Orta yaşlardaydık, artık yaşlandık. Annelerin kimi öldü, kimisi hasta ama mücadelemiz sürüyor. Herkes bulunduğu yerden, gerçeği ve adaleti istiyor. Biz yasal bir adalet istiyoruz. Öç alma durumu yok. Böyle olursa onlara benzeriz. Asıl sevindirici olan Arjantin’de darbeciler, toplumsal adalet duygusuyla karşı karşıya kaldılar. Görüldükleri yerde yuhalanıyorlar. İnsan arasına çıkamıyorlar. Onları rahat bırakmıyoruz. Artık kayıpların çocukları ve kardeşleri de bizimle beraber.”


“Oğulları Ölen Analara Türkü”


Onlar ölmediler yok,
Ateş fitiller gibi:
Dimdik ayakta,
Barut ortasındalar!
Karıştı, bakır tenli
Çayır çimene,
Karıştı,
O canım hayalleri:
Zırhlı bir rüzgar
Perdesi gibi;
Bir set gibi:
Kızgın çehreli,
Göğüs gibi:
Göğün görünmez göğsü gibi!
Analar, onlar ayakta
Buğday içindeler, onlar,
Yücelerden yüce dururlar:
Dünyayı doruktan seyreden,
Bir öğle güneşi gibi.
Bir çan darbeleri gibi,
Onlar.
Ölmüş gövdeler arasında,
Zaferi çekiçleyen bir ses gibi
Onlar,
Kara bir ses gibi.
Ey can evinden vurulmuş,
Toz duman olmuş bacılar!
İnanın oğullarınıza.
Kök oldu onlar,
Sade kök:
Kan suratlı,
Taşlar altında.
Karışmadı toprağa,
Dağılmış kemikçikleri.
Ağızları ısırır hala,
Kuru barutu;
Ve demir bir okyanus gibi,
Titreşirler hala.
Ben ölmedim der,
Yumrukları;
Yukarı kalkık yumrukları,
Daha.
Bunca yere düşmüşlerden,
Yenilmez bir hayat doğar:
Bir tek beden olur,
Analar, bayraklar, çocuklar,
Hayat gibi canlı tek bir beden;
Bir yüz bekler karanlıkları,
Ölü gözleriyle,
Kılıcı dopdolu,
Dünya ümitlerinden.
Dursun,
Dursun yas esvaplarınız.
Yığın derleyin
Gözyaşlarınızı;
Bir metal oluncaya kadar:
Bununla vuracağız,
Gündüz gece;
Bununla çiğneyeceğiz,
Gündüz gece;
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını,
Kırıncaya kadar.
Oğullarınızı bilirdim,
Unutmadım acılarınızı.
Ölümleriyle nasıl kıvandıysam,
Hayatlarıyla da öyleyimdir.
Onların gülüşleridir:
Karanlık atölyeleri ışıtan.
Her gün metroda, yanı başımda:
Onların ayak sesleridir,
Çın çın.
Akdeniz portakallarında,
Güney ağları içinde;
Yapılarda,
Basımevi mürekkeplerinde;
Kalplerini tutuşur gördüm onların,
Güçle, yangınla.
Ben de sizler gibiyim, analar.
Benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu.
Gülüşlerinizi öldüren kanla,
Serpilip gelişmiş;
Bir orman gibidir kalbim.
Günlerin kahredici yalnızlığı,
Uyanışın sisli öfkeleri
Girmiştir içine.
Susamış sırtlanları,
Bitip tükenmez ürmeleriyle
Afrika'dan gürleyen hayvan sesini;
Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri,
Bırakın, bir yana bırakın.
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar,
Doğan ulu günün ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer,
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz.

Şili cuntasının kıyıcılığına, şair Pablo Neruda'nın yüreği dayanamadı. Asıl adı Ricardo Neftali Reyes Basoalto olan yaşamış en büyük şairlerden Pablo Neruda, 12 Temmuz 1904 günü Şili'de doğdu. Demiryolcunun bir babanın oğlu Pablo, henüz 19 yaşında ilk şiir kitabını yayınladı. Neruda, şairliğinin yanı sıra konsolosluk, başkonsolosluk ve büyükelçilik gibi görevlerde bulundu. İspanya’da yaşanan iç savaşta, Cumhuriyetçiler’in yanında yer aldı, iki bin kişinin, Franko’nun zulmünden kaçmasına yardımcı oldu. 1945'te senatör seçildiği Şili’den, 1948'de at sırtında And Dağları'nı aşarak kaçmak zorunda kaldı.
1950'de Dünya Barış Ödülü'nü, 1971 yılında ise Nobel'i kazanan ozanın şiirleri hemen hemen her dile çevrildi. Nobel ödül töreninde, çıktı özlemini dile getirdi;
“Yalnızca ateşli bir sabırla tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak mükemmel şehri kazanacağız. Böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak.”

Darbeden bir kaç ay önce müthiş bir önseziyle “Ülkemin kan ağladığını görmeye dayanamam. Bu bana ölüm demek olur” demişti. Direnişin ve aşkın şairi, faşist diktatörün, ilk hedeflerinden biriydi. Pinochet’in emriyle askerleri, evinde, hasta yatağında gözaltına aldılar, Neruda’yı. Ona ait ne varsa dağıtıp, tüm eserlerini yağmaladılar. Ağızdan çıkmıştı bir kez söz. Ve Neruda, cunta güçlerince sergilenen kanlı sahnelere kapadı gözlerini, 12 gün sonra çekip, gitti. Tüm insanlığa miras şiirlerini arkada bırakarak...

İşte bu Neruda, “Oğulları Ölen Analara Türkü” eseriyle, “Terör örgütleri ile onların üyelerinin propagandasını yapmak” iddiasıyla Türkiye’de yargılandı. İki yıl önce, eski adıyla Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde. Aslında Pablo Neruda’nın İspanya İçsavaşı sürerken 1936 yılında kaleme aldığı “Oğulları Ölen Analara Türkü” adlı yapıtı, onun ilk büyük siyasal şiiriydi. Ozan, çocukları faşist Franko ordusunun kurşunlarıyla can veren anaların dramını anlattığı eserini, Lorca Grana’da yakınlarındaki Visnar’da yaralandıktan sonra yazdı ve Madrid konsolosluğu görevine bu şiiri nedeniyle son verildi. Türkçe'ye bir başka büyük şair olan Enver Gökçe tarafından kazandırılan bu şiire, aradan geçen onlarca yılda, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacı” taşıdığı gerekçesiyle bir toplatma kararı verilmemişti. Ta ki, Tavır Dergisi’nde yayımlanana dek… Dava açıldı. Dava sona erdi. Mahkeme heyeti, şiirde suç unsuru bulunmadığına karar verdi.


Devam Edecek...

Hiç yorum yok: