17 Mayıs 2008 Cumartesi

AÇIK TARTIŞMA; GAZETECİLİK...

Devlet, patronaj, etik kuralar arasına sıkışmış bir ‘iş’: Gazetecilik

NİHAL KOCABAY

Gazetecililer kamuyu bilgilendirmek, onun haklarına sahip çıkabilmek adına çalışıyorlar. Gittikleri haberlerde zaman zaman yaralanıyorlar, saldırıya uğruyorlar, bazen de yaptıkları haber onları işlerinden edebiliyor ya da çalıştıkları kurumun hayatına son verebiliyor. Zor koşullar altında çalışan gazetecilerin mesleklerine bakışlarını, haklarına sahip çıkıp çıkamadıklarını Cumhuriyet gazetesi muhabiri Alper Turgut, kapatılan Nokta dergisinin yazı işleri müdürü Haşim Akman ve ödül aldığı bir haberin ardından Vatan gazetesinden işten çıkarılan Emine Algan’la tartıştık.







Fotoğraf : Sabine Erkuş




Geçen günlerde hem basını doğrudan ilgilendiren hem de basının gündemini meşgul eden bir olay yaşadık. Ergenekon soruşturması kapsamında Cumhuriyet Gazetesi’nin Başyazarı İlhan Selçuk gözaltına alındı, Ulusal Kanal ve Aydınlık dergisine baskınlar düzenlendi. Bu süreci sizce nasıl değerlendirmek gerekiyor?





Alper Turgut: Zor bir soru. Cumhuriyette çalışan biri olarak…





Haşim Akman: Olayın mağdur tarafı olarak…




Turgut: Olayın bir tarafı olarak sübjektif olur ama yine de söyleyeyim. Bu ilk değil. Çünkü alternatif basın dediğimiz kurumlara çok sayıda baskın düzenleniyor zaten. Eş zamanlı operasyonlar var. İçeride gazeteciler var bu ülkede. Bu nedenle bu süreçte artık gazetecilere yönelik yeni operasyonlar şaşırtıcı değil. AKP hükümeti döneminde gazetecilerin birçok baskıyla karşı karşıya kaldığı ortada. Bu konu hakkında da çok fazla konuşmamak gerekiyor. Çünkü iddianamesi bile ortada değil. Ama yanlış. Çünkü bizim gazetenin patronundan bahsedecek olursak aynı zamanda başyazarı İlhan Selçuk, 83 yaşında bir insan. Sabaha karşı gözaltına alınması, örnekleri 12 Eylül ya da 12 Mart’la aynıdır. Bu insanın polis koruması da var ama gözaltına alınabiliyor. Ben olayın bir tarafıysam, diğer taraf da birçok gazetecinin daha gözaltına alınacağını söylüyor. Çünkü artık iki tarafta birbirlerine gazeteci isimleri söylemeye başladı. Herkes birbirini hedef gösterir hale geldi.




Emine Algan: Tehlikeli olan bu galiba.




Turgut: Evet tehlikeli olan bu. Çünkü bunu Vakit yapardı. İşte Ahmet Taner Kışlalı’nın üzerine çarpı koyardı, hedef gösterirdi. Artık herkes birbirini hedef gösterir hale gelmiş durumda. Ne kadar etik ne kadar değil bilmiyorum ama sancılı bir süreç olduğu doğru.




Akman: Ergenekon soruşturmasını tek başına değerlendirmek bana eksik geliyor. Ben bu meseleye şöyle bakıyorum. Bir kere AKP’nin birinci iktidarına başladığı dönemde Türkiye’de AKP’yi İslami, şeriatçı parti olarak gören bir kesimle AKP’nin arkasındakiler arasında bir güç çatışması söz konusu bence. Beş yıl öncesinden süre gelen bir mevzilenişi bugün sıcak çatışmaya döndüğü bir anı yaşıyoruz. Bu çatışma anında da iki taraf da üstüne düşen rolü oynuyor bence. Burada faturanın önemli bir kısmını gazeteciler ödüyor. Tehlikeli olmanın ötesinde vahim bir durum bu. Ancak Cumhuriyet’ten önce Nokta dergisiyle başladı bu hikaye, sıcak hale geldi. Bugün de devam ediyor, daha da devam edecek gibi görünüyor.

Birbirini hedef gösterme konusu işin tehlikeli boyutu dedik az önce. Bu durumda gazetecilerin sağduyulu davranması ve etik kodlar içinde hareket etmesi gerekmez mi?




Turgut: Şimdi biz profesyoneliz. Çalıştığımız kurum bizi bağlamaz. 13 yıldır Cumhuriyet’teyim, ondan önce Milliyet’teydim, öncesinde de sosyalist basındaydım. Belki yarın başka bir yerde olacağım. Gazeteciyi bağlayacak olan kendi mesleki ilkeleridir.





Algan: Homojen bir yapı da değil.




Turgut: Bir örnek vereyim. Polis, Kadıköy’de bir eylemde Yeni Şafak muhabirini gözaltına almak istiyordu, ben girdim müdahale ettim. Yeni Şafak muhabiri de şaşırdı, Cumhuriyet muhabiri bunu yapıyor diye. Şaşırmaması gerekiyordu aslında. Ben derim ki o benim meslektaşım, ben Türkiye Gazeteciler Sendikası üyesiyim aynı zamanda işyeri temsilcisiyim, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesiyim. Beni bağlayan meslektaşımı da bağlayan başka şeyler var. O benim düşmanım değil, o benim meslektaşım. Kurumlar arasındaki fark başka şey. Bizim yani gazetecilerin birbiriyle dayanışması böyle olmalı.




Algan: Kurumlar gazeteciliğin önüne geçtiği için herkesin aldığı tavır değişiyor galiba ya da sessizlik daha çok bundan kaynaklanıyor. Herkes çalıştığı kurumda sonsuza kadar kalacakmış gibi davranıyor. Herkes demeyelim aslında ama böyle bir eğilim var. Sonsuza kadar orada olacak gibi orada bulunan patronun çıkarlarını savunacak, en azından ona hizmet edecek şekilde davranıyor. Böyle bir eğilim uzun zamandır var. Gerçi her zaman vardı tabii. Ama gazetecilik ilkesi o ana çatının etrafında toplandığını unutunca insanlar ortak tavır almaktan da uzaklaşıyor insanlar. Alper’in verdiği örnek bu yüzden kıymetli. Hakikaten niye şaşırıyoruz ki… Aynı meslekten iki insanın birisi mağdur olduysa diğeri ona sahip çıkmalı. Bu kadar basit. Ayrışmalar başka zaman halledilecek şeyler.




Akman: Alper’in verdiği örnekte olduğu gibi Yenişafak muhabiri çalıştığı kurumla o kadar özdeşleşmiş ki Cumhuriyet muhabirinin kendisine yardımcı olmasını yadırgayabiliyor. Her şey bir yana gazetecilikten de önce insanlık sonuçta. Bunu bile unutur hale gelmişiz.




Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı kapsamında gazetecilerin de aralarında bulunduğu bazı mesleklerin sahip oldukları yıpranma hakkı kaldırılmak isteniyor. Meslek örgütleri de gazeteciler de tepkilerini dile getirdiler. Ancak yanıt alınamadı.






Turgut: Gazetecilerin elindeki bu yıpranma hakkı 30 yıllık bir şey. 30 yıl önce bu hak alınmış. “Hak verilmez, alınır” denir ya, gazeteciler bunu almışlar. Şimdi diyorlar ki “bu haktan feragat edin.” “Toplumsal bir mutakabat var” diyorlar ama kiminle mutabık kaldılar o da belli değil. TGS’nin bununla ilgili birkaç eylemine katıldım. Bu sadece gazetecilerle ilgili değil, bu yasa tasarısı kanun haline gelirse birçok emekçinin, birçok çalışanın da sosyal hakkı elinden alınmış olacak. Yıpranma hakkı sadece gazetecilere özgü bir şey değil. Anladığım kadarıyla sadece polis ve askerde yıpranma hakkı kalacak. Anayasa mahkemesinden dönmesi gerekir. Çünkü diyecekler ki “diğerlerinden alınmış olduğu halde polis ve askerde niye var?” Onları da al. Tasarı yasalaştıktan sonra kadrolu olacak bir insanı daha zorlu bir süreç bekliyor. Yaşı itibariyle, prim günü itibariyle ve yıpranma hakkının elinden alınması itibariyle –gerçe gazetecilik kolay kolay bırakılmaz ama- artık ölene kadar gazetecilik yapar herhalde. Bu tek yıpranma hakkıyla ele alınacak bir mesele değil. Bundan önceki dönemde, AKP öncesinde Ecevit döneminde bizim bazı haklarımız, mesela trene, vapura ücretsiz binme haklarımız elimizden almıştı. Trende hala yok ama belediye dedi ki “basın tekrar otobüslerden yararlanabilir.” Büyükşehir belediyesi de basınla iyi ilişkiler kurabilmek adına bu kararı aldı. Zaten gazetecilerin eski haklarıyla günümüz hakları arasında birçok değişiklik var. Gitgide gerileyen bir süreçten bahsediyoruz. Gazeteciler arasındaki tek sorun kamplaşma değil. Gruplar var. Mesela ben Hürriyet’ten atıldığımda gideceğim yer neresi?.. Anlatabiliyor muyum? Diğer kuruma gidemiyorum, kapalı.





Algan: Centilmenlik anlaşması var.




Turgut: Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi. Radikal’den atıldı, başka bir grup olmasına rağmen Sabah’a telefon açılıp “o daha önce çalışırken dava açmıştı hakları için” denildi. Direkt Sabah’tan da atıldı. Şimdi gazetecilik yapamıyor, Bilgi Üniversitesi’nde çalışıyor. Gazetecilik yaptırmazlar size. Ben toplumsal olaylar muhabirliğinden gelmeyim. Bir elin parmağını geçmezdik 90’lı yılların başında. Metin Göktepe, İrfan Kurt vardı. Sonra mesleği bıraktı. Birkaç adam daha sayabilirim. Ahmet Şık da bunların içindedir. Zaten var olan insanlar da zor haberlerin peşine düşer. İşkence olur, faili meçhul olur, yargısız infazlar olur. Bu işleri yapan insanların bir şekilde önleri kesilmiş oldu. Böylelikle hakkını arayan gazeteci modeli değil, kabullenen, kurumuyla özdeşleşen gazeteci kabul görüyor.





Algan: Sayfaya girecek haberleri yapan. Çünkü sayfaya giremeyecek haberler baştan belli.




Turgut: Mesela sponsorluk ilişkileri ya da benzer ilişkilerle ilgili haberleri yapmayan gazeteciler. Yapamazsınız, yaptırtmazlar. Niye? Oradan reklam alıyor adam. Büyük bir şirket hakkında yolsuzluk dosyası var elinizde, gelmiş. Nasıl yapacaksın? Yapamazsın. Yaparsan da kendi kendine onu okursun ya da çoğaltır eşe dosta verirsin.




Algan: Bu konuda o kadar çok örnek var ki… Yapıyorsun çöpe gidiyor haberler.




Turgut: Alanlarımız daraltılmış. Şimdi başka bir örnek söyleyeyim. Ben yargılanıyorum. 20 bin YTL’lik bir davam var Yargıtay’da. O da işkenceye beraatla ilgili. Öyle bir haber yaptım. Polisler beraat etti bu konuda, ki Yargıtay’ın onların davasına ‘evet, işkence yapmışlardır’ demesine rağmen. Tek ceza alan ben oldum. İşkence yapmanın cezası yok, işkence yapıldığını haber yapmak ceza. Ve bu cezayı kanunlara göre muhabir ödemek zorunda. Sorumlu yazı işleri müdürüne diyorlar ki sen düştün, gazete sahibi sen de düştün, muhabir sen suçlusun. Nasıl ödeyeceksin? O haberleri yapmıyorsun, diğer haberleri yapamıyorsun. Zaten habercilik ölmüş, yorumcularla bu meslek sürdürülmeye çalışılıyor. Yapı taşı muhabirliktir ama muhabirlik diye bir şey yok artık.




Söylediğiniz gibi muhabirler haberleri nedeniyle çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar. Bunun bir örneği de siz olduğunuz Emine Hanım. Önce ödül aldığınız ardından Vatan gazetesinden çıkarıldınız.





Algan: Roche haberlerinden sonra Sedat Simavi Ödülleri’nde haber ödülünü aldım. Gazete bunu çok iyi kullandı. Sonra iki ay sonra falan performans düşüklüğü neden gösterilerek işten attılar beni. Çok komik bir gerekçe bu.





Akman: İtiraz ettin mi?




E.A.- Tabii. Hala devam ediyor. Önce haksız yere işten atılma davası açtım, onu kazandım, çok kısa sürdü. Bir de ilahi adalet galiba. Çok komik bir şey oldu. Ben Roche davalarını takip ederken, Roche’den işten atılan iki kişinin İş Mahkemesi’nde davaları devam ediyordu, ben de onları takip ediyordum. O davalarda benim yazdığım haberler genellikle delil olarak kullanıldı. O davanın görüldüğü mahkemeye benim davam da düştü, aynı hakim. Birkaç ay önce o davayı takip ederken görmüştü beni ve birkaç ay sonra onun önüne benim işten atılma davam geldi, performansı düşük gerekçesiyle. Çok kısa sürede o davayı kazandım, Yargıtay onayladı. Gazete itiraz etti. O dava bitti. Sonra alacak davası açtım, o hala devam ediyor. Sonuçta şu kanıtlandı; haksız yere işten atıldığım net. Fakat bu neyi getirdi? Gazetecilik yapabiliyor muyum? Hayır. Sonuçta ben şimdi gazetecilik yapamıyorum. İsterdim evet ama şimdi daha da keyfim yerinde, uydurup yazıyorum. Madem gerçekleri yazamıyoruz, hiç değilse kendi uydurduğumuz hikayelerin peşine düşüyoruz.





Böyle bir durum yaşandığında gazetecinin pek dostu olmaz mı?




Turgut: Suya sabuna dokunmazsan evet, dostun olur. Ama mesleğin gerektirdiklerini yerine getirirsen zorlanırsın. Çünkü çok geniş bir kulvar ve gazete olsun, başkası olsun senin arkanda durmayacaktır.





Algan: Bunu çalışırken de yaşadık hepimiz. Ben 18 sene gazetecilik yaptım. Her çalıştığım kurumda da bunu yaşadım. Herkes bir noktadan sonra yılgınlık göstermeye başlıyor, bir haber konusunda ısrar ettiğin zaman. Doğrusu budur, bunu vermeliyiz, şöyle vermeliyiz dediğinde bıkıyorlar artık. “Sen de taktın buna” diyorlar. “Bunu bırak başka bir şey yok mu” diyorlar. Halbuki gazeteciliğin temel ilkelerinden biridir fikri takip. Bir şeyi ortaya attıysan onu sonuna kadar götürmelisin, bir sonuca varana kadar. Gazeteciliğin amacı ne? Madem dördüncü kuvvet diye çıktı. Olumsuz, yanlış bir şeyler varsa onları düzeltmek için çaba gösteriyoruz. Düzeltmek için de sonuna kadar gideceksin. Bir hak alınması gerekiyorsa o hakkı almak için elinden gelen ne varsa bütün katkıyı sunacaksın. Haber bu yüzden araç. Bunu bile yapamıyorsan o zaman sadece gazeteye biraz tiraj kazandırmak için birkaç adım atıyorsun ama sonuca kadar götürmene zaten fırsat verilemiyor. Bu çalışırken böyle, çalışamazken zaten hiçbiri yok.





Gazeteci, haber yaparken iki şekilde baskı altında kalıyor. Dışarıdan gelen baskılar var, bir de içeriden baskı geliyor.





Akman: Gazeteciliğin belli kısıtları var. Bir yasal kısıtlar var. Aşağı yukarı yedi temel yasa bizim haber yapmamızı çeşitli biçimlerde hizaya getiriyor, düzene sokuyor. Sıkıyönetim Yasası, YÖK Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Basın Yasası, Türk Ceza Yasası. Türk Ceza Yasası, 25 noktada gazeteciliğe kısıt getiriyor. Biz herhangi bir haberde bu yasaları göz önüne almadan haber yaparsak başımız derde giriyor. İkincisi gazeteciliğin parasal kısıtları var. Bu parasal kısıtların araçları da reklamcılar, reklamverenler. Dünyanın her tarafında böyledir. Hangi gazeteye gidersek gidelim böyle sorunlar var. Haber yaparken yukarıdan aşağıya hiyerarşiyi göz önüne aldığımızda genel yayın yönetmenleri eskiden daha özerk çalışabiliyorlardı. Küreselleşmenin bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde yayın yönetmenleri artık özerk değil. Patron gibi düşünüyorlar. Dolayısıyla yayın yönetmeninden aşağı doğru indiğimizde editöryal kadronun hepsi de yukarıdan aşağı belirlenmiş norma uygun davranmak zorunda. Alper Turgut, yüreği haberle çarpan bir muhabir olarak yarın editör olsa o da ya uyacak ya da oyunun dışında kalacak. Bunlar gazeteciliğin sorunları. Eminim ki gazetecilikten gelen her yayın yönetmeninin yüreği gazetede çok güzel haberler yer alsın diye çarpıyordur ama onun üstünde başka bir engel vardır ve o da ona basınç yapıyordur. Bu patronaj katından yukarıya yansıyan bir şey, yasaları bir yere bırakırsak. Çünkü artık herkes gerçeklerin ya da doğruların hakim kılınması değil para kazanmak için yapıyor bu mesleği.





Algan: Bulunduğu yeri koruyabilmek için yapıyor.




Akman: Patron para için yapıyor. Ona uygun bir yapı oluşturuyor. Bu yapıda da editöryal kadro içinde görev alan herkes vicdanı rahat bir şekilde gazetecilik yapmak istiyor. Ama bu arada yatay bir takım baskılar var. Onlar da gazetenin reklam servisi, reklam servisinin bağlı çalıştığı PR şirketleri. Burada sadece işi gazetecilik yapmak olan patronlar var. Bahisle anlatıyorum bunu. Bir de günümüzün gazete patronlarının, artık karlı bir iş olmayan gazeteciliğin dışında başka işleri var. Bu olmaz bir şey mi? Olabilir. Bununla sınırlı kalmadığı için ister istemez siyasetle içli dışlı olmaz zorunda hissediyor kendini. İktidarlarla haşır neşir oluyorlar. Bu da editöryal sürece yük getiriyor. Bu sorunlar gerçek, bunlar yaşanıyor. Bir muhabir haberini editöre getiriyor, editörden haber müdürüne gidiyor. Haber geldiği andan itibaren yukarı doğru bir yol izliyor. Saydığım bu noktalardan hareketle haberin için “sen bunu bir şekle sok, yumuşat” deniyor. Burada o editöryal kadro içinde yer alan kimse haksız mı? Hayır, değil. O da haklı. Muhabir de haklı. Çünkü muhabir gerçekle yüzyüze, editöryal kadro içinde olan kimse muhabirin olduğu gerçekle yüzyüze olmayı hissedemez. Ya yukarıdan aşağı söylenenlere muhabir uyacak ya da işte ödüllendirilecek. 1980’den beri süregelen çok ciddi bir sorun var. Dünyanın heryerinde gazeteciler bu sorunları yaşıyorlar ama bu sorunlara rağmen mesleklerini düzgün yapmaya uğraşıyorlar, bunları yaparken de yanlarında örgütleri var. Onların özlük haklarının sağlanmasında, bu hakların korunmasında ve sürekliliğinin sağlanmasında en temel işlevi gören araçlar sendikalar. Türkiye’ye baktığımız zaman bu bir işe yaramıyor.





Algan: Yaptırımları yok çünkü.




Akman: 1990’da en son sendikasızlaştırma operasyonu yaşandı. Cumhuriyet’te bile problem çıktı. İşçi emekçi haklarının savunucusu gazete bile göz yumdu. Sonra yeniden kazanıldı bu.
Algan: Çok cılız durumda.




Sendika şu an biraz daha güçleniyor gibi.




Turgut: Patrondan habersiz gazeteciler sendikalaşıyorlar. İnsanların tehdit edildiği, insanların zorlandığı bir dönemden geçildi. O sendikalaşma süreci yıkıldıktan sonra şimdi insanlar yeniden sendikalaşmaya başladılar. Toplu sözleşmeye yanaşılmıyor. Sosyalist olduğunu düşünen gazetelerde bile sendika yok, sendikal mücadeleye sıcak bakanlar da bile sendika yok. Şu tarihte bir Anadolu Ajansı’nda var. TRT’de var, KESK’e bağlı Haber-Sen’e üyeler onların durumu daha farklı. Yazılı basının sendikası Türkiye Gazeteciler Sendikası’na toplu sözleşme hakkı bir Anadolu Ajansı’nda bir de ANKA’da var. Eskiden birçok kurum sendikalıydı. Toplu sözleşmemiz olurdu. Çalışan Gazeteciler Günü’nde mesai alırdık.





Algan: Sendikanın yaptırımı olmak zorunda. Zaten varlık sebebi bu. Daha önce uçaklarda indirim varmış, otobüsler ücretsiz sarı basın kartına, buna baştan beri itiraz ediyorum ama bu böyle yerleşik bir şey. Sebepleri var. O zaman otobüsle gidiyorlarmış işe. O zaman gazetelerin arabaları falan da yok. Patronlar gazeteciyken çıkan bir şey o. Esasen sarı basın kartını sendikanın vermesi gerekir.




Turgut: Ya da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin




Algan: Evet. Yani gazeteci örgütlerinin vermesi gerekir. Bu mesela Almanya’da böyle. Türkiye’de kimin gazeteci olduğuna karar veren, sarı basın kartını veren kurum neresi? Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, o da Başbakanlığa bağlı. Zaten siyasete bağlısın. Senin gazeteci olup olmadığına karar veren kurumdan başlıyor. Niye hükümet bana gazetecisin ya da değilsin diyebilsin ki ya da niye ben onun verdiği kartla bir yere girebileyim ya da o kartı alamayayım ki… Böyle bir şey olmamalı.




Turgut: Mesleki kuruluşlarım bana ceza verebiliyor mu? Mesela, bir tabip odası gibi. Basın Konseyi arada bir ahkam kesiyor diye düşünüyorum ben. Çünkü o kimi kapsıyor belli değil. Biz şu gazeteciyi kınıyoruz. Ee, kına. Ben de seni kınıyorum. Eskiden Türkiye gazetesinde “Bir Sırp’ı vurdum” diye manşet vardı. Gazeteci gitmiş Sırp’ı vurmuş.




Algan: Kardak Kayalıkları’na bayrak dikmeye giden gazeteci arkadaşlarımız oldu.




Akman: Yayın yönetmeni oldu sonra.




Algan: Nasıl, niye? Senin işin ne esasen? Bunların bir yaptırımı olması gerekiyor. Bunu da gazetecilik örgütleri yapar ancak. Bizim en büyük sorunumuz zaten örgütlenememe sorunu ya da örgütü sürdürememe sorunu.




Turgut: Biz mücadele etmeyi bilmiyoruz, çok bireyseliz. Gazeteciler meclisi girişimi gibi bir şey yapıldı, onun da içine ettik. Ortada hiçbir şey yok. Bireysel davranmak durumunda gazeteciler. Eskiden, yanlış hatırlamıyorsam Habitat zamanıydı 1996’da. İstiklal Caddesi’nde 1000 kişi gözaltına alındı nerdeyse. Sıra gazetecilere geldi. Hep birlikte oturduk, eylem koyduk, bizi alamadılar ama şimdi herhangi bir şeyde gazeteci dövülse diğer meslektaşı onun fotoğrafını çeker halde. Biz kendimizi toplumdan ayıramayız, toplum ne haldeyse gazeteci de o halde.




Akman: Gazetecilerin özlük haklarını savunacak örgüt yok. Örgüt olmayınca da…




Mücadelenin yapılamadığını mı söylüyorsunuz?




Akman: Mücadele yapılır yine. Çünkü yasalar var. 212 sayılı yasa ile 1475 sayılı Çalışma Yasası var. İki farklı kategoride çalışıyor gazeteciler. Biri 212’ye tabii gazeteciler, bir kısmı da 212’ye bağlı çalışan gazetecilerin sahip olduğu imtiyazlardan kurtulmak için işverenlerin 1475 sayılı yasaya bağlı çalıştırdıkları gazeteciler. 2001 krizinden sonra da taşeron gazeteci kullanma alışkanlığı yaygınlaştı. Dışarıda işsiz kıyamet gibi gazeteci var. Dolayısıyla patronun sana ihtiyacı yok ki, telifli çalışırsın. Çalışma hayatını düzenleyen yasalar var ama bu yasalar işliyor mu? Hayır, işlemiyor. Neden işlemiyor? Çünkü gazeteler siyasi iktidarla içli dışlı vaziyetteler. Türkiye’de bugün herhangi bir yasa bir dolu şeyi düzenliyor. İşliyor mu? Birinin işine yarıyorsa işliyor. Gazeteler yargıyı da etkileme yeteneğini sahipler. Niye mesela üç yıldır Emine’nin davası çözülmesin ki… Nedir ki bir iş mahkemesinin iş yükü. Vardır tabii ama basit bir hikaye. Çünkü gazetesi başka bir şekilde çalışıyordur, uzuyordur iş. Benzer bir şey; ATV’nin Ankara Temsilcisiydi Erhan Karadağ. Attılar işten. Mahkemeyi kazandılar, işe geri döndüler. Bu sefer tuttular Ankara büroda çalışanı Antalya büroya sürdüler. Yasanın açıklarını da böyle kötü niyetli kullanmaya kalkabiliyor işveren. Bu tabi işverenin de hakkı. Bütün bunların düzene girmesi ve bizim gazeteci olarak özlük haklarımızı koruyacak ne var ortada? Sendika, sendikanın da hali ortada. O da varlık savaşı veriyor.





Biraz önce konuştuğumuz Basın Kartı haklarının yitirilmesiyle aslında gazeteciler de haklarının bir kısmını kaybetmiş olmadılar mı? Bu sürece sessiz mi kalındı?




Akman: Sarı basın kartı sahibi olmak diye bir kavram var. Bu kötü bir şey. Sarı basın kartı uygulaması 1960 yılında 27 Mayıs devrimi ya da darbesi ne diyeceksek, nerede duruyorsak onunla gazetecilere verilmiş bir imtiyaz. O zaman basının merkezi Cağoloğlu’ndaydı. Gazetecilere uçakta, telefonda indirim vardı. Vapur, tren, otobüs bedavaydı. Niye gazeteciler böyle bir imtiyaza sahip olsunlar? Çünkü gazeteciler ağırlıklı olarak 27 Mayıs hareketini desteklediler. Bu onlara ödül mü diyelim rüşvet mi diyelim böyle bir şeydi. Baştan beri buna itiraz etmek gerekirdi belki. Dolayısıyla Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon’daki adam kim ki beni değerlendirsin ve bana bu rüşvetin ya da ödülün belgesini versin. Buna itiraz etmedi kimse. Herkes attı cebine. Daha sonra çeşitli siyasi iktidarlar da bunu kullandı kendi çıkarları doğrultusunda. İktidarın yandaşı gazeteciler ve yandaş olmayan gazeteciler. Gazeteciler arasındaki birlik ruhu parçalandı.





Algan: Sarı basın kartı alanlar ve alamayanlar olarak ayrıldı.




Akman: Çünkü sarı basın kartı sahibi olan adam gazeteci sayılıyordu. Sosyalist basında çalışan adam sarı basın kartı sahibi olamıyordu. O yüzden de hapisteki gazetecileri sarı basın kartı taşımadıkları için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Sendikası göz ardı etti.




Turgut: Ben sarı basın kartına kan damladığını düşünüyorum. Çünkü Metin Göktepe sarı basın kartı olmadığı için gözaltına alındı o gün. Diğer meslektaşlar bırakılırken, o sarı basın kartı olmadığı için alındı.




Algan: Çünkü kimin gazeteci olacağına Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü karar veriyor.




Turgut: Eskiden, o zaman bizim sarı basın kartımız yoktu. Fotomuhabir arkadaşla gezerken sanırım Alınteri’nden gazetecileri gözaltına almaya çalışıyordu polis, biz müdahale ettik. Dedi ki “sarı basın kartları yok.” “Bizim de yok” dedik. “Olsun” dedi “sizi sima olarak tanıyorum, sizi almayacağım” dedi. Ama sarı basın kartı o tarihten beri yüktür. Bir eylem olur ya da başka bir şey olur, sarı basın kartı sahibi geçebilir. Diğeri gazeteci değil. Adamda 30 yıldır benimle aynı mesleği yapmış. Onun olmamış, kadrolu olamamış ki en büyük sorunlardan biri de odur. Kanun size der ki üç ay içinde stajyerdir, sonra kadroya alırsın. Adamın 3 yıl olmuş, 5 yıl olmuş adam hala kadrosuz. Askere gidecek diyor kadro vermiyor, başka şey diyor kadro vermiyor. Adam oradan başka kuruma gidiyor orada da zaman geçiyor. 30-35 yaşına gelmiş, değil sarı basın kartı, kadroya dahi girememiş. Böyle örnekler var önümüzde. Gazeteciliği belirleyen sarı basın kartı değil.




Algan: Olsa bile bunu veren kurumun değişmesi gerekiyor.




Turgut: Verilecekse TGC versin. Atıyorum hepsi birleşsin ortak bir kurum versin. Sarı basın kartı başka bir şey. Güvenlik soruşturmasından geçiyorsun, evine polis geliyor. Yani devlet size diyor ki ben seni onayladım, akredite ettim, sen gazeteci olabilirsin.




Algan: Bu nedenlerle itiraz etsen bile sarı basın kartının veriliş biçimine almak zorunda kalıyorsun. Çünkü yoksa giremezsin bazı yerlere. İşte Alper’in söylediği gibi polislerle karşı karşıya kaldıysan sarı basın kartın yoksa giremiyorsun ya da uluslar arası bir toplantıyı takip edebilmek için sarı basın kartının olması gerekiyor.




Turgut: Birçok yerde gazeteci sayılman için gerekiyor. Miting alanına giriyorsun, herkes aranıyor. O gün ben sarı basın kartı gösterirsem “buyurun geçin” diyor. Bu da bir şey. Adam diyor ki “ben İçişleri Bakanlığı’na bağlıyım, o Başbakanlığa bağlı.” Sana öyle bir yetki verilmiş ki devletin görevlisi gibisin, kamu görevlisi gibisin. Tamam, biz kamu işi yapıyoruz aslında ama bağımsız yapmalıyız. Şimdiki durumda bana verdiği şey nedir? Otobüse, vapura bedava biniyoruz. Paso yani. Beni gazeteci kılan bir şey değil ki yani.




Akman: Bedava yolculuk kartı. Belediyenin rüşveti




Turgut: Gazetecilikte başka sorunlarda var. Yıllarca kadrosuz çalışmak, çıkıntı hale gelmek. Bize Basın Yayın okullarında öğretilen gazeteci sorgulayan kişidir, araştıran kişidir. Hayır, sorgulayamazsın hiçbir şeyi. Sen kendi kurumun içinde çıkıntılık yapamazsın, bu doğrudur diyemezsin. Öyle bakarlar. Yazı işleri toplantısında müdürler bir şeyler anlatırken o öyle değil, böyle dediğin zaman bir iki üç dördüncüsünde olmaz.




Algan: Çok somut bir örnek anlatayım. Vatan’da yazı işlerindeydim galiba emin değilim. Bu Genel Sağlık Sigortası tasarısı görüşülürken buna karşı çıkmak gerektiğini söyledim. Çünkü sağlık hizmetlerini devlet karşılar ancak uzun vadede bu hakkın elimizden alınacağını söyledim. İlk tepki şu oldu: Buna da mı karşı çıkıyorsun. Özel hastaneler SSK’lılara bakacak dediler. Bu böyle olmayacak. Bu sonuçta özel hastanelerin aldığı sağlığa katkı payının giderek yükselmesi ve kişinin kendi cebinden çıkmasını getirecek bir şey. Sonuçta öyle oldu zaten. Herhangi bir konuda yapman gerekeni savunamıyorsun gazete içinde bile. Geçtim patronu, geçtim dış etkileri. Gazetenin içinde bile böyle. Gazeteciler durdukları yerden bakınca bazı şeyleri unuttular. Makas o kadar açıldı ki özellikle ara yöneticilerle toplumun arasındaki fark çok açıldı. Dolayısıyla anlayamaz hale geldiler. İnsanların nasıl yaşadığını herkes unuttu. SSK hastanesine kaç kişi gidiyor? Milyonlarca insan gidiyor.





Turgut: Adam plazada yazı yazıyor. Otobüse bindiği yok ki. Patron olmuş artık. Cumhuriyet siyasi bir gazete olarak biliniyor yeni gelen stajyerlerde gözlemlediğim şu; apolitikler. Bir gazetecinin olması gereken donanımda değiller. Bir örnek var çok gülerim ona. İstihbarat şefi genç bir kızı gönderiyor diyor ki “arşive git Behice Boran’ı getir.” Kızcağız aşağı iniyor ve diyor ki “Behice Boran buradaysa şef istiyor” Arşivdekiler diyor “Behice Boran’ın öldüğü kaç zaman oldu.” Kız “ben basın yayın mezunu değilim siyasal bilgiler mezunuyum” diyor. Siyasi bir kadını tanımayan bir siyasal bilgiler mezunu kadından bahsediyoruz. Çok örnek var böyle. Bu işi yapacak olan insanlar apolitik, bireysel olarak gelmeye başladılar. Basın yayın okulları da benim zamanımda 3 taneyse şimdi 21 ya da 22 tane. Bu kadar gazeteci yok ve gazetecilik böyle bir meslek değil. Orman fakültesinden gelen adam da gazetecilik yapabilir. Herkes yapabilir bu mesleği.




Akman: Meslek değil ki bu, iş




Turgut: Evet iş. İş olduğuna göre de herkes bu işi yapabilir. Böyle bir işten bahsediyoruz. Hekim gibi bunu ayıracak bir yasanın olması gerekiyor. Kime göre, neye göre der adam. Bir laf vardır sonu –ci’li bitenler meslek değildir diye. Avukat, doktor bunlar meslek. Ama gazeteci, oduncu, kömürcü bunlar meslek değil derler. Doğrudur belki.




Bir diğer konu da haberin taraflı olması ya da tarafsız olması konusu. Tarafsız haber var mıdır sizce yoksa haberi yazdığınız andan başlayarak gazeteci taraf mı olmaya başlar?


Turgut: Tarafsız habercilik dediğiniz şey bir ütopya.
Algan: Doğru da değil bence.

Turgut: Öyle bir şey olmaz zaten. Ezen var, ezilen var. Tarafsızım diyorsam ezenden yanasındır.


Algan: En azından olabilirsin.


Turgut: Sen susarsan ezen yine ezecektir. Sen taraf olursun. Dersin ki benim bir görüşüm var. Herkesin bir görüşü vardır. o habere yansır, mümkün değil yansımaması. Hayata bakış açındır, sen içinden geleni yazıyorsun.


Algan: Vicdanından yanadır sonuçta gazeteci. Tarafsız olmasını beklemem kimseden, doğru da bulmam.


Akman: Biz gazeteci olarak profesyonel insanlarız. Yenişafak gazetesiyle Cumhuriyet gazetesi arasında işin yerine getirilmesi açısından bence fark yok. Birey olarak bu işi seçmişim, böyle bir tercihte bulunmuşum. Bu işin kalıbı ne? Gerçeği gazete sayfasına taşımak. Biz gerçeğin bütününü değil, bir parçasını taşıyoruz zaten. Biri bize diyor ki şurada şöyle bir şey var. Sen gazeteci olarak gidiyorsun. Tabi ki bir dünya görüşün var. Bu dünya görüşünü bir tarafa bırakıyorum ben taraf tarifi yaparken. Gerçeğin bir kısmını kopartıyorsun, alıyorsun. Bunu yaparken şuna dikkat ediyorsun. Bu kopardığın parça bütünle ilişkisini koruyabiliyor mu? Sen buna azami çaba gösteriyorsun. Çünkü kopardığın parçanın bütün içinde oynattığı bir takım mekanizmalar vardır. Sen bir doğruyu yazarken o sırada bir başkasına haksızlık da ediyor olabilirsin. Sonra bunu götürdüğün adamlar, şefin, editörün, yazı işleri müdürün tayin edici hale geliyor. Dolayısıyla sen her halükarda hangi gazetede çalışırsan çalış oradan sana söylenmiş ya da senin görüp yazıyla çerçevelediğin şey bir taraf oluyor. Koptuğu bütünden bir taraf oluyor. Çünkü sen zaten orada var olan, şimdiye kadar kimsenin görmediği bir şeyi alıyorsun, bize gösteriyorsun. Bizim görmemizi sağlıyorsun. Bir kere sen gelene kadar dengede giden bir şeyi bozmuş oluyorsun. Dolayısıyla onu bir taraf kılıyorsun. Gazeteci milliyetsizdir, dinsizdir. Gittiğin zaman öyle bakarsın meseleye. Ondan sonra bu haberini yayınladığın yer ya haberini olduğu gibi koyar ya da kıvama sokmaya çalışır. Diğer türlü de gazeteler kendi markalarına, ideolojilerine göre şekillendirmeye başlarlar. Bir gazetecinin hiçbir şekilde ben tarafsız olacağım demesi mümkün değil. Klasik laf, “ben objektif bakarım habere.” Objektif de zaten bir açıdan bakar.

Turgut: Şimdi ben sinema eleştirisi yazıyorum. Nasıl objektif olabilirim? Bizim ülkede çok fazla bulaşmış siyasete gazeteciler. Gazeteci milletvekilleri var. Bazı ülkelerde gazetecinin oy verme hakkı bile yok. Gazeteci oy vermez, gazeteci politikaya bulaşmaz. Bizim ülkede böyle bir şey yok. Bazı gazetecilerimiz yazar olur, oradan yolunda ilerlemeye çalışır. Gazetecilik bir atlama taşıdır onun için. Adam kendini ona göre belirler.

Algan: 80’lerden itibaren bu iyice yaygınlaştı.

Turgut: Halkla ilişkiler şirketlerinin de araya girmesiyle iyice şey oldu. Bir şirketle geziye gidiyor. Gazeteci hiçbiriyle gitmemeli aslında.
Algan: Gitse de kendi cebinden vermesi gerekir.
Turgut: Ama yok öyle bir şey. Herkes bir yerde, herkes iş gezilerinde.

Algan: Sonuçta adam bir hafta Paris’te Londra’da gezdirdiyse oraya buraya götürdüyse ve bütün masraflarını karşıladıysa döndüğünde sen onunla ilgili onun reklamını yapacaksın.


Kuşkusuz ki gazetecilik her zaman zor iş oldu. Ancak çalıştığınız zaman içinde hangi dönemde daha iyi ve rahat gazetecilik yapılabildiğini düşünüyorsunuz?

Turgut: 90’lı yılların ortalarında ve biraz geçtiği dönemde. Benim seçimim Milliyet’ten ayrıldıktan sonra Cumhuriyet olmuştu. Çünkü insan hakları sayfası vardı. Sendika muhabirimiz vardı. O zaman sendikamız da vardı. Mesai, prim ve başka şeylerin olduğu sabah gidip akşam karanlığında çıksak bile bir enerjiyle dolduğumuz bir dönem yaşadık. O dönem benim için ayrıydı. O dönemi yaşayamayan meslektaşlarım olduğu için de hayıflanırım. Böyle bir dönemim oldu. 2000’li yılların ardından da bir çöküş olduğunu da düşünüyorum.

Algan: Bence 80’li yılların sonunda değişmeye başladı. Ben 1987’de başladım gazeteciliğe. Sonlarına yetiştim bugüne göre iyi gazeteciliğin. 90’ların başı artık sendikanın falan bitmek üzere olduğu dönemdi. İzmir’de çalışıyordum o zamanlar. Biraz daha iyi gazetecilik yapabiliyorduk ama bu çok göreceli bir kavram. Sonuçta yine otosansür uyguluyordun, yine bu var. Şimdi gittikçe gittikçe daha çok yerleşik oldu. Daha haberi yazma aşamasına gelmeden, haberi duyduğun anda otosansür uygulamaya başlıyorsun. Bu gazeteciliği gittikçe aşağı çeken bir şey. Bir de kalite konusunda söyleyebileceğim bir şey var. Her yıl bir sürü okuldan gazeteciler mezun oluyor ama onları içine alabilecek bir yapı zaten yok. Patron da doğal olarak ucuza çalıştıracağı adamı tercih eder. Dolayısıyla nitelik gittikçe düşmeye başladı. Bu sadece genç kuşaklardan kaynaklanan bir şey değil. Daha az bilen insanlar tercih edilmeye başlandı. Ben 23 yaşında yazı işlerine başladım ve hiç istemiyordum. Çünkü benim muhabirlikte yapacağım daha bir sürü şey vardı ve 23 yaşında daha 5-6 yıldır muhabirlik yaparken 15-20 yıldır muhabirlik yapan insanların haberlerini değerlendirecek pozisyonda hissetmiyordum kendimi. Sonuçta böyle böyle yazı işlerindeki kadronun niteliği düşmeye başladı. Şimdi iyice düşmüş vaziyette. Şimdi hiç muhabirlik yapmadan editör olanlar da var. Bu da olabilir. Öyle bir birikimi vardır, mümkün. Ancak hem birikimi olmayan hem de gazetecilik konusunda deneyimi olmayan insanlar editörlük yapmaya ve muhabirlerin yazdığı haberi hatta yazarların yazdığı yorumların üstüne yorum katmaya ve onları elemeye muktedir oldu. Bu da niteliği düşürdü. Giderek kriterler değiştiği için gazeteciye gerekli olan ne kadar özellik varsa onların hepsi önemsizleşmeye başladı. Bu niteliği düşüren bir de şu oldu: Gazetecilikte usta-çırak ilişkisi vardır. Senin üstündeki, senin haberini süzgeçten geçirecek olan kişiye güvenirdin. O kişi yazdığın haber için şuraya bir bak diyorsa oraya bakman gerekir. İşi öyle öğrenirdin. Şimdi işi öğretecek insanlar az.

Akman: Gazeteciliğin koşulları hiçbir zaman iyi olmadı. Sen dışarıdasın, koşturuyorsun falan filan. Buradaki esas soru belki ne zamandır gazeteciler mutsuz mutsuz çalışıyor olabilir. Herkes bu işi yapıyor ama mutsuz yapıyor. Yaptığın işten mutlu değilsin. Çünkü karşılığını görmüyorsun. Sen cam işçisisindir mesela, bardak yaparsın, karşındaki insanın su içtiğini görünce bardakla aranda bir bağ kurabilirsin, belki senin elinden çıkmıştır. Ama sen haber yaptığın zaman yaptığın haber o olmuyor ki zaten. Haber hiç değişmese bile basıldıktan sonra başka bir şeye dönüşüyor. 24 Ocak Kararları diye bir şey var bu ülkenin tarihinde. Eski ekonomi politikaları terk edilip yeni ekonomi politikaları izlenmeye başlanılıyor. Arkasından 12 Eylül darbesi oluyor ve bugüne doğru geliyoruz. O zamana kadar baktığında gazete patronlarının hepsi gazetecilikten gelmiş. Kardeş kardeş gidiyorsun yani. Gazetecilikten gelme adamların kurduğu kurumlarda gazetecilik yapılırdı. Sonra bu ekonomik politikayı seçince gazetenin işlevi ve tanımı değişti. Zafer Mutlu, “ne dördüncü kuvveti, ticari işletmeyiz biz” demişti. Bu biraz haddini aşan bir söz olmakla birlikte dönüşümü işaret etmek bakımından önemli bir söz. Serbest piyasa ekonomisini yaşayan her yerde mi böyle bozuk? Hayır değil. Kurumsal temellerini sağlam atmış, geleneklerini iyi oturtmuş başka ülkelerin gazetelerinde böyle sorunlar yaşanmıyor. Bire bir aynı sorunlar yaşanmıyor ya da yaşanıyorsa da gazetecinin editöryal bağımsızlığını koruyacak mekanizmalar var. Bizde muhabirle yazı işleri müdürü birbirine düşmandır. O benden fazla para alıyor diye başlar her şey. O ekonomik politika doğrultusunda mekanizmalar tam oturmadığı için bu ülkede ne oldu uzman muhabirlik önemini yitirdi. O dönemde basın sermayesi denen sermayeyi tasfiye etti dönemin hükümeti ve basına dışarıdan sermaye geldi. Her gelen güçlü hükümette bir öncekini tasfiye etti. Şimdi yeni patronlar geliyor.


GÜNCEL HUKUK / MAYIS 2008 5/53 AYLIK HUKUK DERGİSİ

Hiç yorum yok: