12 Eylül 1980 zaman aşımı olmayan bir tarih. Çünkü toplumun vicdanında, bugününde ve geleceğinde bir travma olarak lekesi silinmedi. Hukuka, evrensel normlara aykırı tutuklamalar, işkencede ölümler ve idamlar... Darbecilerin topluma gözdağı vermek için astığı 50 kişiden Necdet Adalı’nın avukatı Mehdi Bektaş ile Erdal Eren’in avukatı İsmail Sami Çakmak anlatıyor.
Bir evin boyası en azından dört beş kez yenilenir, sayısız kitap okunur, film izlenir, otuz küsur çift ayakkabı eskitilir, saç dört beş kez renk değiştirir, çocuk doğurulur, büyütülür, evlendirilir, hatta onların çocuklarının saçları okşanır, onlarca bayram geçer, onlarca seçim yapılır, onlarca hükümet kurulur, bozulur, yeni paralar basılır, peynir ekmeğin fiyatı yüzlerce kez değişir… 28 yılda fazlasıyla, eksiğiyle işte bunlar yaşanır… Sadece ölüler, öldüğü yaşta kalır… Öldüren bir de darbeyse, öldürürken hukuku, hayatı çiğnemişse zaman orada durur… Bir de 28 yıla rağmen darbeyi yapanlar yargılanamamışsa, toplum bu şiddetle yüzleşmektense unutmayı yeğlemişse, belleğin tozunu attırmak gerekir. Çünkü kirli bir bellek, kirli bir gelecek demektir… İşte bu nedenle, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından idam edilen Necdet Adalı ile Erdal Eren’in avukatları ile konuştuk. Adalı’nın avukatı Mehdi Bektaş, Eren’in avukatı ise İsmail Sami Çakmak… İkisi de bu dosyaların toz tutmasına izin vermiyor, çünkü hem dava sürecindeki usulsüzlükler, hem de infaza tanıklık etmek belleklerinde diri duruyor. Bektaş Yozgat Sorgu, Çakmak ise Niğde Ulukışla doğumlu. İkisi de yetmişli yılların ilkyarısında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldular. İkisinin de hukuku seçme nedeni, okulun kendilerine hem çalışıp hem okuyabilme fırsatı sağlaması. Bektaş inşaatlarda çalışmış, mobilyalara desen çizmiş, Çakmak ise Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde öğretmenlik yapmış. Okulla birlikte hayata bakışları ve beklentileri de değişmiş, solu hem kendi hem de toplumun yaşadığı eşitsizliğin, adaletsizliğin çözümü olarak görmüşler… Mesleğe atılınca da “anarşistlerin” avukatı “anarşistler” olarak mimlenmişler. Tehdit edilmişler, cezalandırılmışlar, hatta ölümden dönmüşler. Pişmanlık mı? Asla. Ne avukatlıktan ne de müvekkillerinden bir sitemleri var, beklentileri ise 12 Eylül darbesini yapanların yargılanması… İşte anlattıkları…
Röportajlar: Berat Günçıkan
13 Aralık 1980, saat 02.53
Erdal Eren asıldığında 17 yaşındaydı. Avukatların talebine rağmen kemik ölçümü yapılmadı. Bir ay altı günde verilen karar üç kez Yargıtay’dan döndü, çünkü deliller yetersizdi. Herkes gibi Eren de topluma gözdağı verilmek amacıyla asılacağının farkındaydı. Avukatı İsmail Sami Çakmak infazı izlemekten kaçan hâkimi omuzlarından tutup sarstı, “Bak, aldığın kararın sonucuna bak”…
- Erdal Eren, 12 Eylül’den sonra infaz edilen 50 kişi arasında öne çıkan, idamlar tartışıldığında ilk akla gelen isim.
Erdal 13 Şubat 1980’de, asker Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla suçlanıyordu. Yargılanılması sadece bir ay altı gün sürdü.
- O dönemde bugün de karanlıkta kalan pek çok olay varken, bu hız öldürülen bir asker olduğu için mi?
İdamların hepsi gözdağıydı. Ölen asker olunca, yargılama da çabuk tamamlandı. Yargıtay aşamasında Erdal’ı avukat Niyazi Ağırnaslı, Nihat Toktay, ben, İbrahim Tezan, Tuğrul Çakın, Zeki Tavşancıl, İstanbul Barosu’ndan Sadık Akıncılar, Halil Ereltuğ, Mehmet Ali Özpolat, Fahrettin Elmas ve Yusuf Demir savunduk. Kararı veren ilk mahkemedeki savunmasından ötürü Nihat Toktay altı ay hapis cezasına mahkûm edildi.
- Askeri Eren’in vurduğuna ilişkin yeterli delil var mıydı?
Yargıtay Üçüncü Dairesi, kararı son derece yasal ve hukuka uygun gerekçelerle bozdu. Bunlar otopsinin usul ve yasaya aykırı yapıldığı, ölenin vücudundan çıkan kurşunun Erdal’ın tabancasından çıkıp çıkmadığının açıklığa kavuşturulmadığı, olay yerinde keşif yapılmadığı, tanıkların dinlenilmediği Erdal’ın on sekizden küçük olup olmadığının araştırılmadığı, takdir hakkının kötüye kullanıldığı gibi gerekçelerdi. Gerçek de buydu. Ama başsavcılık hemen harekete geçti, bozma kararına itiraz etti. Dosya gitti geldi, sonunda Askeri Yargıtay Daireler Kurulu idam kararını onayladı.
- Siz bu süreçte savunma hakkınızı kullanabildiniz mi?
Hayır, başsavcılığın itirazlarının görüşülmesi aşamasında savunma olarak bizi dışladılar, savunma hakkını kullandırmadılar. Sanıyorum ilk bozma kararıyla dava yeniden mahkemeye gönderilip, noksanlıklar tamamlansaydı mahkeme istese dahi idam kararı veremezdi. “Asmayalım da besleyelim mi” gibi demeçler kararın mahkeme salonu dışında verildiğini kanıtlasa, biz avukatlar için yapılacak pek bir şey kalmasa da kararın düzeltilmesi yolunda Yargıtay’a bir başvuru daha yaptık. Bu da reddedildi.
- İnfazda bulunmayı siz mi istediğiniz, Eren mi?
Erdal istedi, Nihat Toktay’la ben de savcılığa dilekçe vererek infaza katılacağımızı bildirdik. 12 Aralık 1980’de dilekçenizde belirttiğiniz adresten ayrılmayın, diye bir tebligat yapıldı. Bunun üzerine şaşırdık, birbirimize bakakaldık, bir şey konuşamadık. Yeniden infazın durdurulması için dilekçe hazırlamaya koyulduk.
- Nasıl bir bekleyiştir bu?
Bir kulağımız telefonda, bir kulağımız kapıdaydı, açıldı açılacak diye bekliyorduk. Necdet’in infazında bulunan Mehdi (Bektaş) bir şeyler anlatıyordu, ama bizim anlayacak halimiz yoktu. Gece 02.00 sıralarında sivil polisler geldi, Ankara Kapalı Cezaevi’ne gittik. Pis ve soğuk bir havaydı. Üzerimiz defalarca arandıktan sonra müdürün odasına alındık. Erdal’ı getirdiler. “Avukatlarımla yalnız görüşmek istiyorum” dedi, reddettiler. Utanarak arkasını dönüp apış arasından bir mektup çıkardı. Bir sigara istedi, yaktım. Son derece rahat ve sakin, bir mektup yazmak istediğini söyledi, izin verdiler. Oturdu, sigarası bitinceye kadar mektubu yazdı. Yetkililer mektupları ve daha sonra ailesine teslim edilecek özel eşyalarını, paralarını da aldılar, biz veririz diye. Erdal son derece güvensiz, “Gerçekten verir misiniz” diye sordu. Sonra formaliteler başladı, karar özeti okundu, idam gömleği giydirildi, karar göğsüne asıldı. Elleri bağlanacağı sırada “Bağlamayın, bana, vücuduma değmeyin” dedi. Doktor ellerinin bağlanmaması halinde çok acı çekeceğini anlattı. Erdal’a söyledim, karşı çıkmaktan vazgeçti. Sehpaya yürüdü, “Faşizme ölüm, halka hürriyet” diye bir slogan atıp, kolay geçsin diye boynunu ipe kendi uzattı, aynı anda tabureyi tekmeledi. Biraz önce slogan atan vücut boş bir torba gibi sallanmaya başladı.
- İzleyebildiniz mi, idam kararını alan heyetten hâkim infaz sırasında soğukkanlılığını korudu mu?
O sırada Nihat Toktaş, “hâkim nerede” diye bağırdı. Bir kenarda, başını iki elinin arasına almış, sözüm ona düşünüyordu. “Sürüklercesine getirdik, “bak” dedim, “aldığın kararın sonucu bu. İp Erdal’ın boynuna üçe yedi kala geçti, biz üçü on geçe aynı taksiyle geri döndük. Orada, merdivenin altında ağlayan bir yüzbaşıyı unutamıyorum, hem ağlıyor hem de bunun hesabı nasıl verilecek diye söyleniyordu.
- Herhalde bunun nedeni Erdal’ın 18 yaşından küçük olması…
Evet, itirazlarımızdan biri de yaşının küçüklüğüydü. Kemik incelemesi yapılmasını istedik, çok basit bir olaydı, ama yapılmadı. Genelde ve özellikle TÖB-DER üyesi öğretmenlere suçlu gözüyle bakan, TÖB-DER üyesi olmayı bile 1402’den cezalandıran mahkeme heyeti Erdal’ın yaşı söz konusu olduğunda, “Babasının bir öğretmen olduğunu ve bu nedenle oğlunun yaşını nüfusa günü gününe yazdırmış olacağını” kararına gerekçe yaptı.
- İnfazı izlemek sizi nasıl etkiledi?
Altı ay başka müvekkillerim de olmasına rağmen cezaevine ziyarete bile gidemedim. Çünkü mahkûm görüşüne gidebilmek için darağacının kurulduğu bölmeden geçmek gerekiyordu…
- Başka hangi davalara baktınız?
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde işkenceyle öldürülen, işkence yapılarak ifadesi alınan birçok kişinin avukatlığını yaptım, işkenceciler aleyhine açılan davaları takip ettim.
- 12 Eylül hukukun ve yasaların hiçe sayıldığı bir dönemdi, siz bunlara da tanıklık ettiniz…
Bir kere yargılama yapan mahkemelerin kendisi anayasaya, evrensel hukuk ilkelerine, uluslararası antlaşmalara, hukuk devleti ilkelerine aykırıydı. Hukukun en genel ilkeleri, evrensel hukuk kuralları ve ülkemizde geçerli olan kurallar hiçe sayıldı. İşkence ile imzalatılmış ifadeler mahkûmiyet kararlarına esas alındı. “Kısa kesin işimiz var” gibi terslemelerle savunma hakkı hiçe sayıldı. Avukatların her sözü kanunlara sövmek, konseye hakaret, savcıya, güvenlik görevlilerine hakaret olarak görüldü, davalar açıldı.
- Siz neden yargılandınız?
Birkaç ayrı davada yargılandım. Bir savunmamdan ötürü devletin emniyet ve muhafaza güçlerine, mahkemeye ve savcıya hakaret gibi suçlarla tutuklanmam istendi.
- Tehdit edildiniz mi?
Polisler aleyhine davalara girdiğim ve işkenceden şikâyetçi olduğum için evimden alındım, dövüldüm, öldü diye boş bir araziye bırakıldım. Bu olayda polisler hakkında dava açıldı ama beraat kararı verildi. O dönemde hocamız, Ankara Baro Başkanımız Muammer Aksoy gerek işkenceye karşı çıkışı, gerek işkenceye karşı mücadelede avukatlardan yana tutum alarak bizi yüceltti, bizim gibi emek verdi.
- Siz işkence gördünüz mü?
Kaba dayak ve manevi işkence çok gördüm. İki defa bürom yakıldı. Büroma gelip gidenlere “Bunlara dava vermeyin, bunlara dava verirseniz şu olur, bu olur” diye gözdağı verildi. Adana’da bir müvekkilim emniyete götürülüp aleyhime ifadesi alındı. Adana’da girdiğim duruşmaları bizzat gelip izleyen Adana Emniyet Müdürü Gültekin Demir hakkımda Ankara Emniyeti’ne “Tüm aramalara rağmen yakalayamıyoruz” diye yazdı… Adana -Ankara arasında sekiz saatlik yol, bu götürme sırasında ne olacağını kim bilebilirdi ki!
- Karanlık bir dönemde bu davaları üstlenmek, işkencenin üstüne gitmek delilik mi, cesaret mi, ideoloji mi?
Bu mesleki bir görev. Avukatlığa başlarken bir yemin ederiz, işkenceye karşı çıkmak da o yeminin gereğidir.
8 Ekim 1980, saat 02.00
Mehdi Bektaş, 12 Eylül’den sonra ilk idam edilen Necdet Adalı’nın avukatı. Emniyette, işkenceyle alınan ifadelerle verilen hüküm, darbecilerin yasama ve kanun çıkarma yetkisini de üstlenmesinden 24 saat sonra uygulandı. Adalı sandalyeye tekme vurduğunda kararı verenlerden kimse yoktu. Bektaş, infazı izledi…
- İlk siyasi davanız hangisiydi?
O günlerin davaları öğrenci eylemlerinde silah yakalamak gibi konulardı, siyasi denecek dava yoktu. 12 Eylül dönemine girerkenki en kapsamlı dava ise Necdet Adalı’nın davasıydı. Adalı 1977’de iki kişinin öldüğü bir kahvehane taranmasından dolayı suçlanıyordu, 12 Eylül geldiğinde de cezası zaten kesilmişti.
- Kararın gerekçeleri yerinde miydi?
Bizim açımızdan değildi, zaten karar da doğru değildi. Genelde delil olarak getirilenler emniyet ifadeleriydi. Bu ifadelerin de baskıyla, zorla alındığı sabitti. Söylediğimiz şuydu, emniyetin sorgulama, yargılama yetkisi yoktur, o delilleri toplar, yargının önüne getirir. Oysa uygulamada sorgulamayı bugün de emniyet yapıyor.
- Dava sırasında dinlenmeyen, göz ardı edilen tanıklarınız oldu mu?
Bu tür davalarda tanık bulmak zor; çoğu karanlıkta, gece yarısı yaşanmış olaylar. Mesele elde edilen delillerin hukuki açıdan kabul edilebilir mi, edilemez mi olduğuydu. Ben elimden geleni yaptım, ama bir kanaat oluşmuşsa bunu değiştirmek zordur.
- İnfazı durdurmak mümkün değil miydi?
Yasalara göre infaz ancak TBMM’nin kararıyla gerçekleşebilirdi. 12 Eylül’den bir ay geçmeden, Milli Güvenlik Konseyi biraz da topluma “gereğini yaparız” mesajını iletmek için infaza karar verdi. Konseyin yasama görevini, kanun çıkarma yetkisini üzerine aldığını, ancak infazlara karar verilince öğrendik. İnfaz günü yeni bir anayasa yapılana, yeni bir parlamento oluşana kadar bunun ertelenmesi talebinde bulunduk. Gayri resmi olarak bize siz haklısınız, çünkü idam kararının yerine getirilmesi için parlamentonun kanun çıkarması gerekir denildi. Biz de konsey geçici olduğunu ilan ettiğine göre infaz ertelenmeli diye talebimizi yineledik. Akşama kadar bu tartışma oldu, talebimiz reddedildi. Aynı gün infaz gerçekleşti. Yasa 7 Ekim’de çıktı, infaz 8 Ekim’de yapıldı.
- İnfaza katıldınız mı?
Birkaç arkadaş savcıya dilekçe verdik, infazda hazır olacağımızı bildirdik. Gece birden sonra bizi alıp, kapalı cezaevine götürdüler. Müdürün odasına çıkarıp aramaya tabi tuttular. Uzun zamandır ülkede infaz yapılmıyordu, bu ilkiydi, onlar da şaşkındılar.
- İnfazların yapılacağını bekliyor muydunuz?
Beklemiyorduk. Necdet ve Mustafa Pehlivanoğlu daha önce dosyaları tamamlanmış olduğundan konsey için infaza uygun kişilerdi. Bir sağdan bir soldan infazla topluma verdikleri mesajı güçlendirmek istediler.
- Necdet Adalı infaza nasıl hazırlandı?
Dini telkin istemedi. Gömleği giydirdiklerinde ailesine mektup yazmak istedi. Biraz çabuk ol dediler. Mektubu bitirdikten sonra üzerine suçu ve kararı yazan bir yafta asıldı. Çelik masa, masanın üzerinde de bir sandalye koymuşlardı. Yürüdü. Kendi kendini infaz etti.
- Ailesine haber verildi mi, bağınız daha sonra da sürdü mü?
Verilmedi. Sokağa çıkma yasağı da bir engeldi, götürüp kendileri gömdüler. Dava bize aile kanalıyla gelmemişti. O nedenle çok sıkı bir ilişkimiz olmadı. Çoğu fakir ailelerdi, avukat tutmaları biraz zordu. Biz karşılıksız hukuksal yardımda bulunuyorduk.
- Savunma sürecinde nasıl engellerle karşılaştınız?
Dosyaları incelemek, duruşmalara girmek hepsi bir sorundu. İdamla yargılanan müvekkilinizle görüşme süreniz üç dakikaydı. Aramalar çileden çıkarıcıydı, kendimce bir çözüm bulup üstten açılan kapanan çanta kullanmaya başladım. Bugün de bu alışkanlığı sürdürürüm.
- Siz baskı gördünüz mü, gözaltına alındınız mı?
Bir kez kanunlara küfretmekten tutuklandım, ama kimse bu davaları alma, bu davalara girme diye baskı yapmadı. Tam tersine bizim orada olmamız arzu edilmişti, çünkü darbe de yapsanız sonuçta hukuka bağlı olmak zorundasınız. Sonuçta biz orada göstermelik olarak vardık.
- Bu sizde çelişki yaratmadı mı?
Bunu çok tartıştık. İçerideki insanların dünyayla tek bağlantısı aileleri ve avukatları. Onların da bu yönde talepleri vardı, gelin gidin dışarıda ne olup bitiyor bildirin… Ben bu tür davaları almam diyenler de oldu, onlar parasal işlere gidiyorlardı. 12 Eylül’den sonra korkunç bir avukat patlaması oldu. İçeri düşenlerin aileleri daha kolay tahliye olacaklarını düşündükleri için asker kökenli avukat tutma peşine düştü. Onlar da yüksek ücretler aldılar.
- Hukuk adına hukuka uygun bir mücadele verdiğinizi düşünüyor musunuz?
Evet. Çağdaş Hukukçular olarak iyi mücadele verdik, o dayanışma olmasa bu mücadele yürütülmezdi.
- İnfazı izlemiş olmanız hayatınıza nasıl yansıdı?
Üzülecek bir olay ama bunu izleyen bir insan hayattan elini eteğini çekecek diye bir koşul yok. O tür sıkıntıya giren, Ankara’dan bürosunu taşıyan arkadaşlarımız da oldu, ama bana göre hayattan kaçmak hiçbir şeyi çözmüyor.
- Bugünden 12 Eylül dönemine baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
12 Eylül’e gelmeden önce herkes darbe olacağını biliyordu. Karmaşayı böyle radikal bir müdahalenin dışında hiçbir şeyin önleyemeyeceğine dair bir kanaat vardı. Çünkü günde 40 kişi ölüyordu. Darbeden sonra yaptıklarının affedilecek hiçbir yanı yok. Neyi söylediler, neyi yaptılar? Bugünkü emperyalizme bağımlı hale gelmenin, muhafazakârlaşmanın, milliyetçiliğin zemini oradan kaynaklandı. Darbeciler yargılanacaksa 12 Eylül darbesini niye yaptın diye değil, bu darbeden sonra neler yaptın diye yargılanmalı.
Fotoğraf: Necati SAVAŞ
CUMHURİYET PAZAR DERGİ - 14 EYLÜL 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder