29 Haziran 2008 Pazar
26 Haziran 2008 Perşembe
Kağıtsızlar hapishaneyi ateşe verdi
Geçtiğimiz Cumartesi günü, 273 göçmenin tutulduğu Paris yakınlarındaki Vincennes Sınırdışı Hapishanesi'nde Tunuslu bir mülteci hücresinde ölü bulundu. Türk ve Kürt tutsaklarında bulunduğu hapishane ateşe verildi, isyan başladı. Tunuslu göçmenin kalp krizi nedeniyle öldüğü açıklanırken, isyanda 20 kişinin yaralandığı belirtildi.
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
07:37
0
yorum
Etiketler: kağıtsızlar, mrap. resf
İşkencesiz bir dünya için...
Salihoğlu, 11 Eylül saldırısından sonra tüm dünyada 'terörle mücadele' gerekçesiyle işkencenin meşrulaştıran, yaygınlaştıran tutum ve politikaların sürdüğünü ve işkencecilerin korunduğunu belirterek, Türkiye'de de işkencenin bir hak ihlali olma özelliğini devam ettirdiğini kaydetti.
Özellikle Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'nda yapılan değişiklik sonrasında karakollarda, jandarma birimlerinde, sokaklarda, gösteri ve yürüyüşlere müdahalede işkencenin, nicelik ve şiddetinde ciddi artışlar yaşandığına dikkat çeken Salihoğlu, “Çünkü, cezasızlık, sistematik işkencenin hem bir sonucu hem de araçlarından birisidir” diye konuştu.
Sistem, işkenceye tolerans tanıyor
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
07:29
0
yorum
Etiketler: 26 HAZİRAN, HELSİNKİ YURTTAŞLAR DERNEĞİ, HUKUK ARAŞTIRMALARI VAKFI, İŞKENCE GÖRENLERLE DAYANIŞMA GÜNÜ, MAZLUMDER, TİHV
Mahkeme heyeti hızını alamadı
Asker ve gardiyanların yargılandığı Bayrampaşa Hapishane Katliamı davasında tutsakların yaşamını yetirmesine ya da yaralanmasına neden olan askerleri aklamak için davayı sürece yayıp zamanaşımına sokan adalet, Malatya'da yaşanan katliam girişimi davasında elini çabuk tuttu. Malatya 1. Asliye Ceza Mahkemesi, 'zaman aşımı dolacağı' gerekçesiyle hızını alamadı, 54 tutsağın her birine 3 yıl hapis ile 141 YTL para cezası verdi. Mahkeme, ayrıca yargılanan tutsaklar arasında bulunan ve ölüm orucu direnişinde şehit düşen 5 devrimciye de hapis ve para cezası hükmetti.
19 Aralık 2000 tarihinde eş zamanlı düzenlenen 'hayata dönüş' katliamı saldırısında saldırıya uğrayan Malatya Kapalı Hapishanesi'nde tutsaklardan 1'i ağır 34'ü yaralandı. Katliam girişiminin ardından başlatılan savcılık soruşturması sonucunda, asker ve gardiyanlara hakkında değil, tutsaklar hakkında dava açıldı. Malatya 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen davada, 54 tutsak “Hapishane idaresine direnme” ve “kamu malına zarar verme” iddiaları ile yargılandı.
Mahkeme heyeti, zamanaşımı dolacak kaygısı'yla çok sayıda tutsağın son savunmalarını bile almadan, 54 tutsağa “Hapishane iradesine direndikleri” iddiasıyla 1 yıl, “kamu malına zarar verdikleri” iddiasıyla da 2 yıl hapis ve 141 YTL para cezası verdi. Öyle ki mahkeme, katliam girişiminin ardından farklı hapishanelere götürülen 5 ölüm orucu şehidi hakkında da cezaya hükmetti. Yargılananlar listesinde adı yer alan devrim şehitleri Ender Can Yıldız, Muharrem Çetinkaya, Fatma Bilgin, Melek Birsen Hoşver ve Feride Harman hakkında da karar verdi.
Av. Tanay: Yargı pratiğinin açık göstergesi
24 Haziran 2008 Salı
"'Hayata Dönüş' Belleklerde Asla Zamanaşımına Uğramayacak"
BİA Haber Merkezi - İstanbul
Davanın müdahil avukatı Taylan Tanay "Bu dava mahkeme dosyasında zaman aşımına uğrayabilir ancak bu vahşet halkın belleğinde asla zaman aşımına uğramayacaktır. Yaşamını yitiren tutuklu ve hükümlülerin ailelerinin, bütün insanların adalet arayışı sürecektir" dedi.
"Operasyonlarda yaralanıp ölmeyen hükümlüler hakkında davalar açıldı"
"Bu davada zamanaşımı bilerek kondu. Hiçbir zaman gerçek bir yargılama yapılmadı. Dava boyunca 11 hakim değişti, mahkeme adli ve idari hiçbir yazıya cevap vermedi. İstanbul Valiliği operasyona katılan personelin ismini istenmesine rağmen göndermedi."
"AİHM'ye gidiyoruz"
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
14:11
1 yorum
Etiketler: 19 aralık, AİHM, bianet, hayata dönüş, taylan tanay
22 Haziran 2008 Pazar
Rio’nun sekizinci harikası
Deniz Ülkütekin
Yaklaşık bir milyon yoksul insanın hayatını sürdürdüğü favelalarda yaşam koşulları son derece zorlu. Sırf imkânsızlıklar değil kanunların deniz seviyesinden çok fazla yukarı çıkamaması da bunda rol oynuyor. Tanrı Kent gibi mahallelerde örgütlenen silahlı çetelerse uyuşturucu trafiğini kontrol etmek için sık sık birbirleriyle çatışmaya giriyorlar. Sao Paulo gazetesi Folha’nın bir muhabiri favelalara yapılan turlardan birine katılmış. Latin Amerika’daki en büyük gecekondu mahallesi olarak bilinen Rocinha’ya yapılan bu gezide dokuz yılını hapiste geçiren silahlı bir çete üyesiyle tanışma fırsatı bulmuş ve kendisinin hapisane anılarını dinlemiş. Çete üyesi görüşme sırasında, polisin olduğu kadar diğer çetelerin de kendilerini fazlasıyla tedirgin ettiğini belirtmiş. Aynı silahlı çeteden bir başka üyeyse çalışma şartlarını detaylı bir şekilde anlatmakta bir sakınca görmemiş. Kendisi günde on iki saat çalışarak doksan Avro haftalık kazanıyormuş. Yüzleri gözükmediği sürece, çete üyeleri için silahlarıyla fotoğraflarının çekilmesi de bir problem değil.
Dört çekerli araçların, turistleri lüks otellerin önünden toplayıp favelalara götürmesi, Riolular için yeni bir görüntü değil. Uçsuz bucaksız Cobacabana sahilinden sıkılanlar için kent içindeki yaşamı görmek son derece iyi bir alternatif.
“Böyle bir turu düzenlemek çok gereksiz. Rio’da gezilebilecek çok daha güzel yerler var”. Kent polisini ilgilendiren konuysa turstlerin hayatının riske atılıp atılmadığı. Ancak şirketin sahibi Pedro Novak bu turları sadece kendilerinin düzenlemediğinin altını çiziyor. Sonraki sözleri de hiç uzlaşmaya yönelik değil. “Favelalarda silahlı çeteleri varlığı yetkililerin suçu. Bizi yargılamadan önce kendi pisliklerini temizlesinler.”
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
15:39
0
yorum
Etiketler: city of god, cobacabana, deniz ülkütekin, favela, rio, sao paulo, tanrı kent
Aklınız Tuzla’daysa siz de bir ses verin...
Şaşırtıcı bir bildiriydi. Çeşitli üniversitelerin Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümlerinden öğretim üyeleri Tuzla tersanelerindeki ölümleri protesto ediyor, durdurulması için çağrıda bulunuyordu. Aralarında bölüm başkanları da vardı. Akademisyenlerden, daha doğrusu işçi sorunlarına ilişkin bir çıkış 80 sonrasında neredeyse hiç görmediğimiz bir “eylem”di. Bu yüzden bildiriyi imzalayan 112 akademisyenden Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyeleri, aynı zamanda ÇEEİ Bölüm Başkanı ve Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Makal ve Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Gülay Toksöz’le konuştuk...
- Uzunca bir süredir akademik çevrelerden Türkiye’de ve tersanelerde olup bitenlere ilişkin güçlü bir ses duymuyorduk. Sizi tepki göstermeye yönelten ne oldu?
Ahmet Makal: Türk insanının yaşanan sorunlara karşı tepkisizliği şüphesiz genel bir eğilim ve akademisyenler de bu eğilimden paylarına düşeni alıyorlar. Bu tepkisizlik koşullarında, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümleri öğretim üyelerinin ortak bir duyarlılık çerçevesinde bir araya gelerek, Tuzla ve diğer tersanelerdeki olaylara tepkilerini bir imza kampanyası ile hem ilgili kamu ve işveren kuruluşlarına, hem de kamuoyuna duyurma yolunu seçmeleri, şüphesiz önemsenmesi gereken bir durum. Bu öğretim üyelerinin uzmanlık alanları; iş hukukundan sosyal güvenliğe, sendikacılıktan iş sağlığı ve iş güvenliğine kadar, bizatihi çalışma yaşamının değişik boyutlarını içeriyor. Bölümlerimizdeki öğretim üyeleri, hem bu konulara ilişkin araştırma ve yayın faaliyetlerinde bulunuyorlar, hem de gerek lisans, gerekse lisansüstü düzeyde çok sayıda öğrenci yetiştiriyorlar. Bu bölümlerin mezunları da, diğerleri yanında çalışma yaşamıyla ilgili işlerde istihdam ediliyor. Örneğin, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda değişik görevlerde çalışan çok sayıda mezunumuz var. Bütün bu nedenlerle, çalışma yaşamının devlet, işveren örgütleri ve sendikalardan oluşan aktörlerine ve kamuoyuna bu dramatik olaylarla ilgili görüşlerimizi aktarmak, sorunların çözümünde destek önerisinde bulunmak bizler açısından kaçınılması mümkün olmayan bir sorumluluktu. Diyebiliriz ki, tersanelerde yaşananlar bir “insanlık sorunu”, buna tepki göstermekse toplumun tüm kesimlerine düşen bir “insanlık sorumluluğu”dur.
EĞER SENDİKALAR DAHA ETKİN OLSAYDI!
A. Makal: Kesinlikle etkili oluyor. Yapılan bilimsel çalışmalar, işyerlerinde sendikaların etkinlik kazanamamasının, iş denetiminin yeterli ölçüde yapılmasını engellediğini ortaya koyuyor. Güçlü bir sendikal örgütlenme, bizatihi denetime konu olabilecek sorunların ortaya çıkmasını engelleyebileceği, yani işverenin mevzuata aykırı uygulamaları üzerinde caydırıcı olabileceği gibi, bu sorunların saptanmasını ve denetimini de kolaylaştırır. Bu açıdan sendikalar, işyerlerindeki mevzuata aykırı uygulamaların saptanıp, ilgili makamlara iletilebilmesi açısından ilk ve en önemli unsuru teşkil ettikleri için, “içsel denetim”in vazgeçilmez öğeleridir. Eğer Tuzla’da ve diğer tersanelerde sendikalar daha etkin olsalardı, ölümlü iş kazalarına yol açan oluşumların engellenmesi doğrultusundaki adımlar çok daha kolaylıkla ve büyük etkinlikle atılabilirdi.
- “Kaza”ların önlenmesi için sizce yapılması gerekenler neler?
Fazla mesai fiili bir mecburiyet olmaktan çıkarılmalı. Ağır ve tehlikeli bir işkolu olan ve maksimum dikkat gerektiren tersane mesaisinde, işverenler tarafından günde 7,5, haftada 37,5 saat sınırlandırılmasına riayet edilmeli. Tersaneler bölgesinde bulunan işyerleri kendi içinde de rekabet ettiğinden tüm işletmelerin hep birlikte asgari bir standarda ulaştırılması gerekiyor. Kuşkusuz işçiler başta olmak üzere, tüm çalışanlara istihdamdan önce gerekli eğitimin verilmesi de büyük önem taşıyor.
- Tuzla dışında, Türkiye’deki çalışma yaşamına ilişkin olarak dikkatinizi çeken, henüz sözünüzü söylemediğiniz, ya da söyleyip de yeterince duyulmasını sağlayamadığınız neler var?
Ülkemizde yoğun biçimde yapılan sivil toplum tartışmalarında, bunun tanımlayıcı öğelerinden birinin örgütlülük olduğu ve çalışma yaşamının örgütlü olmadığı bir sivil toplumun var olamayacağı üzerinde de dikkatle durulmalı. Siyasal iktidarın, muhalefetin, medyanın, aydınların ve hatta Türkiye’deki muhafazakârlaşma eğiliminden nasiplerini alan bazı sendikaların bu sorunlara ilgisizliği ise şüphesiz üzücüdür. Toplumsal barışın sağlanmasının olmazsa olmaz koşulu olan adalet düşüncesi, zihinlerde arka planlara itilmiş gibi görünüyor. Tuzla olaylarının, tüm toplumsal kesimleri bütün bu hayati sorunlar üzerinde düşünmeye sevk etmesini diliyorum. Tabii ki sadece düşünmek yetmez; sorunları çözme yolundaki adımların da hızla atılması lazım.
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
14:16
0
yorum
Etiketler: ahmet makal, berat günçıkan, gülay toksöz
F Tipi’nde İngilizce kitaba yasak!
İHD Ankara Şube Mali Saymanı Adile Erkan'ın okuduğu basın açıklamasında hapishanelerde artan hak ihlallerine dikkat çekildi. Adalet Bakanlığı tarafından yayınlanan genelgenin halen uygulanmadığına dikkat çekildi.
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
14:01
0
yorum
Etiketler: ankara sıkıyönetim mahkemesi, ekonomi politik, kene, norteastan, socialist worker
17 Haziran 2008 Salı
58 yıl sonra, yeniden 4. Filo
İSTANBUL (16.06.2008)- Amerikan ordusu 1950’de dağıtılan 4. Filo’yu gelecek ay itibarıyla “terorizmle ve yasadışı hareketlerle savaş” iddiasıyla yeniden harekete geçiriyor. Pentagon tarafından 25 Nisan'da yapılan açıklamada 4. Filo'nun oluşturulacağını duyurmuştu.
Uruguaylı araştırmacı, gazeteci, Raul Zibechi imzasıyla Telesur’da yer alan habere göre Temmuzun ilk günlerinde ABD ordusu 4. Filo’yu yeniden aktive edecek. Gerekçe ise “terorizmle ve yasadışı hareketlerle savaş.” Makaleyi kaleme alan Zibechi 4 Filo’nun yeniden harekete geçmesini Venezüella ve bölge ülkelerine bir “mesaj” olarak değerlendiriyor. Hatırlanacağı üzere Küba lideri Fidel Castro 6 Mayıs 2008'de Küba Komünist Partisi'nin yayın organı Granma'da yayınlanan makalesinde, Amerikan filosunun amacının, “terörle mücadele olmadığını”, tersine Latin Amerika ülkelerini ölüm ve tedhişle tehdit etmek olduğunu söylemişti.
Fidel Castro makalesinde, “Yeniden kurulan 4. filonun hedefinin ayrıca gösterilmesine gerek bile yok. Bu Amerikan girişimi, Küba’nın müttefiki Venezüella ve bölgeye mesaj vermeye yönelik” ifadesini kullanmıştı.
Zibechi ise bölgenin haritasının değiştirilmeye çalışıldığına dikkat çektiği makalesinde, “Bunun uzun soluklu bir planın ilk aşaması olduğundan söz ediliyor” dedi. Florida Mayport’ta üslenecek olan filoya Koramiral Joseph D. Kernan’ın komuta edeceği belirtiliyor.
Zibechi makalesinde her birinde nükleer denizaltı olan on bir uçak gemisinden oluşan 4. Filo’nun aktifleşmesi Güney Amerika’daki belirli bir gerilim anına ve hammadde pazarındaki uç değişkenliklerin olduğu bir döneme denk düştüğü yorumunu yapıyor.
Zibechi: ABD bölgeye havadan ve karadan saldırmaya hazırlanıyor
ABD’nin petrol gereksiniminin üçte biri Venezüella, Meksika ve Ekvador’dan sağlandığını söyleyen Zibechi makalesinde şöyle diyor: “İmparatorluk bölgede uğradığı bir dizi yenilgiden ötürü zor durumda: Paraguay’da Fernando Lugo’nun başkanlık seçimini kazanması, Brezilya ve Venezüella’nın girişimiyle yakında kurulacak olan Güney Amerika Savunma Konseyi, Ekvador’da Başkan Correa’nın ulusötesi petrol ve maden şirketlerine karşı yürüttüğü süreç, Mercosur’u (güney ortak pazarı) birinci dünya ülkelerinin ekonomilerine daha az bağımlı hale getiren Brezilya gibi bir ülkenin ekonomik bağımsızlığı en belirgin olanları.
Bütün bunlara, Haiti’deki son ayaklanmalar, Bolivya’daki egemenlik anlaşmazlıkları, Arjantin’de büyük patronların Başkan Cristina Fernandez’e karşı saldırgan tutumları gibi bölgede istikrarı bozacak etkenleri de ekleyebiliriz.
Bütün bu panorama karşısında ve yiyecek fiyatlarında olağanüstü artışa neden olan spekülasyonların beslediği dengesizlik ortamında 4. Filo’nun yeniden aktive edilmesi ABD’nin bölgeye havadan ve denizden müdahaleye hazırlandığını düşündürüyor.
4. Filo sadece uyarı değil, tehdit de
Gerçekten Afganistan ve Irak başarısızlıklarından sonra Pentagon bir kara harekâtını göze alamaz. Bu nedenle bölgeyi kontrol edebilmek için deniz ve hava araçlarını güçlendirmek tek seçeneği. Ancak 4. Filo şovu yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bir tehdit de...
Kesin olan bir şey var ki, varlıkların biriktirilmesi şiddet (maddi, sembolik veya her ikisi birlikte) olmadan olmaz. Tümüyle antidemokratik dikey bir toplum modeli yapısı gerekir. Artık bölgede 60’lar ve 70’lerde olduğu gibi belli bir sınıfın ayrıcalıklarını korumak için darbe yapmaktan söz edilmiyor. Şimdilerde her şey tümüyle farklı: Bölgenin ve dünyanın haritası değiştirilmeye çalışılıyor. Ulusötesi şirketler ve İmparatorluk, doğal zenginliklerin olduğu yerlerdeki halkı topraklarından sürüyor ya da tek tip ürün yetiştirip satacağı topraklar arıyor. Bunun için rüşvet veya zor kullanarak kendisini rahatsız eden hükümetleri süpürüyor. 4. Filo da bu düzeneğin bir parçası” tespitinde bulundu.
ATILIM'dan alınmıştır...
16 Haziran 2008 Pazartesi
ONUNCU KÖYÜN FİDANLARI


FACEBOOK ÇEVİK KUVVETLERİ
Facebook'a üye olan bazı polisler marifetleriyle övünüyor: "Bunlara biber gazı sıkmak yanlış, direkt mermi sıkmak lazım. Allah copunuzu keskin, gazınızı bol eylesin"
Gösteri ve yürüyüşlerdeki sert müdahaleleriyle eleştirilen polisler Facebook'u keşfetmekte gecikmedi. Facebook'un tüm üye kullanıcılara açık bir platform olduğunu umursamayan polisler, kurdukları özel gruplarda birbiriyle mesajlaşıyor, eleştirilere sebep olan müdahalelerinden övgüyle bahsediyor.
Yeni Harman dergisinin son sayısında yayınlanan derlemede Facebook'ta gerçek isimleriyle, üniformalı resimleriyle tartışan, küfreden eğlenen, kendileriyle ilgili haberlere yorum yapan polislere yer verildi. Facebook'ta "Özel tim", "Polis Kafe", "Çevik Kuvvet", "Bekar Polisler Lokali" gibi çeşit çeşit grupları var.
Kazara gazeteci görse "Çevik Kuvvet C Özel Tim" adlı gruba konan bir video sonrasında bir grup üyesi şöyle diyor: "Şu son eklediğiniz videolar yakışmamış kaldırın bence, kazara bir gazeteci görse ‘Çevik anırıyor' diyecek rezil olcaz elaleme. Özel tim olarak sizden ricam bu tür videoları kendi aranızda seyredin bu tür umuma açık herkesin izleyebileceği yerlere koymayın."
Allah gazınızı bol eylesin
1 Mayıs tartışmasının yapıldığı polis gruplarından birinde bir grup üyesi şöyle diyor: "Biber gazı sıkmakla adil davranmıyorsunuz; bence bunlara direk mermi sıkacaksınız; hem de kafalarına, tek tek… Hem nüfus planlamasına katkı olur hem de ülke pisliklerden temizlenmiş olur."
Bir grup üyesi "Yanlış kişilere müdahale edildi" diyor ve devam ediyor "Önce basının hakkından gelinecekti..." Bayrampaşa Çevik Kuvvet'in grubunda da 1 Mayıs müdahalesi konuşuluyor. Grupta, 1 Mayıs fotoğraflarının yanı sıra grup üyelerinin üniformalı resimleri ve bozkurt resmi var. Grupta üniformalı vesikalık resmini kullanan bir üye, 1 Mayıs'ta İstanbul'da olmak istediğini yazmış, "Metropol Aslanları; gazanız mübarek olsun" diye tebrik etmiş ardından da, "Allah copunuzu keskin, gazınızı bol eylesin" diye dua etmiş.
Cerrah'ın ajanı Sinem isimli kullanıcının üye olduğu grupların birbiriyle zıt görüşlerle ilgili olduğunu gören bir polis, "Sinem sen rütbelilerin ajanı mısın? Belki de Cerrah müdürün (Celalettin Cerrah) ajanısın?" diyor. Ardından Sinem ve grup üyeleri arasında konuyla ilgili ufak tartışmalar yaşanmış ve Sinem gruptan atılmış.
Rütbeliler giremez "Bekar polisler lokali" grubunun tanıtımında "Rütbeliler Giremez" yazarken, "Mersin çevik kuvvet" grubunda "Gençler sizin hiç rütbeli üyeniz yok mu" diyor biri. Sonra üniformalı yeni bir üye girip, "slm gençler, baktım burada bir başı boşluk bi el atayım dedim hepinize kolay gelsin. A.e.o (Allah'a emanet olun)" diyor. Grubun fotoğraf albümündeki Mersin Çevik ekibinin resmi altında, "Mersin'in bozkurtları bunlar" şeklinde yorumlar var. DTP'ye karşı omuz omuza Mersin Çevik Kuvvet Grubu'nun ilgili olduğu diğer gruplar ise şöyle: "Dtp'lilerin elini sıkmayan siirt emniyet müdürü'nün ellerinden öperiz", "Pkklılara terörist demeyenlerin elini sıkmam diyen emniyet müdürümüz" ve "Polis kadar çok çalışan yok diyenler grubu..."
RADİKAL GAZETESİ...
Tuzla’da grev günü
Limter-İş Başkanı Dinç, 16 yıldır Tuzla tersanelerinde bir “vahşetin” yaşandığını ve işçilerin ölüme gönderildiğini belirterek “Bugüne kadar 99 tersane işçisi öldü. Tersanelerdeki sorun sadece işçi ölümleri değil. İşçiler burada yaralanıyor, kazalar ve meslek hastalıkları ile yüz yüze kalıyorlar” dedi.
DİSK’e bağlı Türkiye Liman, Tersane Gemi Yapım ve Onarım İşçileri Sendikası (Limter-İş) öncülüğünde Tuzla tersanelerindeki işçi cinayetlerinin son bulması amacıyla tersane işçileri 1 günlük iş bıraktı, mevcut çalışma koşullarını protesto etti.
‘TUZLA KATİLİ AKP’DİR’
Çelebi, bir süredir Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB), Limter-İş, Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR), Dok Gemi-İş, Türk Tabipleri Birliği (TTB), Mimar ve Mühendisler Odası ve konunun uzmanı akademisyenlerin de içinde olduğu bir sektörel izleme kurulu oluşturma çabası içinde bulunduklarını ifade etti.
15 Haziran 2008 Pazar
Hazirandı ve işçiler yürüyordu

Esra Açıkgöz
Anlattıklarım genç kuşaklar için bir film karesi gibi dursa da, İstanbul bundan 38 yıl önce, o zamana kadar yapılan en büyük işçi eylemine işte böyle tanık oldu. 80 binden fazla işçi, sendikalarının, DİSK’in önünü kesmek amacıyla 274 ve 275 sayılı sendikalar yasasında yapılacak değişiklikleri protesto etmek için sokaklara döküldü. Hem de sadece bir gün öncesinde alınmış bir eylem kararıyla. Ancak işçilerin yolu Unkapanı ve Galata köprüleri kaldırılarak, vapurlar çalıştırılmayarak Anadolu Yakası’nda Kadıköy’de, Avrupa Yakası’nda Eminönü’nde kesildi. Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda çıkan çatışmada, iki işçi, bir polis ve bir esnaf öldü...
Tarihe, 15-16 Haziran Direnişi olarak geçen bugün, işçi sınıfı tarihindeki en önemli olaylardan. Direnişe katılanların o günü anlatırken hâlâ gözlerinin parlaması da bundan. Bugüne gelince onu anlamakta zorlanıyorlar, düşük ücretler, sendikasızlaşma, artan kayıt dışı istihdam... Yine de Tuzla işçilerinin, iş cinayetlerine dur demek, yaşam haklarını savunmak için yarın grev yaptıklarını hatırlamak biraz da olsa rahatlatıyor onları…

Tarih, 15 ve 16 Haziran 1970. Yer, Topkapı, Davutpaşa, Silahtarağa, Kartal, Sarıyer, Cağaloğlu... İstanbul’un her yerinden, hatta Gebze’den Taksim’e doğru yürüyen işçiler o gün bir tarih yazdılar. Türkiye işçi sınıfının en büyük grevlerinden birini, 15-16 Haziran Direnişi’ni gerçekleştirdiler.
MEHMET ATAY
Hafızama kazınan görüntülerden biri de, Cevizlibağ’da ilaç fabrikalarında çalışan kadın işçilerin yürüyüşe katılımıydı, hamile kadınlar yürüdüler. İlk müdahale Topkapı’da oldu, yolumuzu kestiler, ancak kadınlar öne geçince, polis ve jandarma ne yapacağını bilemedi. Kadınların cesareti kimi erkek sendikacıların da ezberini bozdu... Bu sırada, Arçelik, ECA da Gebze’den İstanbul’a, o zamanki Ankara Asfaltı’na yürüyüşe geçmişti. İşçiler Bağdat Caddesi’nden yürürken, muhtemelen orada yaşayan zenginler sonumuz geldi diye korkuya kapılmıştır, ancak hiçbir taşkınlık yaşanmadı. Cağaloğlu’ndaki barikatta yine önce kadınlar atılıp, tankların üzerinden yürüyerek geçtiler. Bizi barikatlarla durduramayacaklarını anlayınca, köprüleri açtılar, tekneleri sahilden çektiler. En acısı da Yoğurtçu Parkı’nda iki arkadaşımız öldürüldü, bir kilometre daha yürüseler Kadıköy’e varacaklardı oysa ki... Polis telsizlerinden, gazeteci arkadaşlardan ölümlerin haberini aldık. O güne dair unutamadığım bir şey de, o günün akşamı DİSK’i aramaya gelen polisle, Kemal Türkler’in diyalogudur. DİSK binasını aramaya gelen polislere, Türkler ne aradıklarını sordu, silah arıyorlardı, hiçbir şey bulamadılar tabii ki. Tam giderlerken Türkler amire döndü, “Bizim” dedi, “silahla işimiz yok, bizim silahlarımız sabah şehrin sokaklarında yürüdüler zaten”. Ertesi gün DİSK yetkililerini tutukladılar. Pek çok işçi işten atıldı. 16 Haziran’da işçiler asık suratla değil, güle oynaya yürüdü.
CELAL ALÇINKAYA
İkinci gün Kağıthane’den Gültepe’ye çıkmak için yürüyüşe geçtik, geçtiğimiz fabrikalardan çıkanlar yürüyüşe ekleniyordu. İlginç olaylar da yaşadık. Mesela bir fabrikanın kapısından girdik, içeride hiç kimse yok. Bahçesinde bir tur attık ki ne görelim, işçileri duvarın arkasına saklamışlar. Marşlar söyleyerek işçilere yaklaşınca, bıraktılar, onlar da yürüyüşümüze katıldılar. Kimi işverenler de korktukları için işçilere izin verdi, oysa bir cıvataya bile zarar verilmeyeceği kararı almıştık, öyle de oldu... Kol kolaydık, kortejin güvenliğini sağlıyor, aramıza tanımadıklarımızı sokmuyorduk. Cağaloğlu’nda tanklar yolumuzu kesti; kadınlar, gençler tankların üzerinden atlayıp Eminönü’ne indik. Galata ve Unkapanı Köprüleri’ni açtıkları, vapurların çalışmasına engel oldukları için karşıya geçemedik. Kadıköy’deki çatışmada iki işçinin bir de esnafın öldüğü haberini bu esnada aldık. Gözaltılar da başlayınca, fabrikalarda çalışmadan durma kararını verdik. Büyük bir dayanışma vardı. Mesela, Demirdöküm işçileriyle Eyüp’e, fabrikaya dönerken polis üç kişiyi gözaltına aldı, arkadaşlarımızın bırakılması için karakola gittik, mecbur, bıraktılar. Direniş bizim bölgede sekiz gün sürdü, iş durdurma eylemine devam ettik. Sekizinci gün, bölge garnizon kumandanı, Şişli emniyet amiriyle geldi. Benim için 15-16 Haziran Direnişi ile ilgili gıyabi tutuklama kararı çıkmış, tam götüreceklerken işçiler, temsilcimizi vermeyiz, hepimiz katıldık direnişe, hepimizi götürün, diyerek kapıya yığıldılar. İşçiler hakkında kovuşturma yapılmaması ve direndiğimiz sekiz günün yevmiyesinin ödenmesi koşuluyla teslim oldum. Önce Sirkeci’ye emniyete, sonra da Maltepe’ye götürdüler, üç ay yattım. Üç defa idamla yargılandım. Biri de 15-16 Haziran Direnişi’yle ilgiliydi, sonunda beraat ettim. Öyle korkmuşlar ki, 12 Eylül’de, “artık sendikacılık yapmayacağım” yazan bir form imzalatmaya çalıştılar.
NURTEN ARICAN
15 Haziran’ı pek hatırlamıyorum, sanırım iş bırakmıştık. Ancak 16 Haziran dün gibi… Beyaz önlük ve ayakkabılarımızla, hadi lafını duyar duymaz çıktık. Davutpaşa tarafından sloganlarla işçiler geliyordu. Biz önde, onlar arkada yürüyorduk. İşçileri temsilciler olarak biz yönlendiriyorduk, Topkapı’daki ampul fabrikasının önüne gelince, oturun dedim, bembeyaz önlükleriyle insanlar dalgalanıp oturdular. Sloganlarımıza işçiler fabrikadan çıkıp, bize katılarak yanıt verdiler. Topkapı’da polis kordonuna alındık. Geri dönmek üzereyken, biz buradan geçeceğiz diye karar verdik ve erkek-kadın el ele, kol kola kenetlenip polisi yardık. Askerleri de geçtik. Bunları nasıl yaptık, hâlâ anlamış değilim? Kordonları yardıktan sonra ağzımda limonata tadı duydum, meğerse birisi kafamdan limonata dökmüş, ama hatırlamıyorum. Topkapı’dan Şehremini’ye yöneldik, ancak artık özgürdük ya, yürümüyor koşuyorduk. Derken surların orada askerle göğüs göğüse geldik, yaşlı bir adama sanırım vurdular, benim de göğsüme genç bir subayın süngüsü geldi. Bir arbede yaşandı, onu da atlattık. Cağaloğlu’na kadar yol serbestti. Farklı fabrikalardan işçilerle Cağaloğlu’nda buluştuk. Dörtyol ağzında yeniden çatışma yaşadık. Bir tankın üzerine çıktım, bir askerle göğüs göğse geldik, ben onu tuttum, o beni, ama ben orada kalmayı başardım. Tankların üzerinden atlayıp karşı tarafa geçtik, köprünün açıldığını ancak Eminönü’ne geldiğimizde gördük. Taksim’e çıkamayacağımızı anlayınca Edirnekapı yolundan sloganlarla fabrikaya döndük. Ayakkabılarımın olmadığını da o zaman fark ettim, sadece benim değil arkadaşlarımın da ayakları çıplaktı. Anın heyecanından nasıl kaybettiğimizin farkında bile değildik, bu heyecanı hâlâ o günkü gibi yaşıyorum. Yürüyüş sırasında arkaya dönüp baktığımda gördüklerim, onları oturtup kaldırmak... Demek ki güçlüymüşüz. Keşke 17’sinde de yürüseydik... 15-16 Haziran Türkiye’nin görüp geçirdiği en büyük kitle hareketiydi, gayet keyifli, neşeli bir yürüyüştü.
BELKIS KAYA
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
14:45
0
yorum
Etiketler: ANT dergisi, disk, kemal nebioğlu, kemal türkler, memduh tağmaç, şevket demirel, tip, vahit güneri
Bu dava biter mi?
Dava başlarken yirmili yaşlarında olanlar şimdi birer işadamı, baba, hatta dede... Dev-Sol’un 12 Eylül’de başlayan ana davası 28 yıldır sürüyor. 46 yargıç, altı savcı değişti, ama nihai karar çıkmadı!
Deniz Teztel
Haklıyız, kazanacağız!
Tam 28 yıldır süren bir dava... Yargılanmaya başladıklarında yirmili yaşlarının başında olanlar şimdi birer iş adamı, baba, hatta dede... 12 Eylül’de, 1243 kişiyle, 400 klasörde 250 idam cezası talebi ile başlayan Dev-Sol davası yine ertelendi. 1159 sayfa tutan savunmalarını “Haklıyız, kazanacağız” diye kitaplaştıran “terörist”lerin yeni eylemi neşe ve kahkaha...

Ayaktakiler (soldan sağa): Mustafa Kamil Uzuner, Gaffar Aker, Mehmet Emin Beğen, Cem Yılmaz, Erdal Turgut, Namık Kemal Cibaroğlu, Burhan Kızılgedik.
Ön sıra (soldan sağa): Mustafa Özkahraman, Baki Örs, Feridun Osmanağaoğlu ve duruşmaya yetişemeyen Bilal Çölgeçen... Fotoğraf: Uğur Demir
Oyle günler vardır ki üzerinden yıllar geçse de etkisi, kederi, acısı, bunalımı bitmez… Bu bazen öylesine karmaşık bir gündür ki sadece bir kişiyi değil, tüm ülkeyi etkiler. Türkiye’de “karanlık” günler çok... 12 Eylül 1980 de onlardan biri… Çoğumuzun aklından çıkmıyor, bir çoğumuz da ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Ben de 12 Eylül’ü hiç unutmayanlardanım, ancak artık her zaman konuşmuyorum. Geçen perşembe gününe kadar da yaşamımda pek fazla gündeme gelmedi. Ama o gün “Askeri Darbe”yi yeniden yaşadım… Çünkü 28 yıldır süren bir davayı izledim…
Devrimci Sol-1 davasının başlangıç tarihi 24 Temmuz 1981. İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde başlayan dava 6 sanıklıydı ve mahkemenin çok acelesi vardı. Beş ay sonra duruşma tamamlandı, sanıklar TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca “Anayasayı tağyir, tebdil veya ilgaya teşebbüsten” yani “Anayasayı değiştirmeye veya kaldırmaya teşebbüsten” iki kez idam cezasına çarptırıldılar.
Bir yıl sonra 428 sanıklı Devrimci Sol-2 davası başladı. 146’sı hakkında TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca idam isteniyordu.
Sonraları Devrimci Sol adıyla 6 ayrı dava açıldı, tümü birleştirildi. Sonunda “Ana Devrimci Sol Davası” yaratılmıştı. Sanık sayısı 1243’tü ve 250’si hakkında anayasayı değiştirmek suçlamasıyla idam cezası, diğerleri hakkında da beş yıldan başlayan çeşitli hapis cezaları isteniyordu. Oysa aynı yıl darbe yönetimi 1961 Anayasası’nı halkın yüzde 92’sinin de oyunu alarak değiştirmişti ve bu bugün bile doğru dürüst sorgulanmayacaktı!
Ben o zamanlar 22 yaşında gencecik bir gazeteciydim, sanıkların yüzde 40’ı 18-20, yüzde 34’ü de 20-25 yaşındaydı. Çoğu öğrenci olan “teröristler”in 800’e yakını tutukluydu. Dava devam ederken firar edenler, ölüm orucunda yaşamını yitirenler oldu. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde 46 kez yargıç, 6 kez de savcı değişti. Ancak sanıklarla yargıçlar ve savcı arasındaki tartışmalar hep sürdü, 120 kişi çeşitli nedenlerle duruşmalardan atıldı.
1991’e gelindiğinde değişiklikler devam ediyordu. Askerler iktidarda değildi artık, Ceza Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklik yapılmıştı ama Türk Ceza Kanunu hâlâ yürürlükteydi. İdam cezaları veriliyor, ama 49 kişiden sonra artık infaz yapılmıyordu. 1 Kasım 1991’de İstanbul Sıkıyönetim 2 Numaralı Askeri Mahkemesi kararını açıkladı. Bir kişi TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca idam cezasına, 38 kişi müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 578 kişi beraat etti. Bazı sanıklar hakkında düşme, görevsizlik gibi kararlar, bazıları hakkında da çeşitli hapis cezaları verilmişti. Ve artık tutuklu sanık yoktu…
Dava bitti diye düşünüyorduk, ama henüz bilmiyorduk ki dava garip bir şekilde sürecekti! Verilen kararın kesinleşmesi için dosya Yargıtay 11. Ceza Dairesi’ne gitti. Yargıtay 18 Haziran 2003’te 400 klasörden 104’ünün kayıp olduğu gerekçesiyle davayı esastan bozdu, çünkü dosya incelenemiyordu… Artık sıkıyönetim olmadığı için dosya Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geldi, 11 Nisan 2005’te mahkeme başladı. Yine 1243 sanık yargılanıyordu. 14 Nisan günü savcı esas hakkındaki görüşünü bildirdi. Sadece 224 sanık hakkında ceza istiyordu. Bunların 137’si TCK’nin 146/1. maddesi uyarınca idam edilmeli, diğer 87 sanık da çeşitli hapis cezalarına çarptırılmalıydı.
Savcının esas hakkındaki görüşünden 2 ay sonra, 1 Haziran 2005’te yeni Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girdi. Avrupa Birliği’nin istemine uyarak idam cezası kaldırılmıştı…
İşte özetle böyle geçmişti 28 yıl… Şimdi Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden bir aradaydık ve ben yine gazetecilik yapıyordum. Bu mahkemeye ilk kez gidiyordum. Bina önünde birkaç erkek duruyordu, beyaz saçlı, kellifelli, kimi top, kimi uzun sakallı, kimi kravatlı, kimi kravatsız… Biri, “Deniz, merhaba” deyince 28 yıldan süzülenler olduklarını anladım! Onlar benim sanıklarım, teröristlerimdi… Yıllardır görmüyordum onları, ne kadar değişmişler, hepsi yaşlanmış! Herhalde bir tek ben genç kalmışım!..
Duruşma salonuna girmeden sadece “nasılsın” diyebildik birbirimize. Mübaşir çağırınca, hep beraber minicik salona girdik. Oturuma sanık Feridun Osmanağaoğlu, Namık Kemal Cibaroğlu, Serhan Arıkhanoğlu, İbrahim Tüzün, Baki Örs, Burhan Kızılgedik, Şener Akşan, Cem Yılmaz, Gaffar Aker, Mustafa Kamil Uzuner, Mehmet Emin Beğen, Erdal Turgut, Mustafa Özkahraman yani 13 sanık katıldı. 8 de avukat vardı. Yargıç ilk kez duruşmaya katılan Cibaroğlu ile Aker’e dava ile ilgili düşündüklerini sordu, savunma yapacaklarını söylediler. Avukat Behiç Aşı dosyanın kapsamının büyüklüğünden söz ederek 400 klasörlük evrakla uğraşmanın mümkün olmadığını, dosyaların bilgisayar ortamına aktarılması gerektiğini, mahkemeden yardım beklediklerini, Adalet Bakanlığı’nın bütçesinden yapılacak yardımla dosyanın tamamının elektronik ortama aktarılmasını istedi. Karar açıklandı, 400 klasör, yani yaklaşık 20 bin sayfalık evrak belirlenen bir şirket tarafından elektronik ortama aktarılacaktı. Bu iş için şirkete Adalet Bakanlığı bütçesinden yaklaşık 57 bin YTL verilecekti. Tek CD düzenlenecek ve avukata verilecekti. Bu CD’yi avukatlar çoğaltacaktı ve artık savunmalara başlanabilecekti. Duruşma 21 Ekim 2008 tarihine ertelendi. Böylece duruşma bitti…
Evet, hakikaten her şey değişmişti! Sıkıyönetim davası sırasında kâtip duruşma tutanaklarını daktilo ile yazardı, şimdi bilgisayar kullanıyordu. Eskiden dosyalar için fotokopi çekilirdi, şimdi CD hazırlanacaktı.
BENİM SANIKLARIM...
Duruşma bitişinde buluştuk, bir süre dertleştik. Avukat Behiç Aşı da bize katıldı. Sanıklarım sadece yaşlanmış, bir de meslek sahibi olmuşlardı. Örneğin, Serhan Arıkoğlu ile Burhan Kızılgedik artık birer avukattı. Kimi evlenmiş, çocukları olmuştu. Kimi kirada oturuyordu, kiminin evi vardı. Bazısı araba, hatta işyeri sahibiydi, kimi ücretli çalışıyordu… Hepsinin saçları kırlaşmıştı…
“Yaşamınızı nasıl görüyorsunuz” diye sordum önce, ilk yanıt geldi: “Artık gülmesini öğrendik”… Bir ağızdan konuşma başladı, görüşler birbirine karıştı. Herkes kendince anlatıyordu yaşamı: “Eskiden gülmezdik, sert sert bakardık. Yüzümüz hep asıktı…”, “ Hayır, yanlış söylüyorsun ben hep gülerdim…”, “Bazımız boşta geziyor, nasıl gülsün, beş kuruş parası yok.”, “Saçı beyazlayan dertlidir, beyazlamayan mutlu!..”, “Yolda düşen olur, düşmeyen olur.”, “Bu ülkede mutlu olunur mu?”…
Biri bir kuşak olarak söz ediyor kendilerinden. “Hep ‘78 kuşağı kayıp kuşak’ derler. Hayır kayıp kuşak değiliz. İşkence gördük, cezaevleri gördük… Bilinçli olarak kuşağımızı yok etmeye çalıştılar” diyor. Diğeri “Böyle söyleme şimdi yanlış anlarlar” diye sinirleniyor “çektiğimiz acıları gündeme getirerek ağlıyoruz, kendimizi acındırmak istediğimizi zannederler”…
Hepsi geçmişiyle gurur duyduğunu söylüyor, üstelik yaşamın kendilerini doğruladığına inanıyor… Geçmişten gurur duymanın halleri de artık farklı ve değişik:
- Kahrolsun Amerikan emperyalizmi, IMF, bağımsız Türkiye diye slogan attık. Dayak, cop yedik… Şimdi herkes, MHP’liler, milliyetçi geçinenler bile aynı şeyleri söylüyor.
- Aradan 28 yıl geçti, yasalar değişti, herkes anayasanın değişmesini istiyor, ama biz hâlâ
anayasayı değiştirmekten yargılanıyoruz. Bu nasıl mantık?
- Bir bireyselliktir gidiyor. Bizler en olgun bireylerdik. Şimdi robotlaşmış insanlar oldular, özgürce düşünemiyorlar. Ne giyeceklerine, ne okuyacaklarına iktidar karar veriyor… Sonra da aman örgütlü olmayın deniyor. Bu nasıl yaşam?
- Kültürel ve ahlaksal anlamda özgür olmak ne, olgun bireysellik ne…. Bir tartışabilsek her şey düzelecek…
Konuşma 12 Eylül’ün tartışılmasına, yargılanmasına geliyor, “yargılamalıyız, tartışmalıyız” deniyor… Cem Yılmaz gülüveriyor bu isteğe. Halk müziğiyle, etnik, politik müzikle ilgilendiğini, plak yapımcısı olduğunu anlatıyor ve “4 kez bölücülükten yargılandım. Ceza ertelendi. Bir daha beni yargılarlarsa tüm davalar birleşir. Al sana 12 Eylül, al sana ceza. Kim tartışır bu konuyu…” diyor.
Devrimci Sol davasının 1159 sayfalık, “Haklıyız kazanacağız” adını verdikleri savunması geliyor aklıma. Savunmayla ilgili ne düşündüklerini soruyorum. Gülümsüyor, “Herkes bu cümleyi kullanıyor” diyorlar “1 Mayıs’ta, Tuzla tersanesinde, sendikal eylemde hep haklıyız kazanacağız diyorlar. Bu sözcükleri insanlar benimsedi, ama telif hakkı bizim”…
CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 15 HAZİRAN 2008
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
04:39
1 yorum
Etiketler: deniz teztel
14 Haziran 2008 Cumartesi
Yüzde 90’ı Kaçak Olan Bir Kent; İSTANBUL


Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar Özden, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Kentleşme ve Çevre Sorunları Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi… Özden’e, kaçak yapılaşmadan, kentsel dönüşüm projesine, TOKİ konutlarından, AKP’nin “ne varsa sat” uygulamalarına dek merak ettiklerimizi sorduk.

— Bu sürecin şehirdeki yansımalarını nasıl görürüz?

— Yanılmıyorsam kentsel dönüşüm projeleri depremin ardından geldi…
— AKP’nin “ne varsa sat” mantığı ile hareket ettiği şüphesiz… Bunun İstanbul’a ne yararı olabilir ki?

— TOKİ’nin fakirlerden ziyade zenginlere yönelik konutları tepki topluyor…
— “İstanbul’da dikili bir ağacın olsun…” derler. İstisnasız herkes ev sahibi olmanın peşinde…
Tabii ki rant… Bu politikalar devam ettiği sürece emlak piyasası büyümeye devam edecek. İnsanlar modern konutların, daha ulaşılabilir ve ödenebilir ev projelerinin peşine düşecekler. Eskiden nakit paranız varsa ev sahibi olabiliyordunuz. Şimdi ev alma şansınız daha çok… Krediyle ödemelerinizi yapabiliyorsunuz. Taksit taksit kira öder gibi konut edinebiliyorsunuz. Piyasa çok hareketli, evler çok hızlı el değiştirebiliyor. Ve kent sınırlarını aşıyor. Bir de koruma prosedürü var. Şöyle bir örnekte verebilirim. İki katlı bir yapıyı ele alalım. Restorasyon kararını kuruldan geçirmek için adeta didiniyorsunuz. Zaten insanlarımız bilinçli değil ve bürokrasi hepimizi yıldırıyor. Bir de bakmışsınız ki, siz hala iki katlı yapı ile uğraşırken yan taraftaki adam, 8 katlı binayı dikmiş. İşte bu durum kanunsuzluğa davetiye çıkarıyor.
— Ya çözüm?
— Son sorum şehir plancıları üzerine… Eskiden şehir plancıları denilen meslek grubunun varlığından bihaberdik. Günümüzde artık onlarsız olmayacağı aşikâr… Siz ne dersiniz?
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
15:21
0
yorum
Etiketler: akp, anap, büyük marmara depremi, imar affı, kaçak yapılaşma, kentsel dönüşüm, pelin pınar özden, şehir plancıları odası, toki
AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ; İSTANBUL 2010


Avrupa Kültür Başkenti olacak. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı Nuri M. Çolakoğlu, üstüne basa basa İstanbul’un Ortadoğu’nun değil Avrupa’nın bir kenti olduğunu söylüyor. Çolakoğlu, hedeflerini ise şöyle açıklıyor; “Kültür ve sanatın kente yayılması, altyapısının oturması, kültürel mirasın paylaşılması, kentteki yaşam kalitesinin yükselmesi, İstanbul’a gelecek turist sayısının artması ve dolayısıyla gelişmelerin, Türkiye’nin Avrupa Birliği serüvenine katkı sağlaması…”

— İstanbul 2010’un diğer kültür başkentlerinden farkı nedir?



— Ya büyükler?

— İstanbul 2010’da kaç turist bekleniyor?
NOT; Avrupa Kültür Başkenti fikri ilk kez 1985 yılında dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atıldı. Aynı yıl Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi projenin kapsamını belirledi ve uygulamaya koydu. 1985'ten 2000 yılına kadar Avrupa Birliği'ne üye olan ülkelerin kentlerinden biri Avrupa Kültür Başkenti olarak seçildi. 2000 yılına gelindiğinde, yeni binyıl nedeniyle Avrupa Kültür Başkenti unvanı hem birden fazla kente, hem de AB Adayı olan ülkelerin kentlerine verilmeye başlandı.

1986 Floransa -İtalya
1987 Amsterdam -Hollanda
1988 Berlin -Almanya
1989 Paris -Fransa
1990 Glasgow -İskoçya
1991 Dublin -İrlanda
1992 Madrid -İspanya
1993 Anvers -Belçika
1994 Lizbon -Portekiz
1995 Lüksemburg
1996 Kopenhag -Danimarka
1997 Selanik -Yunanistan
1998 Stockholm -İsveç
1999 Weimar -Almanya
2000 Avignon -Fransa, Bergen -Norveç, Bologna -İtalya, Brüksel -Belçika, Helsinki -Finlandiya, Krakov -Polonya, Reykjavik -İzlanda, Prag -Çek Cumhuriyeti, Santiago de Compostela -İspanya 2001 Porto -Portekiz, Rotterdam -Holanda
2002 Bruges -Belçika, Salamanca -İspanya
2003 Graz -Avusturya
2004 Genova -İtalya, Lille -Fransa
2005 Cork -İrlanda
2006 Patras -Yunanistan
2007 Lüksemburg, Sibiu -Romanya
2008 Liverpool -İngiltere, Stavanger -Norveç
2009 Linz -Avusturya, Vilnius -Litvanya
2010 Essen -Almanya, Peç -Macaristan, İstanbul -Türkiye
2011 Turku -Finlandiya, Tallinn -Estonya
2012 Guimarães -Portekiz, Slovenya
2013 Fransa, Slovakya
2014 İsveç, Latvia
2015 Belçika, Çek Cumhuriyeti
2016 İspanya, Polonya
2017 Danimarka, Kıbrıs
2018 Hollanda, Malta
2019 Italya
Dışişleri Bakanı (Avrupa Birliği müzakerelerini yürüten Bakan) : Ali Babacan
İçişleri Bakanı: Beşir Atalay
Maliye Bakanı: Kemal Unakıtan
Kültür ve Turizm Bakanı: Ertuğrul Günay
İstanbul Valisi: Muammer Güler
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı: Kadir Topbaş
Danışma Kurulu Başkanı: Hüsamettin Kavi
İstanbul 2010 AKB Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı: Nuri M. Çolakoğlu
Gönderen
Alper TURGUT
zaman:
14:49
0
yorum
Etiketler: avrupa kültür başkenti, istanbul 2010, nuri çolakoğlu