20 Aralık 2008 Cumartesi

Sonbahar’dan önce ve sonra...




Duvarların izin verdiğince görülen bir gökyüzü, F Tipleri, “Hayata Dönüş” Operasyonu... Cezaevinde yaşam zor. Dışarıya çıktıktan sonra da sorunlar bitmiyor. Ne insanlarla ne parayla ilişki kuralabiliyor. Duygular ifade edilemiyor, bir ayak içeride, diğeri hep dışarıda kalıyor...



Esra Açıkgöz


Yusuf, siyasi düşüncelerinden dolayı cezaevine giriyor... Ömrünün en güzel yıllarını hapiste geçiriyor... Çıktığında köyüne dönüyor. Ne içeriyi unutuyor, ne dışarıyı yaşayabiliyor... Kalabalıklara karışamıyor, kalabalıklar da onu anlamıyor... Özcan Alper’in yeni vizyona giren Sonbahar filmini izleyenler Yusuf’u tanımıştır. Ancak biz sadece bir filmden bahsetmiyoruz, siyasi düşünceleri nedeniyle cezaevine girmiş, yıllarca içerde kalmış binlerce insan tam da bunları yaşıyor. Dışarıda Deli Dalgalar İnisiyatifi de, bu insanlardan oluşuyor. Ayda bir toplanıp, dayanışıyor, içeridekilere kitap yolluyor, mektup yazıyorlar. 19 Aralık “Hayata Dönüş” Operasyonu’nu hatırlatmak için bugün, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi’nde “Biz Hayata Akarken” adlı bir sergi düzenliyorlar. Sergide hapishanelerdeki binden fazla tutsağın sözlerini, yüzlerini, çizgilerini, geçmişlerini ve bugünlerini bulacaksınız. Filmi, içeriyi, dışarıda tutunabilmeyi Levent Öztürk, Nergiz Uzun ve Ayhan Işık’la konuştuk... Fotoğrafları yok, çünkü istemiyorlar.


“İnsan” diyor Ayhan Işık, “bazı şeyleri söyleyemiyor, anlatsa da karşıdaki anlayamıyor. Filmdeki karakterin yalnızlığı, duruşu, uyumsuzluğu... Yaşadıklarımızı anlatıyor”. Onu filmde en çok etkileyen, Yusuf’un arabayı hızla sürerek, bir uçurum kenarında durması ve bağırması olmuş. O da içerideyken hep bağırmak istemiş... Diğer özlemi de, koşmak ve çıplak ayakla toprakta dolaşmakmış. “Uçurumun kenarındayken, intihar mı edecek diye de düşündüm, çünkü dışarıda tutunamayan birçok insan intiharı düşünüyor” diyor. Altı yılı içerde, bunun bir yılını F Tipi’nde geçirmiş. “Dışarıdan hiçbir şey alamıyorduk. İktidar gücünü her şekilde gösteriyordu, dayaktan bahsetmiyorum, o çok normaldi, yemeği bile işkence haline getiriyorlardı” diyor. Dışarıda tutunabilmekte zorlanmış. “Cezaevine girerken dışarıya ilişkin çektiğiniz bir fotoğraf vardır, 5-10 yıl geçse de dışarının öyle olduğunu zannedersiniz. Oysa çocuklar büyümüş, yaşlılar ölmüştür... Beklentileriniz çok farklıyken, dışarıda çok daha basit, ama gerçek sorunlarla karşılaşınca çarpılıyorsunuz”. Ne yapacağım, hayata nasıl tutunacağım... Bir dolu sorgulama ve yalnızlık...


Liseyi hapishanede bitirmişler, çıktıktan sonra da üniversite sınavına girip İstanbul Bilgi Üniversitesi’ni burslu kazanmışlar... Işık tarih okuyor, Öztürk sosyoloji, Uzun’sa Avrupa Birliği. Geleceğe dönük çok plan yapamıyorlar, malum burası Türkiye, hem hayat güvenilmeyecek kadar hızlı değişiyor. Öztürk, 18’inde girmiş cezaevine, çıktığında 24 yaşındaymış, şimdi 27’sinde. “Çıktıktan sonraki süreç zor oldu” diyor. Her soruyu yanıtlamadan önce bir boşluğa bırakıyor... “Neredeyse içerideki duygusal yıpranmaya, tahribata eşdeğerdi benim için. Uyum sorunu çok fazlaydı, hâlâ da öyle. Dışarının yaşam biçiminden, ilişki anlayışından, değer yargılarından, insanların dünyaya bakışlarından uzaklaştığınız için sudan çıkmış balık gibi oluyorsunuz. Maddi sorunlar da cabası. Mesela parayı unutuyorsunuz. Tabii siyasi sorunlar da var. Tekrar bir şeyler yapma arayışı, bunun imkânını bulamama”...


İçeriye dair zihninde izi kalan görüntüler, sesler var. 19 Aralık 2000, Ümraniye Cezaevi... O operasyonun yapıldığı koğuşlarda olmasa da, aynı bahçeyi paylaştığı, konuştuğu arkadaşlarına yapılan saldırıları unutamıyor. “Birlikte kaldığın insanların öldüğünü görmek ve bir şey yapamamak, insanı daha da zorluyordu ruhsal olarak. Askerler üst maltada siper almışlar. Alt maltada kapının önündeydim. Ahmet İbili, 10-15 kişilik gruba bir veda konuşması yaptı. Üst maltaya çıktı, göremedim, sesini ve kurşun seslerini duydum. Kurşun sesleri iki dakika boyunca devam etti... O sesler hafızama kazındı”.

Nergiz Uzun’a göre, 19 Aralık’ın kesintiye uğrattığı en önemli şey, içeridekileri ayakta tutan sosyal hayat. “Koğuşumuzda 23 yıldır içeride olan bir arkadaşımız vardı. Onu bu kadar uzun süre, o kadar dar mekânda, kısıtlı şartlarda canlı tutan, oradaki sosyal hayattı. 19 Aralık’la o sosyal hayat tamamen ortadan kalktı. Böylece insanları ruhsal olarak da öldürmeye başladılar” diyor. Hapiste geçirdiği sekiz yıldan sonra, dışarıdaki hayata uyum sağlamakta o da zorlanmış. İlk gün, eski cezaevi arkadaşıyla deniz kenarına gitmiş, kayaların üzerinde oturmuş, çiçeklere dokunmuş... Alışveriş yaparken gerilmiş... “Çünkü” diyor, “parayı tanımıyorsunuz, normal insanlarla nasıl iletişim kurabileceğinizi de bilmiyorsunuz. Her yerinizden bir tuhaflık akıyor. Mesela ailemle eskisi gibi yakın olamıyorum, bu bir problem olduğu için değil, paylaşamıyorsunuz. Kendinizi başka insanlara ifade etmekte zorlanıyorsunuz. O yüzden şimdi de sorunlarımı içeride birlikte yattığım arkadaşlarıma anlatıyorum”. Uzun’a göre film cezaevine girmemiş insanlara, psikolojilerini anlatması açısından bir fayda sağlayabilir.

Film, 90’ların kuşağının da anlatıcısı. “Çıktıktan sonraki ilk aylarda filmdeki kahraman gibi donuk, kendini ait hissedememe, hayata dahil olamama psikolojisinde oluyorsunuz. Bazılarımız bunu hiç atlatamıyor, bazılarımız biraz atlatıyor” diyor Uzun. Bu psikolojiyi yaratansa elbette 19 Aralık. “Eğer” diyor, “o süreci yaşamadan çıksaydık, hayata tutunmamız, hayatla barışmamız daha kolay olabilirdi. O, cezaevleriyle ilgili bir mesele değildi, topluma yönelik bir politikanın deneylendiği bir alandı. Ulucanlar katliamını da yaşadım, aslında Ulucanlar bile 19 Aralık’ın ön provasıydı. Toplum denendi, kimse cezaevlerinin kapısına yığılmadı, çok ciddi ses yükselmedi. Yunanistan’ı izliyoruz... Tepki gösterilmediğinden, çok daha büyüğünü yaşattılar. Çıkınca gördük ki, içerideki yalnızlaştırma politikası dışarıda da devam ediyor, içeride kameralar koridordaydı, dışarıda sokaklarda”.


CUMHURİYET PAZAR DERGİ - 21 ARALIK 2008

Hiç yorum yok: