15 Ocak 2010 Cuma

Sessizliğe Karşı - giriş bölümü





Tam üç yıl önce basılan "Sessizliğe Karşı" adlı kitabımı, okumamak isteyenler için internet üzerinden yayınlamaya karar verdim. O halde başlayalım, önce giriş bölümü;


“Mükemmel ve ışıklı kent”in hayali nicedir çok uzakta ve inadına kahrolsun “Gece ve Sis”… Bu kitap vicdana övgü için yazıldı. Kanayan ruhların sessiz çığlığı duyulsun diye… Bence vicdan, umut kadar, paylaşmak kadar kutsal bir kavram… Bir Fransız Atasözü, “Temiz bir vicdan kadar yumuşak hiçbir yastık yoktur.” der… “Vicdanı olan umut etsin, gerisini koy ver gitsin” diye kestirip atamıyorsam eğer, “Her yürek devrimci bir hücredir” sözüne inananlara haksızlık etmemek içindir, başlı başına… Yarına inanmayanların dünyasında yaşıyoruz oysa… Solaryum çıkışlı robot renkli insan evlatları sararken bugünümüzü… “Anını yaşa” saçmalığını rehber edinen neslimiz de iyiden iyiye sıyırdı. Varsa yoksa yüz gerdirme, yağ aldırma, kaş kaldırma ve silikon. Tam tekmil inorganik… Aslında bu bir enfeksiyon. Üstüne üstlük böyle giderse hormon mağduru koca kıçlı bir gelecek de bizleri bekliyor…

Ünlüler düşmüyor yakamızdan, sosyete haberleri belirliyor gündemimizi… Ve çoktan sitcom özentisi oldu hayat. Enseyi kim kararttı, yozluk evlerimize dek nasıl taşındı ve ne zaman en insani duygulardan arındırıldık… Bilen yok. Sürgit ömre mahkûm olsak ne fayda… Yaşamıyoruz ki. Otobüste, vapurda, metroda birbiriyle göz göze gelmekten kaçan insanlar, komşuluk ilişkilerini yıllar önce bıraktı.

Ve işyerleri... Yüze gülen arkadan kuyu kazan meslektaş ve çalışanlarla dolu. Artık yapmacık ve zorlama bir tahammül ile süslü plaza muhabbetleri kotarılıyor, sigara içmeye elverişli gaz odalarında... Plastik bardakta ılık çay, sentetik bir lezzete meyilli kahve… İşten atılma korkusu, yaltaklanma duygusu. Yabancılık çekiyor insan insana karşı… Ne de olsa usundan habersiz kendi doğrultusunda yürüyenler, paraya minnet edenler başımızın tacı…

Ağır bir bombardıman altındayken duygularımız, baldırı çıplak düşünceler, klişe ifadelerle erketeye yatıyor. Her hangi bir albenisi olmayan taklit duyguların o amansız tek düzeliğine lanet okumak varken… Bütün renklerini çaldık yaşamın, sayemizde gün soldu, devran tepetaklak oldu. Bol keseden fikirsiz ve eylemsiz bir ömrü harcıyoruz, borcumuz biriktikçe kendimizi kandırma adlı densize… Blöf kokulu hamleler, tam düşkün avuntusu… Hâlbuki pembe düşler, sabun köpüğü hayaller ayrıcalıklı yapmaz kimseyi… Bir evimiz olsun iki de çocuğumuz. İşlerimiz yolunda gitsin, paramız biriksin ve tatil yapalım arada bir… Ve hayat böylelikle daha rahat akıp gider diye hissediyoruz... Bireysel isteklerimize takılıp kaldık, nefes almaktan tümden vazgeçtik. Tepkiden, kınamaktan, karşı koymaktan da… Ancak geçen gün ömürdendir ve bazı şeyler soludukça bilinir…

Kim ne derse desin. Serili, serisiz vahşi cinayetlerin, ilkokul bebeleriyle bile oynandığı tanımsız bir yıkım çağındayız. Yüreklerimizle çelişen ve her ne kadar isyan etsek de hali vakti yerinde bir suç masalıdır bu, “ölüm dansına kim kaldıracak bizi” diye bekleşirken… Dışarıda biri boğazlanırken, diğerinin ırzına geçilirken, ötekinin yaraları didiklenirken kulaklar tümden tıkanıyor, “ahlar” ve “vahlar” duyulmasın diye… “Kapıyı, pencereyi kapatayım girmesin odama canhıraş çığlıkları” der sessiz çoğunluk. Ah, evet. Ne çokturlar değil mi?

Sevginin hasıraltı edildiği yerde, şeytan soluğu bir korku sonuçta herkese özgüdür. En koyu karanlığa yaslanan ve depderin sessizliğe bürünenlerin içinde büyüyen korku yönetir dünyayı... Artık capcanlı bir endişe, sürekli örseleyebilir hayatı, yansıması tüm insanlığı esir alabilir. Suskunluk, hiçbir şeyi önemsemeyenleri, değer tanımayanları ve her şeye sırt çevirenleri doğurur. Asıl olan başkasının acısına yaşlı gözlerle bakabilmektir. Yalın bir kılıç kadar gerçektir bu, eninde sonunda delecektir zifiri karanlığı…

Yıl 1994 idi yanlış hatırlamıyorsam. Boğazda gemi kazası olmuştu. Alevler karaya oturan gemiyi yutmak üzereydi. Denizcilerden biri yanıyordu, kendi dilinde tanrısına haykırmaktan takati kesilmişti adamın... Hava desen buz gibi soğuktu, fotoğraf makinelerimizin pillerini dahi donduracak kadar… Kıyıya toplanmıştı çoluk çocuk İstanbullular, bazılarının ellerinde biralar ve kuruyemişler vardı. Keyifli bir filmi izliyor gibiydiler. Ne yazık!

Sonra Tsunami faciası. Nam-ı diğer asrın felaketi. İnsanlıktan çoktan çıkanlar, şişmiş cesetlerin bir adım ötesinde tatillerini sürdürüyordu. Yine bombalar yağarken Güney Lübnan’a ölürken sütten kesilmemiş bebekler, birileri güneşlenmeyi tercih ediyordu. Kuş uçumu mesafelerde... Büyük Marmara Depremi sonrasıydı. Hiç unutmam, unutamam. Kapatıp yüreklerinin gözlerini, Ege’de, Akdeniz’de harala gürele eğlenenleri bilmem söylememe gerek var mı? Sanmam. Hikâyeme döneyim. Gölcük’teyim. Nasıl da sıcak, cehennem misali… Ve yorgunum ölesiye… Tişörtümden vazgeçeli birkaç gün olmuştu. Toza, tere, dumana bulanmış ve ceset kokusu tamamına sinmişti. Kir pas içindeki beyaz atletim ise tümden renk değiştirmişti. Enkaz hükümdarlığında çevremi kolaçan ediyorum. Ağlamalar çoktan tükenmiş, sesler kısılmış, sadece derin ve içten saygınlığıyla mahveden ağır bir matem havası vuku bulmuştu. Ne menem bir tartıydı bu. Canlı olması canı yakan, insanı dermansız bırakan bir yas tablosuydu…

Yüzünde her hangi bir mimiğin yakalanması adeta imkânsız olan bir adam yaklaştı yanıma. Omuzlarında sanki yılların yükünü taşıyordu. Hafif kamburdu. Beyaza çalan kirli sakalı, dağınık saçları aklımda kalmış. Ve ayaklarını sürüye sürüye yürümesi… Titriyordu.

— Gazeteci misiniz?

— Evet, Cumhuriyet’te çalışıyorum.

Ben sormadan o başladı anlatmaya, “Yaz günü. Uzaktan dostlarımız gelmişti, muhabbet ediyorduk. İçki masasını kurmuştuk. Rakı bitince, eşofmanlarımla içki almaya indim. Üzerimde kimliğim dahi yoktu. O esnada deprem oldu. Eve koştum. Yıkılmıştı. Eşim ve çocuklarımı yitirdim. Ailem yok oldu. İki veya üç gün sonra işyerime gittim, orası da enkaza dönmüştü. Evim, işim, eşim, çocuklarım, dostlarım, iş arkadaşlarım her şeyimi kaybettim. Günlerdir apartmanın enkazında ailemle çektirdiğimiz fotoğrafları arıyorum, bulamıyorum. Sevdiklerimin yüzlerini unutmaktan korkuyorum. Artık hissetmiyorum. Belki sonra ama şimdi değil. Ve sanırım en acısı hatıralarımı yitirmek olacak.”

Gözyaşları anıların izleriyse şayet göz pınarları kurumuştu onun. Sorgusuz sualsiz ifadesini vermişti. Denizi çekilmiş, kumu kalmıştı. Suskun bir dramdı tam karşımdaki… Zamanın insafına bırakılmış ve sadece soluk olan bir harabe… Hayatın sillesi bu kadar mı ağırdır?

Ölümün, acının, kanın, gözyaşının, şiddetin tarifini bilirdim. Notlarımı alır, fotoğraf çeker ve haberimi yazardım. Dramlara yoldaşlık edip, yansıtmak… Evet, işimdi bu benim. Ama tam bu noktada durmak lazım… Gazeteciden önce insanım ben. Karşımdaki adam, tepeden tırnağa azap içinde… Hangi üzüntüsünden alıkoyayım, hangi derdine merhem olayım? Ne anlatayım, ne şekilde avutayım? Anılarına ulaşmasına nasıl yardım edeyim? Kahretsin…
Depremden bir yıl sonrasıydı, ölüm orucu eylemi başlamak üzereydi. Hani “yangınlara fazla bakan gözler yaşarmazdı”…

Öyküleri vardır, istisnasız tüm insanların. Yıkıcı, yakıcı, en acıtanından olsa dahi... Amiyane tabirle anadan doğma çıkıp gelir karşına, sarsıcı hikâyeler. Ama alın yazısı değildir bu. Mukadderat hiç değil. Kör talih, kem talih… Kader. Hadi canım. Birileri ölüme giderken, çürür diğer tüm değerler. Eninde sonunda dönüp, dolaşır acılar katarı ve bir gün çarpar suratlara son sürat. Yalın ve gerçek… Sonunda ateş düştüğü yeri yakar. Eş, dost, kardeş, ağabey, abla, çoluk çocuk, nine, dede, baba ve ille analar. Oysa metanet ne zor iştir.

Gözlemim hiç yanıltmaz beni. Bilirim anaları, tanırım onları. Apansız bastırır, sürükleyip götürür, anaların gözyaşları. Ve anlatım yetmez, anlamsızlık çoğalırken. Aykırı analizler, budalaca niyetler çöker. Seçenekler, etkenler, etkiler, tepkiler artık hepsi laf-ı güzaf...

19 Aralık 2000’di tarih… Tam 83 saat sürdü operasyon. Dile kolay... Ciğerlerin söküldüğü andı… Sarmıştı her yanı yangın yalazı... Komando birlikleri, polisler, infaz koruma memurları… İş makineleri, greyderler, dozerler, ambulanslar, itfaiye araçları… Sıvı yağ ve kolonya ile kendilerini yakanlar… Ateşe verilen yataklar… Barikatlar, ranza demirinden çubuklar, dolap kapağından kalkanlar… Delinen tavanlar, yıkılan duvarlar... Ağır silahlar, hafif silahlar, çeşit çeşit silahlar… Havada uçuşan helikopterler, askeri marşlar ve psikolojik savaş teknikleri… Köpük ve su... Ateş ve kurşun... Göz yaşartıcı bomba, sinir gazı, kimyasal sıvılar… Kirli yeşil, sarı, gri, rengârenk gazlar… Yanma, yaralanma, boğulma, zehirlenme, ölme… Müdahale, müdahale, müdahale…

Namluların ucunda, ateş altında, korun içinde ikisi asker 32 can yitip gitti, yüzlerce kişi yaralandı, çok sayıda tutuklu ve hükümlü ise şarapnel parçaları nedeniyle gözünü, parmaklarını ve diğer uzuvlarını kaybetti. Bu, Türkiye cezaevleri tarihinin en büyük baskınıydı. Ölüm orucu eylemini sonlandırmaktı iddiaları ve saçma sapan bir ironi ile operasyonun adını “Hayata Dönüş” koydular. Mahkûmları “ölü ele geçirdiler”...

Devlet kendi cezaevlerini yıktı, üstüne operasyon mağdurlarına dava açıldı. Yetmedi hazine geldi, “devleti zarara uğrattınız” diyerek sadece Ümraniye Cezaevi sanıklarından 398 milyar lira talep etti. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ün “sevk yok” sözlerinin aksine operasyonda yaralanan yüzlerce tutuklu ve hükümlü tedavileri tam anlamıyla yapılmadan F tipi cezaevlerine dolduruldular. Sonrası medyayı “uslu çocuklara döndüler” diye heyecanlandıran eşek tıraşı, hiç dinmeyen işkence ve copla tecavüz iddiaları…

Ölüm orucu eylemine katılım sayısı ise operasyona ve tecride yönelik tepki nedeniyle 290’dan 495’e yükseldi. Dünyada ilk kez bir açlık grevi eyleminde tutuklu yakınları da destek amacıyla ölüme yattı. Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar açlık grevindeydi… Türkiye'nin dört bir yanında eylem evleri açıldı. F tipi cezaevlerinde tecrit ve baskı uygulandığı iddiaları ise hiç bitmedi, sık sık hastaneye kaldırılan eylemcilere “zorla müdahalede” bulunulduğu öne sürüldü. (Diyanet de, fetva verir, müdahale edilsin diye...)
Ölüm rutinleşti, ölüm istatistik oldu ve ateş düştüğü yeri yaktı. Açlığın girdabında hücre hücre eriyerek yiten her can 5, 10, 15... 75. ölüm diye yansıdı gazete köşelerine... Eylem sona ermediği gibi toplam sayısı 13’e ulaşan yeni yeni ekiplerle ölüm yattı her yaştan gençler…

“Fişek” ayakta tuttu onları: Suya karıştırılmış limon, tuz, şeker ve kuru nane… Sonra tutuklu ve hükümlü limonatası balyoz… Üstüne çay, adaçayı, ıhlamur, kahve, oralet, kakao… Ve akıl sağlığının teminatı B–1 vitamini. İşte bu reçeteyle bir ölüm orucu eylemcisi aylarca dayanabildi.

Yetkililer ise sorunun çözümü için diyaloga yanaşmayıp ölümcül sessizliklerini yıllarca korudular. Operasyonun ardından içerde ve dışarıda “insan 8 metrekareye sığar mı?” diyen 90 kişi daha hayatını kaybetti. F tipi cezaevleri ve tecrit uygulamaları, 122 insanın yaşamına maloldu.

Dünya böyle bir olay görmedi. 7. yıl süren bir açlık grevi eylemi… Onlar, Kartacalı yiğit General Hannibal’in “Ya yeni bir yol bulacağız, ya da yeni bir yol açacağız”, İtalyan halkının kahramanı Giuseppe Garibaldi’nin, “Sonuna, sonsuza, sonuncumuza kadar direneceğiz” sözlerini şiar kabul ettiler. “Tecrit yaşama sirayet etmesin” diye mücadeleye giriştiler. Başkalarına yardım için çıktıkları yolda, akıl sağlıklarını yitirip muhtaç kaldılar yardıma... 1996 ölüm orucu direnişinden sonra hafızaları silinenlerle tanışmıştım. Ancak, 1984’te Aysel Zehir'le başlayan Wernicke Korsakoff Sendromu’na (WKS) yakalananların sayısının bugün bin kişiyi aşacağını tahmin bile edemezdim.

Dedik ya, kor bir ateş düşmüştü insana dair her şeye… İnsan belleği, balık hafızasıyla çoktan yer değiştirmişti. İliklere dek işleyen duyarsızlığın berisinde analar ağlıyor, Türkiye’nin cezaevleri alev alev yanıyordu. Öyküleri en sızılı yerinde bitenlerdi onlar… Doyamazlarken gençliklerine, yitip giderlerken birer, onar, uzaklardaki yakınlarının iç acıtan çığlıkları yırtardı geceyi... Elbette kara haber tez gelir. Kor bir ateş yakar, çöküp kalır tüm sevenler. Sessiz sedasız mırıldansa da ölüm, kulaklardan kolay kolay silinmez ezgisi. Meslek hayatımda kaç devrimci gömdüm belki sayısız. Ya da kaç anma töreni yıllar yılı. Kentin mezarlıkları ezber olur bir süre sonra...

Aforoz edilmiş yürekler, seyrek düşmüştü bu kez… Gerçekten herkes neredeydi. Sokaklar, caddeler, meydanlar bomboştu işte. Kentlere sinen korku muydu? Ya da insanoğlu kendi küçük dünyasında mutlu muydu? Belki de bu yüzden, ölümlere ve acılara sırtlarını dönmüşlerdi, yapının bozulmasına göze alarak… Bakıp görmemeye dair bir mahkûmun izleniminden;
“Parklarda ağaç gölgesinde oturanlar, duraklarda otobüs bekleyenler, minibüslerde yolculuk yapanlar, kaldırımlarda yürüyenler hepsini tek tek gözlemliyorum. Hiçbiri kafasını çevirip ring aracına bakmıyor, birbirleriyle konuşmuyor. Yalnızca donuk gözlerini boşluğa dikmişler...”

Hayata Dönüş, içerde ve dışarıda açlık eyleminde ölenler… Anlatacaklarımız bitti mi? Kocaman bir hayır. Önce tüm ölümlerin müsebbibi tecridi kavramak gerek…

Tecritte “seni seviyorum” kelimeleri yasaktır mesela. Direk karalanır. “Amerikan emperyalizmi”, “işbirlikçi”, “direniş”, “zafer”, “faşizm”, “şehit”, “komünizm”, “sosyalizm”, “devrim”, “hücre”, “tecrit”… Ve daha birçok kelime ambargoludur. Yaşamak için heves verir gerekçesiyle çiçekler de sıkı denetim altındadır. Ne hikmetse mektuba ileştirilmiş küçük bir deniz kabuğu göndericisine iade edilir. Sayımda sigara içilmesi veya hazırola geçilmemesi dayak yeme nedenidir. Pencereden bakmak disiplin cezasınıda berabeberinde getirir. Ailelerin, çocuklarına götürdüğü elbiseler, “Emanetçi personel yok”, “rengi uygun değil”, “düğmeleri ötüyor”, “kot pantolon kontenjanı doldu, kumaş pantolon getirin” denilerek içeri sokulmaz. İnfaz koruma memurları, ailelerden yeni elbise getirmelerini ister. Gerekçeleri şudur; “Eskiler kolay yıpranıyor ve sonra bize iş düşüyor” Kırmızı, bordo, yeşil ve lacivert renkli kıyafet getirilmesi söz konusu bile değildir. Çünkü yeşil asker, lacivert gardiyan rengidir, kırmızı bayrak yapılabilir, bordo ise kırmızıya yakın diye yasaktır.

Sonra pil, metal kaşık, bıçak, cam kavanoz, selebant, gazlı ve pastel kalemler, çakmak, makas amaç dışı kullanılacağı gerekçesiyle yasaklanır. “Başka şeyleri de boyamasınlar” diye ayakkabı boyası da verilmez. Dışarıdan gelen renkli kalemler, dışarıdan geldiği için yasaktır. Bazı maddeler kantinde satıldığı için yasaktır bazıları ise kantinde satılmadığı için… İspanyolca şiirler yasaktır. Gazete eki olarak verilen Nazım Hikmet, Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in resimleri yasak olmamasına karşın yasaktır. Yılmaz Güney ve Pir Sultan Abdal’ın resimleri de keza öyle. Kalın kapaklı kitaplar yasaktır, ancak kapaklarından arındırılırsa serbesttir. Pantolonun paçasını sıyırarak gezmek bir aylık mektup ve görüş yasağını beraberinde getirir. Siyasi kadın tutuklulara tırnak kontrolü dayatılır, itiraz edene hücre cezası verilir. Aylardır duvara asılı olan resimlerin alınmasına karşı çıkmak, soruşturma ve devamında ceza konusudur.

Elle hazırlanan mizah dergisi herhangi bir matbaada basılmadığı için imha edilmesine karar verilir, Elektrik ve ilaç parası mahkûmun hesabından gelişigüzel çekilir. Sandalye ve masa gibi hücrenin demirbaşı olan eşyalar, eskiyip kırılırsa mahkûm satın almak zorunda kalır. “Gereksiz Olarak Marş Söylemek ve Slogan Atmak” gibi bir suçtan ceza gelir. Kürtçe türkü söylemek, iki ay hak mahrumiyetine bedeldir. Hala, teyze, amca, dayı ziyaretleri ya kısıtlanır ya da savcılıktan izin almak gerekir. Tutuklunun kendi ailesi dışındaki birisiyle selamlaşması ise herkese dava açılmasıyla sonuçlanabilir.

Eli kırılan adam, hücrede tek başınadır, mektup yazması gerekir. Vay sen misin yanına arkadaş isteyen… Hemen “ayaklarınla yaz” diye dalga geçilir. Her an “Kırık aynayla tıraş ol” komutu gelebilir. Başka bir hücrede kalan arkadaşınıza bir şey göndermeniz yasaktır. Güvercinlere ekmek vermek havalandırmaya tek başına çıkma cezasına eşdeğerdir. Cezaevlerinin şeffaflaşması için hayata geçirilen Tutukevleri İzleme Kurulları’nın raporlarının kamuoyuyla paylaşılmamasının nedeni devlet sırrı olmasıdır. Tutuklunun başka bir tutukluya gönderdiği mektuba “seminer niteliğinde” denilerek el konulur. Zaten dört sayfadan fazla mektup yazmak yasaktır. Aile fotoğraflarını duvara yapıştırmak bazı f tipi cezaevlerinde serbesttir, bazılarında ise suçtur. Aynı hücrede kalan iki kişinin birlikte fotoğraf çektirmesi yasaktır. Ortak dostlarına, yakınlarına mektup yazmaları da… Fotoğraf ve mektupta tek olmak zorunluluktur.

Edirne F Tipi Cezaevi yatan M. Aytunç Altay adlı tutuklu tecrit keyfiyetine bir misal versin: “Yurt dışından yabancı bir dosttan İngilizce bir mektup almıştım. Yine İngilizce cevapladım, ama mektup gönderilmeyip bana iade edildi. Gerekçesi şu; İngilizce olduğu için içeriğini denetleyemeyiz. Peki, cevapladığım o mektupta İngilizce idi, onu nasıl denetlediniz? O zaman İngilizce bilen personel vardı “İyi o zaman, Türkçesini de yazıp vereyim, ikisini bir postalayın” dedim. “O zaman sadece Türkçesini postalarız, İngilizcesini göndermeyiz” dendi. Yani, karşı taraf Türkçe bilmediği için İngilizce yazıyorsun, idare ise sana “Türkçe yaz” diyor. Karşı taraf Türkçe mektuptan ne anlayacaksa!”

Üç kitap sınırlaması ısrarla sürdürülür. Fazla kitap “yaşam alanını daraltır” diye! Her türlü şiir, öykü, yazı ve mektup disiplin kurullarına takılır. Karalanan mektuplar, yakılan mektuplar, daksil ile silinen mektuplar, sansürlenen mektuplar, verilmeyen gazeteler, makas ise kesilen gazeteler… Anlaşılacağı üzere tecridi yaratan koşullar sürer gider…

Kaç mektup aldım cezaevinden, belki yüzlerce. İşte bir hücre hikâyesi:
Kocaeli (Kandıra) F Tipi Cezaevi’nde kalan Barış Alkan, “Sizinle bu satırlarımı durgun, serin ve arada bir yağmur damlalarının sağanağı altında kalan bir günde paylaşıyorum” sözleriyle başlıyor mektubuna ve bir şiirle bitiriyor:

Özlemler Düşlerde Saklı

Kaç zaman oldu
Ayaklarım toprağa hasret
Gözlerim uzaklara bakamıyor
Doğanın rengârenk yüzü
Artık düşlerimde gizli

Her gün her saat
Daracık bir alanda
Beton zeminde yaşamak
Gülün kokusunu unuttum

Yaşamın rengini
Zihnimden dışarı taşamıyor
Kalabalık sokakları özledim
Meydanlara uzanan caddeleri

Şehrin ışıkları şimdi çok uzak
Gülümseyen sevdalar yok
Gelecek yüklü
Çocuk bakışlarını özledim

Mavilik hapsolmuş dört duvara
Parmaklıklar ise onu onlarca parçaya bölüyor

Günler evet günler
Her anı saniye saniye karelenmiş
Uzanıyor bitimsiz yarınlara

Barış, kendi sorunlarını değil hücre arkadaşı Turgut Köklü’nün içinde bulunduğu durumu aktarıyordu yazısında;
“Turgut Köklü yaklaşık 7 yıldır tutuklu ve F tipi cezaevlerine geçişin ardından rahatsızlanıyor. Köklü’nün 3 yıla yaklaşan rahatsızlığına psikologların teşhisi, ‘mizaç bozukluğu’... Ümraniye Cezaevi’ndeki eski Turgut değildi artık. Yerlerde yuvarlanıyor, kendi kendine konuşuyor, uyuyamıyor, kendi içinde bir dünya yaratmış kimi zaman korkuyor, bağırıyor kimi zaman ise en olmadık yerlerde gülüyor. Kimi şeyleri kırıp-dökme (buna ara sıra çaldığı gitarını kırması dâhil), küfürler, sabahtan akşama kadar bağırarak konuşma, şarkı söylemeler, duvara yanan sigara ile şekiller çizmeler... Havalandırma duvarının üç köşesindeki böcekleri, sigara külüyle daire içine alıp bana, ‘Bu dünya, bu Merkür, bu Ay, bu Venüs...’ diye gösteriyor ve ardından ekliyor:
‘Dünyanın uydusu Ay öldü, yerine Venüs aldı’ Çünkü Ay diye işaretlediği böceği ezmişti. Turgut daha sonra havalandırmada şeytan olduğu gerekçesiyle bir kelebeği öldürdü.”

Tecrit koşullarında insan kendi dağarcığına yönelik topyekûn bir saldırıya girişir, yalıtım belleği tümden sarsar. Fizyolojik hastalıklar ve psikolojik rahatsızlıklar dört kat artar. Sonra şipşak muayenelerle sağlıklarının iyi olduğu belirlenir. Cezaevlerinde insanlar kanserden yaşamını yitirir, ölümcül hastalıklara yakalanan tutuklu ve hükümlüler serbest bırakılmayıp hücre ve revirlerde tutulur. Cezaevleri adeta akıl hastanelerine dönüşür. Sadece 2002 yılında hapishanelerde 12 tutuklu ve hükümlü intihar eder. F tipi cezaevlerinde de Volkan Ağırman, Orhan Oğur, Halit Koçyiğit ve Mehmet Akdemir adlı tutuklu ve hükümlüler ya kendini yakar ya da asar. TBMM’de “hapishane ölümleriyle” ilgili bir soru önergesini yanıtlayan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, sadece 2003 yılında cezaevlerinde “eceliyle”, “intiharla”, “cinayetle”' toplam 158 kişinin öldüğünü açıkladı. Açıklanan bilânço korkunç… Dört duvar toplam 158 kişinin mezarı olmuş...

Akrabaydılar, kardeştiler, ya değişik cezaevlerine gönderildiler ya da aynı hapishanenin farklı bölümlerinde kaldılar. Refakatçiye ihtiyaç duyanlar, tek başlarına hareket edebilmeleri hatta yaşayabilmeleri neredeyse imkânsız olanlar, yani ölüm orucu eylemcileri ve sakat kalmış kişiler tekli hücrelere konuldu. Hafızasını yitirmiş iki ya da üç mahkûmun (Örneğin Wernicke Korsakoff’a yakalanan Deniz Yıldız, Celal Gezer ve Uğur Karademir aynı hücredeydi) bir arada tutulmasına mantıklı bir yanıt arıyorum. Bulamıyorum.

Unutulmasın açlık grevlerinde zaman ölümün lehine işliyor. Ve bu nedenledir ki ölüm ve yaşam arasındaki çizgi uzun zamandır “kıldan ince kılıçtan keskin”… Adli Tıp bu duruma “Agoni” diyor. Ölüm orucu hala sürüyor ve bu kitabın ikinci bölümü şimdiden yazılıyor. Tecrit koşullarının ortadan kaldırılması için son günlerde yeniden kamuoyu oluşmaya başladı. “İnsanlık asla kaybetmez” diyen Avukat Behiç Aşçı’nın eylemi, sansür duvarını yıktı ve suskunlar cephesinde ses getirdi. Bunca acının ortasında sevindirici bir gelişme. Dilerim, “123. ölüm yaşanmasın” çığlığı yerini bulur. “3 Kapı–3 Kilit” biran önce açılır. Tecrit karşıtlarının umudu bu… Hem ne demiş şair, “Daha gelmeyecek mi bahar, daha gülmeyecek mi ağlayanlar...”

Evet. Sessizliğe Karşı’yı 19 Ocak 2007 Cuma günü böyle bağlamıştık ve kitap, matbaanın yolunu tutmuştu. Aynı saatlerde bir güvercin arkasından vuruluyordu. Gazeteci Hrant Dink, Şişli’de güpegündüz katledilmişti. Behiç Aşçı ise kurşun sesinin duyulacağı mesafede ölüm orucunu sürdürüyordu. Akşam saatlerinde aydın katline karşı binlerce yürek sokaklara döküldü. Şoven kurşunlardan ve linç girişimlerinden bıkan halk, artık tepkisini ortaya koyuyordu.

Behiç’in durumu ise ağırlaşmıştı. Hafta sonu böyle geçti. Gergin bir bekleyişle… 22 Ocak 2007 Pazartesi günü öğle saatlerinde Adalet Bakanlığı bir genelge yayınlandı. Alelacele… Toplumun ikinci bir ölümün yükünü kaldıramayacağını düşünen devlet ve hükümet en nihayetinde harekete geçmişti. Hayatın gerçeği ölümlerden yaşamın doğmasıydı. 3 kapı–3 kilit önerisi ete kemiğe büründü, haftada 10 saatliğine de olsa tecrit delindi. Gelişmeler üzerine akşam saat 19.00’da ölüm orucuna ara verildi.

(Neden sona erdi yerine ara verildi denildi? Çünkü genelgenin eksiksiz uygulanıp uygulanmadığının takibi gerekiyordu. Daha önceki açlık grevi eylemlerinin ardından verilen sözler tutulmamıştı)

1996 ölüm orucu eylemi sonlandığında Bayrampaşa Cezaevi’nin kapısındaydım, şimdi Pay Apartmanı’nın önündeyim… Sivil toplum örgütleri temsilcilerinin konuşması sırasında çevremi kolaçan ediyorum. Ne çok tanıdık yüz… Yıllardır tecridin kaldırılması için mücadele edenler… Kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler… Refakatçiler, hukukçular, sanatçılar, gazeteciler… Bıkmadan slogan atanlar, birbirlerine sarılanlar, ortak gözyaşı dökenler. Herkes kendi anısının peşine düşmüş. Demek bu yüzden tutuklu ve hükümlü yakınlarının yanakları ıslak… Ölüm orucu eyleminde iki kızını yitiren Ahmet Kulaksız’ın elinde megafon var. Kendisini kucaklamaya gelenlerden fırsat bulduğu an konuşuyor:


— Birazdan Behiç aşağı indirilecek. Sese karşı aşırı duyarlı… Lütfen sessiz olun. Mikrop kapmaması için uzak durun.

Behiç eyleminin 293. gününde sedyeyle dışarı çıkarıldı. Vicdanı tekrar uyandıran adama ilgi büyük. Onu görmek isteyenler adeta birbirini eziyor. Bu bir sevgi seli… Behiç, kendisine karanfil atanlara el sallıyor. Sonra ambulans hastaneye yöneliyor ve şenleniyor ortalık… Sokağı trafiğe kapatanlar halaya duruyor. Önce “Omuzdan Tutun Beni” ardından “Mitralyöz”… “Behiç Aşçı onurumuzdur” sloganları ve “Haklıyız Kazanacağız” marşı… İnsanın içini acıtan hıçkırıklar ve ağız dolusu kahkahalar… Hüzün ve sevinç…

122 insanı aramızdan alan 600’ü aşkın sakata yol açan tecrit karşıtı eylem tamı tamına 2285 güne yayıldı. Bu, milyonlarca cana mal olan 2. Dünya Savaşı’ndan daha uzun bir süreye denk geliyor. Direniş başlarken doğanlar bugün ilkokul öğrencisi… Düşünün Dink’in katil zanlısı Ogün Samast açlık grevinin ilk günlerinde henüz 10 yaşında masum bir çocuktu. Tarihte benzeri bir direniş yok. Ne eski çağlarda ne de asri zamanlarda…

Benim duygularım ise karmakarışık. İlk kitabım yaşama dair bir muştu gibi. Yazmak için uzun zaman uğraştım ve kitap raflardaki yerini almadan eylem bitti. Kazanan çözüm oldu. Bahtiyarım.

Keşke kitabı daha önce mi kaleme alsaydım? Nedense aklıma takılan ilk fikir buydu. Biliyorum çocukça ama… Neyse… Lafı uzatmayayım. Sadece Sessizliğe Karşı’nın bendeki değerinin katlandığını hissettim ve bunu sizlerle paylaşmak istedim. Ona bundan böyle ‘uğurlu kitap’ diyeceğim. Bilesiniz. Tecridin bitmesini ben de hayli zamandır bekliyordum. Ve şuan sınırsız bir rahatlamanın esiriyim. Üstüne üstlük neşem yerinde ve sanırım çenem düştü. Bıraksalar bıkmadan usanmadan günlerce içinde bulunduğum ruh halini anlatırım. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum. İnanın… Ancak “ makineler beklemez…” Yayıncı arkadaşım nihayet uyardı: “Vakit dar, mutlaka matbaaya ulaşılmalı. Baskı durdurulup, mutlu bir son yazılmalı...”


Not: Kitaba son söz yerine, cezaevleri tarihçesi konuldu. Dünya ve Türkiye cezaevlerini anlatan binlerce belge incelendi ve özetlendi. Kolay okunabilmesi için fazla ayrıntıya girmedim, kendi anı ve gözlemlerimi de aralara serpiştirdim. Kitaba sondan başlanılmaz diyeceksiniz belki ama sorunun kavranılması adına öncelikle tarihçeyi okumanızı öneririm. Ayrıca gerçek yaşanmışlıkların içine kurgusal bir öykü yedirdim. Veya tam tersini yaptım. Bilmiyorum. Belki de bu kitap, hafızasını yitirmiştir. Kim bilir…

Alper TURGUT – İSTANBUL (23 Ocak 2007)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

1. Atatürk devrimci ve özgürlükçü değilmiy di?

2. Öldükten sonra kıyamet gününde dirileceğinize ve Allaha inanıyor musunuz?

3. Kur-anı Kerimi anlayarak okudunuz mu?

4. Her anlatılana inanırmısınız?