10 Ekim 2008 Cuma

Hoyrat bir aşk örgüsü…




ALPER TURGUT
“Vicdan”, ölüm, tutku ve edepsizlikle beslenen bir sacayağı… Görüntüde üçlü bir aşk hikâyesini dillendiren bu film, aslında bir kasabada sıkışıp kalan ve çırpındıkça daha da batan yoksul insanları anlatıyor. Kazananı yok, kaybedeni çok. Yani… Bir tutam vicdan, gerisi hicran ve hüsran…




Vicdan’ı, “Kanal”, “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Hakkâri'de Bir Mevsim”, “Mavi Sürgün” ve “Yolda” gibi birçok filme imza atan 30 yıllık sinemacı Erden Kıral çekti. Ülke sinemasına pek çok şey katan efsanevi Yılmaz Güney’in bir dönem asistanlığını da yapan Erden Kıral, aynı zamanda yapımcılık ve senaristlik yüzüklerini de takan önemli bir yönetmen. Çıkış noktasını bir üçüncü sayfa haberinden yakalayan Vicdan’ın öyküsü (Güzel Günler İçin), eski kiremit fabrikası işçisi yazar Hasan Özkılıç’a, senaryosu ise yönetmen-senarist Raşit Çelikezer’e (yönettiği ‘Gökten Üç Elma Düştü’ ile Altın Portakal’a aday) ait. Filmin müzikleri Zülfü Livaneli imzasını taşıyor. Vicdan’ın görüntü yönetmenliğini Zekeriya Kurtuluş, kurgusunu ise Mustafa Preşeva üstlendi.








Filmin başrollerinde, “Eğreti Gelin”, “Adem’in Trenleri” ve “Yaşamın Kıyısında” ile oyunculuk atını dörtnala süren Nurgül Yeşilçay (amaç ödül almak değil ödün vermemektir, ilan edilir), “Mutluluk” filmiyle adını sanını duyduğumuz ekstra eğitimli aktör Murat Han, “Meleğin Düşüşü” ile rüştünü ispatlayan Tülin Özen var. Ve yardımcı roller; Nazan Kesal, Rıza Sönmez, Nihan Okutucu, Murat Gürvardar, Şener Köklükaya, Atilla Akarsu, Emine Sivri… 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal uzun metraj yarışması adaylarından Vicdan dün gösterime girdi.





Plan sekansları ve ağır tempolu filmleriyle belleklerimize kazınan Erden Kıral bu kez tarzını değiştirmiş ve genel seyirci kitlesine uygun, arabesk soslu, acı yüklü bir film kotarmış. “Temiz bir vicdan kadar yumuşak hiçbir yastık yoktur”… Bu Fransız atasözünü çok severim. Ancak vicdan bu filmin neresinde ben bulamadım. Vicdansızlık belki uyardı, kader yakışırdı, hicran veya hüsran ise cuk otururdu. Bence en önemli sahnesinin olduğu (bunu söylemeyeyim) bölüme dek, film gayet güzel ve akıcıydı. Son yarım saatte ise kurgu kaynaklı sıkıntı, öykünün tıkanması ve imge tekrarı sürekli saatimi kontrol etmeme yol açtı. Konsomatris, türbanlı, konsomatris değişimi, dönüşümü ise gerçeklikten ve inandırıcılıktan uzak, yapay ve hatta komik göründü. Yine de eminim ki; Vicdan çok sevilecek. Son söz her zaman olduğu gibi siz sinemaseverlerin…



Ege’ye dair, Egeliye has, gözden ve gönüllerden ırak küçük bir kasaba, tümden yoksul ve yoksun… Tozlu daracık yollar, fakirim diye bas bas bağıran virane muadili evler… Burası avuç içi kadar bir yer, kimin eli kimin cebinde belli değil. Öyle ki; eski aşkından asla kaçamazsın, düşmanını görmeden geçemezsin. Ve üstelik herkes üstüne vazifeymişçesine ve hayatı daha da zorlaştırmak pahasına birbirini kolaçan ediyor. İmece kültürü tümden yalan olmuş ve nedense ve her ne hikmetse insanoğlu düşene saldırmayı bekliyor, aç sırtlanlar misali… Acımak yok, zayıflığa tahammül yok, gözyaşı dökene sarılmak yok, dosta yaranı göstermek yok. Karın tokluğuna çalışılan, kalubeladan, Nuh nebiden kalma, beşer öğüten, yakıp, kavuran bir kiremit fabrikası… Cehennemi ateşte sınanan kiremit değil oysa sen, ben, o, yani biz, hepimiz. Bant sistemi, erkek ve kadını katılaştırıyor, onları sert bir tabiata mahkûm ediyor. Çalıp çırpanı öven, onurunu kuşanana söven bu sistem, senin alın terinden, kanından, canından besleniyor.





Ucuz işgücü, örgütsüzlük, iptidai çalışma koşulları, zalimleştiriyor âdemoğlunu, iş güvenliği desen haliyle fasa fiso… Makine kapıyor kolunu, sakat kalıyorsun, yaşadığına şükredip bebeğine sen bakıyorsun, sonra karın eve ekmek getirmek için gündüz, gece demeden çabalıyor ve itin biri ona musallat oluyor. Bunun adı alınyazısı mı? Kapitalizm eşittir kader diyebiliyorsanız, vahşet, dehşet ve şiddet işte peşi sıra geliyor. Neyse biz yine dönelim öykümüze…



Üçlü bir aşk örgüsü… Ancak kahramanlarımız, sevdadan çok tutkudan, öfkeden ve nefretten alıyorlar gıdalarını… Kasabanın güzel kızı Aydanur (Nurgül Yeşilçay), hercai ve “yeni hayat” hasretiyle yanıp tutuşan bir tip. Kaba, saba, cahil ve aslında yapayalnız bir adam olan ilk göz ağrısı Mahmut’a (Murat Han) yanık… Şehvet düşkünü Mahmut ise Aydanur’a tapmasına karşı onun çocukluk arkadaşı masum ve mazlum Songül (Tülin Özen) ile evlidir. Onlar, kiremithanede çalışıyorlar ve var olma mücadelesi veriyorlar. Ancak Aydanur, sıçrama yapmak ve yırtmak istiyor. Çokta matah değil belki ama o, bir süre sonra kasabanın marketinde kasiyerliğe terfi ediyor. En nihayetinde Songül’ün önsezileri aldatıldığını haykırır. Mahmut ve Aydanur’un arabadaki ateşli sevişme seansına gizli bir izleyici olarak katılan Songül’ün adeta başından aşağı kaynar sular dökülür. Genç kadın, susmayı seçer ama içindeki kurt onu yiyip bitirmektedir.



Ve Songül harekete geçer ve kocası Mahmut’a sırt çevirip, Aydanur’la yakınlaşır. Mahmut’un kafası iyice karışır ve zamanla sabrı taşar. Songül, Aydanur’un evinde kalmaya, gece âlemlerine katılmaya, dans etmeye (Yeşilçay ve Özen, Nesrin Topkapı’dan ders almışlar) ve onunla içip dağıtmaya başlamıştır. Saf ve ezik bir kadının dönüşümüdür bu, önce sakınır ardından açılıp saçılır ve kendi hayatını yaşamaya karar verir. İki kadını idare ederken bir anda ortada kalan Mahmut ise, dedikoducuların da verdiği gazla canavar kesilir. Songül ve Aydanur, birlikte kasabadan kaçmaya yemin ederler. Artık çok geçtir. Songül, Mahmut’u hafife almanın bedelini ödeyecektir. Neşeli ve coşkulu bir düğüne katılan Songül ve Aydanur, piste kendilerinden geçmişçesine hünerlerini sergilerlerken psikopat Mahmut belirir ve Songül’ü kafasına kiremitle vurarak öldürür. Songül mezara, Mahmut hapse girer, Aydanur da İzmir’de pavyona düşer. Aradan yıllar geçer, cezaevinden çıkan Mahmut, saplantı haline getirdiği Aydanur’u aramaya koyulur.


Cumhuriyet Hafta Sonu Eki / 11 Ekim 2008

Hiç yorum yok: