Ertuğrul Mavioğlu ile üç kitaplık “Bir 12 Eylül Hesaplaşması”nı konuştuk.
Ertuğrul Mavioğlu’nun kaleme aldığı “Asılmayıp Beslenenler”, “Apoletli Adalet”, “Bizim Çocuklar Yapamadı” adlı üç kitaptan oluşan “Bir 12 Eylül Hesaplaşması” (İthaki Yayınları) sözümüzün konusu.
Kitapların yazılış amaçlarından bir tanesinin, birbirinden bağımsızmış gibi yaşanan acılar arasındaki, dikkatle bakılmadıkça asla görünemeyen organik bağın herkesçe bilinir hale getirilmesi olduğunu belirtiyor Mavioğlu.
Bir başka neden ise yakın tarihiyle bağları koparılmış olan toplumun hafızasını tazelemek. Ülkede yaşanan bunca zulme karşın boyun eğmeyenler de olduğunu göstermek.
Dolayısıyla uyarmadı demeyin! Bu söyleşinin kimi kısımlarını yüreğiniz kaldırmayacak, kendinizi o soğuk, o acı 12 Eylül dönemine geri dönmüş hissedeceksiniz. Satırlarda Kenan Evren darbeyi ilan edecek… Sokağa çıkamayacaksınız… Her an gözaltına alınabilirsiniz… Gözünüzü F Tipi bir cezaevinde (pardon erk deyimiyle otel de) açabilirsiniz..
HESAPLAŞMAYA HAZIR MISINIZ?
Tahayyül edin, avukatınıza hasretsiniz, kendisiyle eni konu mahkemede görüşebiliyorsunuz… Avukatınız ağzını açarsa eyvah! Sizinle birlikte o da dayak yiyor.. Emin olun yakın tarihin acı suretini ele alan söyleşi boyunca darbeci sopayı elinden hiç bırakmayacak!
Ertuğrul Mavioğlu’nun dediği gibi adalet zulümden, zulüm adaletten kendini yeniden peydahlayacak. Ve tüm bu yaşananların geometrik toplamı, o kocaman gövdesiyle ardıl kuşaklara yani bizlere miras kalacak.
Mavioğlu’nun üç kitaplık “Bir 12 Eylül Hesaplaşması”nda söz konusu darbenin, önceki muhtıra ve müdahalelerden farkını anlayacaksınız.
12 Eylül’ün sadece sol muhalefetin çok büyük bir şiddetle bastırılmasından ibaret değil; aynı zamanda devletin yeniden kurumlaştırılması demek olduğunu okuyacaksınız.
Kenan Evren kliğinin, sadece o günü teslim almakla yetinmediğini, gelecek kuşaklara da nasıl ipotek koyduğunu ve bunu devletin faşist kurumlaşmasını nasıl sağlamlaştırarak yaptığını…
Ertuğrul Mavioğlu ile “Bir 12 Eylül Hesaplaşması”na var mısınız? İşte başlıyoruz!
Gamze AKDEMİR
- Üç ciltlik bu incelemeyi hazırlamaya iten nedenler ve koşulların neredeyse hiç değişmediğinden bahsediyorsunuz “Bir 12 Eylül Hesaplaşması”nda.. Ve buna hiç şaşırmadığınızdan. Haklısınız durum tam da bu.. Keşke şaşırabilsek!
Gamze AKDEMİR
- Üç ciltlik bu incelemeyi hazırlamaya iten nedenler ve koşulların neredeyse hiç değişmediğinden bahsediyorsunuz “Bir 12 Eylül Hesaplaşması”nda.. Ve buna hiç şaşırmadığınızdan. Haklısınız durum tam da bu.. Keşke şaşırabilsek!
Keşke. Bakın, devletin ‘Hayata Dönüş’ adını verdiği ikisi asker olmak üzere 32 kişinin öldüğü eşzamanlı cezaevleri katliamları ve ölüm oruçları 2000’li yıllara damgasını vurdu. Devletin resmi sözcüleri, bu büyük vahşetin ardından ne kadar haklı olduklarını ispatlama çabasına girişerek şu tezi ortaya attılar:
“Yasadışı örgütler cezaevlerini birer terör kampına dönüştürmüştü ve oradaki çocuklarımızı kurtarmanın yolu, F tipi yüksek güvenlikli hücre cezaevlerinin açılmasından geçiyordu. Çocuklarımızı örgüt liderlerinin elinden kurtarmanın başka bir yolu yoktu ve operasyon çok az bir kayıpla sonuçlandı.”
CEZAEVİ DEĞİL OTEL, OTEL!
“Yasadışı örgütler cezaevlerini birer terör kampına dönüştürmüştü ve oradaki çocuklarımızı kurtarmanın yolu, F tipi yüksek güvenlikli hücre cezaevlerinin açılmasından geçiyordu. Çocuklarımızı örgüt liderlerinin elinden kurtarmanın başka bir yolu yoktu ve operasyon çok az bir kayıpla sonuçlandı.”
CEZAEVİ DEĞİL OTEL, OTEL!
F tipi cezaevlerinin açılmasıyla birlikte dozajı giderek daha da artan zulüm yıllarının ve yüzü aşkın ölümün yolunu tam da bu cümlelerle açtılar. Üstelik bunu, hücre tipi cezaevlerini çok özgün bir buluş gibi göstererek yaptılar.
- Konukevi olayı…
Anlatılanlara bakılırsa, Adalet Bakanlığı yetkilileri Avrupa’daki cezaevi sistemini incelemişler ve yeni tip cezaevi mimarisini de bu standartlara uygun olarak tasarlamışlardı. Hücrelerin içindeki lavaboları, masa sandalyeleri, dolapları sergileyip, üstelik utanmadan bu hücrelerin oda olduğunu iddia ederek, cezaevinin işte ‘otel gibi’ olduğundan dem vurdular.
Ellerindeki propaganda silahları sayesinde, ülkenin cezaevleri tarihinden habersiz insanların üzerinde belli bir ikna gücü oluşturduklarına da hiç kuşku yok. Ama bu anlatılanların ne ülke cezaevlerinin geçmişten bugüne taşınan zulüm tarihiyle ne de insanın sosyal gerçekliğiyle uzaktan bile ilgisi yoktu.
BEYAZ ÖLÜMLER, ZULÜM POLİTİKALARI
Sosyal bir varlık olan insanın tek başına yıllar boyu hücrelerde tutulmasının onu insanlığından çıkardığı gerçeğini, süreç içinde kaçınılmaz hale gelecek olan “beyaz ölümleri” görmezden gelmemiz için ellerinden geleni yaptılar.
Üstelik bu ülkede tutuklular ne hücrelerle yeni tanışmışlar ne de ilk kez kıyıma uğratılmışlardı. 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen bu hazin katliamın ardından kentlerin dışına kurulan F tipi cezaevleri açılınca, tecrit esasına dayalı modern görünümlü bu vahşi sistemin, cezaevlerindeki yakın tarihimizle bağlarını kurmaya karar verdim.
Asılmayıp Beslenenler, sancılı bir yazım sürecinin ardından böyle doğdu. Okurlar, o kitaptan da gördüler ki, Türkiye’de cezaevleri 1980’li yıllardan beri zulüm, işkence, baskı, yasaklar üzerine inşa edilmişti ve F tipi cezaevlerinin açılmasıyla birlikte yaşananlar, 12 Eylül’den devralınan zulüm politikalarının sürdürülmesinden ibaretti.
‘KARNIMDAN UYDURMADIM’
‘KARNIMDAN UYDURMADIM’
Asılmayıp Beslenenler tamamlandıktan sonra aldığım olumlu tepkiler, beni 12 Eylül darbesine ilişkin yeni bir çalışma üretmeye zorladı. Bu kez adalet makinesi üzerinde çalıştım. 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde ve sonrasında görev yapmış hakim ve savcıları buldum, konuşturdum.
Kitabın ana fikri olan “12 Eylül döneminde adaletin emir ve işkenceye dayandığı” olgusu, benim karnımdan uydurduğum bir şey değil; hukuka bağlı kalmaya çalışırken cuntanın başlarına binbir türlü iş açtığı dürüst yargıç ve savcıların tanıklığından çıkan, inkâr edilemeyecek kadar somut bir geçeklikti.
Apoletli Adalet adını verdiğim bu ikinci çalışma ile, memlekette adalet adına biçimsel değişiklikler dışında ciddi bir ilerleme kaydedilmediği somut olarak ortaya konulmuş oldu. Ne yargılama sistemi değişmişti, ne baskı, işkence ve zora dayalı ifadelerle hazırlanan iddianamelere hukukun kırıntısı girmişti.
GELEN GİDENİ ARATIRSA!
GELEN GİDENİ ARATIRSA!
Sadece tabelalar değişmişti. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri gitmiş yerine Devlet Güvenlik Mahkemeleri gelmiş, sonra ise bu mahkemeler “Özel yetkili” Ağır Ceza Mahkemeleri’ne dönüştürülmüş, böylelikle AB’ye verilen bir söz daha yerine getirilmişti.
Binanın üzerine yeni bir tabela asılmış olsa da sistem aynı kalmıştı. Yine savunma hakları kısıtlanıyor, yine polis fezlekeleri verilecek kararın aslını oluşturuyor, yine bir kişinin mahkum edilebilmesi için bir itirafçının beyanı ya da zor ve baskı altında alınan ifadeler yeterli görülüyordu.
Hatta yasal müeyyideler ağırlaştırıldığı için örgüt üyeliği vb. suçlarda kesilen cezaların ağırlığı 1980’leri bile aratır duruma gelmiş durumdaydı. Tüm bunları şaşırtıcı görmemem çok doğal.
‘ŞAŞIRMA, SOKAKLARA BAK!’
‘ŞAŞIRMA, SOKAKLARA BAK!’
Bir ülkede cezaevlerinde ve yargı sisteminde adaletten söz edebilmek için önce sokaklara adalet gelmesi gerek. Çok yakın zamana kadar onlarca kişinin aynı gün içinde öldürüldüğü yargısız infazlara hep birlikte tanık olduğumuza ve bu devlet potansiyel olarak bu suçları işlemeye her an hazır bir örgütlenmeye sahip olduğuna göre, bunların cezaevlerinde çiçek dağıtmalarını beklemek de aptalca olur.
Haksızlıkların bu kadar meşru görüldüğü, gelir uçurumlarının bu kadar derinleştiği bir ülkede, eğer kâr hırsı bir yerde sonlanmayacaksa, bu vahşetin de son bulamayacağını ve verili koşullarda toplumu barış içinde yönetme imkânının bulunmadığını çözümlüyor olmamız gerekir.
MAKUS TALİH…
MAKUS TALİH…
- Salt bir 12 Eylül, salt cezaevi, salt adım adım toplumsal travma güncesi değil mesela bir “Asılmayıp Beslenenler”… Ülkemizin yakın ve yazık ki makus tarihinde şekillenen ruh ve bilinç haritası da…
Yakın tarihimize şöyle bir göz attığınızda, amaçlananın toplumun ruhunu ve bilincini kirletmek olduğu çok net görünüyor. Makus talih de buradan geliyor işte…
Boyun eğdirilmiş, her emre itaat eden, yaşadığı haksızlıklara karşı çıkmayan, kişiliğinden uzaklaştırılmış, lümpenleştirilmiş, bilinci köreltilmiş bir toplum yaratmak. O yüzden fazlasıyla kirletilmiş olan bu toplumu yeniden inşa etmek şart ve bunun için baş aşağı duran her şeyi ayakları üzerine yeniden dikmek dışında başka çare yok.
YILDIRAMAZLAR…
YILDIRAMAZLAR…
- Cezaevi, o tecrübeli, o aşina mahkumların söylediğinden çok öte diyorsunuz. Kitap okumaktan, saz çalmaktan ve akşama kadar koğuşların arasında aylak aylak dolaşmaktan başka, bambaşka bir “şey” diyorsunuz. Hayat hızlı öğretiyor, yoksun bırakılmanın abc’sini dayıyorlar insana dediğiniz gibi.. O nedenle şimdi ‘cezaevi ne menem’in yerine ‘cezaevi direnme gücünüze nasıl katkı sağladı’ya öncelik vermeli..
Cezaevinin ne menem bir şey olduğuna dair yazdığım kitap, bu konuda yazılmış ve sayısı tahminen yüzü geçen çalışmanın yanında yerini aldı çoktan. Belki ileride cezaevlerindeki işkencelerin tek tek insanlar üzerinde yarattığı etkileri analiz eden bir çalışma da hazırlarım.
Şu kadarını söyleyeyim, zulmün neredeyse gündelik yaşama damgasını vurduğu cezaevleri, insanın kendini yeniden keşfetmesini sağlıyor. Öyle bir güç ki bu, duvarlarda asılı bir fotoğrafa el koymasınlar diye, yüz tane askerin arasına girmeyi, onlarla tek başınıza mücadele etmeyi bile göze alabiliyorsunuz.
Direnme gücünüz gelişiyor, hiçbir tarafta yumuşaklık olmadığı için siz de sertleşiyorsunuz. Ne kadar tepenize vururlarsa vursunlar boyun eğmemeyi öğreniyorsunuz. Kimliğinizi, kişiliğinizi korumak için gerektiğinde canınızı ortaya koymanız gerektiğini biliyorsunuz.
Ve zulmü uygulayanların direniş karşısında alçaldıklarını gördükçe de doğru yolda olduğunuzdan hiçbir kuşkunuz kalmıyor.
CUNTA: ‘HOŞGELDİN!’, TUTUKLU: ‘AAHHH!’
CUNTA: ‘HOŞGELDİN!’, TUTUKLU: ‘AAHHH!’
- Biliyorum bu sorunun yanıtı okurların içini kaldıracak ama ne yapalım sözünü etmeyelim mi yani.. Hepsi gerçek.. Tam da bu nedenle ‘standart cuntacı muamelesi önce neyi öngörür’ü ille de konuşmalı.. Kitaptan rol çalmalı..
Cuntacının standart muamelesi en önce ‘hoş geldin dayağı’nı öngörür. Şubelerde, karakollarda zaten işkenceden zayıf düşmüş, yaraları henüz kabuk bağlamamış gençlere acının, ödenecek bedelin asla son bulmayacağını göstermek için yapılır bu.
Daha cezaevinin dış kapısından girmenizle dayak atmaya başlarlar. Ellerinde sizin hakkınızda tutulan dosyaya göre bu dayak, günlerce sürecek hücre cezalarıyla da desteklenebilir. Hücrelerde de boş bırakılmazsınız. Dayaklar orada da sürer.
Yaşattıkları bu işkencenin onlar açısından büyük bir keyif aracı olduğunu ise hiçbir zaman düşünmedim. Asıl amaçlanan, her dayakta, her operasyonda bir ya da birkaç kişiyi daha direniş saflarından çekip koparmaktır. Çözülen, bağımsızlaşan tutukluların varlığı, heveslerini diri tuttuğu içindir ki, sopayı asla ellerinden bırakmak istemezler.
ADALETE İLİKLENEN APOLET…
ADALETE İLİKLENEN APOLET…
- 12 Eylül cuntacıları kitlesel tutuklamaları ve işkencelerini yaparken, ilk el attıkları postalı dayadıkları “yargı” oldu tamam.. 12 Eylül’le adalete iliklenen apolet, kürsüye “emret komutanım”ı taşımakla kalmadı, yargıyı dönüştürüp üç maymunları da yarattı yine tamam. Peki ya bu duruma tepki gösteren hukuk insanları? Onların başlarına gelenleri de okuyoruz…
Apoletli Adalet adlı kitabımda tek suçu hukuka sahip çıkmak olan savcı, yargıç ve avukatların başlarına neler geldiğine ilişkin çok örnek var. Örneğin Diyarbakır’da bir askeri savcı iki işkenceyle ölüm vakasıyla ilgili soruşturma başlattığı için ‘komünist’ damgası yemekle kalmıyor, Lüleburgaz’a sürülüyor, hakkında soruşturma açılıyor.
İstanbul’da bir askeri hakim Behice Boran’ın tahliyesine karar verdiği için sürülüyor. Yine İstanbul’da bir askeri başsavcı, Genelkurmay’dan verilen “örgüt davaları toplu olarak açılacak” talimatına uymadığı için Erzurum’a tayin ediliyor.
Adana’da, İstanbul’da, Ankara’da ve daha pek çok ilde savunma yapmak isteyen avukatlar, “sıkıyönetim emirlerine aykırı hareket ettikleri” gerekçesiyle ya bölge dışına sürgün ya da hapis cezalarına çarptırılıyorlar.
Bir avukat, sıkıyönetim mahkemelerinde savunmanın rolünü işte bu yüzden şöyle tanımlıyordu: “Bizim mahkeme salonlarındaki görevimiz tuzluktan farklı değildi.”
CEZASIZ KALMIŞ GASP ADALETİ
CEZASIZ KALMIŞ GASP ADALETİ
- 12 Eylül adaleti cezasız kalmış gasp adaletidir. Ve uygulayıcılarının yanına kâr kaldı evet.. Ne dersiniz daha da kalacak mı?
12 Eylül döneminde tam 50 kişi idam edildi. Ben ve benden daha önce o süreci araştıran daha pek çok yazar, bu idamların gayri adil yargılama süreçlerinin ürünü olduğunu açıkça ispatladı. Bilmediklerimize de her gün yenileri ekleniyor.
17 yaşındayken idam sehpasına gönderilen Tabancayla öldürüldüğü iddia edilen ve bu nedenle Erdal Eren’e idam cezası verilen olayda, er Zekeriya Önge’nin, gerçekte kaza kurşunu ile yaşamını yitirdiğinin resmi belgeleri daha yeni ortaya çıktı.
Evet Erdal Eren idam edildiğinde henüz 17 yaşındaydı. Erdal Eren’in idam edilirken TBMM onayı alınmadığı için yasalar da çiğnenmişti. Erdal Eren işlemediği bir suçtan ötürü idam edilmişti. Ama tüm bunları ortaya koymakla Erdal Eren’i geri getirebiliyor muyuz?
Onu ve diğerlerini geri getiremediğimize göre, hiç değilse tüm bu yaşananlardan toplumun güçlü dersler çıkarmasını ve bu ülkeden gasp edilen adaletin gerçek sahiplerine iadesini istemek hakkımızdır. O vakit, inanıyorum ki kimsenin yaptığı zulüm yanına kar kalmayacaktır.
“OUR BOYS DID IT!” (BİZİM ÇOCUKLAR YAPTI!)
“OUR BOYS DID IT!” (BİZİM ÇOCUKLAR YAPTI!)
- “Our boys did it!” olayı da var tabi.. Söyleşimizde de mutlaka sözünü etmeli..
CIA Ortadoğu İstasyon Şefi Paul Henze’nin Türkiye’deki 12 Eylül darbesini Washington’a “Bizim çocuklar yaptı” diye bildirdiğini Mehmet Ali Birand sayesinde öğrendiğimizi teslim etmemiz gerek.
Hatta Henze yıllar sonra bunu inkar edecek gibi oldu ama, Birand işini sağlama almış, bu kez de ses kasetlerini çıkardı ortaya. Ben de “Bizim Çocuklar Yapamadı” adlı son kitabımın adını bu cümleden yola çıkarak koydum.
Onların yani ABD’nin çocukları, yani faşist generaller, büyük sermayedarlar, kapitalist küreselleşme sürecine Türkiye’yi de eklemlemeye çalışan emperyalistler yapmışlar, iktidarlarını sağlamlaştırarak zulüm tarihlerine yeni sayfalar eklemişlerdi.
Bizim çocuklar ise, yani emekçi yığınlar yapamamıştı. Sağlık olsun demekten başka çıkar yol yok. Önümüzdeki maçlara bakalım.
VAY SEN MUHALİF MİSİN? YOK OL!
VAY SEN MUHALİF MİSİN? YOK OL!
- O maçları da devrolunan miras şekillendiriyor kuşkusuz. İncelemede de vurguladığınız gibi “Adalet zulümden, zulüm adaletten kendini yeniden peydahladı… Tüm bu yaşananların geometrik toplamı, o kocaman gövdesiyle ardıl kuşaklara miras kaldı…”
Burada 12 Eylül darbesinin, kendinden önceki muhtıra ve müdahalelerle olan farkına dikkat çekmek istedim. 12 Eylül sadece sol muhalefetin çok büyük bir şiddetle bastırılmasından ibaret değil. Aynı zamanda devletin yeniden kurumlaştırılması demek.
Kenan Evren kliği, o günü teslim almakla yetinmedi, gelecek kuşaklara da ipotek koydu. Bunu devletin faşist kurumlaşmasını sağlamlaştırarak yaptı.
MİRAS, FAŞİZAN DEVLET ÖRGÜTLENMESİ
MİRAS, FAŞİZAN DEVLET ÖRGÜTLENMESİ
Sendikalara, derneklere, siyasi partilere, sivil hayatın her alanına getirdiği yeni kurallarla, belki onlarca yıl emekçilerin, yoksulların, gençlerin bir daha bellerini doğrultamayacakları, adaletsizliklere, haksızlıklara karşı çıkamayacakları, karşı çıkma eğilimi ortaya çıktığı anda yok edilecekleri bir devlet örgütlenmesine girişti. Kalan miras budur ve etkileri halen açıkça hissedilmektedir.
- Sizce toplum bu durumla nasıl hesaplaştı (mı?)
Toplumun bu toplamla hesaplaşabilmesi, kendi sınıfsal çıkarlarına denk düşen bir irade savaşına girişmesini gerektirmekte. Bunun için, karartılmış bilincini tazelemesi, kendi sınıfsal çıkarları çerçevesinde örgütlenmesi ve mücadele etmesi şart.
Böyle bir irade, böyle bir örgütlenme gerçekleşirse eğer, hesaplaşma da 12 Eylül’ün zulmü ile sınırlı kalmaz. O zaman, bu vahşetin asıl planlayıcısı olan, “Şimdiye kadar onlar güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” diyerek darbeyi sevinçle selamlayan büyük sermaye de kaçınılmaz olarak hesaplaşmadan payına düşeni alır.
TOPLUMU BOZMANIN YOLLARI…
TOPLUMU BOZMANIN YOLLARI…
- Mücadele iradesinin tırpanlanması… Kayıpların başında bu geliyordu diyorsunuz. 12 Eylül bunu işkenceyle yapıyordu, AKP günümüzde İslami sermayeyi dayayıp sistemi sistemlice ele geçirerek ve geniş kitleleri umutsuzluğa sevk ederek yapıyor.. Malum “dün” ile bugün arasındaki müşterekler, “toplum nasıl sağır oldu”nun aşamalarını ortaya koyuyor aslında..
Toplumun özellikle yoksul kesimlerinde İslamcılığın yaygınlaşması, bizim yıllarca depolitizasyon süreci dediğimiz olgunun ta kendisi. Gerçekte bir toplumu politikadan uzaklaştıramazsınız.
Toplumun bilinç düzeyi en düşük kesimleri için politika, evde karısını, çocuklarını dövmek, kahvede futbol için televizyon karşısında en yakın arkadaşıyla küfürleşmek gibi bir şeydir.
Politikayı ancak bozabilirsiniz. Bunu da toplumun yoksul kesimlerini kendi sınıfsal çıkarlarından uzaklaştırarak yaparsınız. Cunta bunu başardı. Toplumu depolitize değil, dezpolitize ederek. Kendi sınıfsal çıkarlarından uzaklaştırmanın, uyuşturmanın yolu olarak da İslamı kullandı.
‘UNUTMA EY HALKIM!
‘UNUTMA EY HALKIM!
Fatih Güllapoğlu’nun “Tanksız topsuz harekat” adlı kitabında bütün ayrıntıları var bu operasyonun. Cuntacıların nasıl Kuran-ı Kerim bastırdıkları, elçilikler kanalıyla yurtdışında çalışan işçilere dağıttıkları, Uğur Mumcu’nun kuyruğundan yakaladığı Rabıta ilişkileri...
Bunların tümü, 28 Şubat döneminde, yani 12 Eylül’den 17 yıl sonra, balans ayarının bozulduğunu düşünen TSK’nın marifetleri. Şimdi laikliği keşfetmiş olabilirler. Şimdi AKP iktidarıyla çelişiyor gibi görünebilirler.
Ama, diğer yandan AKP’nin gerçekte 28 Şubat’ın ürünü olduğu ne çabuk unutuldu. Erbakan’ı iktidardan uzaklaştırmak için bölmediler mi Refah Partisi’ni? Bu partiden kopan büyük parça şimdiki AKP değil mi?
Asıl olan kitlelerin muhalif duruşunun önüne geçmek olduğuna göre, dün işkence ve zulümle boyun eğdirilen kitleler, bugün camilerde hocanın karşısında boyun eğiyor.
Peki ya sonuç? Sağırlık, körlük ve sükut tablosu değişmiş değil evet. Küçük karşı çıkışlar mı? Son iki yıldır 1 Mayıs’ta yaşananları anımsayın. Sıkarsınız biber gazlarını, sallarsınız sırtlarına copları, ertesi gün yine sessizlik...
Sorun, bu umutsuz tablonun sonsuza kadar böyle sürüp sürmeyeceğinde. Ama bence böyle gitmeyecek ve yine son iki yılın 1 Mayıs’ından örnek verirsek, eylemlerdeki direnç, gelişen iradecilik, muhalefetin toparlanma eğiliminde olduğunun güçlü işaretlerini veriyor.
POSTMODERN! 12 EYLÜL MAHKEMELERİ…
POSTMODERN! 12 EYLÜL MAHKEMELERİ…
- 12 Eylül mahkeme salonlarını anlatın özetle.. Tutuklu ve hükümlülerin avukat hasreti, salon düsturu, usulü, nizamı, getiriliş, götürülüş esnasından burada da notlar düşmemiz kaçınılmaz, hatta gerek, şart..
12 Eylül döneminde Devrimci Sol davasından yargılandım. Mahkeme salonunda, bize yönelik saldırılar 15 Mart 1982 günü ilk duruşmadan itibaren başladı. Cezaevlerinde gördükleri baskıları anlatmak üzere söz almak isteyen arkadaşlarımız susturulmak istendi. Elbette ki dertlerini anlatmak istiyorlardı, çünkü cezaevlerinde tutulmamız eziyet göreceğimiz anlamına gelmemeliydi.
Kendi yasalarını çiğnediklerini yüzlerine vurmamız onları hayli sinirlendirmiş olacak ki, üzerimize askerleri saldırttılar. Pek çok arkadaş saldırılar sırasında yaralandı. Baktılar ki zaptetmeleri pek kolay görünmüyor, bunun üzerine davaları toplu görmeye hevesli oldukları halde sonraki duruşmalara bizi gruplar halinde götürme kararı aldılar.
DİLEKÇELER SÜMENALTI
DİLEKÇELER SÜMENALTI
O günlerde cezaevinde de saldırılar yoğunlaşmıştı. Bizi bilerek mahkemeye götürmüyorlardı. Kapı altlarında az dayak yemedik bu yüzden. Mahkeme heyeti ise, cezaevi yönetimi hakkındaki suç duyurusu dilekçelerimizi ısrarla sümen altı etti. Oysa adil yargılanma hakkı bilfiil cezaevi yönetimince çiğneniyordu.
Yaşanan çok açık biçimde hukukun yokluğuydu. Cezaevi yönetimiyle mahkeme heyeti arasındaki danışıklı dövüşü kör gözler bile görebilirdi. Biz suç duyurusunda bulunuyoruz, suç duyuruları yargılamayla ilgisi yok diye geri çevriliyordu. Ama diğer yandan yargılama sürecinin cezaevlerindeki işkenceler yüzünden engellendiği apaçık ortadaydı.
Kısa sürede ortaya çıktı ki, sanıksız duruşma mahkemenin işine geldiği için cezaevi uygulamaları karşısında sessiz kalmakla yetinmeyip destek bile vermiş. İşkence ile adaletin bu kadar içiçe geçmiş olduğu başka bir ülke daha var mıdır?
AVUKATA DA KONUŞMAK YASAK
AVUKATA DA KONUŞMAK YASAK
Duruşmalarda avukatlara söz hakkı verilmezdi. Söz alan avukat birkaç dakika sonra ‘çok konuştun’ diye uyarılır, konuşmaya devam etmeye çalışırsa duruşmadan atılırdı. Üç kez duruşmadan atılan bir avukatın bir daha duruşmalara girme şansı kalmazdı.
Öyle zamanlar oldu ki, gözleri önünde müvekkilleri dövüldüğü için müdahale etmeye çalışan avukatlar da dayaktan nasibini aldı. Coplandılar, itildiler, tekmelendiler, küfür yediler. Ama ilginçtir yine de müvekkillerini yalnız bırakma onursuzluğuna düşmediler.
Üç kez duruşmadan çıkarıldığı için bir daha duruşmaya almama kuralı, tutuklular için de geçerliydi. İlk üç duruşma sonrasında bir daha sonsuza kadar mahkeme heyetinin yüzünü göremeyen arkadaşlarımız oldu.
DAYAK SERBEST.. YA ALLAH!
DAYAK SERBEST.. YA ALLAH!
Mahkeme salonlarında gerçekleştirilen çok bilinçli, boyun eğdirmeye yönelik bu uygulamalar, cezaevlerindeki zulüm politikalarının parçası olmuştu. Bu da çok doğal bir durumdu aslında. Çünkü hem askeri yargıç ve savcılar hem de cezaevleri aynı merkezden yönetiliyordu. Bu zulmün asıl komutası ise adli müşavirliklerdeydi.
Mahkemelere gidiş geliş ise her zaman bir eziyet olarak tasarlanırdı. Sabah erkenden koğuştan alınmanızla birlikte dayaklar başlardı. Yeterince dövdüklerine kani olduklarında herkesi bir havalandırmaya toplarlar, burada kelepçeler takılır, ardından saatlerce, bileklere kan oturana kadar bekletirlerdi. Bu arada tuvaletinizin gelmesi, başka bir ihtiyacınızın varlığı onları asla ilgilendirmezdi.
Tektip elbise döneminde ise bu zulmün daha da katmerli hale geldiğini biliyorum. Tektip elbise giymedikleri için don atlet buz gibi havalandırmaya çıkarılan tutuklular bileklerine kan oturtuluncaya kadar sıkılmış kelepçelerle saatlerce üşürler, hasta olurlardı.
Bu uzun bekleyişlerin ardından şansınız varsa mahkemeye götürülürdünüz. Ama genellikle geç bir vakitte, “araç yok”, “asker yok” gibi bahanelerle koğuşa geri gönderilmeniz işten bile değildi. Eğer duruşmaya çıkarılırsanız, üstelik bir de don atlet gelmişseniz, hakim tarafından hemen duruşma salonundan atılırdınız.
DİRENÇ AZMİ…
- Otorite… İbreti alemciler… Zulüm… Zalim… Sürek avı… Yassak… Sakıncalı… Darbe… Üç kitaplık incelemenin alfabesinde en can alıcı yere sahip kuşkusuz.. Kelime bazında gidelim, başka hangilerini sıralamalı?
İdamları, katliamları, vahşeti, işkenceyi, manyetoyu, askıyı, falakayı, cezaevi kapılarında yerlerde sürüklenen anneleri, babaları, kardeşleri, eşleri baş sıralara yazardım. Köylerde karların üzerine yatırılanları, aşağılananları, yerlerde sürüklenenleri de.
Sonra suskunluğu, tepkisizliği, insanlıktan çıkmayı, bireycileşmeyi, yalnızlığı, ihaneti. Kapkaranlık duvar artlarındaki direnişleri, çığlıkları, haykırışları ve illa ki hiç susmayan sloganları, direnen diğer insanlarla muhteşem bir kardeşlik duygusu yaşatan, dirence direnç katan sloganları...
‘FOTOĞRAFLARDAKİ ÖYKÜLERİ YAZACAĞIM’
‘FOTOĞRAFLARDAKİ ÖYKÜLERİ YAZACAĞIM’
- Yakında hangi çalışmanızı okuyacağız?
Şimdi yakın tarihimizde yaşanmış olan bazı olayların arşivlerde unutulmuş olan fotoğraf karelerinin öykülerini yazmayı planlıyorum. Örnek oluşturması için böyle bir kareyi anlatayım.
30 Mayıs 1980 günü İzmir’de Ege Üniversitesi öğrencileri Nurhak dağlarında 1972’de öldürülen Sinan Cemgil ve arkadaşları için bir anma düzenlediler. Kısa süre sonra polis geldi ve öğrencilerin üzerine ateş açtı. Burada bir genç kasığından vuruldu.
Birinci fotoğraf karesinde genç bacaklarından kanlar fışkırmasına rağmen koluna giren iki sivil polis tarafından sürüklenerek hastane önüne getiriliyor. Önlerinde bir sedye var. İkinci fotoğraf karesinde ise genç yüzükoyun sedyede yatıyor. O artık bir ölü.
Bu olayı kaç kişi anımsıyor acaba? Yazacağım öykülerden sadece birisi bu. Böyle onlarca kare düşünün, unutulmuş, unutturulmuş, ölüm ve direniş enstantaneleri.
Sosyete sayfalarında sıkça rastladığımız şık beyler ve güzel bayanların akıl almaz servetleri asla yıkılmayacakmış gibi duran güçlerini, bizim gencecik ölülerimizi, memleket toprağına ait o büyük direnişleri bu denli çabuk unutmuş olmamızdan alıyor. Ve anımsamamakta inat edersek, inanın daha çok öleceğiz.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Bir 12 Eylül Hesaplaşması-Asılmayıp Beslenenler/ Ertuğrul Mavioğlu/ İthaki Yayınları/ 350 s.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Bir 12 Eylül Hesaplaşması-Asılmayıp Beslenenler/ Ertuğrul Mavioğlu/ İthaki Yayınları/ 350 s.
Bir 12 Eylül Hesaplaşması-Apoletli Adalet/ Ertuğrul Mavioğlu/ İthaki Yayınları/ 271 s.
Bir 12 Eylül Hesaplaşması- Bizim Çocuklar Yapamadı/ Ertuğrul Mavioğlu/ İthaki Yayınları/ 381 s.
CUMHURİYET GAZETESİ KİTAP EKİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder