2 Şubat 2010 Salı

Sessizliğe Karşı - Birinci Bölüm





Ramon, artık yükünü taşımayı reddeden ayaklarının üzerinde güçlükle duruyordu. Zor bir andı. Yine de insanüstü bir gayretle kan oturan gözlerini olabildiğince açtı. Başını döndüren binlerce şimşek çaktı sanki ve o hiçbir şey göremedi. Sonra ağır ağır kapattı gözlerini, ardından bileklerinde hala kelepçe izleri bulunan ellerini, götürdü yüzüne, iyice bir ovuşturdu. Aslında farkındaydı, lanet hücresinde olmadığının...
Sadece ne zamandır yumuluydu gözleri, işte onu bilmiyordu, bilemiyordu. Karanlık adamakıllı bulaşıcıydı, nasıl da sirayet etmişti hücrelerine. Ruhu ise tarifsiz bir cenderedeydi. Sıkılıyordu ha bire ve hiç durmadan.


Belki tükenmişliğin sınırında belki de yasaklı kentin kapılarındaydı. Tekrar tekrar denedi, görmek için. Ve en nihayetinde zifiri delebildi, açtı acıyan gözlerini olabildiğince... Yaşamı bir kara delik gibi içine çeken sinsi ve kuzguni koyuluk, ağır ağır dağıldı. Bulanıklık kayboldu, görüntü netleşti. Yanılmamıştı. Dışarıdaydı. Hiç görmediği kuzey ışıklarından çok uzakta, yoğun duyguların kucağındaydı. Dudağının kenarına yapıştı, hafif bir gülümseme.

Nedenini henüz kavrayamadığı, anlatılmaz bir rahatlamayla birlikte, ter içindeki sıkılı yumrukları gevşedi. Kendine gelebilmek için şöyle bir silkelendi, ardından ellerini alnına siper etti, taradı ufku. Fırtınaya yakalanmış gemicilere özgü fevkalade bir ciddiyetle kendi limanını aradı. Sanrılar çağında, hudutsuz bir laciverdin kıyısında, ıssızlığın tam ortasında ve her hangi bir yerdeydi. Tam tepedeydi güneş, tümden kızıla kesmiş ve belki de hiç bu kadar parlak olmamıştı. Yağmur ise yeni dinmişti besbelli, çünkü toprağın genzini yakan kokusunu alıyordu. Gökkuşağını bulmak için çabaladı ama nafile... Artık yoktu.


Çırılçıplaktı bedeni. Yabancı bir dünyada, anadan üryan bir başına kalakalmıştı. Hafif bir yel esti, tüyleri diken diken oldu. Ürperdi. Tarak girmeyen, dalgalı, ak düşmüş saçlarını rüzgâra bıraktı, gözlerinde bin anlam hüzünlü hüzünlü baktı. Fasit bir daire içindeydi bilinci. Kısırdöngüdeydi. Bir türlü sıyrılamıyordu, ne yapsa kurtulamıyordu. Beynindeki labirentte dolaşmaktan, yıkıcı yorgunluğunun farkına varamamıştı. Tökezledi. Kendine uygun bir yer arama zahmetine katlanmadan, çöktü kaldı. Göğüs kafesi körük gibiydi. Derin derin soludu. Dinlenmeliydi.

Gölgeler ardındaydı hala, sırra erişmek şöyle dursun, içini kemiren duygular sise dönüp, sarmıştı bilincini...
“Boşver... Sisi dağıtamazsın, ellerini, kollarını çılgınca sallayarak, ya da avurtlarını tüm gücünle şişirip püf diye üfleyerek...” diye söylendi kendi kendine, hınzır gülüşüyle yüzü aydınlanmadan hemen önce...
Olmayan saatine baktı, durmuştu çoktan. Saat, gün, ay bir yana bulunduğu yılı dahi hatırlamıyordu. Kulak kabarttı, gümbür gümbür çarpan kalbinin sesini duydu, başka hiçbir şey... Bedenini mahkûm eden fanusundan kurtulmuştu kurtulmasına ancak bilmecesini çözecek güce erişememişti henüz. Gerçek veya hayal, uğursuz zindanının yoz hücresinde değildi. Keyiflendi.

“Kafam durdu sanırım, hem ben burada ne arıyorum?” diye huysuzlanmaktan da geri kalmadı. Çaresizce kaşıdı başını, hafızasını yokladı. Düşündü, düşündü, düşündü. Ve birden kendi hikâyesi en ince detayına dek usuna üşüştü. Doldu kara gözleri, derinden sarsıldı. Sicim gibi indi ne zamandır biriktirdiği gözyaşları;

— Ah yaşam dediğimiz en kutsal hazinemiz. İşte ben onu kaybettim.

Anılar canlanıyordu eksiksiz. Topyekûn hatıralar... Acı ama gerçek, öyküsüne noktayı kendisi koymuştu. Ve hayatı bir film şeridi gibi aktı gözlerinin önünden. Çocukluğu, gençliği, öğrenciliği, işi, eşi, eylemler, cezaevi, açlık grevi, ölüm. Evet, kendi ölümünü gördü, sonra cenaze törenini…

Çarçabuk karalanmış kızıl pankartlarda kendi ismini seçti, hayal meyal. Sonra orak çekiçli bayraklarıyla gençler ve kapkara giyinmiş analar göründü. En son tabutu geçti önünden, dalgalar gibi çoğalan eller üstünde. Devasa topluluk, yeri sarsan kararlı adımlarla tozu dumana katıp yürüyordu, mezarlık istikametinde. Ağır silahlarını kuşanmış ve yüzleri miğferleri altında daha da kararmış askerlerin yakınından kol kola geçtiler. Cani bakışlı keskin nişancılar yerleştirilmişti dört bir yana ve onların pis parmakları, usul usul okşuyordu, cinayete meyilli tetikleri. Ancak hedefte olmalarına rağmen kimse onlara aldırmadı. “İsterlerse vursunlar hem nasıl olsa bizim katiller arkadan saldırmaya alışkındır” diyerek döndüler sırtlarını.

Herkesin yakasında, yıllar önce çekilmiş bir fotoğrafını gördü. “Hım” dedi. “Tam isabet! En sevdiğim resmim.” Sonra mahşeri kalabalığın arasından kar maskeli bir adamı seçti gözleri. Çevresindekiler, gizemli adamın güvenliğini almıştı. Ramon, “kim olabilir?” diye düşündü. Bulamadı. Tören başlıyordu. Adam heybetli sesiyle konuşmaya başladı. Herkes sustu, pür dikkat kesildi. Kod adı “Direnç Yoldaş” olan Ramon’u anlatıyordu adam. Özellikle de, O’nun son anlarını. Duygulandıkça titreyen sesi tanıdı Ramon.


Salazar’dı bu. Önce düşmanı, sonra dostu, hem gardiyanı hem de yoldaşıydı. Uzun uzun konuştu Salazar. Anlattıkları doğru mu yanlış mı, tastamam mı, yoksa eksik gedik mi, cümleler sade mi süslü mü? Hiç biriyle ilgilenmedi Ramon. Bildiklerini dinlemek istemedi. Zihni meşguldü. Tanıdık birilerini arıyordu gözleri. Salazar, “Ağaca kökler, gerçeğe ise ayakta ölenler hayat verir” diyerek Jose Marti’yle bitirdi konuşmasını. İnsanlar birbirine daha da sokuldu. Yumruklar sıkıldı, göğe yükseldi. Alkış ve sloganlarla can buldu mezarlık. Kendine adanan sloganlar, ağızlarda şiir olmuş, coşkuyla söylenen şarkılar ve marşlar, matem törenini, kısa sürede şenliğe çevirmişti. Onlar, Meksika’da kutlanan “Ölüler Bayramı”nda olduğu gibi, akşam evlerine gidince, Ramon için de masalarında mutlaka yer ayıracaklardı. Sandalyesi boş da olsa, sofranın en özel yerine yerleştirilecek, önüne ise Güney Amerika mutfağından nadide eser niteliğinde yemekler ile alkolü kanı kaynatan kıpkırmızı bir şarap konulacaktı.

Ramon, hep böyle bir cenaze merasimi istemişti. Mücadelenin en kor zamanıydı, ölüm her an yanı başlarındaydı. Yoldaşlarına söylemişti bu arzusunu... Onlar, “Hayır sen ölmeyeceksin” çiğliğine düşmemişler, sadece “olur” anlamında başlarını sallamışlardı. Daha dün gibiydi, nasıl unutabilirdi ki. Sevdikleriyle birlikteydi.
Güney Amerika’nın aman vermez cangılında kır kadrolarını eğitiyorlardı. Yeni yetme gerillaların iz bırakmadan sıçma, yemek yeme, ateş yakma talimleri henüz yeni sona ermişti. Yorgundular, ölesiye... Nöbetçiler dışında tam tekmil kamp ateşinin çevresine toplanmışlardı. Birbirlerini gözleriyle seven bir avuç adam ve kadın, tınısı iç acıtan gitarlarının eşliğinde özgürlük kavgasının türküsünü söylüyordu. Doğa bile susmamış, sesin her rengini içeren kendi şarkısıyla katılmıştı, yüreklerini yarına ayarlamış olanlara. Ramon, kütüklüğünü düzeltmiş, otomatik tüfeğini dizine dayamıştı. Tadı bozuk, hafif ılık, çokça acı kahvesini yudumluyordu;
“Ben de sizler gibi bu davanın gönüllüsüyüm. Mücadeleye, her türlü riski göze alarak girdim. Kavga içinde işkence görmek, hapislik, sakat kalmak ve elbet ölüm de var. Bunlar kaçınılmaz. Gerilla, adanmışlığın ete, kemiğe bürünmüş halidir ve çoktan Amerika’nın tarihine geçmiştir. Utkusu kurtuluş olanın, bugünden bir şey bekleme hakkı asla yoktur. Unutmayın, Che, bir mitralyöz sesi ister, cenazelere ağıt yaksın diye, bir de düşen gerillaların kemiklerini örtmek için Kübalıların gözyaşlarından mendil. Ve ‘başka hiçbir şey’ diye ekler. Aynı şekilde ölmek tüm devrimcilerin düşüdür aslında... Hislerim kuvvetlidir. İçime doğuyor, devrime ulaştığımız günü göremeden öleceğim. Kadercilik değil bu. Cüretkârlık. Daha doğrusu kendimi bilmek… Söz verin bana yoldaşlar. Düşman almasın cesedimi, beni vatanımıza kendi ellerinizle gömün. Mezarımın başında sadece ama sadece şunu söyleyin. O, bugün için yaşadı, bayrak artık bizdedir…”

Buğulu gözlerle kendi cenaze törenini izliyordu. Kuşbakışı. Uğurlama sürüyordu. Katafalk kurulmuş, sırasıyla tanıyıp, tanımadıkları, saygı duruşunda bulunmak üzere, çiçek bahçesine dönüştürülmüş tabutunun başındaki yerlerini almışlardı. Annesi ve kız kardeşleri el ele çıkageldi. Güçlükle ayakta durmaya çalışıyorlardı. O seslendi, bulunduğu yerden;

— Metin ol anam, metin ol.

Bir evlat ölürken bir evlat doğardı. Bin yıllardan beri bu böyleydi. Analar bizi biz eden toprak gibiydi. Doğurganlıksa mevzu bahis, onlar birbirleriyle durmadan yarışırlardı.

Ramon, “Ayrılık zor, bensiz ben daha zor” dedi ve devam etti; Tarifesiz bir sefere çıkıyorum...

Bavulumda itinayla derleyip topladığım
Hayallerim, hatıralarım ve umutlarım
Elimde eskimiş tek gidiş bileti
Ve muğlâk bir maske suratımda

Gemi koptu iskeleden
Benden çok uzak artık
El sallıyorum arkamdan
Yana yakıla tarifsiz

Taşıyamadım boşluğumu
Çöktüm olduğum yere
Puslu bir günün,
En zamansız saatinde

Kalabalık kaynaştı ve tek bir kırmızı gül elinde, Dolores göründü, onun kalbi durdu. Ramon’un en sevdiği ve ona en çok yakıştırdığı gök mavisi rengi elbisesini, üzerine biraz dar gelse de giyip gelmişti. Hamileydi karısı. O güzelim zülfünü düzeltti elinin tersiyle, devrimci kocasının şövalye ruhuna taziyelerini sunmak için emin adımlarla ilerledi, vakur. Yılların ağırlığı ve katmerleşen acısı, yüzlerinde suret bulmuş iki yaşlı kadın, Dolores’in kollarına girmek için öne çıktı. Yıkılmasın diye. Dolores mağrurdu, tek kelime etmeden tereddütsüz reddetti. O, Ramon’un bebeği dışında, yüreğini de taşıyordu. Kadınlar anladı, geriye dönüp kalabalığa karıştılar.
Tabutunun önünde durdu Dolores, bir tanrıça kadar güzel ve içinde fırtınalar kopsa da bir heykel gibi dimdikti. Seslendi kocasının yoldaşlarına, “Son bir kez görmek ve öperek uğurlamak istiyorum.”
Gurur duydu onunla Ramon.

Emiliano Zapata… “Dizler üstünde yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir” diyen Meksikalı adam. Zapatistalara adını veren, köylü hareketinin ışıklı ismi... Ve bir kadın, 5. Alay canı ve kanı pahasına Madrid’i savunurken Zapata’nın bu sözünün üzerine No Pasaran’ı (geçit yok!) ekleyen... 1930’lu yılların sonuydu, yer İspanya... Faşizm destekçisi uğursuz Kondor Lejyonu’na karşı, Uluslararası Tugay’ın yaratıldığı, farklı uluslardan komünist, sosyalist, anarşist ve devrimcilerin akın akın ordularını “Kahrolsun Halk” diye yüreten Franco faşizmine karşı savaşmak ve ölmek için koştuğu ülke. Zil, şal ve gülden daha çok, kan rengiyle anılan, yıkılan barikatlarına rağmen direniş, isyan ve cesaretin yurdu. Dolores İbarruri idi kadının adı, “La Passionaria” denilirdi ona yani nam-ı diğer “İhtiras Çiçeği”... Ramon’un sevgili eşi Dolores, adını işte böyle bir kadından almıştı.

Vatan, devrim, özgürlük, emek, ekmek ve iki canlı karısı... Aşk acısı böğründe, avaz avaz bağırdı Ramon, sesi duyulamadı. Kucaklamak gayretiyle açtı kollarını, kocaman. Başaramadı. Dava bayrağına sarmadan önce, ona gösterdiler kocasını. O sevdi yüzünü, Ramon ağladı. Dolores’in gözlerine son defa bakabilmek için çabaladı. Nafile... Yas gözyaşlarının kalbe gittiğini anımsadı. İç geçirdi. Her hangi bir dokunuşa, söze ihtiyaç duyarak, ıstırap içinde “Zincirleri kıralım, düşenleri gömelim. Hayat hüküm sürsün” diye feryat etti. Ve nedense devrimci olmasına yol açan babası düştü aklına, onu onurlandırdığını hissetti, hüznü bir anda tebessüme dönüştü. Pişmanlık duymadığına emindi. Yaşayamadıklarına hayıflandı o kadar. Biliyordu hayatla olan bağını ölümün bile çözemeyeceğini... Dolores’e son defa el sallarken ıslıkla bildik bir şarkı tutturdu. Kendi gösterisine katıldıkları için alkışlarla uğurladı, yaşayanları. Sonra onu toprağa verdiler.

Sahne değişti. Oturduğu yerde buldu kendini; “Eh işte son perdeyi de kapattık. Şanslı sayılırım. Çünkü ne istediğimi bilerek büyüdüm, yaşadım ve öldüm. Uyanmaksa bin yıllık uykudan uyandım, gülmekse ağız dolusu güldüm ama en çok kendime hazırladığım sonu beğendim.”

Ardından can alıcı “çektiğimiz bunca acıya değer mi?” sorusu bir kez daha döküldü dudaklarından... Gönülden yanıtladı; Evet. Evet, kocaman bir evet… “Ya delicesine severken arkada bıraktıklarımız ne olacak?” sorusunu ise gereksiz buldu. Daha doğrusu sormaya ihtiyaç duymadı. Yanıt veya kanıt peşinde değildi hani...

İnsanoğlunun yapamayacağı şey yok diye düşündü; “Tercihlerimiz bizi kanatır veya yeniden yepyeni bir şekilde yaratır. Bizler gibi olanlar da var, hiçbir değere saygı duymayan, tapon duygularla ömürlerini heba eden, sömürü çarkına destek veren, işkenceyi meslek edinen ve çıkarları dışında kıllarını kıpırdatmayanlar da var. En kötüsü ise kendilerini ‘tarafsız’ payesiyle ödüllendiren tepkisizler.”
“Yavaşça ölür onlar” dedi ve ezberinden okudu Pablo Neruda’nın şiirini;

Yavaş yavaş ölürler
seyahat etmeyenler,
yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
müzik dinlemeyenler,
vicdanlarında hoşgörmeyi barındırmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
izzetinefislerini yıkanlar
hiçbir zaman yardım
istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler
alışkanlıklara esir olanlar,
hergün aynı yolları
yürüyenler,
ufuklarını genişletmeyen ve
değiştirmeyenler,
elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyen,
veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
ihtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan
kaçınanlar,
tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar
yavaş yavaş ölürler.

Yavaş yavaş ölürler
aşkta ve işte bedbaht olup istikamet
değiştirmeyenler,
rüyalarını gerçekleştirmek için risk
almayanlar,
hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
dışına çıkmamış olanlar.
Yavaş yavaş ölürler.

Sınırsız bir rahatlama hissetti. Bıraktı kendini huzurun kollarına, uyuya kaldı. Düş mü gerçek mi, uzak mı yakın mı, dün mü bugün mü yarın mı, hiçbir şeyin tam olarak kavranamadığı yarı uyku halinden, insanın iflahını kesen, deli dolu bir yağmurla uyandı. “Ama ne sağanak” dedi içinden. Silkelendi. Üzerine düşen her damlayla birlikte, sulusepken kurgular ve kevgir etkili anılar sükûn etti, zihni bulamaca çevrildi. O, hatıralar denizinde yüzerken dekorun değiştiğinin farkına varması imkânsızdı.

Tılsımından mıdır bilinmez, bazen görülmezi görür insan. İşte öyle bir andı. Önce en sızılı yerinde öyküleri bitenleri, buldu gözleri. Onlar, sağlıklı insan bedeninden çoktan vazgeçmiş artık bir deri, bir kemiktiler. Aceleleri varmış gibi, sanki yeniden nefes alıyorlarmış gibi, aç ve susuz koşturdular önünden, olmayan ekmeğin kokusunu hissetmiş, çalmayan yemek kampanasını duymuşçasına...
Kıyaslamak için bir onlara baktı bir de kendisine, benzerlikleri kaçınılmaz buldu. Her zaman övündüğü kendi sağlam bünyesinden de artık eser yoktu.

Onları kaybettiğinde gözleri, daha neler görebileceğinin farkında bile değildi. Çok geçmedi, karşısında belli belirsiz siluetler belirdi, o serap sandı. Aynı anda bugüne dek hiç duymadığı bir dilden yapılan konuşmalar ilişti kulağına. Fısıltıydı önceleri, sonra büyüdükçe büyüdü ses, gök gürültüsü oldu. Kısa bir süre sonra çıkageldiler. Gördükleri karşısında Ramon’un göz bebekleri büyüdü, şaşkınlıktan az daha küçük dilini yutacaktı.

Emeklemekten sendelemeye terfi eden bebek irisi çocuklar gibiydiler. Düştüler, kalktılar, adımlarını yalpalaya yalpalaya attılar, zikzaklar çizdiler. Sonra yere kapaklandılar yine. Soluklanıp, tekrar tekrar tekrar denediler. Kâh umutsuzluğa kapılıp ağladılar, kâh sevinçten kanat çırptılar. Yürüdüler sonra…

Ramon’un kuşkusu kalmadı. Dünya saydam bir cam küreydi. Ölüm ve yaşam arasındaki perde ise şeffaftı ve birden aralanmıştı. Anlam yüklemedi Ramon, zaten onların, ağırdan alıp Araf’ta kalanlar, hafızalarını yitirip sakatlananlar, yani Korsakofflular ordusu olduğunu bilemezdi.

Yolculuk süreceğe benziyordu. Artık belirli bir hat ve istasyon yoktu. Ramon kendisini, insanlık tarihinin gördüğü veya görebileceği en ihtişamlı sofrada buldu. Nedense bunu bekliyordu. Bu yüzden pek de şaşırmadı. Çölde bir vahaydı adeta, bir palmiyeler bir de develer eksikti.

Ramon ellerini ovuşturdu. “Meçhul son durağa dek, sanırım tüm aç ve susuzlar için ihtiyaç molası burada veriliyor” diye düşünmekten de kendini alamadı. Hiçbir detayı kaçırmak istemiyordu. Yaşlı gözlerle taradı etrafını, “Deliriyor muyum yoksa?” sözleri döküldü ağzından. Çevresinde şiş karınlı, güler yüzlü, kapkara gözlü, adeta şirinlik muskası bir sürü çocuk. Saldırıyorlardı, tepeleme dolu yemeklere... Acımak değil asla, belki hüzünlü bir sevecenlik o kadar.

Ne ararsan vardı, sebze, meyve, et, balık, şeker, pasta, dondurma. “Açlar için iyi bir ödül” dedi. Oturdu çocukların arasına, dilin hükmünü yitirdiği yerde, kaynaştılar çarçabuk. Kahkahalar zincirlerinden boşaldı, aynı kaderin destek verdiği dostlukla, derin bir sohbete daldılar. Güneş ısıtırken kemiklerini, ölümün soğukluğundan arındıklarını hissediyorlardı. Ramon, elleriyle besledi onları, kendisinden sonra doğacak çocuğunun yerine koydu istisnasız hepsini...
Kendi kendine söyleniyordu; “Dünyada her dakika 12 çocuk açlıktan ölüyor. Demek bir saatte 720, bir günde 17 bin 280 çocuk. Bunun haftası, ayı, mevsimi, yılı var. Ortalama bir insan ömründe kaç bebek, kaç çocuk can verir. ‘Açlık kılıçtan keskindir’ derler. Boşuna dememişler. Tanrı belasını versin kapitalizmin ve parasını çarçur eden zebanilerin...”

Tatlı uğraş sürerken, nefesinin koktuğunu fark etti. Bomboştu midesi, kazındıkça kazınıyordu. Kaçan öğünlerden vazgeçti, en son ne vakit karnını doyurmuştu. Bilmek mümkün değildi. Üzerinden bir ömür geçmişti neredeyse. Kaybolan açlık hissi, korkunç bir şekilde geri dönmüştü. Gözü döndü ve kararını aniden verdi, o da, çocuklar gibi ne varsa hepsinden tatmalıydı.

İlk lokmayı ağzına atmadan önce çok eskilere gitti. Bir zamanlar yeni arkadaşları gibi o da çocuktu. Parası yoktu. Pamuk şeker yapan satıcının karşısındaki yerini alır, kendisi gibi fakir akranlarıyla yalanıp dururdu. Yırtık cebini karıştırırdı, büyük bir umutla, olmadığını bildiği meteliği arardı. Kendi yavrularına ekmek parası götürmekten başka çaresi olmayan adam, onları kovar, onlar da sadece hayallerini doyurmuş olmanın verdiği buruklukla yoksul evlerinin yolunu tutarlardı. Her ne hikmetse bazı alışkanlıklarından kurtulamıyor insan, yaladı dudaklarını...

Kekremsi bir tat ile haşır neşirdi damağı ve çoktan unutulmuştu aromalar. Kıtlıktan çıkmışlara özgü bir iştahla son yemeğini yedi. Tıka basa doldurunca midesini, yerde kuru bir ot bulup, karıştırdı dişlerini. Yine de eksikti bir şeyler. Demli bir çay doldurdu kendine, üstüne bir de sigara yaktı. Nasıl da keyiflendi. Kısa bir süre sonra üzerine büyük bir ağırlık çöktü. Hazımsızlığın bile özlenecek bir şey olmasına hayret ederek, mutlulukla gözlerini yumdu. Tekrar açtığında hücresindeydi. Açlık grevi sürüyordu Ramon’un, hayal gücüne alkış tutacak mecali yoktu. Che’nin “herkes düşlerinin büyüklüğü oranında özgürdür” sözünü hatırladı, hücresinden hem büyük ufkuna hem de düş tanrısına övgüler yolladı, canı gönülden...

Hücrenin demir kapısı ağır ağır açıldı. Belki de hayalden gerçeğe açılan tek kapıydı bu...

Gardiyanlar önde askeri doktor arkalarında, mezarlıktan bozma el kadar hücreye doluştular. Ramon, kan, ter ve irin içerisindeki şiltesine sırt üstü uzanmış, gözlerini tavana çakmıştı. Her türlü hareketten muaf, kıpırtısız duruyordu. Yıldızlarını omzuna almış, subay kıyafetli doktor, saçı, sakalı birbirine karışmış, iskelet görünümündeki adama baktı, duygusuzluğa teknik yaklaşım adını veren birçok meslektaşı gibi mimiksiz görevini yaptı. Sonra gardiyanlara döndü, robotlara bile rahmet okutan bir tonla verdi komutunu:

— Mahkûm ölüyor, hastaneye kaldırılsın.

Emir onları hareketlendirdi. Onu özensiz, alelacele hatta karga tulumba sedyeye yerleştirdiler. Ramon’un bedeni, ağrının acısıyla kasıldı, artık ender bulunan tarihi bir kristal vazo gibi hassas ve kırılgandı. Düşeceğini ve tuz buz olacağını sandı. Yılların, yaşanmışlıkların, darda kalmanın, işkencenin ve yaraya tuz basmanın yıkamadığı beden, açlık greviyle eriyip tükenmişti.

Sedye kapıdan çıkıp, maltaya vardığında, her hücreden harikulade bir dayanışma senfonisi yükselmeye başladı. Vurulan demir kapılardan çıkan sesler, sloganlara tempo tuttu. Çünkü aynı özlemle yoğrulanlar, son bir kez sarılamadıklarına veda ediyorlardı. Kimi ağlıyor, kimi öfkeden tepiniyor, kimi yakışıklı bir sesin başlattığı baş döndüren bir direniş şarkısına, coşkuyla katılıyordu. Her açıdan değişik bir merasim töreniydi. Açlık grevindeki diğer yoldaşları ise, sessizce ve sadece ve sadece yürekleriyle uğurluyordu Ramon’u...

Kaburgaları sayılan göğsü, gururla doldu, taştı. Dudakları kıpırdadı, sayıklar gibiydi. Açlık kokan ağzından cılız bir ses güçlükle çıkabildi:

— Direnin, sonuna kadar direnin. Başlarınızı ve sıkılı yumruklarınızı dik tutun. Zaferin er ya da geç bizim olacağını, asla unutmayın. Son sözümüzü daha söylemedik. Şimdilik elveda yoldaşlarım, kurtuluş günü görüşeceğiz.

Yüreği çifte su verilmişçesine çelikleşmişti. Her vedalaşmada olduğu gibi Ostrovski ile seslendi;

Uygun adım yürüyelim yoldaşlar
Yürüyelim ateşe, göz kırpmadan
Kurşunların ötesinde
Bizi bekleyen hürriyet var

Söylediklerinin duyulup, duyulamadığını öğrenemedi. Canının çekildiğini hissediyordu. Artık tepki veremiyordu. Ölümün eşiğinde, yaşamın kıyısındaydı. Esmer gülümsemesi yüzünde dondu kaldı. Aklına son düşen biricik aşkı Dolores idi. Bayılmıştı.

Cezaevi insan eliyle yapılmış cehennemi bir yapıydı. Yürek yangını esaretin yansıması, soluksuz ve sonuçsuz suskunluğun adıydı hücreler. Ramon ve yoldaşlarını, şeytani dişleri arasına alıp öğütmüş, yiyip bitirmişti.

Tıpkı efsanevi İngiliz şairi Lord Byron'un Cihillon Mahpusu şiirindeki gibi;

Zindandaki en küçük kardeşimin
Tertemiz bir ruhu vardı
Savaşmayı da bilirdi öğrenmişti bizimkilerden
Yapılıydı, geniş omuzlu, yiğitti
Alçakça ölmektense prangalar içinde
Savaşta dünyaya meydan okuyup
En ön safta can vermeye hazırdı

Sevgili baba ocağımızın
Dumanını tüttürsün istedim, olmadı
Ruhu zincir şakırtıları içinde
Bir yıldız gibi kaydı
Sessizce yığıldığını gördüm

Burçların, yüksek dağların avcısıydı oysa
Geyikleri, kurtları kovalardı
Ayakları prangalı yaşamak onun için
En büyüğüydü mutsuzlukların
Felaketi oldu bu zindan...


Güney Amerika’nın omurgası, And dağlarıydı. Heybetli, mağrur. Tam yedi ülkede uzanırdı. Ve yeryüzünün en büyük yüzey şeklini oluştururdu bu görkemli sıradağlar. Her ezen ve ezilen hikâyesinde olduğu üzere, düzlüklerde kol gezen zalimlikten kaçanlar, onun yalçın kayalıklarını da mesken eylemişti. Yüksek geçitleri, erişilmez patikaları tek adresiydi, sığınmacıların. Kim ne derse desin, dağların da hafızası vardır. O nice nesiller görmüş, nice nesiller gömmüştür. Kahramanlarıyla anılır dağlar ve bitip, tükenmeyen efsaneleriyle. Her çağda, destanlara yataklık yapar ve dört bir yanı, baştan çıkarıcı hurafeler sarar. Basbayağı, sıradan algılarla kavranılmaz sanılır. Oysa apaçık ortadadır gerçek. Yatar sere serpe...
Hayatın suyu da ondadır. Ab-ı hayat. Katliamlara karşı, içindeki pınar taşar, gözyaşları sel olur, akıp gider, yamaçlarından. Ta ezelden beri bir baba, bir ana gibidir. Deniz görmemiş tüm şehirler, kasabalar ve köyler, ona sırtını dayamıştır. Geçmişin kâfi gelmediği noktada geleceğin yükünü de kabullenmiştir.

Ramon’un kasabası da bunlardan biriydi. Yerli ırkın bütün güzelliklerini taşıyan anası, gebeydi kaç zamandır. Günü gelmişti. Tohum çatlayacak, Ramon hayata “merhaba” diyecekti. Guruldayan küçücük midelerini doldurmak isteyen kuşların, çığlık çığlığa kanatlarını çırptığı saatlerde, yüzünü güneşe dönmüş kendine özgü tahtadan küçük bir dağ kulübesinde, doğuma yatmıştı annesi. Hava sıcak mı sıcaktı ve envayi çeşit meyve vardı ağaçlarda… Bereket, fışkırıyordu topraktan.

Sancı anasının yüzünü ekşitmiş, buram buram terlemişti kadın. Küçük evi dolduran endişenin, kendine has kokusu, kaynayan suyun buharıyla çoktan buluşmuştu. Yardım için çırpınan genç kızların koşuşturmaları, bilmiş, sert suratlı yaşlı kadınların, ters bakışları altında duraksıyor, anne adayının feryatları yoksul odanın duvarlarında yankılanıyordu. Kan ter içinde, sancılı, zor bir doğumdu.

Evin reisi, kapının önünde ilk çocuğunun muştusunu beklerken, sıkıntısı had safhaya ulaştı, titreyen elleriyle sigara üstüne sigara yakmaya başladı. Yüreğinin daraldığını hissediyordu. Karısı her haykırdığında irkiliyor, hüznü ve endişesi katlanıyordu. Sarı renkli yamalı bir gömleği ısırıyordu kadın, her ıkınışında boncuk boncuk terliyor, kıpkırmızı olan yüzü ve gerim gerim gerilen damarlarıyla göreni dehşete düşüren bir sahneyi tamamlıyordu. Kendi adına hamile kalmaktan pişman olmuş, ucunda ölüm de olsa yaşadığı cehennemin sonlanması için çözümü tanrıya yakarmakta bulmuştu. Zaman ise çoktan durmuştu.

Ve nihayet, ebenin hünerli, usta elleri çekip aldı onu anasından, yaşama bağladı. Göbek bağı kesildi bebeğin, kıçına atılan onca şaplağa rağmen, ağlamamak için uzun bir süre direndi. Sarıp, sarmaladılar onu… Kötülükler uzak dursun hep sağlıklı kalsın diye de bildikleri tüm duaları kulağına mırıldandılar. Anasının koynuna verdiklerinde ise, yüz hatları yumuşadı, tanıdık kokunun yarattığı güvenle deliksiz uykuya daldı.

Oğlu olduğunu öğrenen baba, sevinçten aklını oynatacağını sandı, köyün erkeklerinin hararetli kutlamaları arasında mutluluğunu pekiştiren haberi getiren ebeyi kucakladı. Dağ gibi heybetli adam, ağlamamak için dilini ısırdı. Ardından ebenin ayaklarını yerden kesip, görenleri coşturan ilkel bir dansa başladı. Sırtını sıvazlarken dostları, o güçlü kollarıyla neredeyse boğacaktı ihtiyar kadını. Sonunda aklı bir parçada olsa yerine geldi ve cebine bir tutam para sıkıştırdığı ebeyi bir kenara bıraktı. “Haydi” deyip ekledi: “Daha ne bekliyoruz” Ve kasabanın bütün erkekleriyle birlikte körkütük sarhoş olup, Ramon'un doğumunu kutlamak için patikadan aşağı naralar atarak koştu.

Katolik Kilise’nin misyoner soslu papazı, hengâmenin tam ortasına düştü. Yer yer ak düşmüş uzun kara sakalını çekiştirerek, ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. İpleri iyice çözülen topluluk, kasabalarına eğlencenin nadiren uğradığı bilinciyle, her doğumun ardından çılgınlar gibi sevinmeyi adet haline getirmişti. “Hedef meyhane” diyen insan seline, peder de iştirak etti, tozu toprağa katarak yaklaşan kalabalığı gören meyhaneci ise keyifle ellerini ovuşturdu ve hantal bedeninden beklenmeyecek bir süratle içki şişelerini masalara dizdi.

Ramon’un babası, hayatının en mesut günündeydi ve keyiften ışıl ışıldı gözleri, kahkahalar içinde evinin kapısında belirdiğinde, akşam olmuştu. Onun görünmesiyle birlikte doğuma yardımcı olan komşu kadınlar, çil yavrusu gibi dağılıp, kulübeyi bir anda boşalttılar. İnsan irisi adam, odaya eğilerek girdi. Uzun bir süre, beşiğinde melekler gibi mışıl mışıl uyuyan oğlunu seyretti. Sonra kendisine sevgiyle bakıp, geniş bir gülümsemeyle izleyen eşinin yanına oturdu. Gelirken kopardığı kır çiçeklerini verip, alnından öpüp kutladı.

Karısı, “ilk çocuğumuzun adı ne olsun” diye sorunca, adam bebeğin kulağına eğildi;

— Adı Ramon olsun.

Karı koca, Ramon’a ve ondan sonra doğacak çocuklarına, yaşamlarını adayacaklarına dair birbirlerine söz verdiler.

Mehtaplı bir geceydi, adam karısının uyuduğuna kanaat getirince usulca ayağa kalktı, Ramon'u beşiğinden alıp, sallanan sandalyesine götürdü, sabaha dek kucağında uyuyan bebeğe, babasından öğrendiği öyküleri anlattı.

Ramon, çok erken yaşta kaybetti babasını, 11 yaşında vardı veya yoktu. İlk kahramanıydı babası, öyle düşsel değil ete ve kemiğe bürünmüş gerçek bir kahraman. Devrimciydi babası, büyük çiftlik sahiplerine, yani 20. yüzyılın gerçek derebeyleri olan toprak ağalarına karşı örgütlenen savaşa katılmıştı. Direnmek onlar için soylu bir gelenekti. Ramon’un babası da, kendi babası ve dedesi gibi isyanı seçmişti.

Ellerinde eski tüfekler ve göğüslerini saran çapraz fişekliklerle dağa çıkmışlar, aylarca süren mücadelenin sıra neferleri olmuşlardı. Birlik ve dayanışmanın doruğa çıktığı o sıcak günlerden izler kalmıştı babasında... Birçok kez yaralanmış, her zaman sızım sızım sızlayan yara izlerini, cevherleşen yüreğiyle birlikte onurla taşımıştı. Çok can alıp, çok can vermişlerdi. Sonunda kara kışın soğuttuğu, kardan beyaz bir günde, ağaların yardımına koşan ordu birlikleri, onları donmuş bir dere yatağında sıkıştırmıştı. Kanlı ve zalim bir pusuydu. Mitralyözler ölüm kusmuş, ekilecek bir avuç toprak için yaşamlarını ortaya koyan ve yıllar yılı çapa sallayıp sonunda silaha sarılmak zorunda kalan ırgatları, olgunlaşmaya yüz tutan başaklar gibi biçmişti. Kaybetmişlerdi. Ama yüreklerine, Zapata, Villa, Marti, Sandino ve diğer halk önderlerince yerleştirilen ateş hiç sönmemişti.

Yaşayanlar, boyunları bükük bir halde kasabalarına ve köylerine geri dönmüş, ağalara hizmet etmeye mahkûm kalmanın verdiği kahır ve hırs ile yeni bir kıvılcımı bekleyerek tekdüze yaşamlarına devam etmişlerdi.

Ramon, akşam olmasını ve babasının işten dönmesini iple çekerdi. Öykünürdü ona, yürüyüşüne, sıcacık gülüşüne, bacaklarını verandaya dayayarak oturmasına, sinirlendiği zaman kaşlarını çatmasına...

Bir pervaneydi o, dönüp dururdu babasının etrafında, işi başından aşkın adamı soru yağmuruna tutar, ilgisinin üzerinden hiç eksilmemesini umardı. Hatta anası dahi kıskanır olmuştu, onun babasına sevdasını.
Yoksul sofralarının bereketi kaçmasın diye hep beraber yemek yenilir ve sonra babası sallanan sandalyesindeki, Ramon ise hemen onun dizinin dibindeki yerini alırdı. O büyük bir keyif ve beklentiyle nasırlı ellerin saçlarını karıştırmasını beklerdi.

Baba, nasihat ederdi oğluna; “Her gerçek insan, başkasının suratında patlayan tokadı kendi yüzünde hissedebilendir”...
Şair, devrimci, yurtsever Jose Marti'ye aitti bu sözler. Onun, Küba için 42 yaşında öldüğünü anlatırdı babası, koskoca bir kıtaya sirayet edecek özgürlük yangınını körüklediğini unutmadan. Ramon, ilk öğretmeni olan babasının çizdiği yoldan ayrılmayacaktı. O, kararını daha çok küçükken vermişti. Asla boyun eğmeyecekti. Yıllar sonra açlık grevi eylemine gönüllü olmadan önce yine Marti’nin bir başka sözü gelecekti Ramon’un aklına;
“Bugün akkor zamanıdır, yakında yalnız ışık görünecektir. Onurumla yaşadım, yüzüm güneşe dönük öleceğim”...

Bir gün babası, eve kara tahtayla geldi ve elinde tebeşir anlatmayı sürdürdü. Babanın tavrı kesindi, ağaç yaşken eğilmeliydi. “Yaşamın renkleri kirlenmesin, başkaları için ölenler huzur bulsun” diye, gerçekler öğrenilmeliydi. Ramon, bilgiye aç, bilgiye susamış, pür dikkat dinliyordu. Tarihsel önderlikler arasında kimler yoktu ki, Latin Amerika'nın efsanevi Libertador’u (kurtarıcı) Simon Bolivar da vardı, ABD'nin şanlı! ve bir o kadar da kanlı denizcilerine, Orta Amerika'yı dar eden Agusto Cesar Sandino da... Sandino, daha 29 yaşındaydı ABD’ye ve onun yerli işbirlikçilerine savaş açtığında. Onlar, elle sayılacak kadar azdılar. Vatan sevgisi, azimle birleşmişti. Bir avuç insanla yola çıkan genç Sandino, göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa sürede, “özgür insanların generali” olmuştu. Tarih yaratmaya yeminli “küçük çılgın ordusuyla” Nikaragua'da hürriyete giden yolu açtı. Küçük Ramon, diktatör Somoza’nın, Sandino’yu kahpece katlettirmesine karşın devrim yürüyüşünün asla ama asla durmayacağını notları arasına düştü. Ve yıllar sonra Nikaragua'da Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) kurulacak, liderliği devralan Carlos Fonseca'nın kesik başı, kan emici Somoza'ya takdim edilirken bile gerilla atılımını sürdürecek, başkent Managua kapılarına dayanacaktı.

Devrim tarihi dersi, hava güzel olduğu günler, insanlardan uzakta, doğanın bağrında kesintiye uğramadan devam ediyordu. Ramon, büyük bir ciddiyetle karatahtayı koltuğunun altına alıp önüne düşen babasını takip ediyor, öğretmen ve öğrencisi birlikte kıra çıkıyorlardı.
Ayılar tarafından yıllar önce boşaltılmış, kısmen ışık alan geniş mağarada öğlen uykusuna yatıyorlar, uyanınca aç kurtlar gibi evin anasının hazırladığı usta işi yemeklere saldırıyorlardı. Lokmalar, sohbetlere katık ediliyor, baba oğul arasında her geçen gün kopmaz bağlar kuruluyordu. Ve paylaşmayı orada öğrendi Ramon, önce kuşlarla sonra da çoban babalarından meslek öğrenme telaşıyla, salya sümük sürülerin peşinden koşuşup kısa sürede acıkan diğer köylü çocuklarıyla bölüştü ekmeğini...

Geniş ağızlı bir tüfek taşıyan, uzun bukle bukle saçlı adamdan söz ettiğinde babası, manzarası müthiş bir akşamüstüydü. Çöreklenen Yılan anlamına gelen İnka Tupac Amaru... Jose Gabriel Condorcanqui idi asıl adı ve son İnka Kralı olarak Peru'daki Kızılderilileri ayaklandırmıştı. İspanyol askerleri, Tupac Amaru'yu, “Altın Şehir” diye adlandırılan Cuzco’da yakaladılar. Yıl 1781... Ki o İspanyol askerleri, 1532’de aynı bölgeyi kana bulayan cani ve kanlı denizci Francisco Pizarro’nun soyundandılar.

Tupac’ın dilini kesti sömürgeciler, sonra atlara bağlayıp çekiştirdiler vücudunu, ikiye ayırdılar. Yetmedi. Kafasını kopardılar, güzel adamın. Kan emicilerin, kahpeliği çoktur. Tupac’ın beden parçalarını, 3 ayrı eyalete gönderip, teşhir ettiler. Aynı İskoçya'ya ayaklanmayı aşılayan, yurtsever lider William Wallece gibi...

“Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.” Göçüp giden sadece İnka kralının bedeniydi, ruhu ve idealleri, yerli halkların gönlünde ve bilincinde yaşamaya devam etti. Efsaneler ölmezdi, ölemezdi. “Efendiler duymasın” diye, kulaktan kulağa yayıldı, kendine beden bulup, tekrar döneceği... Güney Amerika’nın gerçek sahipleri, yıllar yılı beklediler onu, nam-ı diğer İnka Tupac Amaru 2’yi... Devrimciler ise boş durmadı. Peru'da Tupac Amaru Devrimci Hareketi (MRTA), Uruguay'da ise Tupamorolar görevi devraldı.

Şilili Miguel Enriquez, Brezilyalı Carlos Marighella, “Yeni İnsan”ın cisimleşmiş modeli, tam adı Ernesto Guevara De La Serna Liynch olan Che ile yola çıkan Peredo kardeşler. Öldürülmüştü iki kardeş. Biri Coco Peredo idi, diğeri İnti Peredo. İnti, “dağlara geri dönelim” çağrısıyla tanınırdı ve hepsi de babasının yakından tanıdığı devrimcilerdi. Ramon, Peredo kardeşlerin annesi Selvira Leigue’nin, “Eğer doğurma yeteneğimi yitirmemiş olsaydım, Latin Amerika’nın özgürlüğü için birkaç çocuk daha doğururdum!” sözlerini kendisine aktaran babasının, gözlerinin dolduğunu ve kafasını çevirip bir süre sustuğunu gördü.

Pancho Villa, Vicente Guerrero, Miguel Costillo, Camilo Torres Restrepo, Jose Morelos, Francisko Miranda, Jose de San Martin... Meksika’dan başlayıp Patagonya’ya dek rengârenk Amerika kıtasını saran ekmek, toprak, özgürlük mücadelesi. Ramon, böylelikle devrim ateşiyle tutuşan emekçi bir babanın çocuğu olarak, halk için kutsal bütün değer ve olguları hayatının merkezine koymayı öğrendi.

Okuma yazmayı çok erken söken Ramon, babasının, ‘acaba anlıyor mu?’ der gibi bakışları altında, yaşından beklenmedik bir olgunlukla kafasını sallar, kendisine öğretilen her şeyi, hiç çıkmasınlar diye beynine kazırdı. Ama çocuk belleği, kuru bilgilerden daha çok babasının davranışlarını ve olaylar karşısındaki tutum ve tepkilerini kaydederdi. Babasının katkılarını sonraları daha iyi anlayacaktı. Aşı tutmuştu. Sarsılmayacak bir yapı inşa ediliyor, rota erken de olsa çiziliyor ve gelecek, o günden kuruluyordu. Ramon ise çok hoşnuttu bundan.


Arada sırada pipo içerdi babası. Aromalı nefis bir koku, genzini sarar, dumanın ışıkla dansını büyülenmişçesine izlerdi. Gözlerini uzaklara dikerdi adam, dumanı savurur, derin derin iç geçirirdi. Ramon, babasının kabına sığamadığını, yerinde duramadığını hissederdi. Nice yangından geçmişti adam. Bu sebeple hep buğuluydu gözleri. Gözleri, sözleri gibiydi. Dile gelirdi. Gözleri, dostlarına, içtenlikle ve sevecenlikle konuşurdu. Bilirdi Ramon, aynı zamanda gözleriyle severdi babası. Ona kalırsa asıl öfkeliyken görülmeye değerdi. Kaşlar çatılır, bakışlar keskinleşir adeta ateş saçardı. Nerede haksızlık varsa ardı isyandı. İhaneti, hıyaneti sezerse, yaman bir avcıya dönüşürdü. Yüreği yansırdı gözlerine, kin ve nefret en çok ona yakışırdı. İrimi iri koyu kara gözler, düşmanının karşısında hiç sekmez bir anda kızıla dönerdi, gözbebekleri hiddetten titrerdi.

Günlerden bir gün, karşı komşularının büyük oğlu ki o kasabalarının delifişek delikanlısı, fakir köylülerin gönüllü koruyucusuydu. Ağanın sağ kolu, çanak yalayıcısı kâhya, tecavüz etmişti sevdiği kadına. Duramazdı artık. Silahını kuşandı, atlayıp atına sürdü tıpkı Don Kişot gibi... Tek başınaydı, zalimliğiyle meşhur, zengin ağanın çiftliğini bastı. Bir anda karabasanı oldu ağanın, baş eğenlerin sayesinde büyüyen adam, öfkesini kalkan yapıp gelenin karşısında küçüldükçe küçüldü, kaçacak delik aradı. Delikanlının hınç dolu intikam ateşinden, ancak paralı askerleri sayesinde korunabildi. Yaralanmasına rağmen, cansiperane dövüştü genç adam, ırz düşmanı kâhya ile paralı askerlerden üçünü öldürdü ve saatler sonra vuruşarak geri çekildi. Artık her şey, gözlerinin önünde sahneleniyordu. Kasabanın tam ortasında kurşunlar vızır vızır uçuşuyor, genç adam kininden başka bir siper alma ihtiyacı bile duymuyordu. Çevresini saranlar çoğalırken o cephanesinin bitmek üzere olduğunu biliyordu. Aldırmadı, silahındaki son kurşunu da sıktı.

Düşmanları hala korkuyordu, “Teslim ol” çağrısı duyuldu megafondan... O ise dizlerini tutarak, katıla katıla güldü. Ardından şapkasını geri attı, çekip bıçağını kınından korkusuz barbarlar gibi, Amok koşucusu gibi atıldı düşmanlarının üzerine... Tüfekler ona doğruldu. Alev alev yanan kalleş namlulardan fırlayan kurşunlar, kuşkusuz korkusuzca, sinesini açıp ilerleyen hedefini buldu, çeliğin soğuğu titretti genç bedenini...

Hemen yıkılmadı, birkaç adım attı. Açtı kollarını, ölümü kucaklar gibi, tozun, toprağın üstüne sırtüstü düştü.
Güzel yüzü solmuş, delik deşik bedenini saran apak gömleği al al olmuştu. Öldürülmüştü. Köylülerin gözü korksun, kendilerine karşı koyanlar ne hale getirilir, görülsün diye kan revan içindeki cesedini uzun süre beklettiler. Yaşam çekilmiş, çürüme başlamıştı. Koku dayanılmazdı. Görüntü desen hepten acıklıydı. Cesede yüzlerce karasinek konup, kalkıyor, akbabalar gökte ve tetikte bekliyorlardı. Ramon yıllar sonra, “Kalleşti ölüm ve bizi gençliğimizden yakalardı” diyecekti.

Birden hava bozdu, kara bulutlar peydah oldu. Hıçkırık tutmuştu günü. Kasabanın kadınları, gözyaşları içinde, oğul ölümünün yarattığı şokla bayılan ananın etrafında kümelenmişlerdi. Ağıtlar yükseliyordu, belirli, belirsiz. Erkekler ise karşı koyamamanın ve bir şeyler yapamamanın verdiği öfke ve eziklik içinde mırıldanıyorlardı; “Mezbaha önünde bekleşen kuzular gibiyiz. Susmak kaderimiz mi? Daha kaç evlat vereceğiz zalimlere?”… Yerlerinde duramıyor, bir ileri bir geri dolanıyorlardı.

Tam o esnada, Ramon’un babası göründü ta uzaktan. Bir haftadır işi için kentteydi ve şimdi eve dönmenin verdiği neşeyle şarkı söylüyordu. Yaklaştıkça uğursuzluğu sezdi, ne olduğunu kavramaya çabaladı adam. Anlar anlamaz, taşıdığı paketleri yere atıp, hızla cesede doğru koştu. Ağanın köpekleri bir anda çevresini sardılar. Yaklaşmaması için onu uyarıp, tehdit ettiler.

Ramon’un kulağına, babasının, “Kanı bozuklar. Kırdınız fidanı, katlettiniz” diye yeri göğü inleten feryadı çalındı. Babası, cesedi yerde bırakmamaya kararlıydı, onca itiş kakışa rağmen asla geri adım atmadı. Sonra çoktan tutuşmuş gözlerini, köylülere dikti, “Korkaklar, biraz cesaretli olup yanıma gelin. Dirisini savunamadınız bari ölüsüne sahip çıkın. O, bizlerden biri ne çabuk unuttunuz…” diyerek tısladı.

Onlar da sanki çoktandır bunu bekliyordu. Kendilerini harekete geçirecek işareti aldılar, kâbustan uyanıp Ramon’un babasının arkasında toplandılar. Artık delikanlının ölü bedeni, köylüler ve katillerin tam ortasındaydı.

Dakikalar uzadıkça uzuyor, gerginlik tırmandıkça tırmanıyordu. Hınç bileylendi, tavır netleşti. Sanki her iki tarafta kanı kanla yıkamaya yemin etmişti. Pes etmek yoktu, çatışma kaçınılmazdı. Duruma müdahale edebilecek tek kişi olan ağa, işlerin ters gittiğini fark eder etmez, harekete geçti. Ayaklanmayı göze alamazdı. Efendilerine karşı başkaldıran kölelere, bunun hesabı nasıl olsa ödetilirdi ama şimdi geri adım atılmalıydı. Elindeki bilmem ne derisinden kırbacını şaklatıp araya girdi, köpeklerine dönüp çekilmeleri için buyruk verdi.

Ramon, babasının, genç ölüyü kucağına aldığını gördü, adam yükünü incitmemeye özen gösteriyor gibiydi. Ardında kalabalık, yürüdü büyük adımlarla. Baygın anne ise çoktan ayılmıştı, onun kucağına verdi, iliklerine dek kanı boşalmış taze bedeni...

Acılı kadın dövünüyor, bağırıp çağırıyor, geçirdiği şoktan dolayı söz yitimine uğramışçasına anlamsız sesler çıkarıyordu. Sonra suspus oldu kadın, bitikti, çaresizdi. Öpücüklere boğdu oğlunu ve ardından yaşıyormuşçasına sohbet edip, dertleşmeye başladı onunla. Sözlerin tükendiği yerde, konuşan ananın gözleri ve elleriydi.

Ramon’un babası ise, ayakta dikilmiş anayı ve oğlunu izliyordu Gördükleri karşısında sinirleri boşaldı adamın, sarsıla sarsıla ağladı, yumruklarını sıkıp iri, tuzlu gözyaşlarını döktü. Ramon, ilk kez ulaşılmaz tepeler gibi dik, granit kayalar gibi sert duran babasını ağlarken gördü, çocuk dünyası yıkıldı.

Hiç yorum yok: