8 Mart 2010 Pazartesi

Her depremin ardından aklıma takılan adam



ALPER TURGUT


Büyük Marmara Depremi sonrasıydı. Hiç unutmam, unutamam. Kapatıp yüreklerinin gözlerini, Ege’de, Akdeniz’de harala gürele eğlenenleri bilmem söylememe gerek var mı? Sanmam. Hikâyeme döneyim. Gölcük’teyim. Nasıl da sıcak, cehennem misali… Ve yorgunum ölesiye… Tişörtümden vazgeçeli birkaç gün olmuştu. Toza, tere, dumana bulanmış ve ceset kokusu tamamına sinmişti. Kir pas içindeki beyaz atletim ise tümden renk değiştirmişti. Enkaz hükümdarlığında çevremi kolaçan ediyorum. Ağlamalar çoktan tükenmiş, sesler kısılmış, sadece derin ve içten saygınlığıyla mahveden ağır bir matem havası vuku bulmuştu. Ne menem bir tartıydı bu. Canlı olması canı yakan, insanı dermansız bırakan bir yas tablosuydu…

Yüzünde her hangi bir mimiğin yakalanması adeta imkânsız olan bir adam yaklaştı yanıma. Omuzlarında sanki yılların yükünü taşıyordu. Hafif kamburdu. Beyaza çalan kirli sakalı, dağınık saçları aklımda kalmış. Ve ayaklarını sürüye sürüye yürümesi… Titriyordu.

— Gazeteci misiniz?

— Evet, Cumhuriyet’te çalışıyorum.

Ben sormadan o başladı anlatmaya, “Yaz günü. Uzaktan dostlarımız gelmişti, muhabbet ediyorduk. İçki masasını kurmuştuk. Rakı bitince, eşofmanlarımla içki almaya indim. Üzerimde kimliğim dahi yoktu. O esnada deprem oldu. Eve koştum. Yıkılmıştı. Eşim ve çocuklarımı yitirdim. Ailem yok oldu. İki veya üç gün sonra işyerime gittim, orası da enkaza dönmüştü. Evim, işim, eşim, çocuklarım, dostlarım, iş arkadaşlarım her şeyimi kaybettim. Günlerdir apartmanın enkazında ailemle çektirdiğimiz fotoğrafları arıyorum, bulamıyorum. Sevdiklerimin yüzlerini unutmaktan korkuyorum. Artık hissetmiyorum. Belki sonra ama şimdi değil. Ve sanırım en acısı hatıralarımı yitirmek olacak.”

Gözyaşları anıların izleriyse şayet göz pınarları kurumuştu onun. Sorgusuz sualsiz ifadesini vermişti. Denizi çekilmiş, kumu kalmıştı. Suskun bir dramdı tam karşımdaki… Zamanın insafına bırakılmış ve sadece soluk olan bir harabe… Hayatın sillesi bu kadar mı ağırdır?

Ölümün, acının, kanın, gözyaşının, şiddetin tarifini bilirdim. Notlarımı alır, fotoğraf çeker ve haberimi yazardım. Dramlara yoldaşlık edip, yansıtmak… Evet, işimdi bu benim. Ama tam bu noktada durmak lazım… Gazeteciden önce insanım ben. Karşımdaki adam, tepeden tırnağa azap içinde… Hangi üzüntüsünden alıkoyayım, hangi derdine merhem olayım? Ne anlatayım, ne şekilde avutayım? Anılarına ulaşmasına nasıl yardım edeyim? Kahretsin…


Sessizliğe Karşı'dan

Hiç yorum yok: