24 Kasım 2010 Çarşamba

İki elim kızıl kandadır kanda…




ALPER TURGUT

19 Aralık 2000’di tarih… Tam 83 saat sürdü operasyon. Dile kolay... Ciğerlerin söküldüğü andı… Sarmıştı her yanı yangın yalazı... Komando birlikleri, polisler, infaz koruma memurları… İş makineleri, greyderler, dozerler, ambulanslar, itfaiye araçları… Sıvı yağ ve kolonya ile kendilerini yakanlar… Ateşe verilen yataklar… Barikatlar, ranza demirinden çubuklar, dolap kapağından kalkanlar… Delinen tavanlar, yıkılan duvarlar... Ağır silahlar, hafif silahlar, çeşit çeşit silahlar… Havada uçuşan helikopterler, askeri marşlar ve psikolojik savaş teknikleri… Köpük ve su... Ateş ve kurşun... Göz yaşartıcı bomba, sinir gazı, kimyasal sıvılar… Kirli yeşil, sarı, gri, rengârenk gazlar… Yanma, yaralanma, boğulma, zehirlenme, ölme… Müdahale, müdahale, müdahale…

Evet, kör edici bir yangının ortasındaydılar. Ve ateş harlandı, derilerine yapıştı. Korlaştı bedenleri, köze çevrildi yürekleri. Oysa aylardan Aralık, iliklere dek işleyen bir ayaz, buz gibi soğuk, dışarısı kış, karakış… Zemheri yangına dönüşmüş. Nasıl bir cehennemdi bu? Karbon monoksit havada asılı duruyordu. Nefes almak bile mümkün değildi. Soludukları tek şey dumandı. Bağırtı, cayırtı, gürültü, patırtı, korkunç bir hengâme...

Bir yandan da ölüm orucundaki tutuklu ve hükümlüleri koruyorlardı. Kucaklarında, sırtlarında, omuzlarında taşıyorlardı onları… Yangından, gaz ve kurşun yağmurundan uzak tutmak için…

Yerlerde kan birikintileri vardı ve pompalı tüfekler susmuyordu. Saçmalar bedenleri delik deşik etmişti. Ve onlarca insan yaralanmıştı, şarapnel denizinde…

Konferans salonu, koğuşlar, koridorlar, malta… Yangın sarmıştı dört bir yanı… Ardından son bir hamle ile yüklendiler demir kapıya, açamadılar. Labirentin içinde dönüp durdular, küçüldükçe küçüldü alan ve sonunda sıkışıp kaldılar. Çöktüler oldukları yere, birbirlerine kenetlendiler. Sinir gazı soluk almalarını engelliyordu, bedenler istemsiz bir şekilde kasılıyordu.

Şoka girenlere, sayıklayanlara, bağırıp çağıranlara, saçma sapan konuşanlara moral aşılamak gayretiyle, seslerin dahi anlamsızlaştığı bir ortamda, türküler söylediler;

“Mahsus mahal dedikleri zindanda
Kalırım kalırım kardeş dostlar yandadır
İki elim kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir”

İs ve yanık içindeki yüzleri aydınlanmıştı. Devam ettiler türkülere;

“Mahpusun içinde üç ağaç incir
Elimde kelepçe boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Uzak git ölüm.
Mahpusun içinde mermerden direk
Kimimiz onbeşlik kimimiz kürek
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Nedir bu halim
İnsanın zulmüne dayanmaz yürek
Yatarım yatarım gün belli değil
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Uzak git ölüm.
Mahpusun içinde bir ulu çınar
Kırılsın zincirler yıkılsın duvar
Oy zulüm zulüm, başımda zulüm
Uzak git ölüm”

Bu, 83 saat süren Ümraniye Cezaevi baskınında meydana gelen olayların sadece kısa bir özetiydi.

Hüseyin Akpınar, Ümraniye Cezaevi’nde yatıyordu. O, operasyon sırasında yaşadıklarını hayal meyal anımsıyor: “Yaklaşık 30 metre karelik bir alanda 300 kişi kadardık. Bizi korkutmak için dışarıdan ‘Sizin için 200 ceset torbası hazırladık’ diye sesleniyorlardı. Biz de onlara ‘Az hazırlamışsınız. Burada 300 kişiyiz’ diye seslendik. Neyi teslim etmemizi istiyorlardı. Bizler zaten hapiste ve eli kolu bağlı insanlardık. Tavandaki delikten içeri gaz sıkıldığı an, ‘Herkes kıvranmaya başlamıştı. Ben o an şu gaz öldürecekse öldürsün bayıltacaksa bayıltsın’ diye düşündüm”

Mehmet Akdemir de Ümraniye Cezaevi’ndeydi:
“Nefes aldığımda boğazımızdan mideme kadar aynı yanmayı hissetim... Bir ara geriye dönüp baktım... Tablo korkunçtu... Aynı Nazi Toplama Kamplarının "Gaz Odaları"nda olduğu gibi, tavandan ölüm kusan gazlar püskürüyor, insanlar birbirlerinin üstüne üstüne düşmüş... Kimisi kriz geçiriyor, ellerini-kollarını çırpıyor, kimi boğazını tutuyor iki eliyle, kimi kendinden geçmiş, anlamsız sözler haykırıyor... Tam bir vahşet görüntüsüydü...”

Eski ölüm orucu eylemcisi Gamze Turan, Ümraniye’deki Hayata Dönüş’ün tanığıydı:
“Operasyon sırasında henüz 1,5 aylık tutukluydum. Üzerimize incecik bir sıvı sıktılar. Bir süre sonra sıvının değdiği yerler yanmaya başladı. Sonra tazyikli su, sonra yine aynı sıvı... Bu bir süre böyle devam etti. Ardından ateş etmeye ve gaz bombaları yağdırmaya başladılar. Çok yakıcı, kas gerilmesi yaratan bir duman arasında kaldık. Ölüm orucundakileri ve yaralılarımızı ayırdık. Asker kurşunuyla ölenler oldu. Ercan’ı o cehennemden çıkarıp aldığımızda ölmüştü. Rıza için ise çok uğraştık.”

Cezaevinden çıkınca uzun bir tedavi maratonuna giren ölüm orucu direnişçisi Nezahat Turan Gündoğan yaşananları aktarıyor: “Silah sesleri ve ‘saldırı var’ haykırışlarıyla uyandık. Askeri helikopterler, taciz ateşi, kesilen su ve elektrik. Adeta bir psikolojik savaş... Önce plastik kurşunlar ardından da gerçek kurşunlar sıkıldı üzerimize... Gaz bombaları yağıyordu dört bir yandan. Sinir gazları, içeride durulamayacak kadar çok yoğunlaşmıştı. Vücutlarımızda kontrol dışı hareketler ve kasılmalar başladı. Bu sırada bombanın isabet etmesi nedeniyle kardeşimin eli parçalandı. Silahımız yoktu. Operasyona karşı sadece plastik pet şişelerle yaptığımız gaz maskeleriyle direndik. Saldırıya uğrayan bir hayvan bile kendisini savunur. Bizler düşünen birer insan olarak meşru müdafaada bulunduk, bu da bizim en doğal hakkımızdı. Kendini yakarak koridora çıkan Ahmet İbili, karşılıklı olarak siper alan jandarmaların yaylım ateşiyle yaşamını yitirdi. Oysa onu kurtarabilirlerdi. Jandarma eri de işte bu karşılıklı ateş nedeniyle öldü”

Gardiyan Yıldız Ercan, 19–22 Aralık baskını sırasında Ümraniye Cezaevi’nde görevliydi daha sonra “yaşadıklarına daha fazla dayanamadığı” gerekçesiyle istifa etti. Ercan, kanlı operasyonu anlatıyor:
“Uzun bir askeri aracın üzerine yerleştirilmiş iki ayrı silah vardı. Öndeki silah topa benziyordu. Namlusu yaklaşık 1,5 metre boyundaydı. Ana gövdesi ise aşağı yukarı 1,70 metre idi. İkinci silah üç ayrı bölümden oluşuyordu ve namlusu yine topa benziyordu. Ancak ilk silahtan daha ince ve uzundu. Cezaevinin avlusunda bir vincin ucunda asılı olarak gördüğüm şey ise her şeyden farklıydı. Cezaevinin çatısına uzanmıştı. Dış yüzü cam ya da mika gibi saydamdı. İçinde mutfak tüplerine benzeyen ama alakası olmayan bir tüp vardı. Bende bıraktığı izlenim bir kimyasal silah olabileceğiydi. Devlet operasyona değil de bir ülkeyle savaşa gider gibi hazırlık yapmıştı.”

(Hayata Dönüş Operasyonu'ndan önce 1995 ve 1996 yıllarında 4 kişinin yaşamını yitirdiği, yaklaşık 200 kişinin yaralandığı 2 baskın daha yaşayan Ümraniye Cezaevi, 70’i kadın 423 siyasi tutuklu ve hükümlü ile (eyleme katılmayan PKK’li mahkûmlar hariç) Türkiye'nin en büyük cezaevlerinden biriydi. Ümraniye Cezaevi, yaklaşık 3,5 gün süren sıcak çatışmaların sonucunda adeta savaş alanına döndü. Sivil giyimli askeri yetkililer (Belki de JİTEM), jandarma komando özel harekât timlerinin düzenlediği operasyonda, tutuklu ve hükümlülerin ok atma makinesi ve 20 metrelik mesafeye alev püskürten tüpten yapılmış silahlarla karşılık verdiğini öne sürdüler. Ümraniye (Nam-ı diğer Üsküdar E Tipi) hapishanesi gazetecilere gösterilecek halde değildi. Cezaevinin duvarları iş makineleri ile delik deşik edilmiş, çatılar balyozlarla parçalanmıştı. Patlayan borular, itfaiyenin sıktığı sular ve yağmur nedeniyle bloklar “bataklık” haline gelmişti.)

“HAYATTAN GÖÇÜRÜŞ…”

Ahmet İbili, ölüm orucu 1. ekibindeydi. Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Çaltıbozkır köyünde doğdu. 32 yaşındaydı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde okuduğu yıllarda devrimcilerle tanıştı. Mücadele dergisinin Mersin temsilcisiydi. Gıda mühendisi Ahmet İbili bir süre öğretmenlik de yaptı. İlk tutukluluğunu 1993 yılında yaşadı. Son tutukluğu ise 1997 yılı 1 Mayıs çalışmaları nedeniyle oldu. Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonu sırasında kendini yakma kararı aldı. İki kere çakmağı çaktı yanmadı. “Hay aksi” dedi. Yedek çakmağı çıkardı. Bedeni tutuşunca operasyona katılan birliklerin bulunduğu yere doğru koştu. Üzerine jandarmalar tarafından ateş açıldı. Yanmasına karşın bedeninden çıkartılan sekiz kurşundan dördü öldürücü nitelikteydi.

Rıza Poyraz, 16 Temmuz 1971 günü Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı Dağönü köyünde doğdu. Rıza henüz 10 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göç ettiler. Gazi Mahallesi’ne yerleştiler. Konfeksiyon işçiliği ve avizecilik gibi çeşitli işlerde çalıştı. Aralık 1999’da gözaltına alındı. Sorgusu sürerken İstanbul Emniyet Müdürlüğünün 5. katından düştü! Yaraları tam iyileşemeden tutuklandı. Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonu sırasında ağır yaralandı. Ümraniye Cezaevi’nde göğsünü delen kurşun, iç organlarını parçaladı. Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılan Rıza Poyraz’ın dalak, mide ve kalın bağırsağı alındı.

Tam 12 gün hastanede yaşama tutunmaya çabaladı Rıza… Solunum cihazına bağlıydı… Anne Elif Poyraz, “Oğlum hastaneye çok geç getirildi. Çok kan kaybetti. Görüştürmüyorlar evladımla beni. Son bir defa elini tutmak istiyorum. Bu çok mu zor bir şey?” diyerek ağlıyordu. Doktorlar da Rıza’nın hastaneye geç getirildiğini onaylıyordu. Ölmeseydi. Şartlı Salıverilme Yasası'ndan yararlanabilecekti.
Rıza Poyraz’ın ablası Zeynep Poyraz ise Gazi Mahallesi olaylarında öldürülmüştü.

Ercan Polat, 26 yaşındaydı. Tunceli Mazgirt Ataçınar köyü doğumluydu. İstanbul Tepecik’te oturuyordu. Konfeksiyon işçisi Ercan Polat, folklor kursuna gidiyordu. 1996 yılında gözaltına alındı. 13 gün şubede işkence gördü. İşkencecilerin birbirlerine “Rambo”, “Hans” ve “Karadayı” diye seslendiğini söylüyordu. Tutuklanan Ercan Polat, Ümraniye Cezaevi’ne konuldu. Hayata Dönüş operasyonunun ikinci gününde C–8 ve C–9 koğuşları arasında koşarken karnından kurşunlandı. Gazi Mahallesi’ndeki cenazesine 2 bin 500 kişi katıldı.


23 yaşındaki Umut Gedik, Trabzon doğumluydu. O daha küçükken İstanbul’a taşındılar. Büyükçekmece Lisesi öğrenciyken eylemlere katıldı ve gözaltına alındı. 1996 Mayıs ayında tutuklanarak Ümraniye Cezaevi’ne konulduğunda 19 yaşındaydı. Hayata Dönüş operasyonu canını aldı. Yaşamını yitirmesinin nedeni: “Akciğer ödemine bağlı solunum yetmezliği sonucu zehirlenerek ölümdü.” Kısacası boğulmuştu.

İşçi kızıyla evliydi Alp Ata Akçayöz. 30 yaşındaydı. Kars’ın Merkez Çakmak Köyünde doğmuştu. Kızı Berfin 6 yaşındaydı. Alp Ata, esnaftı ve bal ticareti yapıyordu. Ümraniye Cezaevi’nde 8 aydır tutukluydu. Alp, tahliyesine gün sayıyordu.
Hayata Dönüş operasyonu tam gaz sürerken Alp Ata Akçayöz, ıslak battaniyeleri sıkarak su elde ediyordu. Ölüm orucu eylemcilerine vermek için…
83 saat dayandı genç adam, nihayet operasyon bitmişti. Tam çıkarken vuruldu cezaevinden… İki G–3 mermisi bedenini deldi. Babası Avukat Kemal Akçayöz eski bir savcıydı. “Hayattan Göçürüş” koydu kanlı baskının adını. Yılların öğretmeni anne Güler Akçayöz, “Benim oğlumun ellerini arkadan kelepçeleyip öldürdüler.” diyordu. Otopsi raporu aylar sonra alınabildi. Ailesi, devletten 55 milyar lira maddi ve manevi tazminat kazandı. Çünkü idarenin “yaşam hakkı”nın korunmasında yükümlülükleri vardı. Devlet kendi cezaevlerini yıktı, üstüne operasyon mağdurlarına dava açıldı. Yetmedi hazine geldi, “devleti zarara uğrattınız” diye sadece Ümraniye Cezaevi sanıklarından 398 milyar lira talep etti.

Ümraniye ile kanlı baskın sona erdi, namluların ucunda, ateş altında, korun içinde ikisi asker 32 can yitip gitti, yüzlerce kişi yaralandı, çok sayıda tutuklu ve hükümlü ise şarapnel parçaları nedeniyle gözünü, parmaklarını ve diğer uzuvlarını kaybetti. Bu, Türkiye cezaevleri tarihinin en büyük baskınıydı. Ölüm orucu eylemini sonlandırmaktı iddiaları ve saçma sapan bir ironi ile operasyonun adını “Hayata Dönüş” koydular. Mahkûmları “ölü ele geçirdiler”...


ÇANAKKALE…

Çanakkale E Tipi Cezaevi, “it durmaz” tepesinin yamacına kurulmuştu. Bu cezaevinde kullanılan gaz bombası sayısı 5 bin 48 adetti. Operasyona İstanbul ve Balıkesir’den takviye gelen jandarma timleri de katıldı. Dışarıda toplanan bine yakın tutuklu ve hükümlü yakını, siperlere yatmış eli tetikte bekleyen askerler, havada uçan helikopter… Tam 56 sürdü operasyon… Biri asker beş kişi yaşamını yitirdi, 26 ağır yaralı hastanelere kaldırıldı.

Ölüm orucu 1. ekip eylemcisi Hemşire Fidan Kalşen, Hayata Dönüş baskını sırasında Çanakkale Cezaevi’nde kendini yaktı. 36 yaşındaydı. Tunceli doğumluydu. 1995 yılında tutuklanmıştı. “Fidan Kalşen’i arkadaşları yaktı sonra çevresinde Afrika kabilelerinin üyeleri gibi ayin yaptılar.” yazdı gazeteler…
Operasyonda kolu kopan Vefa Serdar da söz: “Fidan Kalşen’i arkadaşlarının yaktığı iddiaları tamamen yalandır. Olayın tanığıyım. Fidan, operasyonun durdurulmaması halinde kendisini yakacağını söyledi. Baskın devam edince de kendisini yaktı.”
Jandarma Kameraman Mehmet Küçük anlatıyor: “Fidan Kalşen barikatların önüne geldi. Alev aldı. Alevlerin içinde iken ellerini havaya kaldırıp marşlar söyledi. Daha sonra fiziki yapısı bozuldu ve yere düştü.”
Fidan Kalşen’in babası Kekil Kalşen, yakalandığı kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirdi. Vasiyeti üzerine kızı Fidan’ın mezarının yanında defnedildi. Fidan Kalşen’in ölmeden önce babasına hediye ettiği üzerinde ‘biz kazanacağız’ yazılı karanfil işlemeli mendil ve kızının hırkasının bir parçası ailesi tarafından tabutun içine konuldu.

Fahri Sarı ateşli silahla, Sultan Sarı ise gaz bombası parçasının göğsüne çarpmasıyla yaşamlarını yitirdiler. Çanakkale E Tipi Kapalı Cezaevi’nde öldürüldüler. PKK Devrimci Çizgi Savaşçıları davasından yargılandılar. 34 yaşındaki Fahri Sarı'nın cenazesi Konya'nın Ereğli ilçesinde toprağa verildi. Ailesi, Fahri’yi Askeri Şehitliğe gömmek istedi ancak ilçe halkının itirazları nedeniyle başka bir mezarlık bulundu.

İlker Babacan, ölüm orucu 3. ekip direnişçisiydi. İstanbul’da doğdu. 22 yaşındaydı. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilkokulu bitirdikten sonra çalışmaya başladı. 1996 yılında 18 yaşındayken tutuklandı. Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde başının sol tarafından giren göz yaşartıcı gaz bombasının kafatasını kırması ve akabinde beyin kanaması sonucu can verdi.

Çanakkale Cezaevi’nde Hayata Dönüş’e yakalanan Semra Askeri’nin ablası aktarıyor: “Kardeşimle karşılaştığımda onu tanıyamadım. Yüzü şiş, ağız bölgesi yanıktı. Nefes almakta zorlanıyordu. Bunun atılan bombalardan kaynaklı olduğunu söyledi. Ayrıca bilekleri sevk sırasında sıkılan kelepçeden dolayı morarmış, işlevini göremez hale gelmişti... Aslında şu anda insanların yaşadıklarını anlatacak kelime bulamıyorum. Tam bir Nazi kampı… İnsanlıkla bağdaşacak bir yanı yok.”

Ölüm orucunda yaşamını yitiren Fatma Ersoy’un tanıklığı: “Hem üst kattaki spor salonunun tabanı deliniyordu, hem de pencerelerden ateş açılıyordu. Çok sayıda yaralımız vardı. Arkadaşlarımızın tümü biz ölüm orucu eylemcileri için kendilerini siper ediyorlardı. Üzerimizde ıslak çarşaflar, etrafımızda etten bir duvar vardı. Gaz bombaları yüzünden ciğerlerimizin iflas edeceğini sandık. Gazlar insanın halüsinasyon görmesine neden oluyordu. Ortamla hiçbir ilgisi olmayan pek çok görüntü geçiyordu gözlerimin önünden…”

ÇANKIRI…

Hasan Güngörmez, 28 Ağustos 1964’de Konya Cihanbeyli Gölyazı köyünde doğdu. 1987'de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya bölümüne girdi. Aynı yıl TKP/ML’ye katıldı. Güngörmez, 1992’de Devrimci Sol üyesi oldu ve tutuklandı. 1996 yılındaki ölüm orucu eylemine katıldı. 2000’de ise gönüllüydü. Operasyonun 10 saat boyunca sürdüğü Çankırı Cezaevi’nde kendisini yaktı. Operasyon sürüyordu. Herkesle vedalaştı sonra çaktı çakmağı... Yanarken zafer işareti yapıyordu. 4. derecede yanıklarla kaldırıldığı hastanede on günü aşkın süre dayandı. Güngörmez'in Konya’daki cenazesinde imam bulunamadı. Bir yakını kıldırdı cenaze namazını...

İrfan Ortakçı 29 yaşındaydı. Çorumluydu. İmam Hatip Lisesi mezunuydu. Ankara’da tutuklandı. Ölüm orucu 1. ekip üyesi İrfan Ortakçı, baskın sırasında kendini yaktı. Operasyona katılan timlerin kiremit yağmuru altındaydı ve yanarken semaha dönüyordu. Sonra üzerine tazyikli su sıktılar. Ağır yaralanan Ortakçı, kaldırıldığı hastanede bir gün sonra canını soludu.

BURSA…

Ali İhsan Özkan, Bursa Cezaevi’nde yatıyordu. 1974 Çorum Alaca doğumluydu. 15 yaşında ailesinin yanına gitmişti Almanya’ya… 18 yaşında sınır dışı edilmişti. Ankara Yeni Demokrat Gazetesi’nde muhabirlik yaptı. TKP(ML) davasından tutuklandı. Ölüm orucu 1. ekip direnişçisiydi. Kod adı Salih’ti. Hayata Dönüş yaşamını aldı.

Murat Özdemir, 1961 İstanbul Kumburgaz doğumluydu. Basın Yayın Yüksek Okulunu mezunuydu. Birçok gazetede çalıştıktan sonra Mücadele gazetesinde göreve başladı. 1992 yılında kısa süreli bir tutukluluk yaşadı. Ertesi yıl İzmir’de tekrar tutuklanarak cezaevine konuldu. Kurtuluş Gazetesi’nin İzmir Temsilcisiydi. 30 yıla hüküm giydi. Bursa Cezaevi’nde 1. ölüm orucu ekibi içerisinde yeraldı. Murat, “operasyon sona ersin” diye kendini yaktı.

UŞAK…

Berrin Bıçkılar 1978 yılında İzmir'de doğdu. Yunanistan göçmeni bir ailenin tek kızıydı. Üç kardeştiler. 1994’te lise öğrencisiyken eylemlere katıldı. Aynı yıl 16 yaşında tutuklandı. Reşit bile değildi. Buca’da üç tutuklunun yaşamını yitirdiği operasyonu yaşadı. Daha sonra Uşak Hapishanesi'ne sevk oldu. 1996 yılında ölüm orucuna gönüllüydü. Berrin Bıçkılar 2000 ölüm orucu eyleminde birinci ekip üyesiydi. 23 yaşında kaybetti hayatını...
Operasyon sırasında Uşak E Tipi Cezaevi'nde Yasemin Cancı ile birlikte kendilerini yaktılar. Çaktılar kibriti, ellerindeki gazete kâğıtlarıyla birlikte kolonya döktükleri saçları da tutuştu. Kısa bir sürede küçük bir kıvılcım, yangına dönüştü, sardı bedenlerini... İkisinin de vücutlarında yüzde 80 oranında yanık vardı. Tam 6 gün dayandı Berrin. Yanık tedavisine "hayır" demedi ancak serum istemedi. Bilincini kaybetti müdahale ettiler. Uyandı, serumu koparttı.

2001 yılında ölüm orucu eyleminde yaşamını yitiren Gökhan Özocak, Berrin’i anlatıyor:

"Eğer birgün ararsanve hani nerde umut nerde güneş diyeBerrin'in yüzüne bakacaksınve gözlerinin gülüşüne..."

Berrin gibi hastanede ölen 33 yaşındaki Yasemin Cancı ise, 1992 yılında Denizli kırsalında gerçekleştirilen operasyonda yakalanmış ve ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilmişti. Ailesi Çanakkaleli olan Yasemin Cancı, İstanbul’da doğdu. Cancı, 1989’da Devrimci Solcu oldu ve Kadıköy Kültür Araştırma Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. Tutuklandıktan sonra Buca cezaevine konulan Yasemin Cancı, 1996 yılındaki ölüm orucu eylemine katıldı. 69 gün süren açlığının ardından Uşak Cezaevi’ne sevk edildi. Kendini yakacağı güne dek orada kaldı.

ADANA…

30 yaşındaki Halil Önder, tutuklanmadan önce Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. Osmaniye Düziçi doğumluydu. Ölüm orucu direnişçisi Önder, 8,5 saat süren Hayata Dönüş baskınında Ceyhan Cezaevi’ndeydi. “Canım halkıma ve vatanıma feda olsun” dedi kendini yakarken... Hastanede 8 gün dayandı:
“Sabaha karşı 03.00–04.00 sıralarıydı. Pencerelerden gaz bombaları içeriye attılar, daha sonra her yerden saldırmaya başladılar. Ben de saldırıyı durdurmak için kendimi yakmaya çalıştım. Beni bir yere götürdüler, taşlar vardı. Taşların üzerinde sürüklediler, yüzlerce kişi üzerime basmaya ve vurmaya başladılar. Daha sonra hiçbir şey hatırlamıyorum...”
Halil’in cenazesinde ağabeyinin de aralarında bulunduğu 11 kişi gözaltına alındı. Kardeşi Faik Önder ise kanlı baskın sırasında Ümraniye Cezaevi’ndeydi. İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevi'ne sevk edilen Faik Önder Hepatit B ve Akdeniz anemisiydi. Ölüm orucunda sakat kaldı Faik öğretmen.



Haydar Akbaba ve Muharrem Buldukoğlu, Hayata Dönüş baskını sırasında Ümraniye Cezaevi’nde yanarak yaşamlarını yitirdiler. MLKP davasından yargılanan Akbaba ve Buldukoğlu, “ajan oldukları” iddiasıyla arkadaşları tarafından öldürülmüştü. Yıllar sonra bu “trajedi”yle ilgili kamuoyuna ve ölenlerin ailelerine şöyle bir açıklama yapıldı:
“19 Aralık operasyonu olmasaydı, bu telafisi imkânsız, vahim hatanın meydana gelmeyeceği kesindir. Soruşturmamız bunu tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. İki ölümden derin bir üzüntü ve acı duyduğunu açıklamayı önemli bir görev ve borç sayar; ölümler ve gerçeğin bu kadar geç duyurulmasından ötürü baş sağlığı ve özür dileriz.”

Hayata Dönüş operasyonunda Çanakkale ve Ümraniye cezaevlerinde iki de asker yaşamını yitirdi. Jandarma Nurettin Kurt, “yüksek kinetik enerjili” bir silahla vuruldu. Ancak tutuklulardan ele geçirildiği iddia edilen 5 tabanca bu kapsama girmiyordu. Jandarma Mustafa Mutlu’nun ölümü de uzun namlulu yüksek enerjili bir tüfek nedeniyle olmuştu. Mermi, asker Mutlu’nun bedenini delip geçmişti.


ÖLÜMDEN DÖNMEK…


Ölüm orucu 3. ekip üyesi Mızrap Ateş, Ümraniye Cezaevi’ndeydi: “Ölüm orucu direnişçilerine ayrılan B–7 koğuşunda kalıyordum. Daha sonra Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde kendini feda eden İbrahim Erler’in içeri girip ‘operasyon oluyor arkadaşlar’ demesiyle üzerimi giyindim ve hazırlandım. Devlet bizi ‘Hayata döndürmek’ için operasyon düzenliyordu. Askerler bir yandan ‘teslim olun’ diyor bir yandan da otomatik silahlarla üzerimize kurşun yağdırıyordu. İlk ateş esnasında vücudunun çeşitli yerlerinden yüzlerce saçma yarası alan arkadaşlarımız vardı. ‘Arkadaşlarıma yardım edeyim, onlara destek olayım’ derken bacağımın eklem yerinden vuruldum. Vücudum alev alev yanıyor, kanım boşalıyordu”
Hastanede Mızrap Ateş’in sol bacağını diz kapağından kestiler.

Eli, kolu, kafası, burnu kırılanları, kulak zarı patlayanları, yüzü, gözü, bedeni moraranları yazmak sayfalar sürer... Diğer yaralanmalardan bahsedelim. Sadece Bayrampaşa Cezaevi’nde 77 kişi yaranmıştı.

Özlem Civelek’in bedeninde 3 şarapnel parçası vardı. Birini arkadaşları çıkardı. Haydarpasa Numune Hastenesi’ne kaldırılan Bülent Özdemir’in dalak ve bazi iç organlari alındı. Zeki Demir, elinde patlayan gaz bombasıyla yaralandı. Ayhan Engin, sırtından yedi mermiyi… Serdar Salman sağ omzundan, Veysel Bulut elinden, Feyzi Saygılı sol bacağından, Aslan Bahar sağ topuğundan, Dinçer Otluçimen ve Erol Arıkan sağ bacaklarından, Engin Çoban sol kolundan, Bekir Şimşek kalçasından, Serdar Karaçelik sağ ayak bileğinden kurşunlandı.

Muhabbet Kurt, kulak ve bacaklarından, Düzgün Demirpençe omzundan, Gülay Boran sol diz altından, Dursun Önder kafasından, Işıl Eylem Bardak göğsünden bomba yarası aldı. Doğan Çelik, Hanım Harman ve Binali Sarıelmas, şarapnel yağmuruna yakalandı. Serdar Turan’ın sag elinin üç parmağı koptu. Hücresinde kendisini yakan ölüm orucu eylemcisi İbrahim Erler’in parmakları da...

Songül İnce’nin sol koluna önce bomba pimi sonra kurşun isabet etti. Aylarca tedavi görmediği için neredeyse kolunu kaybediyordu. Ölüm orucu eylemcisi Bülent Özdemir, üç kurşunla ağır yaralandı. Hasan Türkal’ın kalbinin yakınına girdi kurşun… Ciğerlerindeki kanı tüple boşaltabildiler.

Mehmet Kulaksız’a beş kurşun isabet etti, Bülent Özdemir’e ise üç… Kenan Taybora’nın kafasına saplandı kurşun… Karnından yaralanan Okan Barış Ekinci, bazı iç organlarını ameliyat masasında bıraktı. Aslan Aksoy'un sol ayak topuğundan giren kurşun ayak parmaklarını parçalayarak çıktı. Orhan Dağdelen, Özgür Sağlam ve Mehmet Doğan birer gözlerini yitirdiler. Çanakkale’de Vefa Serdar’ın kolu koptu. Cuma Şat’ın dirseği parçalandı. Kurşun Rasim Öztaş’ın sağ bacağının kalça hizasından girip çıkmıştı.

Başının üstünde bomba patlayan Yıldız Baguş iki kere beyin ameliyatı oldu. Kısmi felç geçiren Baguç’un tedavisi yıllarca sürdü. İbrahim Türker, Nurettin Pekan, Tayyar Sürül, Yunus Boluçay, Bahar Aslan, Ümit Günger, Deniz Kurt, İsmail Altun, Ahmet Akyüz, Elif Vural, Aydın Hambayat, İbrahim Dalkaya, Güldede Çeven, Fevzi Saygılı da yaralılar arasındaydı. Uşak Cezaevi’nde Devran çocuk da hırpalandı. 4 yaşındaydı...

Sessizliğe Karşı

1 yorum:

adımiziart dedi ki...

http://www.sss-sosyalizm.org/sosyalizmden/egemenlerin_yalanlari_19_aralik.asp

Yazınıza ilişkin bir yazı da burada...

Sevgiyle...