9 Şubat 2008 Cumartesi

NEOLİTİK SÜKUNET...




Alper Turgut

Küresel ısınma, hop oturtup kaldırıyor insanlığı, dünyanın sonuna doğru gidildiği endişesi soluksuz bırakıyor. Savaşlar, işgaller, nükleer santraller, nükleer silahlar, hazzın sinsi iktidarı, tüketim çılgınlığı, prozac, Mars’tan dünyaya indirilen görüntüler, vs. vs… Her şey bir paranoyadan mı ibaret, yoksa homo sapiens sapiens endişesinde haklı mı? Bu soruya en iyi yanıtı, bugünün zamanında yaşasa da binlerce yılın içinde dolaşan biri, bir arkeolog verebilir ancak. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Prehistorya Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’la uygarlık tarihi içinde geziniyoruz, buzul çağında, metro kazılarıyla tarihini kusan İstanbul’a kadar aklımıza ne gelirse konuşuyoruz… Amaç, umutlanmanız ve binlerce yılın içinde sadece bir insan ömrü kadar yer kapladığınızı hatırlamanız… Bu elbette haydi dünyayı yerle bir edin anlamına gelmiyor, bugünü ne çok önemseyin, ne hiçleyin, tabii kendinizi de…

— Televizyonlarda ha bire eriyen buzullar gösteriyor, dünyanın geleceğinin seyri bu görüntülerle çiziliyor. Yeni bir buzul çağına mı giriyoruz?

Bugüne dek 8 buzul çağı yaşandı. Bundan nasibini en çok orta kuşak alır, özellikle stepler… Ekvator etkilenmez. Hiç etkilenmemiştir. Anadolu da ise hiç buzul olmadı. Sadece yağış rejimi değişir, Akdeniz iklimi, Büyük Sahra’ya kayar. Neolitik dönemde, Güneydoğu Anadolu, çoğu zaman bugünden daha sıcaktı. Hatta bir dönem Hindistan’daki musonlar Güneydoğu’ya girmişti. Soğuk dönemlerde ise kuraklık vardı. Mesela Neolitik çağdan da önce avcı insan, Kuzey Amerika ve Sibirya’da Mamutları avlayarak bitirdi. Denizler en çok 30 metre yükselmiştir, alçalma rekoru ise 200 metredir. Tüm buzullar erise dahi, denizin yüksekliği 6, 7 metre artar. Küresel ısınma, buzul çağı… Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın, insanoğlu yaşamını hep sürdürdü. Zaten ya göç edersin, ya uyum sağlarsın.






— Biz uyum sağlayanların çocuklarıyız o halde…

İnsanın yüz binlerce hatta milyonlarca yıllık bir geçmişi var. En eski atalarımız, Afrika’dan dünyaya 1 milyon 800 bin yıl önce yayılmaya başladılar. Arkeolojik kazılar ışığında, insanın fiziki özelliklerinin, yaşam şeklinin, kültürünün, doğal çevre ortamının sürekli değiştiğini görürüz. Ancak bu değişim veya gelişme, çok yavaş seyretmiştir. Ancak bazen “sıçrama” dediğimiz hızlı değişimler de yaşanmıştır. Neolitik çağ, belki de bıraktığı izler bakımından hızlı değişim dönemlerinin en önemlisidir. Bu uygarlık tarihinin kırılma noktalarından birisidir. Güneydoğu Anadolu’yu da içine alan çekirdek bölgede (Bereketli Hilal), avcı, toplayıcı insanlar, gezgin olmayı bırakıp, yerleşik köy yaşantısına geçmişlerdir. Onlar, tarihin ilk çiftçileridir. Binlerce yıl sonra Avrupa’ya göç edecek ve uygarlığı taşıyacaklardır.

— Rotayı daha yakın bir tarihe çevirsek…

Çekirdekteki tahıla dayalı yerleşik yaşam, MÖ 12 bin yılında başlıyor, MÖ 7 bine kadar sürüyor. Göç eden insan topluluklarının, Trakya’ya gelişi MÖ 6400 ila 6500… Sonra 500 sene içinde Danimarka’ya ulaşıyorlar. (Daha ortada Viking kültürü yok)





— Neolitik çağ, ilk üreticileri de müjdeliyor o halde, yanılıyor muyum?

Avcı, balıkçı ve toplayıcı insan toplulukları, tüketicilik sona eriyor ve üretim zamanı geliyor. Yeryüzündeki ilk köy, ilk tarım ve evcilleştirilmiş hayvanlar, bu çağın getirileri… Yabani koyunu veya yaban domuzunu hemen değiştiremezsiniz. Evcilleşme ve mutasyon bir süreçtir ve binlerce yıl sürer. Düşünün 22 bin buğday tanesinden ancak bir kilo un çıkıyor. Üstüne üstlük o zamanki başaklar ufak ve az taneli ve bu yabani buğday taneleri dökülüyor, böğürtlen gibi tek tek toplanılması gerek. Çiftçi atalarımızın işi çok zor ve ekilebilecek tarlaların oluşturulması uzun yıllar alıyor. Toprağa ve tahıla bağlı yaşam, kalıcı konutların inşasına ve beraberinde yeni mimari tekniklerin gelişmesine neden oluyor. Buğday, arpa, çavdar, Güneydoğu’dan dünyaya yayılıyor. Çanak, çömlek, havan, öğütme taşı, küçük heykelcikler yapılıyor. Sulu aş ve çorba içmek için kaplar yine bu dönemin ürünü… Ve bilinen bir gerçek besin stoklamazsan aç kalırsın. (Özdoğan’a giysileri soruyorum mantıken olması gerek yanıtını alıyorum)

— Bu zorluktan eşitlik mi çıkıyor?

Hayır. Eşitlikten söz etmek mümkün değil. Hiyerarşik bir düzeni var. Hindistan’daki kast sistemi gibi olmasa da sınıflar var. Ruhban sınıf, yöneticiler, ustalar ve halk. İlginç ancak birisi çıkıyor, insanları tanrı adına çalıştırıyor. Sonra sosyal bir olay oluyor, ustalar ve halk gidiyor, ruhban sınıf kalıyor.

—Tanrılar da cinsiyet değiştiriyor…

Güneydoğu Anadolu’da yani çekirdek bölgede, bir baba tanrı var. Ve anlaşılan o ki, baba tanrı topraklarını terk etmiyor ve hiçbir yere gitmiyor. Bugün hala orada… Ana tanrıça ise başka bölgelerde karşımıza çıkıyor.





- Neolitik denilince hepimizin aklına öncelikle Çatalhöyük geliyor…

Neolitik Çağ (Yeni Taş Devri) okullarda okutulan adıyla Cilalı Taş Devri… Ancak yongalama ve sürtme yöntemiyle yapılan aletlerin cilayla alakası yoktur. Zengin buluntularıyla adını duyuran Çatalhöyük, Çekirdek’ten dört bin yıl sonrasına tekabül ediyor. Çatalhöyük kazılarının ardında, Cambridge gibi büyük bir üniversite var. Bir medya şirketinin yardımıyla sponsor da bulabiliyorlar. Baştan söylemek gerek insanların ilgisini daha ziyade fikir değil görsellik çekiyor. Devasa anıtsal yapılar, turistik gezilere vesile oluyor. Bundan 14 bin yıl önce başlayan Neolitik çağın yapıtları ile Efes gibi sonraki kuşak eserleri karşılaştırılmamalı... Bizim kazılarımıza özel bir para akışı sağlanamıyor, destek olanları da söyleyeyim. İzmir’deki kazı, bir fabrikanın bahçesindeydi bize destek oldular, Bursa’daki kazı da yine fabrika arazisindeydi ekibimize yemek verdiler.

— Sümerlerden önce insanoğlu yazıya ihtiyaç duymadı mı?

Bilinen anlamda yazı, kayıt tutmaktır. Tabiî ki organize bir ticaret için. Depoya ne kadar mal girdi, çıktı gibi… Okuma ve yazma belli bir sınıfın tekelindedir. Gücü böylelikle ellerinde tutarlar. Neolitik çağ sırasında, Mezopotamya büyük bir bataklık ve deniz henüz çekilmemiş. Mezopotamya uygarlıkları daha sonra kuruluyor. İşte Sümerlerinki ticari bir yazıdır. Aslında Neolitik dönemde de yazı var. Bildiğimiz anlamda değil, belli inanç ve belli resimler aracılığıyla…

— Merakımdan soruyorum… Kızılderililer ve Aborijinler?

Tüm insanların genetiği aynıdır. Hangi coğrafyada olursa olsun. Kızılderililer, Sibirya’dan Alaska’ya 14 veya 15 bin yıl evvel geçtiler. Çünkü bu tarihlerde Bering Boğazı’ndan geçiş müsaitti. 40 bin yıl önce de göç için uygun şartlar oluşmuştu. Aborijinler’in de Avustralya’ya
40 bin sene önce ulaştıkları biliniyor.







— Irak’ın işgali geçmişe de darbe vurdu mu?

Irak’ta büyük bir yıkım yaşandı ve yaşanıyor. Savaş ve işgal, birçok tarihi eserin tahrip olmasına, kaçırılmasına ve yağmalanmasına neden oldu. Ama en önemli sorun, otorite boşluğu nedeniyle kaçak kazıların başlaması…

— Bugünde durup binlerce yılı izlemek, zamanları birbirine bağlamak, oldukça yorucu ama keyifli olmalı. Siz içinde bulunduğumuz zamanı nasıl tanımlıyorsunuz?

Neolitik 6 bin yıllık bir süreç, içinde bulunduğumuz endüstri ise daha 300 yıllık. Neolitik aileyi, mirası, mülkiyeti doğurdu. Endüstri ise işçi sınıfını, burjuvaziyi, kentleşmeyi, ailenin parçalanmasını ve küreselleşmeyi beraberinde getirdi. Devrim dediğimiz kırılmalar zaten en çok Neolitik ve Endüstri devrimlerinde görülüyor. Bunlar iki büyük modeldir. Neolitik çağın artı depremleri kent devletleri ve imparatorluklardır. Sanayi devriminin artçı sarsıntıları ise elektronik ve uzay çağıdır.







—Yeni kuşak arkeologlar hakkındaki düşünceleriniz?

Tarih öncesi döneme ait bölümler, Türkiye’de sadece İstanbul ve Ankara üniversitelerinde bulunuyor. İstanbul’da neolitik, Ankara ise ondan önceki çağ olan paleolitik (ilk insan) bölüme ait kürsüler var… Alttan çok iyi bir kuşak geliyor. Gönlümüz rahat… Benim öğrenciliğimde bir kazı alanımız vardı şimdi ise 12 kazı…

— Kazı iznini almak kolay mı?

Her yıl kazı izni almak zorundayız. Bu tam anlamıyla bir bürokrasi… Ve kazı iznini almak ve yenilemek o kadar zor ki, nükleer santral kursam daha kolay olur. Türkiye'de arkeolojiyi en çok zorlayan şeylerden biri de Kültür ve Turizm Bakanlığı'dır. Şimdi herkes zanneder ki ben bir üniversite hocasıyım, otuz beş yıldır arkeoloji okutuyorum ve bilimsel olarak istediğim yere gidip kazı yapabilirim. Yapamam! Benim herhangi bir yerde kazı yapabilmem için bakanlar kurulundan karar çıkartılması gerekir! Yani Tarım Bakanlığı'nın, köy işleri bakanının, milli savunma bakanının imzalanması gerekir. Ben bu izni aldıktan sonra, bunu değiştirip başka bir yere gideceğim zaman, o izni bakanlar kuruluna geri veremem ve tekrar yeni bir izin almam lazım! Onun için Türkiye'de herkes bir yere yapıştı mı, bırakmaz o yeri! Arkeolog olarak nereye gideceksem gideyim, ne yapacaksam yapayım, bakanlığın bir denetçisi benimle kalmak zorundadır. Mesela ben Ayasofya'yı bilimsel bir amaçla gezecek olsam, bakanlığın bir denetçisi olmadan giremem! Turist olarak girebilirim ama ben Ayasofya'yla ilgili bir araştırma yapıyor isem, Ayasofya'nın içine girmek için bile bir izne ve bir temsilciye ihtiyaç vardır.






İSTANBUL’UN NEOLİTİK HALİ…

— Biz İstanbul’un Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet halini biliyoruz. İstanbul’un binlerce yıl gerisinde ne ve nereler var?

Fikirtepe ve ona bağlı olan Pendik, İçerenköy ve Tuzla çok önemli… Çünkü İstanbul, Anadolu’dan gelenlerle burada yaşayanların kaynaşma noktası. Hem tarıma geçenler hem de avcı, balıkçı, toplayıcı gruplar (balık tutarak, geyik avlayarak besleniyorlar) burada birleşiyorlar. İki farklı kültür, karma bir yapı… Akkültürasyon… Birlikte değişiyorlar. Bugün ne Fikirtepe ne de diğerleri ortada yok. Sadece Pendik’e ait bir parsel kaldı.

— Şimdiye dek 27 batığın bulunduğu İstanbul’daki metro çalışmaları?

İstanbul bir liman kenti, metro kazıları sırasında tabii ki kayık çıkacak. Sultanahmet Cezaevi’nin olduğu bölgede, Roma senatosu vardı. Sonra da saray bulundu deniliyor.

— 400 bin yıllık Küçükçekmece Yarımburgaz Mağarası ne durumda?

Yarımburgaz, Trakya’nın en büyük mağarasıdır, Türkiye’nin ve İstanbul’un ilk yerleşim yeridir. İlk yerleşimcileri, avcı ve toplayıcı insanlardır. Sonra bir dönem tarımcı topluluklar tarafından da kullanıldı. Orada ayinler de yapıldı, vahşi hayvanların barınağı da oldu. Bugün tarihi mağara neredeyse tamamen tahrip edilmiş durumda. (Araştırmalar, definecileri, tinercileri, fuhuşçuları, kaçak kazı yapanları, İSKİ inşaatını, mantar yetiştiricilerinı, mağaranın neredeyse içine girecek olan Altınşehir mahallesinin gecekondularını ve 1986’ya dek çekilen 6 filmi, mağarayı tahrip eden nedenler olarak gösteriyor)

— Hala üzerinde çalıştığınız Kırklareli’nin önemi nedir?

Kırklareli, Yakın Doğu ve Anadolu'dan başlayarak gelişen tarım ve hayvancılığa dayalı köy yaşamının Avrupa'ya aktarıldığı yerlerden biridir. Çekirdek bölgesindeki kerpiç yapılar burada yerini ahşap binalara bırakmıştır. İklim değişikliği ahşap mimariye sebebiyet vermiştir. Yapının çatısı çavdar sapıyla örülmeliydi. Farklı canlandırma, farklı bir teşhir için hemen kolları sıvadık. Bölgede kimse çavdar ekmiyordu. Güç bela 12 dönüm çavdar ekilmesini sağladık, şimdi sorunumuz çavdarın elle biçilmesi, kimse buna yanaşmıyor. Ama kararlıyız, önünde sonunda bu sorunu da aşacağız.

— Yöre halkı sizin çalışmalarınızla ilgileniyor mu, üzerinde yaşadığı toprağın binlerce yıllık tarihi merak ediyor mu?

Öncelikle Kırklareli ve çevresinden kimseyi ziyaretimize getirtememiştik. Tek tük gelmeye başladılar. İnsanlar artık Neolitik çağı ve onun önemini öğrenmeliler. Tarih merakı çok eskiye dayanmıyor. Örneğin Osmanlı böyle bir gereksinim duymuyor. Osmanlı'da geçmişe ait izlere belge olarak bakmayan, onları bilgi almak için bir nesne olarak görmeyen bir bakış açısı var. Rönesans'la beraber yavaş yavaş Osmanlı İmparatorluğu'na Batılı araştırmacılar geliyor. Arkeolojinin Türkiye'de gelişen bir dinamiği yok, bize Batıdan gelen bir kavram. Örneğin biz anlatıyoruz ve adam hala diyor ki “Aman hocam bunları babam bile hatırlamıyor”… Ancak Avrupalı bir kadını, 8 bin yıl öncesine el sürmek heyecanlandırıyor. Bunun dışında basının da duyarsız olduğunu eklemeden geçemeyeceğim.






NOT; Çayönü, Göbekli Tepe, Hallan Çemi, Aşıklı, Cafer Höyük, Körtik Tepe, Gürcü Tepe, Akarçay Tepe, Mezra-Teleilat, Nevali Çori… Çekirdek bölge namı değer bereketli hilal... Kısaca tüketiciyken üretici olan göçebe atalarımızın ilk yerleşim yerleri… Güneydoğu Anadolu’nun (üst Mezopotamya) verimli toprakları, toplayıcı ve avcı insanoğlunun, çiftçiliğe geçiş öyküsünü barındırıyor. Adını andığımız dönem Neolitik çağ… Ve ortada henüz ne gizemli piramitler ne İngiltere’deki meşhur Stonehenge kayaları ne de uzun yıllar en eski diye bildiğimiz Malta tapınakları var. Bunun dışında Alman Der Spiegel dergisi, Âdem ile Havva’nın Göbeklitepe’de yaşadığını yazıyor. Ve Göbeklitepe’nin henüz yüzde 1’i kazıldı, bu hızla sürerse kazı bin yıl sonra tamamlanacak.

Mehmet ÖZDOĞAN Kimdir…

Türkiye’de Neolitik denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan Profesör Mehmet Özdoğan, öğrenciliğinden başlayarak İstanbul- Chicago Üniversiteleri Güneydoğu Anadolu Karma Projesinin Çayönü kazılarında önce alan yöneticiliğini, daha sonra projenin başkanlığını üstlendi. ODTÜ Aşağı Fırat Projesi Arkeolojik Yüzey Araştırmaları Başkanlığı’nın yanında Uluslararası ODTÜ Keban ve Aşağı Fırat Projeleri Tepecik, Tülintepe, Değirmentepe kazıları alan yöneticilikleri yaptı. TÜBA Kültür Sektörü ve Kültür Envanteri (TÜBA-TÜKSEK) konseptinin oluşmasında büyük katkıları olan Prof. Özdoğan, Birecik - Suruç (Şanlı Urfa) arkeolojik envanter çalışmalarını yürüttü. Balkan kültürleriyle Anadolu / Önasya kültürleri arasındaki ilişkileri Trakya - Marmara Bölgesi yüzey araştırmaları ve kazıları buluntularıyla belgeleyip somutlaştırdı. Arkeolojik Yüzey Araştırmalarına getirdiği yöntemlerle yeni bir model geliştirdi. İlk üretim topluluklarının Anadolu’dan Güneydoğu Avrupa’ya yayılımlarını araştırdı. Türkiye kıyı kültürleriyle deniz seviyelerindeki değişme arasındaki ilişkiyi ilk kez ortaya koydu ve böylece doğal çevre ortamı ile arkeolojinin birlikte ele alınması gerekliliğinin ülkemizde yerleşmesine katkıda bulundu. Anadolu Akeramik kültürlerinin, Önasya Neolitik kültürlerinden ayıran özellikleri tanımlamaya çalışarak Anadolu modeline değişik bir yorum getirdi. TÜBA Üyesi Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi Üyeliğine Seçildi.


Cumhuriyet Pazar Dergi / 10 Şubat 2008


Fotoğraf: Uğur DEMİR

Hiç yorum yok: