28 Mart 2008 Cuma

Şevval Sam; “Bir gün gideceğim…”




ALPER TURGUT

Şevval Sam’ı ilk kez, katledilen meslektaşımız Hrant Dink’in duruşması için Beşiktaş’ta bekleyen kalabalığın arasında gördüm. Yağmurlu bir gündü… O ana dek hakkında bildiğim şarkıcı ve oyuncu olduğuydu. Hah unutmadan herkes kadar, Leman Sam’ın kızı, futbolcu Metin Tekin’in eski eşi gibi bir bilgiye de sahiptim. Konuşunca anladım ki, kendini doğa, eğitim ve barışa adayan, hayatı sorgulayan ve elini taşın altına koymaya her an hazır güzel bir kadın vardı karşımda… İlk izlenimim, ne dediği anlaşılmayan mırmır tiplerden değil dobra dobra bildiğini okuyor, lafını asla sakınmıyor. Şevval, sahnede delidolu, fıkır fıkır, gündelik hayatta ise olabildiğince sade, doğal, inatçı (foto muhabirimiz Vedat Arık ile tek kare çekim için dökmediğimiz dil kalmadı) ve samimi… O, üstüne basa basa “ben Anadoluluyum” diyor ve Televolelerde ziyadesiyle tanık olduğumuz vıcık vıcık ilişkiler ağına tahammül edemiyor. Karavanıyla çekip gitmek için 11 yaşındaki oğlu Tarık Emir’in hayata tutunması bekliyor. Ve ekliyor; “Mülkiyet esarettir.”



— Eğitim ile başlayalım. Lise, üniversite, dershane… Belli ki ister söyleşi ister konser olsun, eğitim kurumlarına asla “hayır” diyemiyorsunuz…

Eğitimi bir insanın açlığından daha fazla önemsiyorum. İnanın, eğitimsiz insan canavara dönüşüyor. Eğitimli insan öğrenebiliyor. Her türlü okula kapım sonuna dek açık... Onların tekliflerini geri çevirmiyorum. Öğrencileri reddetmiyorum. Çünkü memleketin geleceği bu… 11 yaşında bir oğlum var. Tarık Emir… Anne olmak bakış açımı değiştirdi, geliştirdi. Artık tecrübelerim, kendi cümlelerimi oluşturmama yardım ediyor. Onlara kendimden bir şeyler anlatırken, aktarırken bir yandan da onlardan bir şeyler öğrenebileceğimi biliyorum. Dikkatimi öğrencilerin para getirecek bölümlere yönelmesi çekiyor. İktisat ve işletme en baştaki tercihleri… Doğayla ilgilenmiyorlar, çevre ve ziraat mühendisi olmak istemiyorlar.




— Güney, Güneydoğu bölgelerini kapsayan geziden yeni döndünüz… İzlenimleriniz neler?

Turne, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü haftasına denk geldi. İyi de oldu. Dicle Üniversitesi’nde söyleşi yaptım, mitinge katıldım. Antakya, Adana, Gaziantep, Mersin… Doktorlara konser verdim, dershane öğrencileriyle buluştum. Diyarbakır’ın Kayapınar Belediyesi tarafından yaptırılan Ekin Parkı ve Kadın Eğitim Merkezi açılışında yer aldım. Orada, kardeş olmaya hazır insanlar gördüm. Genç yaşında evlendirilmiş kadınlar, yöresel kıyafetleri içinde benimle yaşıt ancak benden büyük gösteren kadınlar vardı. Çoğu Türkçe bilmeyen kadınlara seslendim; “Dünyadaki en büyük şey sevgi ve saygıdır. Dostluktan hiç bir zaman vazgeçmemenizi diliyorum. Bizi ancak sevgi ve saygı kurtarır. Bende anneyim benimde çocuğum var. Sizin çocuklarınız, yetiştirdikleriniz yarın bu dünyayı yönetecek. Unutmayın. ‘Çoban daima koyunu, onun çıkarlarıyla kendisininkinin aynı olduğu konusunda ikna etmeye çalışır’ Din, dil, ırk ve mezhep ayrımının yapılmadığı bir gelecek diliyorum. Barış için ne yapılması gerekiyorsa ben her türlü görev almaya hazırım."





— Anladığım kadarıyla oldukça etkilenmişsiniz. Daha önce hiç Güneydoğu Bölgesi’ne gitmemiş miydiniz?

“Aşkın dağlarda gezer” adlı dizinin çekimleri sırasında, üç ay Şanlıurfa’da kaldım. 24 yaşındaydım. Gördüklerimi, duyduklarımı, yaşadıklarımı, hissettiklerimi yorumlayamıyordum ki… Ben kendi farkıma ancak 30 yaşındayken varabildim. Şimdi puzzle’ın birinci etabını tamamladım. Dağınık bilgiler toparlandı, hayatı yorumlamaya başladım.





— Ben Adanalıyım (annem Rize kökenli olsa da) yani Güneyli insanın sıcaklığına birinci elden tanığım. Ama bunca güzellik arasında olumsuzluklar da yok mu?

İnsanlar eğitimsiz. Soru sormaktan kaçınıyorlar, düşünmekten korkuyorlar. Ve bunun dışında bölgede, dünyanın en güzel kentlerini, en zevksiz şehirlerine çeviren bir zihniyet hâkim. Grafik mezunuyum, bunun bana büyük etkisi oldu. Özellikle estetik algılayışı konusunda… Çirkin binalarla dolu, kasaba ve köyler görmek çok acı verdi. Gayet şekilsiz kilim desenli evler, sıvasız, boyasız yapılar. Orijinal taşlara beton dökmüşler. Binlerce yıllık sarnıcın yerine bina dikilir mi? Tarihe saygı yok. Tek kelimeyle ucuz. Ve tüm samimiyetimle söylüyorum ki, utandım.




— Yaşamı yorumlamaya başladığınıza göre, sizden duymak istiyorum. 35 yaşında, geleceğe umutla bakabiliyor musunuz?

Umudu ne yazık ki köşe dönücülük olarak bilenler var. Ancak benim umudum, uzun soluklu bir mücadeleden geçiyor. Haklarını savunan kadınları görmek istiyorum. Güvenlik, eğitim, adalet. Her türlü sorun çözülsün istiyorum. Evet, umut uzak bir günışığı… Biliyorum. Dünyada salt boyun eğenler ve dayatılanı kabul edenler yok. Kölelik zamanında direnenler, umudu kaybetmediler. Yoksa bugün ABD’nin siyahî bir başkan adayı olmazdı.



— Bildiğim kadarıyla ünlü düşünür Nietzsche, “Umut, işkenceyi uzatır” demiş…

Eskiden yüz kişiden biri kansere yakalanıyordu. Günümüzde her 8 kişiden 2’si kanserin pençesinde… Özellikle Karadeniz Bölgesi, kanser hastalarından geçilmiyor. Herkes hasta herkes kanser... Sevgiyi Kazım Koyuncu’yu işte böyle kaybettik. Tek kanser de değil. Bizler iyileri erken kaybediyoruz. Uğur Mumcular, Adnan Kahveciler, Gaffar Okkanlar, Deniz Gezmişler, Metin Göktepeler erken gittiler. Hepimiz cezaevindeyiz, Umudumuz, F tipi cezaevinden yarı açık cezaevine geçer miyiz de… Aldığımız soluk, bizi boğuyor ve dünyayı açlık bekliyor. Günü gelecek ideolojiler anlamını yitirecek. Çünkü ekonomik, sosyal, küresel bir yok oluş ile karşı karşıyayız. Belki 300 bin yıl sonra plastik eriyecek ama ortada insan da kalmayacak. Veya insanlar animasyonlarda gördüğümüz mutantlara benzeyecek. Garip yaratıklarla dolu bir gelecek uzak değil. Doğanın hayati önemini anlatamıyoruz. İnsan, onun bir parçası olduğunu idrak edemiyor. Yardım edecek insan kalmayınca başka bir dünya nasıl mümkün olacak. Doğa sevgisi benim için vazgeçilmez. Kırıkkale’deki Hasandede Belediyesi’ne ‘bana toprak verin’ dedim. Kızılırmak kıyısında, “Şevval Sam Ormanı” oluşturulacak. 5 bin ağaçlık bir orman bu. Ben de onlara karşılığında 31 Mart günü konser vereceğim.




— Biraz da gündelik hayata dönelim. Bir gününüz nasıl geçiyor?

İki yıldır bilfiil çalışmıyorum. Evimde huzur bulan biriyim. Çok gezmem, çok dolaşmam. Çekirdek bir dost grubum var, oğlum okuldayken toplanırız. Bunun dışında fotoğraf çekmeyi seviyorum. Sayıları 40’dan fazla olan Türkiye’deki etnik gruplarla ilgili kitaplar okuyorum. Sadece dizi dönemlerinde yoğun oluyorum, muhtaç olmadan çekip gitmek için çabalıyorum.



— Özgürlük ve huzur, “gitmek” ile mi geliyor?

Çocuğum olmasaydı bir an bile durmazdım. Siyaset kirli, para kirli, inançlar kirli, şehirler kirli… Korkunç bir süratle ilerliyor hayat. ‘Şu dağın tepesinde kar var’ derseniz, insanlar, gidip onu da alırlar. Ne varsa topluyorlar, deli gibi çalışıyorlar. Bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Oysa para, aşkı ve cinselliği öldürüyor. İnsan kendine zaman ayırmıyor. Yarış atı gibi yaşıyor. Hayat siyah ve beyazdan ibaret değil. Faşizan gördüğün şeyde insana dair... Zaten benim gözümde mülkiyet esarettir. Küçük bir minibüsüm var. İleride büyük bir karavan alıp buralardan gideceğim. Oğlum hayatını kurduğu zaman ben misyonumu tamamlayacağım.




— Sizi sinemada pek göremiyoruz. Neden?

Ortada bir klan var. Ve bunlar Cihangir’de toplanmışlar, kapalı yaşıyorlar. Onların arasında gezmeyince şansınız pek yok. Ne kimseyi içeri alıyorlar ne de kimsenin gitmesini istemiyorlar. Aidiyet duygusu gerçekten büyük bir zaaf... Kimsenin klanına girmedim. Şimdi ben, eli, yüzü düzgün bir insanım. 15 yıldır oyunculuk yapıyorum. Komedi de dram da oynadım. Ama sinema filmim yok. Bazen abuk sabuk senaryolar geliyor. Beni filmlerine aksesuar olarak koymak istiyorlar. Benim için sinema bu değil. Oyunculuk, oyunculuk haricinde bir şeydir. Psikoloji, antropoloji, sosyoloji… Ne derseniz deyin. Aktör, aktris, karakteri elbise gibi üstüne cuk diye oturtmalıdır. Dün akşam Kolera Günlerinde Aşk’ı izledim. Oyunculuklar çok iyiydi. Türkiye’de ise örneğin erkek oyuncular sağa sola sert bakışlar fırlatarak oyunculuk yaptığını sanıyor. Bu oyunculuk olarak algılanıyor.



— Önce Türk Sanat Müziği albümü “Sek” ardından “İstanbul’s Secrets”… Ufukta yeni bir albüm var mı?

Yeni albümüm yakında çıkacak. Albümde Karadeniz türküleri ve şarkıları olacak. (Kanser illeti nedeniyle erken yitirdiğimiz Kazım Koyuncu ile yaptığı ve gayet başarılı bulunan düetin ardından insanlar bunu zaten bekliyordu) Müzik hep vardı. Sanırım genetik… Annem Leman Sam, çok önemli bir ekol. Dile ve şivelere yatkınlığım ise ailemden geliyor. Annem ve babam 20, ben de 10 dilde şarkı söyleyebiliyorum.





— Yeni bir dizi?

Kanal D’de yayınlanacak olan “Derman” adlı dizide oynayacağım. Gani Müjde’nin yazdığı Derman, Türkiye’nin sağlık sistemini hicvedecek.


Cumhuriyet Hafta Sonu / 29 Mart 2008

Polis Cumartesi Anneleri'ni engelledi


Güvenlik güçleri, dün bir kez daha, gözaltında kaybedilen yakınları için sessiz oturma eylemi düzenlemek isteyen Cumartesi Anneleri'ni engelledi. Eylemin 196. haftası nedeniyle Galatasaray Lisesi'nin önünde toplanan ve aralarında Hasan Ocak'ın annesi Emine Ocak, İHD Kayıplar Komisyonu üyesi Nimet Tanrıkulu ile sanatçı Suavi'nin de bulunduğu bir grubun etrafı Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'ne bağlı polisler tarafından çevrildi. Polis, ellerindeki karanfilleri lisenin önüne bırakan kayıp yakınlarını tartaklayarak Galatasaray'dan uzaklaştırdı. Ara sokaklara dağılan Cumartesi Anneleri'ne müdahale eden sivil polisler, avukat Gülizar Tuncer, İHD Yönetim Kurulu üyesi Zahide Honca ve öldürülen gazeteci Ferhat Tepe'nin annesi Zübeyde Tepe'yi gözaltına aldılar.
Cumhuriyet Gazetesi / 1999

Polis engeli eylemi bitirmiyor


Cumartesi Anneleri'nin, kaybedilen yakınlarının bulunması ve faillerinin cezalandırılması için 192 hafta önce başlattıkları sessiz eylem, polisin tüm engellemelerine karşın sürüyor. Hasan Ocak'ın annesi Emine Ocak'ın da aralarında bulunduğu bir grup, güvenlik güçlerince sabahın erken saatlerinden itibaren abluka altına alınmış olan Galatasaray Lisesi'nin önüne karanfil bıraktı. İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi'nden çıkarak kayıp yakınlarının eylemine destek vermek isteyen İHD Elazığ Şube Başkanı Cafer Demir ve öldürülen gazeteci Ferhat Tepe'nin annesi Zübeyde Tepe ile Necati Atabay, Sevinç Dilek, Ömer Aydın ve Alev Demir gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan Alev Demir daha sonra yaşı küçük olduğu gerekçesiyle serbest bırakıldı. Uluslararası Gözaltında Kayıplarla Mücadele Komitesi'nden (ICAD) yapılan açıklamada, ''Cumartesi Anneleri'nden yükselen onurlu sessiz çığlığa kulak verin'' denildi.
Cumhuriyet Gazetesi / 1999

'Oto fareleri'ni önlemek zor


İstanbul'da 10 yılda 58 bin araç çalındı

ALPER TURGUT

1 milyon 837 bin 354 aracın kayıtlı olduğu İstanbul'da, son 10.5 yıl içerisinde 58 bin 743 otomobil çalındı. Bu otomobillerden sadece 42 bin 525'i bulunurken, olaylarla ilgili 9 bin 681 kişi gözaltına alındı. İstanbul Asayiş Şube Müdürlüğü Oto Hırsızlık Büro Amirliği'nin kurulduğu 1988 yılında 1.801, 1989'da 2 bin 225, 1990'da 3 bin 22, 1991'de 2 bin 979, 1992'de 3 bin 500, 1993'te 6 bin 580, 1994'te 6 bin 559, 1995'te 8 bin 94, 1996'da 9 bin 195, 1997'de 9 bin 356 ve bu yılın ilk 6 ayında da 5 bin 432 adet otomobil çalındı. Yürütülen çalışmalar sonucu, çalınan toplam 58 bin 743 otomobilden 42 bin 525'i bulunarak sahiplerine teslim edilirken, hırsızlık olaylarını gerçekleştirdikleri anlaşılan 9 bin 681 kişi de yakalandı.

Otomobil çalma yöntemleri arasında ilk sırayı, ''düz kontak yapma'' alırken ''anahtar uydurmak'' olarak bilinen yöntem de oto hırsızları tarafından sıklıkla kullanılıyor. Otoparklarda aracı kendisininmiş göstermek, kendisini otoparkçı veya kâhya olarak tanıtmak, otoya alıcı olduğunu söylemek ve oto kiralama şirketinden sahte kimliklerle araç kiralamak suretiyle uygulanan ''emniyeti suiistimal'' yöntemine de çokça rastlanıyor.

Özenti duyma, satma, parçalama ve kapkaç yapma amacıyla çalınan araçlar daha sonra tanınmaması için birtakım değişikliğe uğruyor. Evrak üzerinde yapılan değişiklikler; çalıntı otonun özelliklerine göre sahte ruhsat tanzim edilmesi, çalıntı otoya ait ruhsatın üzerinde tahrifat yapılması, sahte fatura tanzim edip çalıntı otonun tescilinin yapılması ve çalıntı otoya ait ruhsatın sahibine göre sahte kimlik düzenlenip satışının sağlanması olarak sıralanıyor. Arabalar üzerinde de sahte plaka ve ruhsat hazırlanması, motor ve şase numarasının değiştirilip 'change' yapılması, yurtdışından kaçak olarak getirilen otoların yasallaştırılması amacıyla change veya sahtecilik işlemleri gerçekleştiriliyor.

Otomobil veya ruhsat sahibinin, otosunun çalınmasından sonra öncelikle ilgili karakola yazılı başvuruda bulunması gerekiyor. Karakol, başvurunun alınmasından sonra bilgileri ''ceraim numarası'' (kayıt numarası) ile Emniyet Haber Merkezi ve Oto Hırsızlık Büro Amirliği'ne telefonla bildiriyor. Bu bilgiler, Oto Hırsızlık Büro Amirliği'nde, Emniyet Genel Müdürlüğü Bilgi-İşlem Daire Başkanlığı'na bağlı bulunan çalıntı oto terminaline yükleniyor. Söz konusu bilgilerin Emniyet Genel Müdürlüğü Bilgi-İşlem Daire Başkanlığı'na bağlı bilgisayar sistemine geçilmesiyle, otoların çalınıp çalınmadığı yurt genelinde anında kontrol edilebiliyor. Trafik tescil şube müdürlükleri ve büro amirliklerinin, araç tescili esnasında çalıntı kontrolü yaptıktan sonra işleme geçmesi, sahte fatura ve belgelerle mükerrer tescil olayını da önlüyor. Oto hırsızlığının yoğun olduğu ilçelerde geceleyin ''pusuya yatan'' polis ekipleri, ayrıca oto hurdacılığı yapan kişiler ile işyerlerini de sürekli olarak kontrol altında tutuyor.

Oto hırsızlığı suçunu işleyen kişiler hakkında, asliye ceza mahkemelerinde dava açılıyor ve Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 491 ve 492. maddelerine göre işlem yapılıyor. TCK'nin 491. maddesi gereğince, kişiler hakkında oto hırsızlığını kolaylaştıracak ve cezbedecek nedenler varsa, 1 ila 5 yıl arasında cezai yaptırım uygulanıyor ve İnfaz Yasası'na göre bu kişiler sadece 1 ila 1.5 ay hapis yatıyor. TCK'nin 492. maddesi gereğince de her türlü tedbiri alınmış otomobillerin menfaat temin etmek amacıyla çalınması halinde, sanıklar hakkında 3 ila 8 yıl arasında cezai yaptırım uygulanıyor ve İnfaz Yasası'na göre bu kişiler 1 ila 3 ay arasında hapis yatıyor.

Cumhuriyet Gazetesi / 1998

25 Mart 2008 Salı

Gençler hedef oldu


Giyim ve tarzları nedeniyle polis tarafından gözaltına alındılar

**Satanistleri yakalamak adı altında yapılan operasyonlar nedeniyle rockerler, heavy metalciler, black metalciler, death metalciler, punkçular ve anarşistler hedef haline geldi.

ALPER TURGUT

Lise öğrencisi Lara Falay ı n intiharının satanizmle ilişkilendirilmesi ve olayın medyada geniş yer bulması, giyim ve tarzları nedeniyle insanların ''hedef'' haline gelmesine yol açtı. Polis operasyonları sonucu gözaltına alınan çok sayıda kişi ''satanist'' olmadıkları için serbest bırakılırken, iletişim uzmanları, medyada yer alan haberlerin ''yıkıcı'' değil ''yapıcı'' olması gerektiğini belirttiler.


Kadıköy, Bakırköy, Ortaköy, Taksim ve Beşiktaş gibi gençlerin yoğun ilgi gösterdiği cafeler ve barlar, kolej öğrencisi Lara Falay'ın intiharından sonra ''satanist operasyonları'' adı altında basılmaya başlandı. 1999 yılında Ortaköy'de bir genç kızın ''şeytana kurban edilmesinin'' ardından da benzeri operasyonlar yaşanmıştı. Siyah giyinen, uzun saçlı, dövmeli, piercing takan, sakallı gençler, satanist oldukları iddiasıyla gözaltına alınıp ''günah keçisi'' ilan edilmişlerdi.
Satanistleri yakalamak adı altında yapılan operasyonlar nedeniyle rockerler, heavy metalciler, black metalciler, death metalciler, punkçular ve anarşistlerin hedef haline geldiğini belirten 16 yaşındaki kolej öğrencisi K.N. , ''Medya bizi marjinal insanlar olarak tanıtıyor. Satanizmle uzaktan yakından alakamız olmadığı halde giyimlerimiz ve tarzımız nedeniyle suçlanıyoruz'' diye konuşuyor.


Sadece İstanbul'da binlerce FRP oyuncusu olduğunu belirten üniversite öğrencisi Zafer Tokmak , son intihar olayından sonra ''FRP- satanizm-intihar'' üçgeni kurulmasının kendilerini zan altında bıraktığını söyledi. Satanist arkadaşlarının olduğunu, ancak onların ''intihar etmek'' veya ''kurban töreni düzenlemek'' gibi girişimlerinin bulunmadığını öne süren Y.K. ise şöyle konuşuyor:
''Suçlu veya suçsuz nasıl ayırt edilecek. Bir insanın satanist olduğu nasıl anlaşılacak. Şeytan, 13. Cuma, Blair Cadısı, Kötü Ruh, Omen, Stigmata gibi filmlerin vcd'lerini ve dvd'lerini evlerinde bulunduranlar ve korku filmlerine gidenler gözaltına mı alınacak?''


Cumhuriyet Gazetesi / 21 Mart 2002

23 Mart 2008 Pazar

Sessizliğe Karşı, direnenler cephesinden yazılan bir kitap...



Tarihte benzeri bir direniş yok! Ne eski çağlarda ne de asri zamanlarda...


Gazeteci Alper Turgut, "sessizliğe karşı" bir ses verdi kitabıyla. Sessizliğin en koyu olduğu zamanda başlamıştı kitabını yazmaya. Sözünün başında şöyle demişti: "Bu kitap vicdana övgü için yazıldı. Kanayan ruhların sessiz çığlığı duyulsun diye... Bence vicdan, umut kadar, paylaşmak kadar kutsal bir kavram... Bir Fransız Atasözü, ‘Temiz bir vicdan kadar yumuşak hiçbir yastık yoktur.' der... ‘Vicdanı olan umut etsin, gerisini koy ver gitsin' diye kestirip atamıyorsam eğer, ‘Her yürek devrimci bir hücredir' sözüne inananlara haksızlık etmemek içindir, başlı başına..." Yarına inanmayanların dünyasında yaşıyoruz oysa... Solaryum çıkışlı robot renkli insan evlatları sararken bugünümüzü... "Anını yaşa" saçmalığını rehber edinen neslimiz de iyiden iyiye sıyırdı. Varsa yoksa yüz gerdirme, yağ aldırma, kaş kaldırma ve silikon. Tam tekmil inorganik... Aslında bu bir enfeksiyon. Üstüne üstlük böyle giderse hormon mağduru koca kıçlı bir gelecek de bizleri bekliyor..."


Bu girişten sonra, dünyayı ve ülkemizi ve insanımızı sarıp sarmalayan bireycilikleri, inançsızlıkları, ‘anını yaşamayı" rehber edinenleri anlatır uzun uzun Alper Turgut. Gazeteciliğinin kazandırdığı çarpıcı gözlem ve izlenimleriyle anlatır hem de. 17 Ağustos Depremleri'nden, asrın felaketi denilen tsunamiden girer söze ve 19 Aralık'tan çıkar... Orada acılar vardır, orada vahşet vardır, orada ölümler vardır. Ölümün rutinleşmesi, ölümlerin istatistik olmasıdır onun sessizliğe karşı isyanının nedenlerinden biri de. O salt bir gazeteci değildir. Kitabının bir yerinde dediği gibi, "gazeteciden önce insanım ben." O yüzden acılar, onun için yalnız bir haber değildir: "Meslek hayatımda kaç devrimci gömdüm belki sayısız. Ya da kaç anma töreni yıllar yılı. Kentin mezarlıkları ezber olur bir süre sonra..." Onun için yıllardır süren ölüm orucu direnişi sadece bir haber değildir. O direnişin nedenleriyle de, sürdürülüşüyle de, bitirilişiyle de ilgilidir. Direnenlerin cephesinden duyar, düşünür ve öyle de yazar. Sessizliğe Karşı, bu cepheden yazılmış bir kitaptır.


* Alper Turgut, kitabına yazdığı girişi şöyle bitirir, daha doğrusu bitirmeye niyetlenir: "‘İnsanlık asla kaybetmez' diyen Avukat Behiç Aşçı'nın eylemi, sansür duvarını yıktı ve suskunlar cephesinde ses getirdi. Bunca acının ortasında sevindirici bir gelişme. Dilerim, ‘123. ölüm yaşanmasın' çığlığı yerini bulur. ... Tecrit karşıtlarının umudu bu... Hem ne demiş şair, ‘Daha gelmeyecek mi bahar, daha gülmeyecek mi ağlayanlar...'" Elbette gelecekti bahar. Bu yüzden kitabın girişi bu kadarla kalmayacaktı. Ant Yayınları'ndan yayınlanan kitap, tam baskıya girmek üzereyken, tecritte bir gedik açan genelgenin yayınlanmasıyla direnişe ara verildi. Alper Turgut, baskıdan önce, kitabının giriş bölümüne bir ek daha yaptı. Kitabına ve direnişe dair duygularını özetleyen, girişe yaptığı ekteki şu tek kelimeydi aslında: "Bahtiyarım". "122 insanı aramızdan alan 600'ü aşkın sakata yol açan tecrit karşıtı eylem tamı tamına 2285 güne yayıldı. Bu, milyonlarca cana mal olan 2. Dünya Savaşı'ndan daha uzun bir süreye denk geliyor. Direniş başlarken doğanlar bugün ilkokul öğrencisi... Tarihte benzeri bir direniş yok. Ne eski çağlarda ne de asri zamanlarda... "Benim duygularım ise karmakarışık. İlk kitabım yaşama dair bir muştu gibi. Yazmak için uzun zaman uğraştım ve kitap raflardaki yerini almadan eylem bitti. Kazanan çözüm oldu. Bahtiyarım." Direnişin somut kazanımının coşkusunu duyduğu satırlarından okunan Alper Turgut, kitabı için "Ona bundan böyle 'uğurlu kitap' diyeceğim." diyor. Deriz ki; uğur, o satırları yazan, o duyguları hisseden, direnişin kazanımıyla bahtiyar olan, zulme cepheden direnen yüreklerdedir.


* Alper Turgut, kitabında 7 yıllık direniş sürecini bir kurgu içinde aktarıyor. Kitabın sonunda ise, hapishanelerin kısa tarihçesi var. Turgut, okurlarına kitaba sondan başlamalarını öneriyor. Yerinde bir öneri; çünkü aslında, bu tarihçeyi bilmeden, direnişin tarih içindeki önemini, yerine oturtmak kolay değil. Alper Turgut, daha olayların içindeyken, "Dünya böyle bir olay görmedi" diyerek direnişin çapını ortaya koyuyor. Kitaba ilişkin Gülşen İşeri'nin kendisiyle yaptığı röportajda da şöyle diyor Turgut: "Yazılan Türkiye'nin yakın tarihi, şimdi söylenmiyor belki ama bir süre sonra eylemin büyüklüğü ortaya çıkacak. Biliyorum ki cezaevi gerçeği 10-15 yıl sonra anlaşılacak. Bu gerçekle daha sonra hesaplaşacaklar." "Sessizliğe Karşı", bir yandan sessizliğe karşı bir ses olmayı amaçlarken, bir yanıyla da direnişin "bir süre sonra ortaya çıkacak olan" büyüklüğünü yansıtmaya çalışıyor kitabında.


YÜRÜYÜŞ DERGİSİ / 25 Şubat 2007

1 Mart 2008 Cumartesi

ASLOLAN HAYATTIR…


Her koşulda yaşayabilmek…



Alper Turgut



Gazeteci Filiz Gülkokuer, her koşulda yaşama tutunmayı başarabilen bir kadın… Akdeniz anemisi gibi ölümcül bir hastalık ve yaklaşık 10 yıl süren siyasi mahpusluk… 43 yaşındaki Gülkokuer, hayatının büyük bir bölümünü hastaneler ile cezaevlerinde geçirdi. Dalağı, safrakesesi alındı, işkence gördü, hücrede tutuldu. Ancak asla yılmadı. O, yaşamla olan randevusuna hep sadık kaldı.



— “Bu hastalık belki beni öldürmüyor ancak süründürmesini biliyor” dediğiniz Akdeniz anemisi ile ilk ne zaman tanıştınız?


“Kalıtımsal bir hastalık olan Akdeniz anemisiyle (talasemi) yaşamam gerektiğini öğrendiğimde henüz 9 yaşındaydım. Artık sürekli hastaneye kaldırılıyordum. Periyodik olarak kan ve serum veriliyordu. Hastanede yatma zorunluluğu derslerimi aksatsa da yine de çalışıyordum. Ödevlerimi arkadaşlarım ve öğretmenlerim hastaneye getirirdi. Derslerim son derece iyiydi. Mersin’den tam donanımlı bir hastane olmadığı için Ankara’ya götürüldüm. Tam üç ay hastanede tek başıma kaldım, 10 yaşındaydım. Hastalık erken büyümeme yol açtı. Üstüne üstlük Akdeniz anemisine 12 yaşındayken orak hücre anemisi de eklendi. Dert birken iki oldu.”


— Hastanede büyüyen kız çocuğunun, devrimci olma fikri nereden çıktı?


“Sanırım hastanede gördüklerim, buna neden oldu. Zengin ve fakirler arasındaki uçurumu, adaletsizliği hastane kuyruklarında beklerken fark etmiştim. Emekçiler, yoksullar sıralarda kavga ve gürültüyle hatta çırpınarak tedavi olmaya çalışılıyordu. Zenginler ise el üstünde tutuluyordu. Onlar kuyruğa dahi girmiyorlardı. İlkokula 1973’te başladım. Ailemde solcu yoktu. Ancak o yıllarda siyaset hayatın her alanında kendini göstermeye başlamıştı. 1978’de okulumuz da hareketlendi. Dışarıda verilen mücadele, ortaokula yansımıştı. Bahçede toplanıp sloganlar atıyor, marşlar söylüyorduk. Dün gibi hatırlarım.”


— Ya sonra?


Hastane, okul derken liseyi Mersin’de bitirdim. Ancak sağlığım elimi kolumu bağlıyordu. Üniversiteye 8 yıllık bir gecikmeyle gidebildim. Akdeniz Üniversitesi Büro Yönetimi ve Sekreterliği Bölümü’nü kazanınca soluğu Antalya’da aldım. Üniversite öncesinde, sekreterlik, tezgâhtarlık, anketörlük, broşür dağıtımı, tencere pazarlama… Birçok işe girdim, çıktım. Neyse… Üniversiteyi 2. sınıfta terk ettim. Yıl 1993’tü, Mersin’de Alınteri gazetesinin bürosu açılınca gazeteci olmaya karar verdim. İşçi sınıfının haberlerini yapıyordum, 1996’ya kadar bu büroda görev aldım. Alınteri gazetesinin Mersin temsilci oldum.”


— Peki cezaevi?


1997 yılında gözaltına alındım, işkenceli sorguların ardından tutuklandım. ‘TİKB örgütü üyesi’ olduğum iddiasıyla yargılandım. ‘Örgüt yöneticiliği’, ‘Akdeniz sorumlusu’ gibi gerekçelerle 18 yıl 9 ay ceza verdiler. Yaklaşık 10 yıl cezaevinde kaldım. TCK’nin ilgili maddesi, 2004 yılında değişti yoksa mahkûmiyet halim 15 yıl sürecekti. 2006 yılının ekim ayında cezaevinden çıktım.


— Hem hastalık hem de cezaevi, zor olmadı mı?


Öncelikle hastalığım daha da kötüleşti. Mersin Cezaevi’ndeki 10 günlük geçici konukluğumun ardından Adana Kürkçüler Cezaevi’ne nakledildim. Orada 5 ay kaldım. O dönem Adana, siyasi tutuklular için geçiş yeriydi. Konya DGM’nin kapatılıp Adana DGM’nin açılmasıyla, siyasi tutuklular Kürkçüler’e getirildi. Durumum gittikçe kötüleşiyordu. Kan grubum AB negatifti ve kolay bulunamıyordu. Kuvvetli bir kriz geçirdim. Balcalı Hastanesi, mahkûm hasta kabul etmediği için Ankara Ulucanlar’a sevkedildim. Sevk ise ayrı bir sorundu. 1998 yılında dışarıda ‘Filiz Gülkokuer’e Özgürlük’ diye bir kampanya başlatılmıştı. Kampanyadan dolayı gözaltına alınan ve ceza alan arkadaşlar oldu. Tedavisi mümkün olmayan hastalığım nedeniyle sayısız kez tahliyem için girişimlerde bulunuldu. Ama hep sonuçsuz kaldı. Üstelik doktorlar bu haliyle cezaevinde yaşayamaz demesine karşın… Tedavim için gerekli ilaçlar ise oldukça pahalıydı. İşçi emeklisi olan babam Selahattin Gülkokuer kendi imkânları, avukatlarım ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın yardımlarıyla ilaçları temin edebildi. Birçok ameliyatlar geçirdim. Dalağım ve safrakesem alındı. Komüncümüz, demiri öldürdüğü için çay, besleyici olduğu için de balık istetiyordu. Arkadaşlarım da bayram yapıyordu.”


— Ulucanlar’da 10 tutuklu ve hükümlünün öldürüldüğü olaylar sırasında orada mıydınız?


Evet, 3 yıl Ulucanlar Cezaevi’nde yattım. Ulucanlar, katliamını birebir yaşadım. Erkek arkadaşları, işkencehaneye çevrilen hamama almışlardı. Atılan gaz bombaları nedeniyle beni revire aldılar. Sağlık durumum kritik noktada olduğu için revirde doktorlar, bana bir şey olmasın diye koşturup duruyordu. Revirin köşesindeki küçük odada yani pansuman bölümünde tutuluyordum. Cezaevinin en merkezi yeri olan revir, askerlerin karargâhı haline getirilmişti. Telsiz konuşmasından katliam emrini bizzat duydum. ‘Ateş kullanın, 20, 30’u gözden çıkarın’ diyorlardı. Sonra kendimi kaybetmişim. Uyandığımda, ‘cesetleri buraya atın’, ‘bunları tanıyan bir gardiyan gelsin’ gibi konuşmaları duyunca kulak kabarttım. Habib Gül’ü (Nevzat Çiftçi), Abuzer Çat’ı, Halil Türker’i duydum. Arkadaşlarım katledilmişti. Kahroldum. Katliamın ardından 9 kadın bir ay hücrede tutulduk. Duvardan birbirimize su atıyorduk, toprağı kazıyıp top haline getiriyor ve gardiyanlara atıyorduk. Skeçler gülümsememizi sağlıyordu. Tombul bir arkadaşımızın gözlüğü kırılmıştı, el yordamıyla dolaşıyordu. Hali çok komikti. Hem o hem biz kahkahalar atıyorduk. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Sema Pişkinsüt ziyaretimize gelmişti. Bir arkadaşımız Pişkinsüt’ü unutmuş, teybi eline almış ve onunla konuşuyordu, ‘Çivili sopayla kafama kafama vurdular’ diye… Nasıl söylesem o an anlatılmaz, yaşınır…”


— 2’si asker 32 kişinin yaşamını yitirdiği 19 Aralık 2000 tarihli operasyonlar sırasında neredeydiniz?


Hiç kimsenin olmak istemeyeceği bir yerdeydim. Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi’nde tedavi görüyordum. Baskın sırasında bizleri yataklara kelepçelediler, ayaklarımızdan da zincirlediler. Operasyon bitene kadar kelepçeler ve zincirler açılmadı, hiçbir ihtiyacımız giderilmedi, hastaların ilaçları verilmedi. Bomba ve silah tarama seslerini net olarak duyuyorduk. Saat 20.00 – 21.00’den sonra yaralı, yakılmış arkadaşlarımızı getirdiler. Hastanede hemşire ve doktor yoktu. Arkadaşlarımızın üstlerini çıkardığımızda birçoğunun sırtının, bacağının, omzunun yanık olduğunu gördük. Kıyafetleri yakmayan ama vücudu kavuran kimyasal maddeler kullanılmıştı. Arkadaşlarımızın saçları tutam tutam ellerimizde kalıyordu. Sonra Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi, Bakırköy Çocuk ve Kadın Tutukevi ile Cerrahpaşa arasında mekik dokudum. 2003’te Bakırköy’e müdahale edilince, hücre tipi yaşamı öğreneceğim Gebze M Tipi Cezaevi’ne nakledildim. Gebze Cezaevi’ndeki ilk ayımda tekrar kriz geçirdim”


— Siz hücre tipi cezaevlerinde de kaldınız, koşullar nasıldı?

F tipleri, M tipleri derken birbirimizle iletişimimiz koptu. İlk zamanlarda mektuplarla birbirimizi bulduk. Şiir hatırlayanlar birbirlerine şiir gönderdi, öykü ve roman hatırlayanlar onları anlattı… Biz M tipinde 6 ve 12 kişilik hücrelerde kalıyorduk. Birbirimizle haberleşmek için hücreler arasında sesleniyorduk veya “havayolu”nu devreye sokuyorduk. Duvarlardan, mazgallardan da birbirimizle iletişim kurabiliyorduk. Yeni yöntemler geliştiriyorduk. Uzak hücrelere ulaşabilmek için sapan gibi aletler yapıyorduk. Sapan için çekçek sopasıyla don lastiklerini kullanıyorduk. Bununla bir bloğun başından sonuna top gönderebiliyorduk. Keşfedilen her yeni yöntem paylaşıldı ve cezaevi içinde duvarlarla bölünmüş bile olsak ortak bir yaşam kurulabildi. Eğlenceler düzenlemek, şarkı türkü söylemek, birlikte slogan atmak, eylemleri birlikte yapmak gibi…”

— 16 aydır dışarıdasınız, alıştınız mı?


Babam Selahattin Gülkokuer, benden bir yaş büyük ablam Feride ile birlikte Mersin’de kalıyor ilk işim onları ziyaret etmek oldu. İki yeğenim, Selva (Arapçada balta girmemiş orman demekmiş) ve Sefa. İkisi de üniversite öğrencisi… Onları, 12. 5 yıl sonra görebildim. Zaten içerdeyken de kafamız dışarıdaydı. Ancak şimdi sağlığım çok daha iyi… Yeniden Alınteri gazetesindeyim ve yine işçi haberleri yapıyorum.


Fotoğraf: Uğur Demir


Cumhuriyet Pazar Dergi / 02 Mart 2008